SAYFALAR

25 Aralık 2011 Pazar

BİLİYOR MUSUNUZ

1-İngiltere de insanları tembel alıştırdığı için on beş yaşına kadar bilgisayar kullanmak yasak mış. Kullanan çocuk ve veliler ciddi bir şekilde cezalandırılırmış.
2-Böbreklerimiz günde on damacana (200litre) kan süzermiş ve bir buçuk litre zararlı atığı sidik olarak ayırırmış.
3-Yaban keçileri sürüsü yaz başında dişisi bir, erkeği bir ayrılırlar ve güz gelince tekrar birbirlerine karışırlarmış.
4-Yeryüzündeki sırların sadece %4'ü çözülebilmiş, %96 sı hala araştırılıyormuş. Bu çözülenlerde tamamen tesadüflerle mümkün olmuş.
5-Yeryüzündeki icatların hepsi hayvanlar alemi ve hayvanların yapıları incelenerek tesbit edilmiş.
6-Ses ceyrana çevrilip havaya gönderiliyor ve antenle yakalanarak tekrar sese çevriliyor. (modülasyon, demodülasyon) Resim ve görüntü de tabi.

ŞEHZADE ÖĞRETMENİ

Fatih Sultan Mehmet Han altı yaşına geldiği zaman babası 2. Murad, Şehzade nin eğitilmesi için çok sayıda öğretmene görev verir. Küçük Şehzade hepsine teneke çalar. Hiç biri bu çocukla baş edemez, şehzadeyi eğitemezler. Molla Gürani Hazretleri öğretmen olarak görevlendirilir. Şehzade Mehmed (Fatih) buna da teneke çalar. Fakat yediği iki tokatla gözlerinde şimşekler çakar. Ağlayarak doğruca babası 2. Murad'a koşar şikayet eder. 2. Murad oğlu Şehzade Mehmed'in elinden tutarak doğruca öğretmeni Molla Gürani Hazretlerinin odasına giderler. Padişah Öğretmene; "Benim çocuğumu nasıl döversin bre mel'un"diye çıkışır. Molla Gürani Hazretleri Şehzade oğlunun yanında padişah 2. Murad'a da bir tokat vurur ve odasından kovar. Padişah 2. Murad döner altı yaşında ki, sonra yirmi yaşında İstanbul'u fet edecek olan Şehzade Mehmed'e "Oğlum bu öğretmen. Bak karşı çıkarsam beni de dövüyor. O nun öğrettiklerini öğreneceksin ki, dövmesin." Der ve çocuğunu bu öğretmene teslim eder. Kaç yaşında İstanbul'u fet etti? Hepsine Rahmet diliyorum.

23 Aralık 2011 Cuma

SARHOŞU VURAMADINIZ

1980 de askeriyenin yönetime el koymasından sonra yurt dışı görevimden yeni dönmüş Adana da Cinayet Masasında aslı görevime devam ediyordum. Bir gece saat 01.00 sıralarında İnönü caddesi üzerinde çatışma olduğu anonsu geçti. On beş dakikada olay yerine intikal ettik. Tüm asker ve polis çoktan gelmişlerdi. Herkes parkın yanında ki bir apartmana doğru ateş ediyorlardı. Bizim ekip hiç ateş etmedik. Çünkü görünen kimse yoktu. Arada bir ses kesilince yanı güvenlik güçleri ateşi kesince bu apartman girişinden bir el silah sesi geliyor, ateşi de görünüyordu. O taraftan ses kesiliyor, bu taraftan şuursuzca yaylım ateşleri tekrar başlıyor ve arada da teslim ol çağrıları yapılıyordu. Tekrar sukut olunca, tekrar o taraftan bir el ateş ediliyordu. Karşımızdakinin çok ilginç bir terörist olduğu belli oluyordu. Kimse onu vuramıyor, oda kimseyi vurmuyordu.

Karşılıklı müsademe üç saat kadar sürdü. Yine silah sesleri kesildi, apartman merdiven boşluğundan bir adam elindeki tabancayı yere atarak meydana çıktı. Askerler bağırıyordu. "Olduğun yerde kal." Celal isminde herkesin tanıdığı polis arkadaşımızdı. Giresunlu olan bu arkadaşımız biraz deli olarak bilinirdi. İki sivil arkadaşı ile meyhaneden çıkmışlar, İnönü Caddesinde yürürken aşka gelmiş dört el ateş etmiş. Yakın ekiplerde terörist bilip ateş etmiş merkeze bildirmişler. Sivil arkadaşları yanından kaçmışlar. Kendisi apartman boşluğuna sığınmış ve ateş etmeğe başlayınca bu olay olmuş.

Mesleğe tekrar döndü fakat öyle bir yemin etmişti ki rakı olduğu yerden geçmezdi. Ve yeri geldiği zaman da kendini met edenler oldu mu
"Sizden polis olmaz bir sarhoşu öldüremediniz" derdi.

22 Aralık 2011 Perşembe

MERHAMET YOK


Bizim Okura da bir yerimiz var, merze deriz. Araba yolu yeni yapıldı. Köyden araba ile 20 dakika, yaya bir saate filan gidilir. Eskiden İlk Bahar aylarında göçümüz oraya gider, sıcaklar basınca da yaz aylarında oradan yaylalara çıkarlardı. Şimdi de çoğu zamanlar İrfan ağabeyim devamlı orada kalır. Öyle köyler gibi sıkıcı değil geniş arazilerde çalışırken zaman da çok çabuk geçer. Çok aksi her zaman bağlı olarak taşıdığı insanlara saldıran bir de köpeği var. Ayrıca ormanlardan faydalanmak ve ağır yükleri taşımak için her tarafa teleferikler kurmuş. Bu teleferikler sayesinde çok uzaklarda ki yüklerini bile taşıyordu ve bu teleferikler hala daha aynı şekilde hem kendisi hem de komşular tarafından kullanılmaktadırlar.

Burhanettin ağabeyim Okura ları pek sevmez orada evi bile yok. Hiç kalmaz fakat araziler çok geniş olduğundan çay yeri yaptırmak için bu yere Doğulu Rıza isminde bir işçi getirmiş. Rıza kendisine gösterilen yerde çapa ve küreği ile toprağı kazarak gündüz çaylık yapacak, ev olmadığı için gece de ormana yakın, patika yolun üst tarafında ki sehender veya nayla dediğimiz yüksek yerde serilmiş olan yatakta yatarak kalacak, her günde yemeği Ağabeyimin çocukları tarafından bu yere getirilerek beslenmesi sağlanacakmış.

Karışanı yok. Tek başına istediği gibi rahat hareket edebilecek. Ancak gece yattığı yerden pek aşağı inmeyecek. Çünkü yakınında ki diğer ağabeyim İrfan’ın köpeği gece bağdan bozuk oluyor ve oralarda kuş uçurtmuyor. Herkese saldırıyor. Köpeğe dikkat ettikten sonra başka bir sıkıntı yok, kendi başına her şey gönlüne göre, Rıza'nın ilk beş günü çok rahat geçer. Keyfine de diyecek yok. Altıncı gece iş değişir. Saat 01.00 sıralarında çok fazla ve acayip bir gürültüyle uyanır. Yattığı yerin üzerinden kıyamet kopmuş ta millet cehennemden kaçıyormuş gibi çok garip gürültüler duyar. Allah Allah bu güne kadar böyle bir şey olmamıştı. Bir süre naylanın köşesine çökerek sesleri öyle nefes dahi almadan dinler. Ne olduğunu anlayamaz. Zaten kaldığı yer hem tenha, hem dağların eteği, hem de ormanlık ve elektrik ışığı filan olmayan bir yer olduğu için geceleri biraz ürkütücü olur. Acaba rüya mı görüyorum diye düşünür. Ellerini ısırır fakat hayır rüya değil, gerçekten bir şeyler oluyor.

Rıza müthiş korkar ve kapıyı usulca açıp zifiri karanlık ta gürültü gelen tarafa, kaldığı yerin üstüne gökyüzüne doğru bakar. Gözlerine inanamaz. Keşke bakmaz olsaydı. Tam yattığı yerin üzerinde her taraf aydınlanmış bir ara yerde gök yüzü yanmaktadır. Rıza bildiği duaların hepsini okuyarak olanları hiç nefes almadan seyreder. Biraz sonra gürültü kesilir alevler söner. Rıza korktu ya uykuya geçemez, dinlenirken on beş yirmi dakika kadar sonra aynı sesler ve yangın alevleri eskisinden daha şiddetli şekilde bir uğultu ve çınlama ile yine başlar. Rıza tekrar hem seyreder hem de avazı çıktığı kadar "İmdaaat öldürüyorlar, yetişin, kurtaran yok mu?" diye bağırır. Kimse duymaz. Yakınlarında öbür Ağabeyim İrfan’ın evi var fakat gece yarısı onlar uyumuşlar. Kim duyacak ki, oralarda gündüz bile kimse bulunmaz. Arada bir yattığı yerin altında köpeğin sesini duyuyor. Rıza gece saatlerce bağırıp yardım ister. Buradan kaçıp kurtulmak için naylanın merdivenini aşağı uzatıp, bir iki basamak indiği sırada o aksi köpek birden havlayarak merdivenden yukarı sıçramağa çalışır ve saldırıya geçer. Rıza tekrar yukarı atlayarak canını zor kurtarır. Köpek yukarı sehendere çıkamaz tabi.

Hay Allah aksiliklerin hepsi bu akşam oluyor. Aşağıda köpek yukarıda ateş ve gürültü arasında Rıza sehenderin içinde beklemeğe başlar. İyi ki sehenderin içinde yanı Rıza'nın bulunduğu yerde bir aksilik yok. Bazen yukarıda ki gürültüden sehenderde titreme filan da oluyor fakat o neyise sehendere bir şey yapmıyor. Sehenderin onbeş yirmi metre yukarısında sanki kıyamet kopuyor. Gece yarılarından sonra da gök yüzünde yangın ve o acayip gürültü devam eder. O gecenin sabahı Rıza hiç uyumamış perişan halde oradan usulca yattığı yerin merdivenlerini inerek ayrılıp şuursuzca araba yolunun dışında koşarak giderken, orada evi plan İrfan ağabeyime rastlar. İrfan Ağabeyim diğer ağabeyimin işçi getirdiğinden haberi yoktur ve birbirlerini tanımıyorlar. Kuş uçmaz kervan geçmez bir yerde hiç tanımadığı yabancı adamı görünce sorar; "Kimsin? Burada ne yapıyorsun?" diye İrfan ağabeyim sorar. Rıza başına gelenleri sağa sola bakarak tek tek anlatır. Köye gitmek için yolu sorar ve İrfan ağabeyimin evini eli ile göstererek "Yahu bu evde oturan adama da Allah hiç merhamet vermemiş. O kadar bağırdım çağırdım da, beni boş ver, bu taraf hep yandı, yıkıldı, koptu gitti de, evinden çıkıp bakmadı bile. Ne oluyor demedi bile." Der ve yolu takip eder oradan ayrılır gider.

Burhanettin Ağabeyimi hiç beklemeden yaya Fındıklı ya gider. Fındıklı da Burhanettin Ağabeyim kendisini tesadüfen Otobüs yazıhanesinde görür. Memleketine gidebilmek için araba beklemektedir. Geri çevirmek için ısrar eder. Rıza olayı anlatır ve "Orayı cinler periler sarmış. Şimdiye kadar çalıştıklarımın parasını da istemiyorum. Ben buradan bir sağ salım kurtulayım da ne olursa olsun." der. Geri dönmez memleketine gider.

