SAYFALAR

30 Eylül 2011 Cuma

BAŞI YOK

1958-59 lu yıllar, o zamanlar şimdi ki gibi konforlu arabalar ne gezer? Köyümüze yol bile yoktu. Yol Sulak Köyüne kadar çıkar, Ihlamurlu Köyüne çıkmazdı. Mühürcü Muhammet derlerdi, ben kendisini tanımam da ismini duyardım. Onun bir kamyonu vardı. Kasası tahtadan, üstü açık, önü de sarı renk. Üzerinde hiçbir marka model yazmayan büyük bir kamyondu. Tahminime göre FARGO filan olabilirdi. 

Ben ilk defa o kamyonla çarşıya inince rahmetli babama sormuştum; “Baba buna içinde ki adamlar dayanınca mı yürüyor?” diye. Bu kamyonu çalıştırmak için muavin ön tarafından uzun bir demir kol sokar, onu hızla bir kaç defa çevirir ve öyle çalışırdı. Fındıklı sokaklarında krallar gibi gezer, arada bir şoförü uğraşır çalıştıramaz, bazen de gaz verdiği zaman araba bağırır, egzozundan koyu renkli bir duman ta göklere kadar çıkar, etrafı sis kapatır, on on beş dakika sonra ortalık ancak normale dönerdi. Köyden uzaklara gidileceği veya lazım olduğu zaman bu kamyon kiralanır ve o yere güç bela gidilir gelinirdi.

Bazı hafta günleri sabahtan Sulak Köyüne çekerler. Bizim köyden çarşıya inecek olanlar Sulak Köyüne kadar yürür. Yer kalmışsa arkasına atlar, araba dolduktan sonra millet karoserin içinde ayakta çarşıya inerlerdi. Bazen de çarşı da Kuyunun Sokağı derlerdi, durur millet bindikten sonra yine Sulak Köyüne kadar çıkardı. Navlun dedikleri yol parası 25 kuruştu. Çarşıdan köye çıkmalar genel de yaya olurdu. Araba olmayınca gidişler de yaya olurdu. Biz Orta okul da iken bazen rastlardık, bu kamyon başka bir iş için köye çıkarken veya kum, çakıl çıkarırken üzerine biner, Sulak Köyünde inerdik. Oh çokta güzel oluyordu. Muavin zaten beni tanımıştı. İlk sefer yalnız 25 kuruşum vardı. Vermek istemedim. Herkes verince bende mecburen verdikten sonra, fıkralar filan anlatmıştım. Muavinin de hoşuna gitmiş, biz öğrencilerin paralarını geri iade etmiş ve artık versem de benden bir daha para filan hiç almıyordu.

Kamyonu kullanan bir şoför, bir de devamlı takoz elinde arka da duran ve para toplayan muavin olurdu. Bir aksilik olursa veya rampalar da çıkarken araba patinaj filan yaparsa muavin hemen yola atlar, “Hoop, az daha gel, git, sağ yap, sol yap” diye şoföre yol tarif ederdi. Bu kamyonun da sanırım başka vitesleri yok, hep birinci viteste yokuş aşağı biraz hızlıca, yokuş yukarı yavaş yavaş ‘ğır ğur’ diye giderdi.

Köy de Lazlardan biri Ardeşen in Dutğe Köyüne kızlarını gelin vermiş, düğün akşamı gidip gelebilmek için, bu kamyonu kiralamışlardı. Şoförün yanına gelin ve hısımları oturmuş, bizler de köyün adamları 40-50 kişi kadın, erkek, çoluk, çocukla arkaya açık karoser üzerine ayakta binmiştik. O zaman yollar da çok dar ve köstebek yuvası gibiydi. Kamyonla yolculuk çok zor olurdu. Tekerlekler her çukura girdiği zaman karoserden ‘ÇIIIR, ÇUUR’ diye sesler gelir, hem de araba çalkalanıp dururdu. İçimiz de küçük çocuklu bayanlar ve çocuklar da vardı. Her sallandığı zaman içinde yolcular da sallanır, yer değiştirir, hatta sağa sola atılırlardı. Yıkılmadan ayakta kalabilmek için birbirini tutar, gideceği yere sağlam varabilmek için kırk salavat getirerek giderlerdi. Hatta araba tutar istifra edenler bile olurdu. Bazen de karoserin içinde takla atanlar olurdu. Gülmek, nara atmak, şaka şenlik gırla giderdi.

Biz ÇIIR-ÇUUR gece yarılarına doğru yokuş yerlerden yukarı çise dediğimiz, ince yağmurlu bir gecede, sağ salim fakat biraz ıslanmış olarak düğün evine vardık. Horonlar oynandı. Silahlar sıkıldı. Biraz da bazı tatsızlıklar oldu ve bizim köyden gelenler gece saat 02.00 de aynı kamyonla dönerek köyümüze geri gelmeğe karar verdiler.

