SAYFALAR

31 Ekim 2011 Pazartesi

YALANCIYA DESTEK

Yalancının biri kahvede oturmuş ha bire anlatıyormuş; "Bir gün ava gittim geyiği sağ arka ayağının tırnağı ile sağ kulağından tek kurşun ile vurdum. "Diyor. Dinleyenler inanmıyor ve dalga geçiyorlar, tek kurşunla hem tırnak hem kulağından nasıl vurursun? diyorlar.

Hemen destekçisi devreye giriyor ve yalancıya şöyle destek veriyor: "Geyik sağ arka ayağı ile kulağını kaşıtırken ateş etmiş ve öyle vurmuş olabilir, doğrudur." diyor.

Başka bir yalancı; "Ben gürgen ağacına çıkarken gördüm ve yakaladım, ağacın kovuğunda otuz beş santimetre uzunluğunda palamut balığı vardı." diyor. 

Kimse buna da inanmıyor fakat destekçi tekrar devreye giriyor ve
"Karga balığı denizde yakalar tam ağacın üzerinden geçerken ağzından kayar balık düşer o kovuğa denk gelir ve orada yaşar sonrada bu adam rastlar, doğrudur." diyor. Sizler yine de inanmayın.

30 Ekim 2011 Pazar

PLAKASINI OKURMUŞ

İki palavracı oturmuş konuşuyorlarmış
-Ben aracımı öyle süratlı kullanırım ki yolun kıyısındaki ceyran direklerini perde gibi görürüm.
İkincisi:
-Ohoo seninki de işmi yanı, ben aracımla giderken virajlarda kendi arka plakamı okuyorum.

HEPUSİ

Temel İngiltere de yaşıyormuş. Kısa bir süreliğine arabası ile Almanya'ya gidince, Almanyada da İngiltere de olduğu gibi arabasını soldan sürmeğe devam eder fakat bu durum normal trafik için Almanya da ters olur.

Alman Polisi karadan arabalarla havadan helikopterlerle alarma geçer ve bir taraftan da Alman radyolarından anons ederler; "Dikkat dikkat. Araç sürücülerinin dikkatine! Birisi çok tehlikeli bir şekilde, E-5 Karayolu üzerinde ters yönde trafikte seyir halindedir. Lütfen dikkatli olup bir kazaya meydan vermeyiniz." diye.

Temel de aynı anonsu arabasının radyosundan dinliyor ya, bütün arabaların karşısından geldiğini de görünce kendi kendine; "Ohoo, ne birusi, hepusi, hepusi.." der.

29 Ekim 2011 Cumartesi

TANKIDI

Birinci Dünya Savaşı sırasında bir Osmanlı Paşası toplantı sırasında müttefik ülke komutan ve askerlerine tavsiyelerde bulunur:
"Eğer cephede savaşırken cephaneniz biter, tüfekleriniz kırılır, hatta kasaturalarınız belinizden atılır hiç bir ümidiniz kalmazsa, yerden bir odun parçasını alın ve inanarak düşmana doğru doğrultun 'BANDIDI, BANGIDI' diye bağırın, elinize aldığınız odun tüfek vazifesi görecek ve düşman askerini öldüreceksiniz. Yerden her hangi bir ağaç dalı alıp düşmana doğru sallar ve inanarak 'HARTIDI, HARTIDI' diye bağırırsanız elinizdeki ağaç dalı kasatura veya kılıç olur düşman askerini öldürürsünüz" diye anlatır.