Olay hikaye değil gerçektir. Fakat aslı Rıza'nın anlattığı gibi cinler periler değil de şöyledir. Gündüz fabrikada çalıştığından, kestiği kış odunlarını taşımağa fırsat bulamayan İrfan ağabeyim daha önce hazırladığı ağır gürgen tomruklarını teleferik ile araba yoluna taşımağa çalışır. Zaten oralarda her tarafa teleferikler kurulmuş ve bütün ağır taşımacılıklar bu teleferiklerle yapılır. İşçinin olduğundan haberi yoktur. Teleferik ile gönderdiği ağır kütükler çelik tel üzerinde süratle giderken, vagona takılı tekerleklerin sürtünmesinden ses ve kıvılcımlar çıkarır. Gece olduğundan bu kıvılcımlar tam bir yangın ateşi gibi görünürler. Zavallı Rıza nerden bilsin bunu?

Burhanettin Ağabeyim 'tekrar gel çalış' diye ne kadar ısrar etse de "Canımın sağlığında değil Okura, Fındıklı'ya bile gelmem, buradan geçmem" der ve çekip memleketine gider. Acaba memleketinde bu olayı nasıl anlatıyor? Olayı çözebildi mi? Yoksa hala biz küçükken anlatılan cinler perilerden mi oldu biliyor? Hala merak konusu tabi.

12 Aralık 2011 Pazartesi

CORDAN ÖLDÜ

Ben 4-5 yaşlarında iken delilik yaptığım zaman Annem bana ‘CORDAN’ diye bağırırdı. "Yapma! Cordan" derdi. Hatta bu öyle bir hal aldı ki, komşularda belki hatırlar, bana Cordan demeğe başladılar ve bende yavaş yavaş bu isme sahip çıkmağa başlamıştım. Bu durum 8-10 yaşlarıma kadar sürdü. 

Bir gün yaylada keyifli olduğumuz sırada Anneme; “Bu Cordan kimdir? Anne, bana Cordan niçin diyorsun?" diye sordum. "Güldü de.. Sen bazen delilik yapıyorsun, onun için diyorum. Eskiden 'Cordan' isminde bir deli varmış." dedi ve işte bu öyküyü anlattı:

Eski zamanlarda yaşamış, bizim komşu köylerden birinde bir Ahmet varmış. Deli Ahmet derlermiş ilk zamanlarda ona. Ahmet nere kayıp oluyorsa, köyde pek görünmezmiş. Ne yer ne içer kimselerde bilmezmiş. Evlerine gidenler de Ahmet'ı hiç göremezmiş. Ahmet sadece cenazelerde millet sayım sayıp ağlarken, ortaya çıkar, o tek başına horon oynayıp türkü dediği için ona deli derlermiş. Onun öyle oynaması bazı cenaze sahiplerinin ağırına gider, hatta Ahmet'i dövmek için ararlarmış fakat bulamazlarmış. 
Cenaze kaldırıldıktan sonra tekrar kayıplara karışır, nerelere gittiğini kimseler bilmezmiş. Civar köylerde veya kendi köyünde bir ölüm olayı olduğu zaman tekrar ortaya çıkar ve yine yüksek sesle türkü söyler, horon oynamağa devam edermiş. Zamanla ona bir de isim takmışlar 'CORDAN' esas ismi unutulmuş ve o 'Cordan' diye bilinirmiş. Herkes ona deli Cordan dermiş. 

O zamanlar fotoğraf çekme olanağı olmadığı için Cordan Ahmet'in bir fotoğrafı yok. Tanıdığım bildiğim hiç bir akrabaları da yok. Nasıl biri olduğunu ben de çok merak ediyorum. Deli dediklerine göre nasıl yaşadığını değil de, izin verirseniz ben sizlere Cordan öldükten sonra cesedinin başına neler geldiğini anlatacağım. 

Cordan aslında çok şanssız birisiymiş ve şanssızlık onu ölümünde de gelmiş bulmuş. Azrail onun canını karakış ayında almış. Kışın ortasında Cordan ölmüş. Adettir, bir insan öldüğü zaman, cenazeyi evin içinde iskemlelerin üzerine koyup, başka canlılar üstüne çıkmasın diye, bir ağ örtüp, bir gece beklettikten sonra ertesi  gün defnederler. Bunu da öyle yapmışlar, bir gece evinde bekletmişler Cordan'ın cenazesini. O gece sabaha kadar hiç kesmeden devamlı kar yağmış. Ertesi sabah baktıklarında iki metre kar ile karşılaşmışlar. O gün Cordan’ın mezarını kardan sebep kazamamışlar ve Cordan'ın cesedini gömemişler. Ceset elde kalınca o gece de sabaha kadar evinde oturup beklemişler cenazeyi. Zaten öyle yaparlar, cenaze gömülmeden kimse yatmaz. Mutlaka cenazeyi bekler, meydanlarda yalnız bırakmazlar. 

Cordan'ın şansından o günde kar hiç kesmemiş, gittikçe çoğalarak yağmağa devam etmiş. Cordan'ın cenazesi de evde kaldıkça kalmış. Eski fakir zamanlar, milletin üstünde başında yamalı yırtık elbiseler var. Cordan da çok fakir, evi dört direk üzerinde zor duruyor, her tarafı açık, soğuğu kessin diye yan taraflarına birkaç bağ mısır otluğu ve çalılar koymuşlar fakat dışarıda kar ve ayaz soğuğu olduğu gibi içeri geliyor ve artık dayanılmaz bir hal alıyor. Komşuları, köy halkı ve gelen misafirler cenazenin çevresinde oturmuş, bir taraftan muhabbet edip onu bekliyorlar fakat bir taraftan da soğuktan tır tır titriyorlar.

Millet çok üşüyünce gece geç saatlerde, evin toprak bölümünde cenazenin yanında, büyük bir açık ateş yakıp, o ateşle ısınıp öyle beklemeğe başlıyorlar. Günlerce kar yağmağa devam ettiğinden Cordan'ı defnetmeğe bir türlü fırsat bulamıyorlar. Bir kaç gün sonra odunları bitiyor fakat kar hala daha bütün şiddeti ile yağmağa devam eiyor. Köylüden birer omuz odun toplayıp yakıyorlar. Onlarında daha fazla verecek odunları yok. İki gün sonra o topladıkları odunlar da bitiyor. Yine dayanılmaz bir soğukla başbaşa kalıyorlar.

Ne yapsınlar? Cenazeyi soğuktan sebep bırakıp gidemezler ya. Ortada cenaze dururken ayağa kalkmışlar, ısınmak için tepinmeğe başlamışlar. Biraz tepindikten sonra az da olsa ısındıklarını anlayınca, ellerini tutmuş birlikte tepinmeğe başlamışar. Ve işi biraz daha ilerletip horon oynamağa başlamışlar. Tulum, kemençe yok. Düğün evi değil ki, ölüm evi. Bir müddet öyle sessiz horon oynadıktan sonra bakmışlar bıraz ısınıyorlar, ama tulumsuz, kemençesiz horonda oynanmıyor. Bu sefer horonu türkü söyleyerek oynamağa başlamışlar. Epeyi bir zaman devam ettikten sonra söyleyecek türküler de bitmiş. Daha türkü yok, en son uydurup söylemeğe başlamışlar;

"Cordan eldi uy,uy. Cordani soren uy uy. Ar daha koren uy uy." diye söylenip horona devam etmişler ve biraz olsun ısınmışlar galiba.

Eğer bu olay gerçek değil de hikaye olsaydı; ‘Cordan da kalktı, tabuttan çıktı ve horona girdi. O da horon oynadı’ diye bitirirdim sonunu fakat maalesef öyle olmamış. Altı-yedi gün kadar sonra kar biraz azalınca Cordan’ın cesedini evlerinin arkasına götürüp orada kazdıkları mezarlığa defnetmişler. Şimdi mezarı da belli değil. İstedim ki o gariban da bilinsin. Onun için anlattım.

Aslında burada ders alınacak başka bir konu daha var. Hani Cordan başka zaman ortalıkta görünmeyip, ölü kişilerin taziyelerinde ortaya çıkıp türkü söyleyip horon oynuyordu ya! İşte kendi ölümünde de kaderi, onun için insanları zorla türkü söyletip, zorla horon oynatmağa mecbur etti. Öyle değil mi? İnsanlar ne yaparlarsa sonunda mutlaka aynı şey başlarına geliyor.

Not: Cordanı soren: (lazca) Cordan nerdedir? Ardaha koren: (lazca) bir daha geliyor.)




11 Aralık 2011 Pazar

HALA ANLAYAMAMIŞ

Bizim Fındıklı'nın toplanma günü, yanı haftası derler Perşembe günüdür. Her ilçenin haftada bir gün toplanma günleri vardır. Halk köylerden haftada bir gün ilçeye iner, orada toplanırlar ve buna 'ÇARŞI' derler. Pazarlar, sergiler kurulur ve ihtiyaçları olan şeyleri buradan alır, alış veriş eder ve akşamdan yine geri evlerine giderler. 

Bu çok eskilerden beri devam eden bir uygulamadır. Araba ve araba yolu yokken, atı olan at ile, bir çoğu da yaya giderdi hafta günleri çarşılara. 

1950 li yıllarda bir Perşembe yanı Fındıklı'nın hafta günü çok şiddetli yağmur yağar, dereler taşar, seller olur, köprüleri götürür millet evlerine gidemez perişan olurlar. Öyle şimdi ki gibi araba değil, köylere araba yolu bile yok. Fakir halk ellerinde şemsiyeleri bile yok. 

Bizim köyün karşısında, Zadiğa'da evi olan Osman K. da taşan dereleri geçip evine gidemez ve bizim köyde Hafızın Hasan'ın evine misafir olur. Hafız'ın Hasan'ın evi yolun hemen alt tarafında, içi toprak, açık ateş yanan, arka tarafına bir iki tahta çakılmış, her tarafı alarga, otlarla sarılmış, bir fakir evi. O zamanlar köy halkının hepsi aynı yaşam seviyesinde, çok fakir olduklarından, bütün evlerde açık ateş yanmaktadır ve zemin kısmı topraktır. 

Hasan'ın evinin çatısı bozuk, hardumalar kırık ve çürümüş olduklarından yağan yağmurları hep içeri akıtmaktadır. Ateşin üzerine damlamasın diye ağaçtan yapılmış, tekne dedikleri ağır bir leğeni, tavanda ongura denen geçme ağacın üstüne koymuşlar. İçeri akan yağmur suları bu teknenin içinde birikmekte ve aşağıda yanan ateşe yağmur düşmesini önlemektedir. Yağmur geçtikten sonra bu kabın içine biriken suyu da boşaltacaklar.

Taşan dereleri geçemeyip evine gidemeyen ve o akşam misafir olan Osman'ı da sıcak olsun, rahat uyusun diye ateşin yanına çul ve otlardan geçici yatak yaparlar ve oraya yatırırlar. Üstte yağmur suyu ile dolan bu ağaç leğen su ile tam doldukça dengesini kayıp eder ve gece altında bir şeyden habersiz yatmakta olan misafir Osman'ın üzerine elli litreye yakın su ile birlikte devrilip düşer. Uykudan uyanan ve ne olduğunu anlayamayan Osman yanında duran elbiselerini dahi alamadan don atlet ve ıp ıslak olmuş vaziyette top sesi ile bağırarak evin hayat dediğimiz aşağı bölümünden bahçeye atlar. 

Oradan öyle bir kaçış kaçar ki, orada neler olduğunu, dereleri nasıl geçtiğini, evine nasıl gittiğini bilen yok. Kendisi de bilmiyor. Çünkü evin çatısında su dolu ağaç tekne olduğundan haberi yok. Sabahtan kalkan Hasan misafir ettiği Osman'ın olmadığını ve gündüz tavana koyduğu teknenin ateşin yanında olduğunu ve ateşin de sular içinde kalıp söndüğünü görür.