Sulak Köyü’ne çıkarken eski ilk okulun aşağısında çok meşhur bir yer vardı, virajlı ve yokuş, ‘TAHİR'İN YOKUŞU’ veya ‘ZENİ’NİN KAYA’ Orada o gün kü şartlarda arabalar çok kaza yapar, ta dereye yuvarlanırlar, insanlardan ölenler yaralananlar çok olurdu.

Bende daha yeni tellenmiş herkese yardıma koşan yeni yetme bir delikanlıydım veya kendime öyle süs veriyordum. Tahır'ın yokuşu dedikleri o meşhur kazaların olduğu yere geldiğimiz zaman, yokuş yukarı çıkan kamyon bir den istop etti ve çok hızlı bir şekilde geri yokuş aşağı kayarak gitmeğe başladı. Karanlıkta yolculardan biri bağırdı; “Araba devrilii. Canunuzı kurtarın.” Diye. Epeyi bir yol geri geri giderken ben ve birkaç kişi karoser üzerinden yere atladık. O zaman nasıl atlanacağını da doğru dürüst bilmediğimden, birkaç takla atıp yuvarlanmama rağmen, bir kaç sıyrıktan başka bir şey olmadı. Yara filan almadım. Atlayanlardan biri de komşumuz Baysun du. Ayağı büyük bir kayanın altına sıkışmış beni çağırıyordu. “Bir bak ki bacağım kopmuş mu?” Dedi. Baysun uzun boylu, şakacı ve hazır cevaptı. El yardımıyla baktım, ayağında bir şey yok. Ayağı kayanın altında değil de yanında boşta duruyordu. Ben de ona şaka yaptım; “Ya senin ayakların zaten uzun yarısı kopsa da geri kalan sana yeter. Kalk yaralılara yardım et.” Dedim ve taşın yanında ki ayağını ikimiz birlikte çekip çıkardık. Gayet iyi, bir iki sıyrık vardı. Ayağa kalktı.

Gelelim kamyon ve içerisinde ki 40-50 kişiye. 

Zifiri karanlık olduğu için biz ne olduğunu göremiyorduk. Sadece "gor, gur, gor, gur" diye sesler geliyor, kamyon ışıkları gidip gelip arada bir bizi de aydınlattıktan sonra, dereye doğru "küüüt" diye düştüğü büyük bir gürültü ile duyuldu. Kamyonun ışıkları ancak önünü, dere içini ve kayaları aydınlatıyordu. İnsanlar arka tarafta ki karanlık yerde dere içi, dere kenarı ve yol kenarlarına serpilmiş bağrışıp duruyorlardı. Karoser üzerinde kimse kalmamıştı. Koşarak bir metreye yakın yükseklikteki duvardan atladık ve derenin içinde kamyonun arkasında bu insanların bağrıştıkları yere gittik. Bir mahşer günü gibi, sağdan soldan ancak bağrışma sesleri duyuluyor, karanlıkta kimse görünmüyor, kime ne olduğu bilinmiyordu.

Bu sırada komşu gelin Ayşe'yi sesinden tanıdım. Düğüne giderken görmüştüm, kucağında süt içen, her tarafı bezlerle bağlı küçük bir çocuğu vardı. "Çocuğum, çocuğumu bulun, elumden atılmış, yardum edun, Metiin, Baysuun, Muezzeem" diye bağırıyordu. O sırada suyun içinde kıyıya yakın yerde de bir bebek feryat ediyordu. Baysun çocuğu buldu ve getirip annesi Ayşe'nin eline verdi. Biz yine diğer bağırıp çağıranlara yardım ederken tekrar Ayşe’nin sesini duydum. "Vuuuuy, vuuuy, vuuuuy" diye bağırıyordu. Allah Allah yine ne oldu? "Ben şimdi ne yapacağım, vuuuy, vuuuuy." diye avazı çıktığı kadar bağırmağa devam ediyordu. Allah Allah biraz evvel çocuğu bulunmuş sağ salim kendisine verilmişti. Çocukta yüksek sesle ağlıyordu. Acaba ne oldu? Bir kaç kez Ayşe'yi çağırdım fakat kendi bağırmak sesinden beni duymuyordu, hemen hızlı bir şekilde yanına gittim. Kendisi yan tarafta ayakta durmuş, iki eli ile de çocuğu göğsünün üstünde sımsıkı tutmuştu. Çocuk ta elinde avazı çıktığı kadar bağırıyordu. Ne var? Ne oldu? diye sordum. "Recep Ali çocuğumun başı yok. Ben şimdi ne edeceğim Güli? Çocuğumun başı kopmuş." dedi. Ahah. Nasıl olabilirdi? Çocuk elinde avazı çıktığı kadar bağırıyordu.

Hayret ettim ve Ayşe'nin tuttuğu başsız çocuğu elinden çektim, aldım. Çocuk benim elimde de bağırıyordu, yokladım ki evet çocuğun başı yok fakat kopmamış, ne olmuş biliyor musunuz? El yardımıyla çocuğu tekrar yoklayınca anladım. Baysun çocuğu Ayşe'ye ters vermiş. Ayşe de elleri ve ayakları bağlı olan çocuğunu ters tutmuş. Yanı bacakları yukarı, başı aşağı. Karanlıkta eli ile çocuğun başını yukarıda arayıp bulamayınca "Çocuğumun başı kopmuş." diye ortalığı ayağa kaldırmıştı. Çocuğu ters çevirdim ve başı yerine geldi. Annesine tekrar verdim o da rahatladı.