Bütün bu anlatılanları dinleyen askerler dalga geçip gizli gizli güler, hatta 'Bangıdı, hartıdı' diye birbirlerine şakalar yaparlar.
Zaman sonra bu nasihatleri dinleyen ve gülüp geçen bir Alman Albayı alayı ile birlikte bir meydan muharebesinde Osmanlı Paşasının anlattığı durumla karşı karşıya kalır. Cephaneleri biter, tüfekleri kırılır, kasaturaları da kayıp olur. Nerdeyse bütün askerleri yok olacak.
Hemen Paşanın nasihatleri aklına gelir ve son çare olarak yerden aldığı odun parçasını üzerlerine doğru sürü halinde gelen düşman askerlerine doğru uzatarak 'bangıdı, bangıdı' diye bağırır. Aa gözlerine inanamaz düşman askeri kanlar içinde birer ikişer yerlere düşerler. Öbürlere de 'bangıdı' onlar da yerde. Ne ise daha sonra yerden ağaç dalı alır ve tam yanına gelen düşman askerine 'hartıdı' der ve ağaç dalını sallar oda kasatura olur ve böylece birçok düşman askerini öldürür.
Tam o sırada bakar ki koşarak gelen bir düşman askeri, bütün askerlerini ezerek pestil gibi yere yapıştırıp öylece ilerleyip geliyor.

Albay bu düşman askerine elindekileri uzatıp ne kadar BANGIDI, HARTIDI dediyse adam yere düşmüyor, bütün gücü ile askerlerini çiğneyerek kendisine doğru geliyor. Yanına yaklaştığı zaman bu askerin marifetini ve kendi askerlerini nasıl pestil ettiğini anlıyor.

Çünkü bu Rus askeri de 'TANKIDI, TANKIDI' diye bağırıp koşuyor muş.

24 Ekim 2011 Pazartesi

YOKUŞ AŞAĞI

1974 yılında Elazığ dan Adana'ya kamyonla pamuk işçisi getiren Elazığlı şoför Ali Şeker'in kullandığı kamyonunun freni patlar ve yolda kaza yapar. 

Üç kişi ölür. Sekiz dokuz kişi de yaralı var. Davaya bakan Adana 2. Ağır Ceza Mahkemesi davayı başlattı ve olayda bilgisi olanların ifadelerini alıyor. Mahkeme salonu izleyici ve olay mağdurlarının yakınlarıyla tıklım tıklım doluydu.


Biz Adana Cinayet Masasından Polis Memurları Yovrum Ahmet, Hırsız Ahmet ile çıkması muhtemel olayları önlemek için Adana Adliyesinde bu davanın görüldüğü mahkeme salonunda diğer izleyicilerin aralarında bulunuyoruz.

Olay esnasında kamyonda bulunan ve saf olduğu anlaşılan bir Elazığlı Nazım  isimli şahıs ifade verecek. Hakim kimlik tespitini yaptıktan sonra bu tanığa sordu: "Ali Şeker arabasıyla sizleri Adana ya getirirken yolda kaza yapmış ve adamlar ölmüş, bir kaç tane de yaralanmış. Bu sırasında sende kamyonda bulunuyor muşsun ve olaya şahit olmuş sun. Önce doğru söyleyeceğine namusun şerefin üzerine yemin eder misin?" dedi.

İfade verecek olan şahit Nazım da hakime sordu "Efendim, Ali Şeker'in bana öğrettiği gibi diyeceğime mi, yoksa olayın doğrusunu olduğu gibi anlatacağıma mı yemin edeyim?" dedi.

Hakim kızdı ve bağırdı "Ali Şeker de kim oluyor? S
en olayın doğrusunu anlatsana. Nasıl oldu da Ali Şeker kaza yaptı?" dedi.

Şahit Nazım hakim bağırınca temelli şaşırttı ve başladı olayı anlatmağa;

"Bizim Ali Şeker'in arabası yokuş yukarı ğır, ğır, ğır yorgun eşşek gibi; ananı avyadını...s...  hakim bey yokuş aşağı fişşek gibi gidiir. Ananı avyadını...s..  hakim bey, bizi uçurumdan aşağı un çuvalları gibi attı. hakim bey."

Herkes ne olduğunu anlayana kadar Nazım hızlı hızlı bir çırpıda olayı bu şekilde bir iki defa olayı anlattı. Yanı anlayacağınız hakimi iyi bir kalayladı. 

Önce bir an sessizlik oldu koca salonda. Sanki hiç kimse yok. Sonra savcı uyandı ve sessizliği bozdu "Anlat, anlat, bir daha anlat ! Olay nasıl oldu? Bir daha anlat Aslanım." dedi. Nazım aynı şekilde söverek olayı bir daha anlattı. Savcı ve hakim de dahil olmak üzere tüm salondakiler yüksek sesle gülmeğe başladılar. 