Ertesi gün Osman'ı Zadiğa ya gidip evinde görmüşler. Bu olaydan sonra ne kadar yalvarmışlarsa bizim köye daha hiç gelmemiş. Ve en son ölürken bile, altı ay kadar sonra ziyaretine gidenlere 'o zaman ben yatarken ne olduğunu, üzerime ne düştüğünü biliyor musunuz?' diye soruyormuş.

UŞAKLIĞI ÖĞRETEMEDİK

Mustafa Kemal Atatürk yabancı misyonlarla sohbet halinde iken, Mehmetçiklerden biri de ikram için kahve getiriyormuş.
Tam huzurlarına girince nasıl olduysa ayağı halıya takılmış ve elinde tepsisi ile yere yıkılmış. Bütün kahve fincanları kırıldığı gibi içlerindeki kahvelerde Atatürk ve Elçilerin üstlerine saçılmış.
Herkes nefesini tutmuş Atatürk'ün bu askere vereceği cezayı beklerken, o herkesin duyabileceği bir sesle
"Beyler biz askerlerimize her türlü erkekliği, kahramanlığı öğrettik, ama görüyorsunuz işte uşaklığı bir türlü öğretemedik" demiş.

7 Aralık 2011 Çarşamba

YANLIŞ G-MAİL

Adamın biri Ankara'dan İstanbul'a iş icabı gider ve bir otele yerleşir. Eşi de yarın gelecektir. Otel odasında masa üzerinde kendisine tahsis edilmiş bir laptop bulur. Hemen eşine bir meyil atar. Yalnız bir aksilik olur meyil kocası yeni ölen başka bir kadına yanlışlıkla gider. Kadın kocasını defnettikten sonra eve gelip bilgisayarını açar. Yeni gelmiş bir kaç mesajla karşılaşır, okumağa başlar bir kaçı arkadaşlarından taziye mahiyetindedir fakat bir tanesini okurken düşer bayılır. Annesi odaya girince kızını baygın, bilgisayarda da şu mesajı bulur.

Kime: Sevgili karıma

Konu: Yerime yerleştim

Mesaj: Benden haber aldığına biliyorum çok şaşıracaksın. Yerime yerleştim. Bilgisayar var ve sevdiklerime mesaj gönderebiliyorum. Yarın herkes seni bekliyor ve geleceğini biliyorlar. Bende dört gözle bekliyorum. Umarım yolculuğunda sorun olmaz. Yarına kadar hoşça kal. Burası çok sıcak.

5 Aralık 2011 Pazartesi

CELUN HA BÖYLE DA

Karadenizli olmakla gururlandığım, her zaman anlattığım, bana da bizzat olayın kahramanı tarafından anlatılan bu olayı yazacağım:

1996 yılında arabama taktırdığım akü sekiz dokuz ay sonra çalışmaz oldu. Görev yaptığım Ankara Atış Poligonundan bir gün Malatyalı Fevzi, Konyalı Hüseyin ve Maraşlı Halil isimli üç polis arkadaşlarımla birlikte Ankara Büyük Sanayi deki Mutlu akünün ana bayiine gittik. Akünün garantisi dolmadığı halde aldıktan sonra kontrol ettirmek gerekirmiş, ben kontrol ettirmediğim için garantisi yanmış.

İnsan böyle kötü durumlarla karşılaşınca haklı olarak tepki veriyor. Orada bulunan bayi yetkilisine bağırdım çağırdım, arabayı iterek çalıştırdık ve bindik tam gidecekken, 75 yaşlarında bir şahıs arabamıza yaklaştı ve arabanın kapı kolundan tutarak açmağa çalıştı. Kapı açılmayınca pencereden nereli olduğumu sordu. Zaten konuşmamdan çoktan anlamışta yine de soruyordu. Bende adamın yüzüne baktım ihtiyar bir adam. Yarı kızgın bir vaziyette “Nereli olduğumu ne yapacaksın bey baba.” Dedim. Adam arabanın kapı kolunu bırakmadı.  "Çay içmeden ve Karadeniz anımı sana anlatmadan hiçbir yere göndermem. İstersen beni burada dövebilirsin fakat onu söyleyim ki, üç defa kalp ameliyatı olmuşum. Elinde kalır sonra düşer ölürüm vicdan azabından kurtulamazsın.” dedi ve ben gitmek istesem de arabamın kapı kolunu bırakmadı. “Bırak şu kolu da barı arabamı uygun bir yere çekeyim.” Dedim. O bırakmadı. “Sen anahtarı da üzerinde bırak. Buralar bizim. Korkma arabana bir şey olmaz. Çok sinirlenmişsin gel bir çay içelim biraz sakinleş.” Dedi.

Baktım olacak gibi değil adam arabayı bırakmıyor elinden kurtulamıyoruz, arabadan indim ve arkadaşlarımla arka tarafta ki biraz karanlık olan ofisine gittik. O arada ben de biraz sakinleşmiştim, zaten adamın o esprili ve hoş davranışı ve bir de kalp krizi geçirip hastaneye kaldırılışını anlatmasından sonra akü işini unutmuştum. Çay içerken adamla başladık tatlı muhabbete. Daha doğrusu adam başladı anlatmağa;

"Ben dedi Karadeniz'i çok görmek istiyordum. İki yıl kadar önce 22 yaşındaki torunum araba kullandı. Eşim ve kızım ile Karadeniz'i gezmeğe çıktık. Trabzon’u geçince oralar da  bir yerde durduk. Karnımız acıkmış yemek yiyecektik. Sahile yakın küçük şirin ve öyle basit bir lokantaya girdik. Sağa sola baktık boş masa yoktu, geri çıkıyorduk. Garson ‘Niçin cideyirsiz emice’  dedi. "Boş masa yok" dedim. Garson ‘Nasıl olmaz, ha bunlar hep bizum uşaklardur da.’ dedi. Geri döndü ve bir masada oturan iki üç kişiye ‘ siz ha böyle celun da, misafirlere bir masa yapalum’ dedi. Onlarda tabaklarını aldılar başka masada ki boş yerlere gitti oturdular. Boşalan masaya da biz oturduk. O lezzetli yemekleri yedikten sonra ortaya üzeri çizgili ve iri bir büyük tabak fasulye getirdiler. ‘Bu ikramumuzdur.’  dediler. Görünüşü hiç te iyi değildi, hoşumuza gitmedi. Bizimkilerde iğrendiler ve Ayıp olmasın birer kaşık alalım dedik. Birer kaşıktan sonra kapa kapa hepsini yedik bitirdik. Biz hiç birimiz daha böyle bir kuru fasulye yememiştik. İkinci bir tabak daha istedik. ‘Herkese bir tabak veriyoruz fakat siz misafir olduğunuz için ikinci bir tabak daha verelim.’ Dediler. Onu da yedik. Rica minnetle bir torba da çiğ aldık Ankara'ya evimize getirdik para da almadılar. Geri dönüşte hava biraz puslu idi. O lokantayı bulamadık. Deniz kıyısından duman çıkıyordu. Arabayı bir yere çektikten sonra torunum ile o duman çıkan yere gittik. Üç kişi mangal yakmış balık pişiriyorlardı. Onları görünce yanlarına gittik ve Ankara dan geldiğimizi balıklarından yeyip rakılarını içeceğimi söyledim. ‘E sen ha buraya ne ile celdun emice, sade ikiniz misunuz?’ dediler." Araba da olan eşim ile kızımı da çağırdık. Orada balık yedik ve ben rakı içtim.” dedi. Bir anısını daha anlattı. Ve biz iyice sakinleştikten sonra yerimizden kalkıp oradan ayrılmak için dışarı çıktık.

Arabam bıraktığım yerde anahtar üzerinde duruyordu. Adam da gelmiş baş ucumda durmuş beni yolcu edecek, gitmem için bekliyordu. Arkadaşlarım arkada durmuş arabaya dayanmak için kontağı açmamı bekliyorlardı. Ben anahtarı çevirir çevirmez araba çalıştı. Hepimiz hayret ettik çünkü adam yanımızdan hiç ayrılmamış, kimseye de ‘Akü değiştirilsin.’ Dememişti. Adama “Parası ne kadar? Borcumu ödeyim." dedim. Adam "Ben artık Karadeniz ve Karadeniz'lilerin aşığı oldum. Seni aküsüz gönderemem ve para da alamam. Ben buranın fahri başkanıyım. Her yıl üç akü benim hakkım var. Birini sana verdim. Arabana takıldı." dedi ve haberim olana kadar akü arabama takılmıştı. Hem de en kalitelisi. Parasız. Oradan ayrıldık.

Ertesi yaz memlekete gidişimde oralardan geçerken bu lokantayı araştırdım. Hala daha araştırıyorum. Bulamadım. Veya buldum da lokantacı unutmuştur, belki garson değişti de hatırlayamadı. Ankara ya dönünce akü cu Zekeriya Amcaya tekrar gittim. Adresi tam olarak öğrenecektim. Onu da bulamadım. O da ebediyen ayrılmış, hakkın rahmetine kavuşmuştu. Allah tan rahmet diliyorum. Şimdi sağ kalanlardan o torunu veya kızı veya başka birisi bu olayı anlatan olacak mı, yoksa unutulup gidecek mi bilemem? Lokantacı belki bir torba fasulye zarar etti ama dünyayı kazandı. Acaba haberi var mı? Onun için aradım lokantacıyı, onu söyleyecektim. Kendisi belki de bu olayın farkında bile değil. Ve hiçte olmayacak. Ama ben her yeri geldiği zaman her yerde anlatacağım. Herkese Saygılar.

30 Kasım 2011 Çarşamba

şiir ÜZÜLMEDİN Mİ ?

Soruyorum, görmemişler, gökte kuşlarda,
Adlarımız duruyor, yosun tutmuş taşlarda,
Bunca sene aradım, gözlerim de yaşlarda,
Sen saklandın, durdun da, üzülmedin mi?

Geçmişi hep hatırlarım, o yerleri görünce,
İkimiz de durduk, dönüp baktık doyunca,
Sonra sen ki koştun gittin, o yol boyunca,
Ben arkandan baktım da, üzülmedin mi?

Başında mor eşarbın, görsün tanısın diye,
Yokuşlardan çıkarken, el sallardın geriye,
Aklımı benden aldın, beni çevirdin deliye,
Garip oldum, dolandım da, üzülmedin mi?

Verdin dertlerini de, bakmadın arkamdan,
Ben afetsem seni, kabul etmez ki yaradan,
Diyelim, acı haberimi, alamadın postadan,
El beni ağlarken sordun da, üzülmedin mi?
                                       Recep Ali Öztürk



şiir KURTULAMADIM

Yürüdüm uzaklardan, giderim diye,
Esir olmuş yavrum, gelemez köye,
Kardaşım imdadıma, yetişmiş güya,
Köprüler yıkılmış da, kavuşamadım.

Dere içinde kaldım, soğuk sularda,
Yattım uzun süre, durdum uykuda,
Oluk gibi kanlarım, aktı yollarda,
Çektim silahımı da, kullanamadım.

Gittikçe kanar yaram, gitmez iyiye,
Dört çocuğum var, benden geriye,
Kimse ağlamasın, arkamdan diye,
Gördü dostlarım da, konuşamadım.

Doğrusunu öğrenmek, istersiz eğer,
Düşmanlarım kurmuş, pusuyu meğer,
Bilmem ki yavrularım, şimdi ne eder,
Geldiler yanlarıma da, sarılamadım.

Cuma günü evden çıktım zamansız,
Tuttular kollarımdan, yolda apansız,
Yerde sürüklendim, gün boyu halsız.
Gittim doktorlara da, kurtulamadım.
                             Recep Ali Öztürk

21 Kasım 2011 Pazartesi

şiir HATIRALAR AŞKINA

Biz daha beter olduk, gülerken başkasına,
Görürsen el salla da geç, hatıralar aşkına,
Kimse acımaz bana, bırakma tek başıma,
Halımı arada sor da geç, hatıralar aşkına.