O büyük kazada ufak tefek yaralılar var, fakat ölen yoktu. Kimse doktora bile gitmedi. Zaten doktorda Fındıklı da var mıydı bilmem de? Bu da sevindirici tabi. . Oradan yürüyerek sabah saatlerinde evimize ancak gidebildik. Bu olay hafızalarımıza bir anı olarak kazındı. Geçen gün eski bir ona benzer kamyonu görünce tekrar aklıma geldi ve istedim ki sizler de bilesiniz.


29 Eylül 2011 Perşembe

SİTEM

Bugün geçtim kapından,
Hep gözüm seni aradı.
Ne istersin ki benden,
Çok sevdim de olmadı.

Dünde geçmiştim öyle,
Neden bakmadın söyle,
Camdan hep el sallardın,
Herkes bilirdi köyde.

Sen hiç hatırlar mısın,
O yoldan geçer misin?
Belki de gelecek diye,
Yol üstü bekler misin?

Unutmuşsun bunları,
Çok beklerdin yolları,
Bilsem istemezmisen,
Bile geçen eski yılları.
       Recep Ali Öztürk

şiir BLOG RESMİME



Kendin anlatıyorsun bize hiç sormuyorsun,
Adını kuzgun taktun ne içün korkuyorsun?

Taramadun saçuni durdun öyle resime,
Seni seven bulunmaz diyorum öylesine,

Birazda gülüyorsun sanki çok mi iyisen,
Ben seni bırakmazdım alacağuni bilsem.

Şiirler,bilmeceler,yazmadığın kaldı mı?
Onu anlatmayasen bize neler oldu ki?

Ben aslı biliyordum herkese demiştim,
Bu köyün içinde tek seni beğenmiştim.

Gittin Ankaralara de bende geleyim mi?
Seni çok seviyorum söyle bekleyim mi?


Gelmedin köylere kaldın gurbet ellere,
Bana ümit verdinde gözüm kaldı yollere.

Yazıyorsun onları sana nazar değmesun,
Çokta güzel olmuyor ağırune gitmesun.

Köyde fındıklıklarda otlatırdık kuzular,
Seni kıskanıyorum yazma böyle yazılar.

Yazmayasen türküyü çok acıklı oluyor,
Sonra hapis ederler okuyanlar ölüyör.
                                Recep Ali Öztürk

YİNE HEMŞEN


Alafa gideyirken bulmuştum orağuni,
Görürmuyuz acaba kavuştuğumuz güni.

Peştamaluni astun kızılağaç dalına,
Oturdun el salladun kuçuk dere salına.

Derebaşun düzinden yaylaya gideyirdum,
Geçenki konuşmıştuk sen bana ne deyidun?

Oturdun yol üstine gelene demeyesen,
Sana kim demiştiki o köti sevmeyesen?

Kim öğretiyi sana çok türki atayisen,
Belki sana gelurum sen nerde yatayisen

Eskiden hasta idum senun gibi güzele,
Yoksa korkayimisen gel oturalum hele.

Almıştum eşarpuni bahçede otururken,
Sarılmadunmi bana evune götürürken.

Geçerim kapınızdan görürüm seni camdan,
Ben işaret ederken annen ne dedi yandan?

Başunda ki yazmanun valaları çokmı dur,
Ben seni sevdum deyi sevmek kötilukmi dur.
                             Yazan:Recep Ali Öztürk

28 Eylül 2011 Çarşamba

NAÇİZANE

Çocuk, genç, orta yaşlı, yaşlı, ihtiyar, hasta, usta, cahil, okumuş v.s lütfen dediklerimi birazcık düşünün. Kafa yorun. Muhakkak bana hak vereceksiniz. Size anlatılan bir şeyi; dersi veya bilmediğiniz her şeyi veya bildikleriniz her şeyi da muhakkak düşünün. Hatta bir daha düşünüp kafanızda çözmeden veya tam kanaatiniz gelmeden kabullenmeyiniz. Bir fikri kafanızda iyice yoğurmadan savunmayınız.
Mesela biri gelip senin yanına otursa ve sana dese ki "sen Ermeni sin!"
1-O şahıs nerden biliyor seni?
2-Biliyorsa söylemesindeki sebep nedir?
3-Kim olursan ol, bunu bilmekle ne değişecek?
4-Ermeni Türk'ten üstün müdür?
5-Senin kimliğinin söyleyenle bir ilgisi var mıdır?
6-Sana söylemek için neden ta uzaklardan masraf edip gelmiştir?
7-Bilim veya ilim adamı ise, seni niçin araştırmıştır?
8-Bunu araştırmasını kim istemiştir?
9-Kendisi, kendini araştırmış mıdır?
10-Kendisi kimdir, hangi millettendir?
11-Kendi ırkı çok mu iyidir?
12-Hani herkes kendi ırkını öğrenir ve severse, tutarsa ırkçılık veya faşizm olmaz mıydı?
13-Türk Türk'ü arar, sorar, bulursa, severse ırkçılık olur. Diğerleri arar, bulur, yandaşlarını severse niçin ırkçılık olmaz?
14-Bu soruları daha da çoğaltabilirsiniz. Cevaplarını almak hakkınız. Özgürlük daha çok olursa sizin veya bizim kârımız ne dir? Tabii ki siz bunları hiç ama hiç düşünmediniz. Sadece bir dolmuşa bindiniz. Ve öylece çarpana kadar gideceksiniz. Fakat hepimizin bu dolmuşta olduğumuzu unutmayınız. 'Özgürlük, demokrasi' diye hepimiz kandırılıp, kendi çıkarları için kullanılıyoruz. Saygı ve sevgilerimle.