Savcı güldüğünü göstermemek için dosya ile yüzünü kapatarak bu ifadeyi şahit Nazım'a defalarca tekrarlattırdı. "Anlat, anlat, nasıl oldu?" Tabi adam bilmeden Hakim Bey e kalayı basıyordu.


21 Ekim 2011 Cuma

BIÇAĞI UNUTMUŞLAR

Her ülke de polis, öğrenci ve askerlerin yaşantıları aynıdır. Ufak tefek farklılıklar olsa da Amerika da ve Afrika ülkelerinde pek az farklılıklar gösterirler. Bu farklılık ta genel de fakirlik, zenginlik ve teknolojik donanım farklılıklarıdır. Dolayısıyla da bir ülkenin polisini diğer ülkenin polislerine yakınlaştıracak bir bağ ille ki bulunur.

İsveç Büyükelçiliğinde görev yaptığım zamanlarda bir iş için Elçiliğe gelen iki İsveç Polisi ile tanıştım ve çat pat İngilizcem ile bu polislerden biri Marcus Otto ile kısa zamanda arkadaş olduk. Sık sık izinli günlerimde de buluşup sohbetler ederdik ve biz diplomatlara çok ucuza gelen viskilerden verirdim, oda bana fişek filan verir atış poligonlarına gider tabanca atışları yapardık. Ve en önemlisi kendisi de bizim Türk örf, adet ve geleneklerine tam olarak uymasa da yarı yarıya benimsemiş birisiydi.

Bir gün Marcus bana telefon açarak ‘Yarın Teşkilatımızın kuruluş yıl dönümü, kutlamalar yapılacak, izlemek için benim de bu kutlamalara katılmamı’ söyledi. Ben de arkadaşımın bu teklifini geri çeviremezdim herhalde. Stocholm de ki Emniyet Genel Müdürlüklerinde bu kutlama yerine gittim. Kapı da arkadaşım Marcus beni bekliyordu. Birlikte içeri girdik ve yan yana iki koltuğa oturduk. Yine çat pat İngilizcem ile biraz muhabbet ettikten sonra tören başladı. Çeşitli polis etkinliklerinden sonra sıra atışlara gelmişti. Polislerin atış poligonları birkaç tane çok kapsamlı ve değişik yapıdaydılar. Ben böyle bir poligonu ilk olarak görüyordum.

Bu poligonu sadece ‘MACERA’  poligonu olarak adlandırıyorlardı. Hala daha Türkiye de böyle bir poligon olduğunu sanmıyorum. Bir kaç odalardan oluşuyor. Atıcı odaların içinde ilerlerken, bastığı yerle irtibatlı olan insan silueti hedefler  atıcıdan habersiz birden uzakta yerden kalkıyor, 30 saniye havada duruyor, sonra vuramazsan durduğu yerde atıcıya dik dönüyor ve hedef olduğu yerde görünmez oluyor. Hedefi vurursan bir gürültü ile kalktığı yere tekrar yatıyor. Böyle  hareketli hedeflere atış ediyorlardı. Bu hedeflerin içinde bazen de hemşire ve doktorlar çıkıyor onlar dost hedef olarak kabul ediliyor ve onlara ateş edilmiyordu. Özel yetiştirilmiş polisleri takla atıp ateş ediyorlardı. Hepsi bir harika idiler, çok hoşuma gittiler, zevkle seyrettim ve gayri ihtiyarı ‘Ah keşke ben de bunlar gibi olsam’ diye de içimden geçirdim.

Biz böyle seyrederken vakit nasıl geçtiği pek anlaşılmıyor, ne kadar zaman sonraydı pek bilmiyorum, arada bir anons geçti sadece ismimi anladım. Meğer Genel Müdürlerine Türk Polisi burada demişler ve ne uzatalım beni de hedeflere atış yapmak için poligon içine davet etmişler. Yanımda oturan arkadaşım gülerek yerinden kalktı ve bana yol gösterirken poligon kapısına kadar refakat etti. 