Sana geldim uzaktan, neler oldu bilmedik,
Beraber mutlu olduk, daha sonra olmadık,
Bir gurur yaktı bizi, sevdamıza doymadık,
Rastlarsan bir bak ta geç, hatıralar aşkına.

Görüşemedik yıllarca, halbuki hep istedik,
Anılarımızdan kaçıp, biz maziye gizlendik,
İstersen kabul etme, ikimiz de çok özledik,
Sen kapımdan gel de geç, hatıralar aşkına.

Merak ettim hep seni, acaba hayatta mısın?
Kenar mahalleler de, kendince yaşar mısın?
Aklına gelir miyim, beni hiç hatırlar mısın?
Önce bir haber sal da geç, hatıralar aşkına.
                                       Recep Ali Öztürk

20 Kasım 2011 Pazar

DİLİ TUTULDU


Karı-Koca ikisi de Gazi Üniversitesinde profesör Ankara'da mutlu bir yaşam sürüyorlardı. Erkek, eşini bir konferans için Esenboğa Hava alanına bırakıyor. Yanı İstanbul aktarmalı olarak Almanya'ya yolcu etti. 

On beş gün kadar yalnız kalacak. Evine döndü ve bir Rus Kadın çağırdı. Nataşa yatak odasında beklerken kendisi de banyoya girdi.

Gelelim Almanya'ya gidecek olan eşine. İstanbul a indi fakat telefonla arkadaşları konferansın ertelendiği haberini verdiler. Ankara da ki eşini bilgilendirmek için aradı fakat telefonu kapalıydı bir türlü ulaşamadı. 

Kocasından habersiz geri döndü, Ankara'ya evine geldi. Kapıyı çaldı fakat açan olmadı. Çünkü kocası banyodaydı, il sesini duymadı. Anahtarı ile evin kapısını açtı ve üzerlerini değişmek için doğru yatak odasına gitti. 

Gördüğü manzara müthişti, gözlerine inanamadı, yatağında sarışın bir bayan vardı. Durumu hemen anladı ve bu bayanın eline 100 dolar sıkıştırarak onu kapıya kadar getirip yolcu etti. Kendisi soyunarak yatağa girdi, başını yorgan ile kapatarak beklemeğe başladı. 

Anladınız değil mi? nataşa gitti yerine Profesörün Almanya'ya gidecek olan esas karısı konferans iptal olunca geri geldi ve nataşanın yerine yatağa girdi. Banyodan çıkan kocası, üzerinde bornozla türküler söyleyerek yatak odasına geldi. Yorganı çekip almak ve nataşa bildiği kadına ulaşmak istese de bu biraz zor oldu. Nataşa bildiği kadın yorganı bırakmıyordu. Epey bir boğuşmadan sonra yorganı açtı, keşke açmaz olaydı. Nataşa yerine yatakta karısını görünce hiç konuşamadı. Orada yere yığıldı kaldı.

Hanımı evi terk etti gitti. Kendisini komşuları yarı baygın doktora yetiştirdiler. Tedavi oldu, fakat bu ani şok etkisiyle uzun süre konuşamadı, dili tutulmuş. Karısını da kayıp etti tabi. Bu olay gerçektir. 

On sene kadar önce yaşandı. Kader midir, nedir? Okuyanlar karar verin. Bir dakika içinde adamın bütün dünya varlıkları yok oldu gitti. Hayatı, sağlığı her şeyi değişti, sıfırlandı. Allah bazen ölümü aratıyor insana. Hangi akıllı bu tuzağa düşmez ki?

KADAVRADA TOKAT


Tıbbıyede okuyan bir öğrenci; bir gün önce hocasının anlattığı bir kadavra dersinin uygulamasını yapmak ve meraklarını gidermek için, gece mum ile gizlice kadavra odasına girerek çalışma yapmak ister. Büyük bir çember üzerine yerleştirilmiş olan ve her tarafa döndürülebilen ilaçlı insan cesedini incelemeğe başlar. Bu öğrenci ölüye şırıngayı takar. Kan alma tatbikatı yaparken, bilen yok, tahminlere göre mum ateşi ile ölünün elinin bağlı olduğu ip yanar ve kesilir. Aşağı düşen ölünün sağ eli öğrencinin suratına denk gelerek, öyle bir tokat atar ki, öğrenci orada düşer bayılır. Ertesi gün tekrar ders yapmak için odaya girenler öğrenciyi baygın, kadavrada ki ölünün elini de aşağı sarkık vaziyette bulurlar. Öğrencinin akli dengesi bozulsa da tedavi edilerek tekrar hayata döndürülür.

18 Kasım 2011 Cuma

şiir GEL GENE

Hep o gamzelerinle, görmek istedim seni,
Beni görürsen eğer, ne olur, sen gül gene.
Gün geçer ben sayarım, yine gelirsin diye,
Daha beni bekletme, ne olur, sen gel gene.

Bu ömrümü sana verdim, pişman değilim,
Yine dünyaya gelsem, belki seni bulurum,
Yazık göz yaşlarıma, ağlatma kör olurum,
Bu gönlüm seni arar, ne olur, sen gel gene.

Kader demişler güya, hep oyun etti bizlere,
Duyamadın sesimi, ben çağırdım kaç kere,
Hatıralar bekliyorsa, buluştuğumuz yerlere,
Ben orda olmasam da, ne olur, sen gel gene.
                                         Recep Ali Öztürk

16 Kasım 2011 Çarşamba

şiir BELKİ

Sevdiğim uzaklardan sitem ediyor,
Çok özledim yeter hadi gel diyor,
Haberleşmek artık fayda vermiyor,
Bahar vakti seller ile gelirim belki.

Kaldık ayrı yerlerde canımız darda,
Mektubun biri gelmiş öbürü yolda,
Herkes merak edip beklermiş orda,
Seher vakti kuşlar ile gelirim belki.

Çok sürdü bu ayrılık perişan olduk,
Kaç yıldır uzaktan özledik durduk,
Farzet ki güzelim sabah kurtulduk,
Akşam üstü güller ile gelirim belki.
                           Recep Ali Öztürk

15 Kasım 2011 Salı

PARASI BENDE

Yıl 1992 yer Ankara Öğlen üzeri Cebeci de Mehmet ve Uğur iki arkadaş Red-kid birahanesinde içki içerlerken yanlarına bir şahıs yaklaşır. Önce bu iki kardeşe gayet saygılı davranarak selam verir. Ankara'nın yabancısı olduğunu, Adana dan geldiğini, hiç arkadaşı olmadığını, kendileri ile arkadaş olmak istediğini, bu nedenle yanlarına oturup muhabbetlerine iştirak ederek içki içmek için müsaade ister. Onlar da müsaade ederler, tanışırlar, kendini iki kardeşe İsmail diye tanıtır ve üçü birlikte muhabbetle içmeğe başlarlar.

Yeni gelen arkadaş İsmail Mehmet'e derki "Ben Adana'dan geldim. Bir araba sattım. Üzerimde bir miktar para var, Ankara da yatırım yapacağım ne önerirsin? Sence ne yapayım?" Diye sorar. Mehmet ve Uğur bazı öneriler de bulunurlar yeni arkadaşlarına ve zamanda bir hayli geçer. Üçü de kör kütük sarhoş olurlar. Saat 18.00 sıralarında kalkarlar fakat ayakta duramıyorlar. Lokanta sahibi bir taksi çağırır ve üçünü de bindirip yollar. Yolda İsmail cebinden çıkardığı lastikle tomar edilmiş bir miktar parayı Mehmet'e verir ve "ben Ankara nın acemisiyim çarparlar, param sende dursun." der. 

Taksiden Anafartalar da inerler bir birine sarılmış şekilde zor yürüyerek bir kuyumcuya girerler. Mehmet ile Uğur'un içkisine ne katılmış sa kendinden geçmiş durumdadırlar. Kuyumcuda oturdukları yere yanı kuyumcunun koltuğuna yığılır kalırlar. İsmail kuyumcu ile sıkı bir pazarlık eder ve 900gram altın tarttırır. Aldanmamak için başka bir kuyumcuya da tarttırmak istiyorum der. Kuyumcu ile altınlar elinde başka bir kuyumcuya giderken Adana lı bildiğimiz Ankara'nın acemisi olarak kendini tanıtan İsmail hemen bir taksiye atlar ve kaçar gider. Caddenin karşısından altınların sahibi sadece taksinin plakasını alabilir. Polis çağırdılar. Gittik olayı dinledik. Orada koltukta yatan ve abuk sabuk konuşan iki arkadaşını aldık Kısma getirdik. Zaten birazcık ayıkmışlar, akılları başlarına geliyordu. İki kardeş ten sakallı olan Mehmet "Biz şahsı tanımayız. İsmail olarak biliriz. Bugün tanıştık. Fakat saklamam için parasını bana vermişti. Endişelenmeyin parası bende" dedi ve Mehmet cebinden bir tomar para çıkarıp bize uzattı.

Kuyumcu da çok sevindi hatta gözleri fal taşı gibi açıldı. Öyle ya giden altınlarının hiç olmazsa bir kısmını kurtaracaktı. Para tomarının üzerindeki lastikleri çıkardık ve bir açtık ki para tomarının arkası ve önünde birer tane 50.00tl vardı, içi muntazam para boyunda kesilmiş gazete kağıtları ile dolu idi. Anlaşıldı ki ünlü bir dolandırıcı ile karşı karşıya kalmıştık. Ben on sene Ankara Hırsızlık Masasında çalıştım. Ne o hırsızı ne yakalayabildik, ne de o çalınan altınları bulabildik? Adam ruh gibi kayıp oldu gitti.

14 Kasım 2011 Pazartesi

ÇEK İLE ÖDEME

Yankesicilikten bahsedince yine enteresan bir dolandırıcı aklıma geldi.
1989 yılı yer Ankara Kızılay da Beymen Mağazasına giden karı-koca 4.000,00tl lık alış veriş ederler.
Top sakallı ve temiz giyimli olan beyefendi çek keser ve mağazacıya; "Bize çay söyleyin biz çayı içene kadar siz de çeki Yapı Kredi Bankasından tahsil edin gelin." der. Beymen Müdürü de çekin arkasını kaşeler ve tastık eder. Bunlar çay içerken mağazada çalışan görevli çeki az aşağıda kı Yapı Kredi Bankasına götürür. Banka da bakarlar çek in karşılığı olmadığını söylerler ve çek i olduğu gibi kesen adama geri verirler.

Bu çeki kesen müşteri güya bankadakilere kızar ve satın aldığı paketlenmiş eşyaları orada sahiplerine emanet bırakır, "Bunlar burada ben gelinceye kadar dursun. Ben çeki bozdurur gelir alırım." der ve çek i geri alır Beymen mağazasından ayrılır. Yine Atatürk Bulvarında az aşağıda bulunan İGS Mağazasına gider. Buradan 600,00tl lik alış veriş eder ve para yerine Beymen den tasdikli
karşılığı olmayan çek i verir. Onlar da kabul ederler ve çek in üstü 3.600,00tl parayı ve satın aldığı eşyaları da adama verirler. Adam kayıplara karışır. Her zaman söylerim dolandırıcılar çok zeki insanlardır.