şiir AĞIT

Oturdum ağladım yalnız başıma,
Adımı yazmıştım, duvar taşına,
Komşularım gelir dedim peşime,
Verane dağlarda kaldım sevdiğim.

Ezelden yazılmış bu kötü kader,
Ne yapar duyunca şimdi birader,
Ağlamayın dostlar gücüme gider,
Bu yolun sonunu bildim sevdiğim.

Toplanırlar şimdi hısım akraba,
Aman sevdiceğim sakın ağlama,
Ben daha gelemem beni bekleme,
Şimdi uzaklarda kaldım sevdiğim.

Her taraf karardı sanki de zindan,
Sevinir düşmanım bana olandan,
Çevirdiler geri, doktor yolundan,
Daha geri cansız geldim sevdiğim.

Başımıza gelene, kimse gülmesin,
Mevlam hepimize, sabırlar versin,
Kimse bilmezdi ki, geçip gidersin,
Umulmaz yerlere düştüm sevdiğim.
                            Recep Ali Öztürk

27 Eylül 2011 Salı

ÜSLUBUNU BİLMEK

Kendi kendime yazıyorum çiziyorum fakat iyi mi yazıyorum kötü mu yazıyorum bilmiyorum.
Kimse de de ses yok. Bir şey demiyorlar.
Herhalde yazıp çizmenin üslubunu bilmiyorum.
Eskiden bir adam cezaevine düşmüş. (bizlerden uzak olsun da)
Bakmış önceki mahkumlar bütün fıkraları anlata anlata ezberlemişler ve hatta her fıkraya da birer numara vermişler.
Kendisi de kısa sürede bütün fıkraları numaraları ile birlikte ezberlemiş.
Halka olurlarmış içlerinden birisi ayağa kalkar bir numara söyler oradakiler bu fıkrayı hatırlar ve "ha ha ha" diye katıla katıla gülerlermiş.
Bu yeni cezaevine düşen adam da halkaya katılmış ve fıkra anlatanlar ile gülüşürmüş.
Fıkra anlatma sırası bu yeni düşen çömez mahkuma gelince 17 numaralı fıkra demiş.
Kimsede ses yok.
Daha komiğini söyleyim gülsünler demiş kendi kendine ve 34 numaralı fıkra demiş.
Yine kimsede ses yok.
41 numaralı fıkra anh. Kimse gülmüyor.
İçlerinden birine" arkadaş en komik fıkraları anlattım hiç biriniz gülmediniz bunun sebebi nedir?" diye sormuş.
O da "Fıkra anlatmak başlı başına bir sanattır. Fıkrayı anlatmanın da bir üslubu var. Her anlatılan fıkraya gülünmez. Fıkra doğru üslupla anlatılırsa gülünür." demiş.
Bende bu yazma, çizme işini beceremeyeceğim, önce üslubunu öğrenmem lazım herhalde.



SON BAHAR

Güz gelince dökülür, ağaçlarda yapraklar,
Sararır her taraf, kurur yemyeşil topraklar,
Kabul etmesek te, bunlar hepsi hakikatler,
Gidilir adım adım yaklaşırız son baharlara.

Her geçen gün dünü ararsın, bulursan ama,
Daha da sararıyor, gittikçe yemyeşil dünya,
Senin saçların da beyazlanmış, neden acaba,
Geldik işte farkında olmadan, son baharlara.

Şaşma sakın olanlara, günün gününü tutmaz,
Nerde senin o eski günlerin, dizlerin gitmez,
Siliniyor sayfaların, bir daha hiç görünmez,
Böyle yavaşça yürüyeceksin, son baharlara.