Üzerime soğuk sular döküldü. Öyle hareketli hedeflere hiç ateş etmemiştim. Hem de uzun süre normal ateş bile etmemiştim. Orada mahcup olmak ölüm demekti. Hem de zaten Türk deyince pek değer vermiyorlar ‘FİFON (şeytan)’ diyorlardı. Korkup kaçmakta olmazdı. İsmim anons edilmiş, başta Emniyet Genel Müdürleri olmak üzere herkes beni merak edip bekliyorlardı. Artık kaçmak olmazdı. Baktım kurtuluş yolu yok atış poligonuna girdim. Belimde Büyükelçiliğimize ait elçilik silahı 14 lü tabanca vardı. Ben yürürken ilk hedef hemşire yerden kalktı, hemşire olduğu için atmadım. İyi birinciden kurtulduk. İkinci hedef çift tabancalı bir terörist çıktı, üç el ateş ettim fakat vuramadım. Çünkü vursam hedef geri düşecekti, düşmedi. Üçüncü hedef yine terörist, yine vuramadım. Artık onlar beni vurmuş sayılır, ben artık ölüydüm. Gerçekten de ölsem daha iyiydi.

O arada öyle dikkatlice poligon içinde gezerken elimdeki silahımı kontrol ettim ve nişan aldığım gezin sağ tarafa kaydığını gördüm. Hemen orada gezi ayarlayamazdım ve silahım her zaman sağ tarafa vururdu. Silahı belime koydum ve aynı şekilde yürümeğe devam ettim. Yerden ani olarak dördüncü hedefte kalktı. Bir bayanı rehin alan bir gangasterdi bu hedef. Sol dizimin altında, baldırımın üstünde meşin kılıfı ile asılı bulunan ve yanımdan hiç ayırmadığım Kaleşinkof Kasaturasını, sol elimle pantolon paçamı yukarı çekerek, sağ elimle hızlı bir şekilde çıkarttım ve bu hedefe doğru var gücümle fırlattım.

Silah sesi duyulmadı. Sadece benden 4-5 metre ilerde hedefin üstünde bıçağa vuran ışıkların yansıması görüldü ve hedef gürültü ile geri yere düştü. Ben daha yerimden hiç hareket etmedim. Herkes şaşırdı ve biraz sonra görevliler giderek hedefi yerde kontrol edip havaya kaldırdılar. Attığım bıçak sapına kadar eli silahlı insan silueti hedefin boğazına batmıştı. Ohh rahat bir nefes aldım. Bir ara sessizlik oldu. Sonra bir anons daha oldu. Ne dediler bilmiyorum. Benim zaten akıl başımda değil. Sonra sanki kıyamet koptu, herkes ayağa kalkmış beni alkışlıyorlardı. Kendileri teröristin boynunda ki bıçağımı çıkartmadan hedefle birlikte getirip Genel Müdürlerine verdiler.

Genel Müdürleri randevu verip iki gün sonra beni yanına çağırdı. Tercüman aracılığıyla konuştuk. Önce beni tebrik edip kasaturamı bana iade etti. "Biz özel kuvvetlerimize her şeyi öğrettik. 60 km hızla giden arabadan inerek ve binerek, atıp vurmasını öğrettik. Fakat bıçak atmağı akıl edemedik, öğretmedik. Türkiye bizden ne kadar ileri imiş ki bıçak atmağı da elemanlarına öğretmiş. Tebrik ediyorum, sizi kutluyorum. Biz de şimdi programa alıyoruz, polisimize bıçak atmasını öğreteceğiz" dedi.