HIRSIZIN ANISI

1976 yılında siyah beyaz televizyonlar yeni çıkmış sanatçılar tarafından çeşitli programlar yapılıyor ancak pek fazla da mevzu bulamayınca spiker sanatçıya veya program yaptıkları adama sorardı; "Unutamadığınız bir anınız var mı, anlatır mısınız? diye. Biz de Cinayet sanığı olarak bir kap-kaççı yakalamıştık. İfadeleri filan alınıp her işlemi tamamlandıktan sonra Adliyeye çıkarmak için bekletirken, herhalde bu televizyon programlarından etkilenmiş olacak ki bir polis arkadaşımız bu hırsıza öyle dalga geçerek sordu: "Unutamadığınız bir anınız var mı? Anlatır mısınız?" dedi. Adana da nezaretteki Veysel isimli bir dolandırıcılıktan sabıkalı şahıs unutamadığı anısını anlattı.

On-on beş yıl kadar önce ben çok hızlı bir yankesici idim. Bir gün üstü başı düzgün bir adam gözüme takıldı ve o adamı çarpmak için tanımadığım bu adamı takibe aldım. Bir kaç saat sonra adam Ziraat Bankasına gitti ve 10.000,00tl para çekerek mendile bohça etti. O para bohçasını da kese kağıdına koyarak elindeki çantaya yerleştirdi ve bankadan ayrıldı. Ben de arkasından ayrıldım tabi. Hakikaten çok doğru bir hedef seçmiştim ve her halükarda adamı çarpıp 10 bin lirasını alacaktım ve benim de param olacaktı. Pavyonlara gidip kadınlarla filan para yiyecektim. Akşama kadar uğraştım parayı bir türlü çarpamadım. Adam Lüks otele gitti tek yataklı oda yoktu, iki yataklı bir oda tuttu. Hemen arkasından bende giderek tek yataklı bir oda istedim. Otel katibi "Tek yataklı odamız kalmadı." dedi ve yürüyüp gitmekte olan bu paralı adama seslenerek "Şu beyefendiyi yanınıza vereyim kabul eder misin?" dedi. O da kabul etti. Çünkü ben kendimi polis tanıtmıştım. Artık adamın parasını çalmak çantada keklikti. Gece aynı odada birlikte yatacaktık. Adamı yine de göz hapsinde tutarak yemeğimizi filan yedikten sonra saat 23.00 sıralarında adam odaya girdi. Bende on beş dakika sonra odaya girdiğim zaman adam yatağına yatmıştı. Çantayı cam tarafında yere koymuş soldaki yatakta yatıyordu. Çok az konuştuk, yorgun olduğunu söyledi ve yattı.

Ben hiç uykuya geçmedim. Hep 10 bin liranın hayalını kuruyordum. O uykuya geçtikten sonra yerde bıraktığı ve daha önce parayı içine bıraktığı çantasına baktım para içinde yok kuru bir küçük parça ekmek vardı. Adam gece tuvalete kalktı. Yatağının altını, yastıklarının altını ve içini aceleyle yokladım oralarda da para yok. Geri yattım fakat çıldıracaktım. Sabaha kadar parayı düşündüm. Sabah adam önce kalktı lavaboya gitti. Ben her tarafı adamın cepleri bile dahil olmak üzere ikinci defa didik didik ettim, aradım parayı bulamadım. Yattığım yatağın üzerine oturdum adamı bekledim.

Adam geldi, kendisine yankesici olduğumu, bankadan para çektiğini bildiğimi ve takip edip kendisinden çalacağımı, fakat bulamadığımı, nerede sakladığını merak ettiğimi sordum. Adam hiç telaş filan etmedi. Sanki olacakları biliyormuş gibi gayet sakin davrandı ve bana "Kaç senedir yankesicilik yapıyorsun?" diye sordu. "Üç-dört sene" dedim. "Ben de yankesiciliği bırakalı on bir yıl oluyor. Emekli oldum. Ayağa kalk ve bu gece üzerinde yattığın yatağı kaldır." dedi. Olduğu gibi kese kağıtı ile para benim yattığım yatağın altında karyola demirlerinin üstünde duruyordu. Ben akıl edip kendi yatağımın altına bakmamıştım. Ve cebinden 50 lira çıkarıp bana uzattı "Git bununla karnını doyur. Bir daha da bilir bilmez adamlara bulaşma." dedi,
diye anlatmıştı. 

12 Kasım 2011 Cumartesi

KİMSEYE SORMADIM

Namık Kemal bir gün lokantaya gider.
Garsonlardan biri sorar "Ağabey sen Namık Kemal mısın?"
"Evet"
cevabını alınca "Ben şair olmak istiyorum, kaç üniversite bitirmem lazım?" diye sorar.

Namık Kemal de "Beş üniversite bitirmen lazım" diyerek cevap verir.
Garson biraz sitem varı tekrar sorar: "Ne yani sen şimdi beş üniversite bitirdin mi?"
Namık Kemal "Ben beş üniversite bitirmedim fakat nasıl şair olunur? diye de kimseye sormadım." der.

Bende kendimce bir şeyler şiir diye yazıyorum fakat nasıl oluyor, bilemem?
Şair olamam tabi, fakat yazdığım şiirleri hiç kimse okumasa da, en azından ara sıra ben okuyorum ve hoşuma gidiyor.
Aslında başka şairleri de okumağı çok severim. Defalarca okuyup vaz geçemediğim şairler var. Serbest vezin şiirleri pek yazmam. Bence en güzel şiir hece vezni ile yazılan şiirlerdir. 

Serbest vezinleri de okurum fakat pek anlamıyorum kafiyesi nerde? ölçüsü nerde?
Açıkçası bazı serbest vezin şiirlerin yorumlarına bakıyorum, ben defalarca okumama rağmen anlamadığım halde 'çok güzel olmuş, ağzınıza sağlık' gibi yorumlara rastlıyorum.
Neye göre değerlendiriyorlar bilemem.
Herkesin işi rast gelsin tabi.

şiir GELDİM

Bizi, eller konuşur, kaldık dillerde,
İkimize türküler, yazmağa geldim,
Kokundan anladım, kalmış güllerde,
Ben de uzaklardan, bulmağa geldim.

Kötülemişsin beni, etmiş sin sözler,
Gönül birisini sevdiyse ille ki özler,
Bilsem ki sevdiğim, yolumu gözler,
Sana ne yaptım ki, sormağa geldim.

Uzak kaldın benden, gücendin yanı,
İstemem, olmazsan, dünya da, malı,
Anladım ki sensiz, yaşanmaz gayrı,
Seni çok özledim, görmeğe geldim.

Haberin geldi ki, geçmişsin benden,
Hep üzdün beni, ummazdım senden,
Bil ki çok aradım, gittiğin yerlerden,
İzini buldum da seni, almağa geldim.
                             Recep Ali Öztürk

11 Kasım 2011 Cuma

OĞLUNU TANIMADI

Yıl 1974 yer Adana; Cinayet Masasında görevli Polis Memurları Hırsız Ahmet, Miçi Mustafa ve ben Negatif Recep görev yapıyoruz. Pavyonlar civarında kontroller yaparken Murat 124 marka ticari bir araç elimizden kaçtı. Biz altı silindirli Amerikan hibesi otomatik Pleymut marka arabamızla bu aracı takip ederken, telsizle anons ederek diğer ekiplerden de yardım istedik.

O zamanın tüm Adana motorize ekipleri bu aracın peşine düştü. Yakalayamadık. Araçta tek bir kişi sadece araç sürücüsü vardı ve önümüzde kaçarken birden el frenini çekerek geri dönüyor, yolun tersinden, biz ileri giderken o geri gidiyor ve kaçıp kayıp oluyor yakalayamıyorduk. Böyle bir şey o zamana kadar hiç görmemiştik. Bizim arabayı çok usta şoför Hırsız Ahmet kullanıyordu. Uzunca bir kovalamacadan sonra bizler anons ederek güzergah bildirdik. Çevik Kuvvet Polisleri Çevik Kuvvet Şube Müdürlüğü önünde arabalarla barikat kurmuşlar. Önümüzde kaçmağa çalışan araç durmakta olan bir polis otosuna ve bir polis memuruna çarptıktan sonra yaya kaldırıma çıkarak, arabanın asfalta sürtmesinden ateşler çıkararak kaçtı gitti. Orada bekleyen polis arkadaşlar ateş açmalarına rağmen o oto kaçtı ve kendini kayıp etti. Artık gözden kayıp oldu, bizlerde ümidi kestik.

Bir saat kadar sonra araç Narlıca Mahallesinde tekerleri patlamış olarak Çevik Kuvvet Ekibi tarafından bulundu. Anonsla bildirilir bildirilmez inceleme için hemen aracın yanına gittik. Evet aracın dört tekeri de patlak jant üzerine buraya kadar gelmiş. Araçta göğsün üstünde bir erkeğin pavyon kadını ile çekilmiş fotoğrafı vardı. Suç teşkil edecek herhangi bir şey yoktu. Araç Trafik Şube Müdürlüğü önüne çekildi. Ruhsattan aracın esas sahibini bulduk. Adam aracını görünce şok geçirdi. Elimizde ki resimden şoförünü tanıdı ve doğruladı. Denizli Mahallesinde on kadar ev bulunan bir gecekondu çıkmaz sokağını gösterdi ve şoförün bu sokakta oturduğunu, kesin evini bilmediğini söyledi. Saat 04.00 sıralarında bu çıkmaz sokağın başındaki üçüncü kapıyı çalarak açtırdık. Kapıyı açan on oniki yaşlarında bir çocuktu. Elimiz deki resmi göstererek tanıyıp tanımadığını sorduk. Çocuk resme baktıktan sonra ağabeysi olduğunu, hasta ziyareti için Tarsus'a gittiğini, aslında terzilik yaptığını söyledi. Bu sırada evde uyuyan babaları anneleri ve bütünü kalktılar resme her bakan yüzünü bir ekşitiyordu. Babaları "Bu benim çocuğum fakat kesinlikle böyle bir şey yapmaz." dedi. Tarsus'tan getirtmek için öbür oğlunu Tarsus'a yolladı.  Biz evde bir arama yaptık. Polisten o türlü kaçan bir adam zaten evine gelir mi? Yalan söylüyordu, fakat o kadar yalanı birden kurup ta söyleyecek insanlara da pek benzemiyorlardı. Adamı getirip 'oğlun gelene kadar yatacaksın' dedik ve Eski İstasyon Karakolunda nezarete attık.

İki saat kadar sonra yine Narlıca taraflarında başka bir yerde Asayiş Ekipleri bir apartman boşluğunda saklanan bir şüpheli yakalamışlar. Anons ettiler. Şahsı aldık nezarette beklettiğimiz şahsa gösterdik. Yakalanan şahıs, babası diye nezarete attığımız şahsı tanımadı. Nezaretteki ise, yanı babası diye nezarete attığımız şahıs yakalananın oğlu olduğunu söyledi ve "Yazıklar olsun oğlum bu halin nedir?" diye sitemler ederken Babasını salıverdik. Adam sevinerek çekti gitti fakat sevinecek gibi de değildi. Çünkü oğlu polisleri sabaha kadar peşinden koşturmuş, ne halt işlemişse suçluydu. Nezaretten bıraktığımız adam bir saat kadar sonra Tarsus ta olduğunu söylediği esas oğlu ile taksiden inip Karakola geldiler. Şüpheli olarak yakalanan esas bizi koşturan şahısla yan yana durdurduk. Esas suçlu öbüründen biraz daha uzundu. Başka da hiç fark yok tıpa tıp birbirlerine benziyorlardı.

Babası oğlunu ayağındaki yara izine bakarak tanıdı ve tövbeye gelerek "Bu benim oğlumdur, diğeri değil" dedi. Sadece ayrı yanları birisi Mersin'li, ehliyeti yok. Hiç araba kullanmamış. Terzilik yapıyor. Diğeri ise Adana Kadirli İlçesi'nden, Fransa'da Eroin ile yakalanmış dört yıl hapisliği var. İnterpol tarafından aranıyor ve onun için kaçıyor. İlk yakaladığımız yaşlı adamdan özür dileyerek oğlu ile birlikte evlerine yolladık. Ve ben o günden sonra tüm mahiyetimde çalışanlara 'Kesinlikle ön yargılı olmayın. Gördüğünüzün yüzde kırkına, söylenenlerin yüzde dördüne inanın.' derim.