Basamaklar tükenir, tek tek sonuna çıkarsın,
Sona yaklaştıkça, unutma, çok yorulacaksın,
Yaşadıklarını unutarak, hatırlamayacaksın,
Sen istemesen de gideceksin, son baharlara,

Yalnız kalırsın belki de, kapın açılmayacak,
Geçmişini unutacaksın, hafızandan kalkacak,
Ve değerlerin seninle birlikte, hep yok olacak,
O zaman terk edip gideceksin, son baharlara.
                               Yazan : Recep Ali Öztürk

26 Eylül 2011 Pazartesi

NE DİYECEK

Adamın biri kümesten tavuk çalarken elinde tavuklarla suç üstü yakalanmış.
Kümesin sahibi de davacı olunca adamı yakalamışlar ve ifadesini alacaklarmış.
Adama hakim sormuş: "Anlat bakalım, sen hırsızlık yaparken yakalanmışsın. Nasıl oldu?"
Adam demiş ki "Ben anlatmam, avukat istiyorum. Avukatım gelsin" demiş.
Hakim "Ya sen suç üstü yakalanmışsın. Avukat ne diyecek?"
Adam hakime cevap vermiş.
"Hakim bey bende onu merak ediyorum. Onun için avukat istiyorum." demiş.  


25 Eylül 2011 Pazar

MUHATAP ALMAİRUM

Biz gurbet insanları olduğumuzdan fırsat bulduğumuzda senede on gün dahi olsa memleketimize gider hasret gideririz.
Ailece uzun bir yolculuktan sonra Ağustos ayının akşam üzeri arabamızla Rize'ye geldik.
Arabayı büyük oğlum Murat kullanıyordu. Önümüzde bir Mersedes otomobil, onun önünde de beyaz bir şahin oto vardı. Hepimizde seyir halinde normal gidiyorduk.
Önümüzde ki bu iki araba birden durdular. Geçip geçmeme yüzünden tartışıyorlardı.
Mersedeste ki biraz yaşlı adam arabasından indi ve diğer genç şoföre "İn aşağı ulan. Saa cününü cöstereceğim. Korkak insene!" diye bağırdı.
Diğeri genç olan şoför de indi. Fakat hem genç, hem de 1.90 boylarında sporcu bir çocuk. Gayet soğukkanlı ve temkinli "Sen baa mı deyisun? Emica" diyerek adamın üzerine doğru yürüdü.
Bende aşağı indim ve kavgayı olmadan önlemek için; "Etmeyin, ayıptır filan" derken. O Mersedesten inen adam genç oğlanı güçlü kuvvetli görünce
"Ola ben seni muhatap almaırum da" dedi ve koşarak gitti arabasına binip kapılarını kapattı ve kavga son buldu, her ikisi de yollarına devam edip gittiler.

SİYİRDİ GEÇTİ

Bizim Temel bir trafik kazasının şahididir.
Hakim ifade alıyor, söz sırası hemşerimize gelmiştir.
Hakim soruyor:
"Bu şahıslar trafik kazası yapmışlar, olayı görmüş sun, nasıl oldu? Anlat bakalım" diye
Hemşerimiz de ayağa kalkar ve
"Cörmez olumiyim haçim bey. Habu corduğun adam arabayla, şu adamın arabasına kavşağı dönerken, öyle bir vurdi çi oa, oyle bir vurdi çi oa. Hakim bey sıyırdı geçti."diyor.

24 Eylül 2011 Cumartesi

şiir HEMŞEN TÜRKİLERİ

Fundukluğun başında bıraktum bahçe deyi,
Sen belki bilmeyisun herkes bize nedeyi.

Gördüm unutamadum sen nekadar güzelsun,
Mademki sevmeyidun peşume ne gezersun?

Kışın kaldum dışarda uşudi ayaklarum,
Saçundan ki vermiştun oni hala saklarum.

Derede raslamıştuk bakakaldum gerunden,
Madem almayacaktun neden tuttun elumden.

Evunuzun öninden geçer araba yoli,
Ben sana sevdalandum anlamadun mı oni.

O kaybana yollarda gidersun mani mani,
Bana sarılacaktun gelmedi mi zamanı?

Sakın beyduva etme zaten hiç gülmemişim,
Ben senun sebebune gurbetlere gelmişim.

Çıkmadun yaylalara yollar karlı miyidi,
Sevmedum dedun ama biraz sevmiştun gibi.

Ben seni çok özledum sanki bilmeyimisen,
Hala yalvariyirum bana gelmeyi misen.?

Ey kız eşarbun bende nezaman alacaksun?
Şansumdan korkayırum benum olmayacaksun.
                                               Recep Ali Öztürk

23 Eylül 2011 Cuma

şiir SANA GELMİŞ

Sen hep haklıydın, her zaman olduğu gibi,
Aramadı sandın, bunca yıl hep aklımda idi,
Gördüğüm herkese sordum, kimse bilmedi,
Ali'n seni ancak buldu ana, biliyor musun?

Çok özledim, şimdi sana öpüp sarılacağım,
Kucağına yatıp, yüksek sesle ağlayacağım,
Sende beni neden aramadın, anlayacağım,
Ali'n gelmiş soruyor, ana söylüyor musun?

Birlikte herhalde orada durur, arkadaşların,
Bekler kalabalıktır, anne baba akrabaların,
Buluştunuzsa eğer, yanında ise candaşların,
Ali'n gelmiş tanımıyor ana demiyor musun?