Halbuki ben hiç bıçak atmamıştım. Yanı bıçak nasıl atılır bilmiyordum. Altı aylık polis eğitim kampında da hiç kimse bana bıçak atmağı öğretmemişti. Yanı Emniyet Teşkilatında öyle bir program yok. Sadece Adana da Orta Doğu Taekwondo Merkezinde Koreli bir Taekwondo hocamız vardı, Çen Kvan Kim. O hoca duvarda ki tahtaya küçük daireler çizip boş kaldığı zamanlar kendi kendine bıçak attığını ve dairelerin tam ortasına vurup bıçağı diktiğini orada görmüştüm. Çok merak salmış, orada bir kaç defa bıçak atmıştım fakat bırakın hedefe dikmeği, hedefe vuramamıştım bile. Ve o Koreli Hoca bana anlatmıştı “Bıçağı kabzasından tutup tam yukarı kaldıracaksın. Hızla aşağı doğru indirirken tam hedefin hizasına geldiği zaman, iki parmağını bıçağın kabzasından birden bırakacaksın.” Diye. Ben de aynısını yaptım. Ve bıçak tam hedefini bulmuş, bir de hedefe sapına kadar gömülmüştü.

İsveç Emniyet Genel Müdürü beni tekrar tebrik etti ve kolleksiyon için benden tüm Türk polis kokartlarımızı istedi. Bende Türkiye den getirttim ve kendisine verdim. O da bana, o zamanlar yeni çıkan küçük bir kelepçe ve bir de tabanca hediye etmişti.


19 Ekim 2011 Çarşamba

şiir ORALAR

Buralar sonbahar güller dökülür,
Bir bir gidecekler göçler çözülür,
Geri de kalanların hepsi üzülür,
Sararıp soluyor artık yapraklar.

Yollarda bekliyor sırası gelenler,
Hiç haber vermiyor gelip gidenler,
Gelseler acaba bize neler söylerler,
Yoksa yalan mıdır öbür dünyalar?

Her şey yok olmuş hayatlar bitmiş,
Geriye dönen yok sadece gitmiş,
Anlayamıyoruz ki bu nasıl bir iş,
Korkutuyor bizi kara topraklar.

Buluşurlarsa orda hısım akraba,
Birlikte dururlarsa anne ve baba,
Onlar mı göndermez gideni acaba?
Sorularla dolu bilinmiyor oralar.
                       Recep Ali Öztürk

17 Ekim 2011 Pazartesi

VİT YOR VAYİF

Biz millet olarak çok garip bir kafa yapısına sahibiz. Düşünsenize bizi herkes kandırıyor, başkaları ne derlerse hemen inanıyoruz. 

Fındıklı Orta Okunda iken bir Almanca Öğretmenimiz vardı Nurettin Dekelli. Bu öğretmene çocuklar kendi aralarında lakap takmışlardı; ‘TERMİK ÇOBANI’ neden bu ismi takmışlardı bilmem fakat herhalde çok uzun ceketler giydiğinden, çünkü genelde giydiği ceketler diz kapaklarına kadar inerdi. Hiç kimse Almanca öğrenmek istemezdik.

Bu hocamız biraz aksi olmasına rağmen bize Almanca öğretebilmek için canla başla uğraşır çırpınırdı. Hatırlayan var mı bilmem Almanca kitabında bir parça vardı; ‘Der Rauber’ haydut demekmiş. Bir derste bana “Oku ve tercüme et.” dedi. Ben de baştan aşağı hiç eksiksiz okudum ve tercümesini yaptım. Hiçbir yerde takılmadım. Fakat korku ve heyecandan ‘HAYDUT’ diyeceğime ‘MAYMUN’ diyebilmişim. Fakat bir yerde değil, ‘Der Rauber’ geçtiği her yerde Maymun demişim. Başka hiçbir yerde hatam yok. Bu Hoca parça bitene kadar hiç sesini çıkarmadı, sabırla dinledi. Tercüme bittikten sonra sınıfın huzurunda bana; ”Maymun kimdir? Maymun sensin lan. Seni 250 parça eder, her parçanı sınıfın her köşesinden asarım. Allahın sidikli kulu.” Dedi. O zaman ben anladım hatamı ve düzeltmeğe çalıştım.