10 Kasım 2011 Perşembe

AĞLADIM

Aklımdan çıkmaz, doğduğum yerler,
Dün gece rüyamda, gördüm ağladım.
Sıladan ayrılanlar, gülmezmiş derler,
Ben de uzaklardan, baktım, ağladım.

Terk ettim sılamı ben, seneler önce,
Eskilerden eser yok, değişmiş eyice,
Aldığım havadisler, yetmez gelince,
Dün gece mektuba baktım, ağladım.

Hatıralar silinmiş, hep yok olmuşlar,
Nerde benim köyüm, nere gitmişler,
Eski arkadaşlarım, pek az kalmışlar,
Çoğunun mezarını gördüm ağladım.                                    

İçimde korku sardı, umudum silindi,
Ne yapsak boşuna, dönüş yok şimdi,
Çocukken gördüklerim, aklıma geldi,
Ellerimi dizlerime, vurdum ağladım.

Yaşanan bir rüya gibi, gelir de geçer,
Yenisi geldikçe, eskiler nereye gider,
Beklerim geçenden, gelmez ki haber,
Gördüğüm herkese, sordum ağladım.
                   Yazan:Recep Ali Öztürk

9 Kasım 2011 Çarşamba

OLMAĞA

Bir an ayrı kalırsak, yollarımı gözlersin,
Bilirim sen de beni, benim gibi özlersin,
Geldi geçti ömrümüz, acı, tatlı, günlerle,
Örnek olduk herkese, ikimiz de, bilirsin.

Bu gün tanışmış gibi, taze kaldı aşkımız,
Hep neşeyle doldu, o küçücük yuvamız,
Bizler mutlu oluruz, görünce birbirimizi,
Ayıramazlar bizi, biz birimize düşkünüz.

İkimizde alıştık, birlikte gülüp ağlamağa,
Ona mutluluk derler, bir olup yaşamağa,
Artık kenetlenmişiz, kader bağlamış bizi,
Biz ölünceye kadar, hep beraber olmağa.
                         Yazan: Recep Ali Öztürk

8 Kasım 2011 Salı

HANGİSİ PATLADI

Üniversite finallerinde üç öğrenci geç kaldıkları için bölüm hocası tarafından sınava sokulmazlar. Öğrenciler itiraz ederek mahkemeye verirler ve 'Üçü de aynı arabada gelirken tekerin patlaması nedeniyle geç kaldıklarını, bu nedenle sınava yetişemediklerini ,kendilerinin yeniden sınava alınarak mağduriyetlerinin giderilmesini savunurlar. O üç öğrenci davayı kazanırlar. Hoca kendilerini yazılı sınav edecek. Bulundukları sınıfta hoca diğer öğrencilere ders verirken o üç öğrenciyi sınıfın üç köşesine yüzleri köşeye dönük olarak oturtur ve soruyu sorar;
"Geçen hafta geç kaldığınız sınava gelirken otomobilinizin hangi tekeri patladı? Yazınız" Nasıl? Mahkemeyi kazandılar ama davayı kayıp ettiler değil mi?.

4 Kasım 2011 Cuma

KARABİLAL

karabilal
Alanya'nın Alaçam Köyü'nde çok ilginç bir olay yaşanır.
Bu köyde Nisan, Mayıs aylarında danaları yaylaya götürüp başı boş bırakırlar, sonbahar da hayvanlar kendileri geri evlerine döner sahiplerini bulurlarmış.
Gelip evini bulan siyah renkli bir tosun sahibi Emel Hanım tarafından başka bir köy de Ahmet'e kurbanlık satılır. Fakat Emine isimli bekar bir bayan tosunun kendine ait olduğunu iddia ederek geri almak ister.
Tosunu satın alan komşu köylü Ahmet Bey bakar ki tosunun geleceği karanlık, almaktan vaz geçer ve geri satın aldığı Emel Hanıma tosunu iade ederek işin içinden çıkar.
Emel Hanım eniştesi Turgut Beyi çağırır ve tosunu kimsesizler yurduna götürüp bağışlaması için verir.

Bu arada Emine Hanım da Jandarma Karakoluna giderek "Tosunumu Çaldılar" diye şikayette bulunur. Emel'in eniştesi Turgut Bey kamyoneti ile tosunu Alanya'ya kimsesizler yurduna getirirken yol da tosun ile birlikte yakalanır ve jandarma olaya el koyar. Hepsini Karakola getirirler.
Tosunun ve diğer adamların yakalandığını duyan Emine Hanım da Karakola gelir.
Emine Hanımın tosununun adı 'Karabilal'dir.
Emine Hanım tosunu karakolun bahçesinde görünce;
"Vay benim Karabilal im, sen soygun mu yaptın? Sen kız mı kaçırdın? Sen ırakı mı içtin? Sen karakollara niçin düştün? Vay kara talihli Karabilalim? diye karakolda öküzüne ağıtlar yakar.
Konu mahkemeye intikal ettirilir. Avukatlar tutulur.
Tosun yedi emin olarak muhtara teslim edilir. Bir veteriner tayin edilerek heyet oluşturulur.
Tosun takibe alınır.
Emine Hanım köy meydanında 'Karabilal im'diye her çağırışında tosun bakmadı diye tutanaklar tutulur. Bunlarda yetmez ve DNA tespiti istenir. Dava üç sene sürer.

Sonunda tosun Emel Hanıma ait olduğuna, yanı onun ineği doğurduğuna karar verilir ve kendisine teslim edilir. Hatta Emel Hanımın altı yaşındaki oğlu da bir konu olduğunda veya tosunu gördüğünde "Çaldığımız öküz geliyor anne" diye bahseder.
Emel Hanım teslim aldığı tosunu eniştesi Turgut Beye verir. Şu anda tosun Turgut Beydedir.
Satın almak isteyenler var fakat Turgut Bey: "Tosun hapis yatmış meşhur bir tosundur. Asla satıp kayıp etmem" diyor.

Emine Hanım ise "Herkes birlik oldu Karabilal'imi elimden aldılar. Bizi ayrı kodular, asla mücadelemi bırakmam. Karabilal lımı geri alıncaya kadar devam edeceğim." diyor.
Dava Temyiz Mahkemesinde bakalım ne olacak.

3 Kasım 2011 Perşembe

KİM BİLİR

Barut icat olduğu zamanlar kral ağaçtan bir top namlusu yaptırmış ve düşmanlarına karşı kalenin üzerinden ateş emri vermiş. Büyük bir gürültü ile patlama olmuş, ağaç namlu da paramparça olarak ateşlemeyi yapan yirmi kadar kralın askerlerini öldürmüş. Kral da "Burada yirmi kişi öldüyse kim bilir karşı tarafta düşmanlarımızdan kaç kişi öldü?" demiş.

31 Ekim 2011 Pazartesi

YALANCIYA DESTEK

Yalancının biri kahvede oturmuş ha bire anlatıyormuş; "Bir gün ava gittim geyiği sağ arka ayağının tırnağı ile sağ kulağından tek kurşun ile vurdum. "Diyor. Dinleyenler inanmıyor ve dalga geçiyorlar, tek kurşunla hem tırnak hem kulağından nasıl vurursun? diyorlar.

Hemen destekçisi devreye giriyor ve yalancıya şöyle destek veriyor: "Geyik sağ arka ayağı ile kulağını kaşıtırken ateş etmiş ve öyle vurmuş olabilir, doğrudur." diyor.

Başka bir yalancı; "Ben gürgen ağacına çıkarken gördüm ve yakaladım, ağacın kovuğunda otuz beş santimetre uzunluğunda palamut balığı vardı." diyor. 

Kimse buna da inanmıyor fakat destekçi tekrar devreye giriyor ve
"Karga balığı denizde yakalar tam ağacın üzerinden geçerken ağzından kayar balık düşer o kovuğa denk gelir ve orada yaşar sonrada bu adam rastlar, doğrudur." diyor. Sizler yine de inanmayın.

30 Ekim 2011 Pazar

PLAKASINI OKURMUŞ

İki palavracı oturmuş konuşuyorlarmış
-Ben aracımı öyle süratlı kullanırım ki yolun kıyısındaki ceyran direklerini perde gibi görürüm.
İkincisi:
-Ohoo seninki de işmi yanı, ben aracımla giderken virajlarda kendi arka plakamı okuyorum.

HEPUSİ

Temel İngiltere de yaşıyormuş. Kısa bir süreliğine arabası ile Almanya'ya gidince, Almanyada da İngiltere de olduğu gibi arabasını soldan sürmeğe devam eder fakat bu durum normal trafik için Almanya da ters olur.

Alman Polisi karadan arabalarla havadan helikopterlerle alarma geçer ve bir taraftan da Alman radyolarından anons ederler; "Dikkat dikkat. Araç sürücülerinin dikkatine! Birisi çok tehlikeli bir şekilde, E-5 Karayolu üzerinde ters yönde trafikte seyir halindedir. Lütfen dikkatli olup bir kazaya meydan vermeyiniz." diye.

Temel de aynı anonsu arabasının radyosundan dinliyor ya, bütün arabaların karşısından geldiğini de görünce kendi kendine; "Ohoo, ne birusi, hepusi, hepusi.." der.

29 Ekim 2011 Cumartesi

TANKIDI

Birinci Dünya Savaşı sırasında bir Osmanlı Paşası toplantı sırasında müttefik ülke komutan ve askerlerine tavsiyelerde bulunur:
"Eğer cephede savaşırken cephaneniz biter, tüfekleriniz kırılır, hatta kasaturalarınız belinizden atılır hiç bir ümidiniz kalmazsa, yerden bir odun parçasını alın ve inanarak düşmana doğru doğrultun 'BANDIDI, BANGIDI' diye bağırın, elinize aldığınız odun tüfek vazifesi görecek ve düşman askerini öldüreceksiniz. Yerden her hangi bir ağaç dalı alıp düşmana doğru sallar ve inanarak 'HARTIDI, HARTIDI' diye bağırırsanız elinizdeki ağaç dalı kasatura veya kılıç olur düşman askerini öldürürsünüz" diye anlatır.

Bütün bu anlatılanları dinleyen askerler dalga geçip gizli gizli güler, hatta 'Bangıdı, hartıdı' diye birbirlerine şakalar yaparlar.
Zaman sonra bu nasihatleri dinleyen ve gülüp geçen bir Alman Albayı alayı ile birlikte bir meydan muharebesinde Osmanlı Paşasının anlattığı durumla karşı karşıya kalır. Cephaneleri biter, tüfekleri kırılır, kasaturaları da kayıp olur. Nerdeyse bütün askerleri yok olacak.
Hemen Paşanın nasihatleri aklına gelir ve son çare olarak yerden aldığı odun parçasını üzerlerine doğru sürü halinde gelen düşman askerlerine doğru uzatarak 'bangıdı, bangıdı' diye bağırır. Aa gözlerine inanamaz düşman askeri kanlar içinde birer ikişer yerlere düşerler. Öbürlere de 'bangıdı' onlar da yerde. Ne ise daha sonra yerden ağaç dalı alır ve tam yanına gelen düşman askerine 'hartıdı' der ve ağaç dalını sallar oda kasatura olur ve böylece birçok düşman askerini öldürür.
Tam o sırada bakar ki koşarak gelen bir düşman askeri, bütün askerlerini ezerek pestil gibi yere yapıştırıp öylece ilerleyip geliyor.