Daha bırakamam ki, sensizlik canıma yetti,
Gerçekten özledim, hasretin burnumda tuttu,
Kovsan da sensiz gidemem ki, takatım bitti,
Ali'n üşümüş, titriyor ana, sarmıyor musun?
Senin oğlun gelmiş ana, görmüyor musun?
                                       Recep Ali Öztürk

21 Eylül 2011 Çarşamba

OLA O NERDEN GEÇTİ

1960 lı yıllarda İstanbul'a gidip gelmek çok zordu. Köyümüz Ihlamurludan gurbet diye İstanbul'a gidenler güçlüklerle karşılaşırlar, gittiklerine pişman olurlardı. Fakat işin içinde aşk olunca bu zorluklar bayram havasında geçer ve biran önce kavuşmak için her müşkülat göze alınırdı.

İstanbul'daki nişanlısı köyümüze gelerek Muhittin isimli genci çok sevindirmiş fakat tatlı günler çabuk geçer ya iki ayda hemen geçmişti. Artık nişanlısı Nermin geri dönüyordu. Bir perşembe günü hepsi birlikte çarşıya yanı Fındıklıya indiler. İstanbul dan gelenlerin günü bitmiş, biletleri alınmış, otobüse binip geri İstanbul'a gideceklerdi. Öğleden sonra saat 16.00 gösterdiği sıralarda Ulusoy Otobüsü Hopa dan geldi ve Fındıklı da yazıhanede durdu. Önce bagaj eşyaları otobüse verildikten sonra iki aile İstanbul'a gitmek üzere yerlerine oturmadan uzun süre vedalaşmalar devam etti. Kiminin gözleri yaşlı hep alçak seslerle bir birlerine bir şeyler tembihliyorlardı. Muhittin gözlerini Nermin den hiç ayırmıyor, "Mektup yaz ha.. Gider gitmez telefon aç. Furunci Süleyman'a sağ salım gittiğinizi bildir, ben ondan öğrenirim." diyordu. Ve vakit geldi İstanbul yolcuları Ulusoy Otobüsü ile Fındıklı dan hareket ettiler. Uzun süre otobüs yazıhanesinin önünden ayrılmayan Muhittin otobüs o görünüşleri geçinceye kadar arkasından el sallayıp ha bire göz yaşlarını sildi. Çünkü nişanlısından ayrılmış, bu ayrılığı bir türlü hazmedemiyordu. Bu artık nişanlısını altı ay daha göremeyecek demekti. Bu hüzünlü ayrılıktan sonra İstanbul'a giden Nermin'nin başından ne geçti bilemiyoruz fakat Fındıklı'da kalan Muhittin otobüs yazıhanesinden zor bela ayrılmış, ağladığı için gözlerinden akan yaşları silerek ve gözlerini eze eze cadde üzerinde yalnız başına yürürken bir taraftan da hala ağlıyordu.

Tam bu sırada arkasından bir kamyonet kendisini geçmek istiyor fakat Muhittin tam yolun ortasında olduğu için yolu kapatmış geçemiyordu. Uzun süre Muhittin önde, kamyonet arkada korna çalarak birlikte gittiler. Sokak dar olduğu için kamyonet geçemiyor, devamlı korna çalarak ondan yol istiyor fakat Muhittin dertli ve dalgın olduğu için onu hiç duymuyor, kamyonun farkında bile değil ve ona yol vermiyordu..

Bir ara kamyonetin şoförü Muhittin'in sağ tarafından arabası ile giriş yaparak ona çarpmadan hatta sağ tekerlekler ile yaya kaldırıma çıkarak Muhittin'i geçti. Tam geçerken Muhittin ile aynı hizaya geldikleri zaman kamyonetin içinden elini uzatıp Muhittin'e bir yumruk vurdu ve öyle geçti, gitti. Muhittin de bir irkildi ve kendine geldi. Hızla sol taraf kaldırıma atladıktan sonra sağa sola baktı. Önünde gaza basan kamyoneti görünce anladı ve arkasından bakarak kendi kendine;
"Olaaa o nerden geçti?"dedi.

20 Eylül 2011 Salı

HALA BİZE DÜŞMAN


1970 yılında kendi köyümde Rize Fındıklı Ihlamurlu da öğretmenlik yapıyordum. Öğrenci durumlarını değerlendirmek için bir Cuma günü veli toplantısı yaptım.

Mevsim kış ve her tarafta kar vardı. Şimdi harabe olan köyümüzün ilk okulunda girişe göre sol tarafındaki oda öğretmenler odası, diğer iki oda sınıf olarak kullanılırdı. Büyük oda da 1. 2. ve 3. sınıflar bir arada, diğer tarafta da 4 ve 5. sınıflar öğrenim görürlerdi.

Öğretmenler odasına girişte tam karşıda bir masa, arkasında bir sandalye bulunur ve burası Okul Müdürünün makam masası idi, genelde okul müdürü başkası kapmamışsa buraya otururdu. Tam sandalyenin üst tarafında  elde yapılmış kalın gürgen ağacı çerçeveli yaklaşık 110cm x 80cm ebadında Atatürk’ün camlı resmi asılı dururdu. Bu Atatürk resmini kim yaptırdığını bilmem, ta öğrenciliğimden beri aynı şekilde asılı olduğunu hatırlıyorum. Elde yapıldığı için çok ağır camlı bir çerçeve idi.