Albay bu düşman askerine elindekileri uzatıp ne kadar BANGIDI, HARTIDI dediyse adam yere düşmüyor, bütün gücü ile askerlerini çiğneyerek kendisine doğru geliyor. Yanına yaklaştığı zaman bu askerin marifetini ve kendi askerlerini nasıl pestil ettiğini anlıyor.

Çünkü bu Rus askeri de 'TANKIDI, TANKIDI' diye bağırıp koşuyor muş.

24 Ekim 2011 Pazartesi

YOKUŞ AŞAĞI

1974 yılında Elazığ dan Adana'ya kamyonla pamuk işçisi getiren Elazığlı şoför Ali Şeker'in kullandığı kamyonunun freni patlar ve yolda kaza yapar. 

Üç kişi ölür. Sekiz dokuz kişi de yaralı var. Davaya bakan Adana 2. Ağır Ceza Mahkemesi davayı başlattı ve olayda bilgisi olanların ifadelerini alıyor. Mahkeme salonu izleyici ve olay mağdurlarının yakınlarıyla tıklım tıklım doluydu.


Biz Adana Cinayet Masasından Polis Memurları Yovrum Ahmet, Hırsız Ahmet ile çıkması muhtemel olayları önlemek için Adana Adliyesinde bu davanın görüldüğü mahkeme salonunda diğer izleyicilerin aralarında bulunuyoruz.

Olay esnasında kamyonda bulunan ve saf olduğu anlaşılan bir Elazığlı Nazım  isimli şahıs ifade verecek. Hakim kimlik tespitini yaptıktan sonra bu tanığa sordu: "Ali Şeker arabasıyla sizleri Adana ya getirirken yolda kaza yapmış ve adamlar ölmüş, bir kaç tane de yaralanmış. Bu sırasında sende kamyonda bulunuyor muşsun ve olaya şahit olmuş sun. Önce doğru söyleyeceğine namusun şerefin üzerine yemin eder misin?" dedi.

İfade verecek olan şahit Nazım da hakime sordu "Efendim, Ali Şeker'in bana öğrettiği gibi diyeceğime mi, yoksa olayın doğrusunu olduğu gibi anlatacağıma mı yemin edeyim?" dedi.

Hakim kızdı ve bağırdı "Ali Şeker de kim oluyor? S
en olayın doğrusunu anlatsana. Nasıl oldu da Ali Şeker kaza yaptı?" dedi.

Şahit Nazım hakim bağırınca temelli şaşırttı ve başladı olayı anlatmağa;

"Bizim Ali Şeker'in arabası yokuş yukarı ğır, ğır, ğır yorgun eşşek gibi; ananı avyadını...s...  hakim bey yokuş aşağı fişşek gibi gidiir. Ananı avyadını...s..  hakim bey, bizi uçurumdan aşağı un çuvalları gibi attı. hakim bey."

Herkes ne olduğunu anlayana kadar Nazım hızlı hızlı bir çırpıda olayı bu şekilde bir iki defa olayı anlattı. Yanı anlayacağınız hakimi iyi bir kalayladı. 

Önce bir an sessizlik oldu koca salonda. Sanki hiç kimse yok. Sonra savcı uyandı ve sessizliği bozdu "Anlat, anlat, bir daha anlat ! Olay nasıl oldu? Bir daha anlat Aslanım." dedi. Nazım aynı şekilde söverek olayı bir daha anlattı. Savcı ve hakim de dahil olmak üzere tüm salondakiler yüksek sesle gülmeğe başladılar. 

Savcı güldüğünü göstermemek için dosya ile yüzünü kapatarak bu ifadeyi şahit Nazım'a defalarca tekrarlattırdı. "Anlat, anlat, nasıl oldu?" Tabi adam bilmeden Hakim Bey e kalayı basıyordu.


21 Ekim 2011 Cuma

BIÇAĞI UNUTMUŞLAR

Her ülke de polis, öğrenci ve askerlerin yaşantıları aynıdır. Ufak tefek farklılıklar olsa da Amerika da ve Afrika ülkelerinde pek az farklılıklar gösterirler. Bu farklılık ta genel de fakirlik, zenginlik ve teknolojik donanım farklılıklarıdır. Dolayısıyla da bir ülkenin polisini diğer ülkenin polislerine yakınlaştıracak bir bağ ille ki bulunur.

İsveç Büyükelçiliğinde görev yaptığım zamanlarda bir iş için Elçiliğe gelen iki İsveç Polisi ile tanıştım ve çat pat İngilizcem ile bu polislerden biri Marcus Otto ile kısa zamanda arkadaş olduk. Sık sık izinli günlerimde de buluşup sohbetler ederdik ve biz diplomatlara çok ucuza gelen viskilerden verirdim, oda bana fişek filan verir atış poligonlarına gider tabanca atışları yapardık. Ve en önemlisi kendisi de bizim Türk örf, adet ve geleneklerine tam olarak uymasa da yarı yarıya benimsemiş birisiydi.

Bir gün Marcus bana telefon açarak ‘Yarın Teşkilatımızın kuruluş yıl dönümü, kutlamalar yapılacak, izlemek için benim de bu kutlamalara katılmamı’ söyledi. Ben de arkadaşımın bu teklifini geri çeviremezdim herhalde. Stocholm de ki Emniyet Genel Müdürlüklerinde bu kutlama yerine gittim. Kapı da arkadaşım Marcus beni bekliyordu. Birlikte içeri girdik ve yan yana iki koltuğa oturduk. Yine çat pat İngilizcem ile biraz muhabbet ettikten sonra tören başladı. Çeşitli polis etkinliklerinden sonra sıra atışlara gelmişti. Polislerin atış poligonları birkaç tane çok kapsamlı ve değişik yapıdaydılar. Ben böyle bir poligonu ilk olarak görüyordum.

Bu poligonu sadece ‘MACERA’  poligonu olarak adlandırıyorlardı. Hala daha Türkiye de böyle bir poligon olduğunu sanmıyorum. Bir kaç odalardan oluşuyor. Atıcı odaların içinde ilerlerken, bastığı yerle irtibatlı olan insan silueti hedefler  atıcıdan habersiz birden uzakta yerden kalkıyor, 30 saniye havada duruyor, sonra vuramazsan durduğu yerde atıcıya dik dönüyor ve hedef olduğu yerde görünmez oluyor. Hedefi vurursan bir gürültü ile kalktığı yere tekrar yatıyor. Böyle  hareketli hedeflere atış ediyorlardı. Bu hedeflerin içinde bazen de hemşire ve doktorlar çıkıyor onlar dost hedef olarak kabul ediliyor ve onlara ateş edilmiyordu. Özel yetiştirilmiş polisleri takla atıp ateş ediyorlardı. Hepsi bir harika idiler, çok hoşuma gittiler, zevkle seyrettim ve gayri ihtiyarı ‘Ah keşke ben de bunlar gibi olsam’ diye de içimden geçirdim.

Biz böyle seyrederken vakit nasıl geçtiği pek anlaşılmıyor, ne kadar zaman sonraydı pek bilmiyorum, arada bir anons geçti sadece ismimi anladım. Meğer Genel Müdürlerine Türk Polisi burada demişler ve ne uzatalım beni de hedeflere atış yapmak için poligon içine davet etmişler. Yanımda oturan arkadaşım gülerek yerinden kalktı ve bana yol gösterirken poligon kapısına kadar refakat etti. 

Üzerime soğuk sular döküldü. Öyle hareketli hedeflere hiç ateş etmemiştim. Hem de uzun süre normal ateş bile etmemiştim. Orada mahcup olmak ölüm demekti. Hem de zaten Türk deyince pek değer vermiyorlar ‘FİFON (şeytan)’ diyorlardı. Korkup kaçmakta olmazdı. İsmim anons edilmiş, başta Emniyet Genel Müdürleri olmak üzere herkes beni merak edip bekliyorlardı. Artık kaçmak olmazdı. Baktım kurtuluş yolu yok atış poligonuna girdim. Belimde Büyükelçiliğimize ait elçilik silahı 14 lü tabanca vardı. Ben yürürken ilk hedef hemşire yerden kalktı, hemşire olduğu için atmadım. İyi birinciden kurtulduk. İkinci hedef çift tabancalı bir terörist çıktı, üç el ateş ettim fakat vuramadım. Çünkü vursam hedef geri düşecekti, düşmedi. Üçüncü hedef yine terörist, yine vuramadım. Artık onlar beni vurmuş sayılır, ben artık ölüydüm. Gerçekten de ölsem daha iyiydi.

O arada öyle dikkatlice poligon içinde gezerken elimdeki silahımı kontrol ettim ve nişan aldığım gezin sağ tarafa kaydığını gördüm. Hemen orada gezi ayarlayamazdım ve silahım her zaman sağ tarafa vururdu. Silahı belime koydum ve aynı şekilde yürümeğe devam ettim. Yerden ani olarak dördüncü hedefte kalktı. Bir bayanı rehin alan bir gangasterdi bu hedef. Sol dizimin altında, baldırımın üstünde meşin kılıfı ile asılı bulunan ve yanımdan hiç ayırmadığım Kaleşinkof Kasaturasını, sol elimle pantolon paçamı yukarı çekerek, sağ elimle hızlı bir şekilde çıkarttım ve bu hedefe doğru var gücümle fırlattım.

Silah sesi duyulmadı. Sadece benden 4-5 metre ilerde hedefin üstünde bıçağa vuran ışıkların yansıması görüldü ve hedef gürültü ile geri yere düştü. Ben daha yerimden hiç hareket etmedim. Herkes şaşırdı ve biraz sonra görevliler giderek hedefi yerde kontrol edip havaya kaldırdılar. Attığım bıçak sapına kadar eli silahlı insan silueti hedefin boğazına batmıştı. Ohh rahat bir nefes aldım. Bir ara sessizlik oldu. Sonra bir anons daha oldu. Ne dediler bilmiyorum. Benim zaten akıl başımda değil. Sonra sanki kıyamet koptu, herkes ayağa kalkmış beni alkışlıyorlardı. Kendileri teröristin boynunda ki bıçağımı çıkartmadan hedefle birlikte getirip Genel Müdürlerine verdiler.

Genel Müdürleri randevu verip iki gün sonra beni yanına çağırdı. Tercüman aracılığıyla konuştuk. Önce beni tebrik edip kasaturamı bana iade etti. "Biz özel kuvvetlerimize her şeyi öğrettik. 60 km hızla giden arabadan inerek ve binerek, atıp vurmasını öğrettik. Fakat bıçak atmağı akıl edemedik, öğretmedik. Türkiye bizden ne kadar ileri imiş ki bıçak atmağı da elemanlarına öğretmiş. Tebrik ediyorum, sizi kutluyorum. Biz de şimdi programa alıyoruz, polisimize bıçak atmasını öğreteceğiz" dedi.

Halbuki ben hiç bıçak atmamıştım. Yanı bıçak nasıl atılır bilmiyordum. Altı aylık polis eğitim kampında da hiç kimse bana bıçak atmağı öğretmemişti. Yanı Emniyet Teşkilatında öyle bir program yok. Sadece Adana da Orta Doğu Taekwondo Merkezinde Koreli bir Taekwondo hocamız vardı, Çen Kvan Kim. O hoca duvarda ki tahtaya küçük daireler çizip boş kaldığı zamanlar kendi kendine bıçak attığını ve dairelerin tam ortasına vurup bıçağı diktiğini orada görmüştüm. Çok merak salmış, orada bir kaç defa bıçak atmıştım fakat bırakın hedefe dikmeği, hedefe vuramamıştım bile. Ve o Koreli Hoca bana anlatmıştı “Bıçağı kabzasından tutup tam yukarı kaldıracaksın. Hızla aşağı doğru indirirken tam hedefin hizasına geldiği zaman, iki parmağını bıçağın kabzasından birden bırakacaksın.” Diye. Ben de aynısını yaptım. Ve bıçak tam hedefini bulmuş, bir de hedefe sapına kadar gömülmüştü.

İsveç Emniyet Genel Müdürü beni tekrar tebrik etti ve kolleksiyon için benden tüm Türk polis kokartlarımızı istedi. Bende Türkiye den getirttim ve kendisine verdim. O da bana, o zamanlar yeni çıkan küçük bir kelepçe ve bir de tabanca hediye etmişti.


19 Ekim 2011 Çarşamba

şiir ORALAR

Buralar sonbahar güller dökülür,
Bir bir gidecekler göçler çözülür,
Geri de kalanların hepsi üzülür,
Sararıp soluyor artık yapraklar.

Yollarda bekliyor sırası gelenler,
Hiç haber vermiyor gelip gidenler,
Gelseler acaba bize neler söylerler,
Yoksa yalan mıdır öbür dünyalar?

Her şey yok olmuş hayatlar bitmiş,
Geriye dönen yok sadece gitmiş,
Anlayamıyoruz ki bu nasıl bir iş,
Korkutuyor bizi kara topraklar.

Buluşurlarsa orda hısım akraba,
Birlikte dururlarsa anne ve baba,
Onlar mı göndermez gideni acaba?
Sorularla dolu bilinmiyor oralar.
                       Recep Ali Öztürk

17 Ekim 2011 Pazartesi

VİT YOR VAYİF

Biz millet olarak çok garip bir kafa yapısına sahibiz. Düşünsenize bizi herkes kandırıyor, başkaları ne derlerse hemen inanıyoruz. 

Fındıklı Orta Okunda iken bir Almanca Öğretmenimiz vardı Nurettin Dekelli. Bu öğretmene çocuklar kendi aralarında lakap takmışlardı; ‘TERMİK ÇOBANI’ neden bu ismi takmışlardı bilmem fakat herhalde çok uzun ceketler giydiğinden, çünkü genelde giydiği ceketler diz kapaklarına kadar inerdi. Hiç kimse Almanca öğrenmek istemezdik.

Bu hocamız biraz aksi olmasına rağmen bize Almanca öğretebilmek için canla başla uğraşır çırpınırdı. Hatırlayan var mı bilmem Almanca kitabında bir parça vardı; ‘Der Rauber’ haydut demekmiş. Bir derste bana “Oku ve tercüme et.” dedi. Ben de baştan aşağı hiç eksiksiz okudum ve tercümesini yaptım. Hiçbir yerde takılmadım. Fakat korku ve heyecandan ‘HAYDUT’ diyeceğime ‘MAYMUN’ diyebilmişim. Fakat bir yerde değil, ‘Der Rauber’ geçtiği her yerde Maymun demişim. Başka hiçbir yerde hatam yok. Bu Hoca parça bitene kadar hiç sesini çıkarmadı, sabırla dinledi. Tercüme bittikten sonra sınıfın huzurunda bana; ”Maymun kimdir? Maymun sensin lan. Seni 250 parça eder, her parçanı sınıfın her köşesinden asarım. Allahın sidikli kulu.” Dedi. O zaman ben anladım hatamı ve düzeltmeğe çalıştım.

Başta söyledim ya, bizler öğrenelim diye çapa sarf etmez, derslerden kaçmağa çalışırdık. Bir de 'kaytardık' diye övünürdük. Hakikaten öyle değil mi? Biri ‘hadi ders çalışalım’ dese hemen yanından savuşur, ‘hadi sinemaya gidelim’ dese hemen peşine takılırdık. Ve lise de de Almanca okumamıza rağmen ‘was ist das’ tan başka hiçbir şey öğrenemedik. İnsan utanır be. Biz öyle öğrenemeyecek kadar beyinsiz insanlar mıyız? Hayır beynimiz var da onu olumlu yönde kullanmıyoruz. Başkalarına uyup onlar ne derse onu yapıyoruz. Bütün dünya da Türk Milletinin bu şekilde olduğunu biliyorlar ve kolayca kandırıyorlar. Araştırma ve öğrenme merakımız hiç yok. Bize bir şey söylendi mi hiç araştırmadan inaniyoruz.

İş hayatın da da öyleyiz. Bir Avrupalı veya ‘gavur’ dediklerimiz bir saat daha fazla çalışır işlerini layık olduğu gibi yapar hile yapmaz, vatana millete faydalı olmağa çalışır.. Bizler yaptığımız işte kaytarır az çalışır baştan savma yapar, çok para ister ve akşamdan evlere giderken de o kaytarmalarımızla övünürüz. Sonra da Müslüman olduğumuzu söyler, aldığımız para ile çoluk çocuğumuzu besleriz.

Ne ise esas mevzua geliyoruz. Ankara da; dış ülkelerde bulunan Türk Büyükelçi ve misyonerlerini koruma görevi için girdiğim imtihanların hepsini başardım ve bu göreve layık görüldüm. Ancak Ankara da ki imtihanlardan birinde, imtihan heyetinde bulunan Büyükelçilerden biri lisan bilip bilmediğimi sordu. Ben de kendilerine Almanca okuduğumu ve hiç lisan bilmediğimi beyan ettim. O yine Almanca bir şeyler sormasına rağmen ben hiç cevap veremedim, fakat aramızda lisan bilen olmadığı için diğer dallarda başarılı olanları göndermeğe mecbur kaldılar ve bizi de geçici olarak Dışişleri Bakanlığı emrine alarak, İsveç Stockholm Türkiye Cumhuriyeti Büyükelçiliği koruma görevlisi olarak İsveç'e yolladılar.


Adana da ki görev yerimden Ankara'ya gelerek kırmızı pasaportumu ve uçak biletimi Dışişleri Bakanlığından aldım. Eşim ve çocuklarım iki ay sonra geldiler. Ben İsveç'e giriş yaparken gümrükte ki kızlar elimden kırmızı diplomatik pasaportumu aldılar. Bana da bazı sorular sordular. Daha doğrusu soracaklardı. Ben dil bilsem. Kırmızı pasaportlu kişi, bir ülkenin öbür ülkede ki en yüksek memurudur. O ülkeyi temsil edeni, yanı diplomatıdır ve dokunulmazlık gibi birçok üstün vasıflara haizdir. Ayrıca da ajandır tabi. Casus yanı.

O dünya güzeli kızlar bana sordular:

-Du yu spik İngliş?

-No

-Şprehen zi Doiç?

-Noo

-Prata du Svenska?

-Nooo

-Parles vouz Francais?

-Noooo

Ne güzel değil mi? Ben her seferinde bir 'o' çoğaltarak dedim. 'No' her dilden anlaşılıyor. Olmasa ne diyecektim. Bir dakika da tek kelime ile orada kızlarla anlaştım, 'NOU' Fakat utancımdan da yerin dibine indim tabi. Her şeyi öğrenmek çok kolaydır. 'AZMETMEK, MERAK ve İRADELİ OLMAK' yeter. Her şeyi devletten beklemek doğru değildir. Devlet sen dil öğrenesin diye müfredata koymuş. Okullara öğretmenler yollamış. Bir sürü harcamalar yapmış. Sen kaytar sinemaya git dememiş. Her imkan sağlandığı halde biz öğrenmemişiz. ‘Yeri geldiği zaman da böyle rezil olursun işte, hem de kızlara. Beş paralık insanlara oyuncak olursun Recep!' dedim kendi kendime Bilgisayara bile ne yüklersen onu alıyorsun. Çalışıp devletine vereceksin ki lazım olduğu zaman geri alıp kullanabilesin. Yönetenler de tabi iyi niyetli ve dürüst olacak. Her şey birbirine bağlantılıdır.

Ne yapalım iş başa düştü. Türkiye den bir büyük İngilizce sözlük ile FONO kitapları getirttim ve İsveç te bir-iki ay da İngilizce biraz bir şeyler öğrendim. Artık konuştuğum İngilizcemle kendimi idare edip meramımı yalan yanlış karşımda kine anlatabiliyordum. Elçilikte ki muamele memurları “Çok konuş Ağabey, herkesle konuş ki, bu dil konuştukça öğrenilir.” Diye akıl veriyorlardı. Kendileri ana dilleri gibi konuşuyorlardı. Ben de onların söylediklerine uyup her önüme gelen ile İngilizce konuşuyor, karşımda ki adamlarla anlaştıkça da çok hoşuma gidiyor mutlu oluyordum.

Bir sabah görevden çıktım. Evime giderken dikkatimi çekti. Singer dikiş makineleri dükkanında dükkan sahibi, dükkanı yeni açmış ve elinde bezlerle makinelerin üzerlerini temizliyor tozlarını alıyordu. Hemen dükkana girdim. Niyetim alış veriş değil de İngilizce konuşmaktı. İngilizce bir selam verdim. Adam hazır zemberek gibi bir başladı İngilizce bana makineleri anlatmağa. Ben kendisini dinleyemiyor, sadece sonra ne konuşacağımı kafamda tasarlamağa çalışıyordum fakat adam da söylememe fırsat vermiyor, ha bire konuşuyor, o kafamda tasarladıklarımda ben hiç konuşmadan arada kaynayıp gidiyordu.

En son sıra ayrılmağa geldi. Zaten adamın konuştuklarından da pek bir şeyler anlamamıştım. Aslında adamdan fırsat bulup ta pek konuşamamıştım sadece başımı sallıyordum. Adam hala daha konuşurken ben bir fırsatını buldum ve kafamdan ayarlayıp İngilizce olarak ‘Ben senin dükkanına eşim, ile tekrar gelir, bakar ve bu makinelerden alırım.’ Diyecektim. Fakat aksilik işte, ‘Vit may Vayif’ diyeceğime ‘Vit yor vayif’ diyebildim. Yanı ‘benim hanımımla diyeceğime, senin hanımın ile gelirim.’ Diyebildim. Adam gülüyor ve; “do yu noğu may vayf” yanı benim hanımımı tanıyor musun’ diyordu. Yan taraf kapıdan sarışın bir bayan çıktı. Onunda elinde ıslak bezler vardı. Meğer adamın hanımı da oradaymış. Geldi sarıldı boynuma ve “ar yu rekignais mi?” yanı ‘beni tanıyor musun?’ diyordu. Hemen Temel’in fıkrası aklıma geldi; Arkadaş lisan bilmezsin bir dert bazen bilirsin daha büyük dert. 

Hani Temel ile Dursun Sultanahmet te gezerlerken turistin biri yaklaşmış ve kızların bana sorduğu gibi sormuş; “İngilizce biliyor musunuz? Almanca biliyor musunuz? Fransızca biliyor musunuz? Temel le Dursun her üçüne de yok demişler ve ayrıldıktan sonra, Dursun Temel’e “Ola bir kursa gidelum da dil öğrenelum da. Böyle lazım oliir işte.” Demiş. Temel ise “Ola Tursun, akıllı ol. Dili ne yapacaksun? Aha göriisun adam üç dil bili, hiç işine yaramadı da.” Der.
NOT: Yukarıda ki İngilizce cümleleri okunduğu gibi yazdım. Yazılışı başkadır.




İSMEN TANIR SINIZ

Sayın Kenan Evren Paşamız Konsey Başkanı iken, Çin Devlet Başkanı Türkiye'ye dostluk ziyaretine gelir, Paşamızın misafiri olur. İstanbul ve Ankara yı dolaştıkları sırada bir ara konuşularken Evren Paşamıza:
- Ankara nın nüfusu ne kadardır? Evren Paşa o zamana göre;
- Bir milyon kişi
- İstanbul un?
- Dört milyon
- Peki tüm Türkiye nin nüfusu?
- Otuz beş milyon kişi deyince, Çin Devlet Başkanı, kendi nüfuslarının bir milyar olduğu zamanlar Evren Paşamıza şöyle der;
- Oo Siz o zaman ülkenizde birbirinizi ismen tanırsınız.