Velilerin bir çoğu gelmiş içerde ve dışarıda karlar üzerinde kalabalık bekliyorlardı. Bu sırada köyün imamını aradım. Kendisi Ardeşen li çok genç ve sevecen bir tipti. Her gittiği yerde kendini sevdirirdi. İsmi Mahmut.

Mahmut Hocayı bulamadım ve öğretmenler odasına toplantıyı başlatmak için girdim. Odaya girişim biraz ani ve hızlı oldu. Aradığım Mahmut Hoca müdür masasında oturuyormuş. Beni görür görmez hemen ayağa fırladı fakat bir de gürültü koptu.

Hanı o yukarıda tavana yakın yerde duran Atatürk’ün ağır çerçeveli bir resmi asılıyordu ya, işte o ağır Atatürk çerçevesi yerinden koptuğu gibi o anda tam altında bulunan bizim İmam Mahmut'un kafasına vurduktan sonra, yine dik olarak yerde duvara yaslandı durdu. İmamın kafasında kocaman yara olmuş kanlar akıyordu. İmam kafasındaki yarayı eliyle tuttu, biraz sonra eline baktı ki kan sürünmüş, kafasından kan akıyor, döndü Atatürk'ün resmine doğru biraz baktıktan sonra

"Vay utanmaz sağlığında hep bizimle uğraştın, öldün gittin, hala daha bizimle uğraşıyorsun. Utan, utan" dedi ve kahkaha atarak koştu dışarı çıktı gitti.

Hocanın kafasını orda ki imkanlarla ecza dolabından ilaçları kullanarak pansuman edip bantladık. Atatürk resminin camı bile kırılmamıştı. Çerçevenin kopan ipini yenileyerek aynı yerine astım.

18 Eylül 2011 Pazar

YARISINI ALDILAR

Hepimiz duymuşuzdur 'askerlerin mektupları kontrol edilir' derler. Essah mıdır, yalan mıdır bilmiyorum. En iyi bunu birlikteki subaylar bilir. Benim bildiğim sadece şimdi anlatacağım olaydır:

Subaylar er mektuplarını kontrol ederlerken bir mektup dikkatlarını çeker. Çünkü bu mektup zarfının üzerinde "ALLAH'IN YÜCE KATINA" diye adres yazılmıştır. Gönderen yerine de kendi birliklerinden Temel'in ismi.
Kontrol eden subaylar heyecanla, anlamak için mektubu açarlar. Mektup ta" Ey Allahum çok dardayım bana 100.00tl para yolla." diye yazılıdır.
Bunu gören subaylar zarfın içerisine 50.00tl koyarlar ve bu geri zekalı er ne yapacak diye Temel'e Allah tan gelmiş gibi gönderirler.
On gün sonra aynı er den aynı şekilde bir mektup daha yazılır.
Hemen aynı subaylar bu mektubu da açarlar.
Bu sefer mektupta ne yazmış biliyor musunuz?
"Ey ALLAHIM ÇOK SAĞOL. TEŞEKKÜR EDERİM. GEÇEN SEFER 100.00TL GÖNDERDİN FAKAT;  ŞEREFSİZ KOMUTANLAR ZARFI AÇIP YARISINI ALMIŞLAR, 100.00TL DAHA ACELE GÖNDER." diye yazmış. Ya..Mehmetçiğe oyun olmaz.

17 Eylül 2011 Cumartesi

BEYAZDUR DA

Bizim köyde bir Yusuf Amca vardı, rahmetli oldu. Komşumuz olan bu Yusuf Amca muhabbetine doyamadığım, hazır cevaplıliği ile tanınan ve herkesi kendine hayran bırakan rahmetli babamın da yakın dostu bir adamdı. Kendisi uzun yıllar gurbetlerde İstanbul da kalmış yol yordam görmüş bir adamdı. Daha gurbetlere açılmadan Yusuf amcanın o eski gençlik zamanları 1930-40 yılları eşkıyalık çağı olduğundan her zaman bir tüfek almak istermiş. İstermiş ama elde avuçta para yok nasıl alsın? O devir de de soyan soyana, vuran vurana olduğu için kesin bir tüfek alması şart.

Bir cuma günü Piçhala dan Tibukoğlu lerden Mustafa elinde bir mavzer ile bizim Zuğu camisine gelmiş. Orada daha namaza girmeden cami kapısında taşın üzerinde otururken Yusuf Amca elinde tüfeği görünce, tüfek çok hoşuna gitmiş ve önce tüfeği satıp satmayacağını sormuş. Mustafa da
satabileceğini söyleyince, kapıda kalabalık bir gurup izlerken pazarlığa başlamışlar.

Yusuf Amcanın parası yok ya para yerine inek verip tüfeği alacak. Karşı tarafta kabul etmiş. Yusuf amca tüfeği eline almış, bakmış, iyice incelemiş ve tüfeği beğenmiş. Bu sefer Mustafa da ineğe bakması ve beğenmesi gerekiyor fakat inek yanlarında olmadığından Yusuf Amcaya sorular sorarak ineğin durumunu anlamak istiyor.

İşte aralarında geçen konuşma, Mustafa soruyor, Yusuf cevap veriyor;

-Sığırun adı nedur?

-Kınalı'dur

-Rengi nasıldur?

-Siyah alacadur.

-Boynuzları var midur?

-Vardur

-Ne tarafadur?

-Orak şeklinde ve oge doğrudur.

-Kuyruğı nasıldur?

-Uzundur.

-Diz kapaklarını geçeyi mi_

-Evet geçeyi,

-Beli nasıldur?

-Uzun ve ortadan basuktur..

-Kulakları uzun midur, kısa midur?

-Kana uğramıştı da birinden biraz kesmiştum, biri uzun biri kısadur.

-Boynınde çincağı da var mıdur?

-He ya vardur.

-Peki ya sütü nasıldur? (Yanı çok süt veriyor mu diye sorar.)

Yusuf amca iyice bunalmış ki;

-Çe.. süti beyazdur da... der ve dinleyenler de kahkahayı basarlar.


YENİ GELİN GİBİ

Fındıklı'nın haftasında pazar yerinde Hemşinli bir genç, birkaç tane horozu kanatları bağlı olarak önüne koymuş ve satmak isterken, müşteri olarak  yanına yaşlı bir kadın yaklaşır ve sorar:
-Uşağum ğorozların nasıldur?
Hemşinli genç cevap verir;
-Ğala ğorozlarum çok eyidur. Hiç biri zamparaluk etmez, kumar oynamaz, sigara içki içmez, kimseyi çekişturmez, ğırsuzluk nedur bilmezler. Yeni gelin gibidurler da der.

şiir DEDİN

Belki de dalga geçtin,
Beni baştan sevmedin,
Sana "seviyor" dediler,
Sen onlara ne dedin?

Sanki olur mu böyle,
Derdini gizleme söyle,
Kendini harap etme,
Dedim "sana ne" dedin.

Ben sevdim sende sevsen,
Ne olur benimle gelsen?
Sensiz bir gün ölürsem,
Niçin? "Bana ne" dedin.
          Recep Ali Öztürk

GÖZÜNE DÖKECEKTİN

Bizim Fındıklı İlçesi'nin buluşma günü Perşembe günüdür. Bu güne haftası denir ve herkes veya işi olanlar İlçeye giderek satıcılar satışını, alıcılar alışını yapar işlerini görürler.
Ağustos sıcağında bir kaç hafta günü dolandırıcı Rüzgar Hüseyin parasız kalınca kiremit i iyice dövüp kül haline getirdikten sonra caminin önünde 'sinek ilacı' diye bağırarak satmağa başlar.
 Sulak Köyünden yaşlı bir kadın bu dolandırıcıya yaklaşır ve sorar:
-E. uşağum geçen hafta senden alduğum sinek ilacını ineklere vurdum hiç fayda etmedi, sinekler sığırların üstünde cirit atai.
-İlacı nasıl vurdun anacuğum? diye sorar.
-Sulandurdum ve filit ile sığrların üzerine vurdum fayda etmedi. der.
Rüzgar Hüseyin cevap verir;
-Yanlış ettin anacuğum, sen sinekleri tutup ilacı gözlerinin içine dökecektin. der.

14 Eylül 2011 Çarşamba

TEMEL'İN KULAĞI

İnşaatta çalışan Temel'in kulağı kazaen kesilir.
Ne ise kulağın kesilen parçasını yerde bulurlar ve alelacele Temel ile kulağını hastaneye yetiştirirler.
Doktor müdahale eder ve kopan kulağı tekrar yerine diker. Temel'in kulağı eskisi gibi olur.
Temel bir ayna ister  yerine dikilen kulağına bakar.
Ve hemen itiraz eder.
-Oyı...bu kulak benim değildur. Benum kulağımın arkasında kalem varıdı. Ben kendi kulağımı isteirum der.
Hala Temel'in adamları inşaatta kalemli kulak aramaktadırlar.

9 Eylül 2011 Cuma

şiir UMARIM

Her kapı çalınınca, yarım geldin, sanırım,
Çok hasret oldum sana, aşkın ile yanarım,
Mazimiz bana yetmiyor, soluk hatıraların,
Ama hala umutluyum, geleceksin umarım.

Gel beni bekletme, kork artık kaderimden,
Ömrüm senin oldu, yaş akar gözlerimden,
Ummadığım anda gel, tut artık ellerimden,
Belki de çok az kaldı, sen yoldasın umarım.

Tez gel böyle bekleme, kış ayları olmadan,
Gel de ne olursun, çok fazla geç kalmadan,
Sen beni çok beklettin, sabaha uyutmadan,
Hayalın hep yanımda, ben onunla kanarım.
Belki ben de yanında, kalbindeyim umarım.
                                        Recep Ali Öztürk