Başta söyledim ya, bizler öğrenelim diye çapa sarf etmez, derslerden kaçmağa çalışırdık. Bir de 'kaytardık' diye övünürdük. Hakikaten öyle değil mi? Biri ‘hadi ders çalışalım’ dese hemen yanından savuşur, ‘hadi sinemaya gidelim’ dese hemen peşine takılırdık. Ve lise de de Almanca okumamıza rağmen ‘was ist das’ tan başka hiçbir şey öğrenemedik. İnsan utanır be. Biz öyle öğrenemeyecek kadar beyinsiz insanlar mıyız? Hayır beynimiz var da onu olumlu yönde kullanmıyoruz. Başkalarına uyup onlar ne derse onu yapıyoruz. Bütün dünya da Türk Milletinin bu şekilde olduğunu biliyorlar ve kolayca kandırıyorlar. Araştırma ve öğrenme merakımız hiç yok. Bize bir şey söylendi mi hiç araştırmadan inaniyoruz.

İş hayatın da da öyleyiz. Bir Avrupalı veya ‘gavur’ dediklerimiz bir saat daha fazla çalışır işlerini layık olduğu gibi yapar hile yapmaz, vatana millete faydalı olmağa çalışır.. Bizler yaptığımız işte kaytarır az çalışır baştan savma yapar, çok para ister ve akşamdan evlere giderken de o kaytarmalarımızla övünürüz. Sonra da Müslüman olduğumuzu söyler, aldığımız para ile çoluk çocuğumuzu besleriz.

Ne ise esas mevzua geliyoruz. Ankara da; dış ülkelerde bulunan Türk Büyükelçi ve misyonerlerini koruma görevi için girdiğim imtihanların hepsini başardım ve bu göreve layık görüldüm. Ancak Ankara da ki imtihanlardan birinde, imtihan heyetinde bulunan Büyükelçilerden biri lisan bilip bilmediğimi sordu. Ben de kendilerine Almanca okuduğumu ve hiç lisan bilmediğimi beyan ettim. O yine Almanca bir şeyler sormasına rağmen ben hiç cevap veremedim, fakat aramızda lisan bilen olmadığı için diğer dallarda başarılı olanları göndermeğe mecbur kaldılar ve bizi de geçici olarak Dışişleri Bakanlığı emrine alarak, İsveç Stockholm Türkiye Cumhuriyeti Büyükelçiliği koruma görevlisi olarak İsveç'e yolladılar.


Adana da ki görev yerimden Ankara'ya gelerek kırmızı pasaportumu ve uçak biletimi Dışişleri Bakanlığından aldım. Eşim ve çocuklarım iki ay sonra geldiler. Ben İsveç'e giriş yaparken gümrükte ki kızlar elimden kırmızı diplomatik pasaportumu aldılar. Bana da bazı sorular sordular. Daha doğrusu soracaklardı. Ben dil bilsem. Kırmızı pasaportlu kişi, bir ülkenin öbür ülkede ki en yüksek memurudur. O ülkeyi temsil edeni, yanı diplomatıdır ve dokunulmazlık gibi birçok üstün vasıflara haizdir. Ayrıca da ajandır tabi. Casus yanı.

O dünya güzeli kızlar bana sordular:

-Du yu spik İngliş?

-No

-Şprehen zi Doiç?

-Noo

-Prata du Svenska?

-Nooo

-Parles vouz Francais?

-Noooo

Ne güzel değil mi? Ben her seferinde bir 'o' çoğaltarak dedim. 'No' her dilden anlaşılıyor. Olmasa ne diyecektim. Bir dakika da tek kelime ile orada kızlarla anlaştım, 'NOU' Fakat utancımdan da yerin dibine indim tabi. Her şeyi öğrenmek çok kolaydır. 'AZMETMEK, MERAK ve İRADELİ OLMAK' yeter. Her şeyi devletten beklemek doğru değildir. Devlet sen dil öğrenesin diye müfredata koymuş. Okullara öğretmenler yollamış. Bir sürü harcamalar yapmış. Sen kaytar sinemaya git dememiş. Her imkan sağlandığı halde biz öğrenmemişiz. ‘Yeri geldiği zaman da böyle rezil olursun işte, hem de kızlara. Beş paralık insanlara oyuncak olursun Recep!' dedim kendi kendime Bilgisayara bile ne yüklersen onu alıyorsun. Çalışıp devletine vereceksin ki lazım olduğu zaman geri alıp kullanabilesin. Yönetenler de tabi iyi niyetli ve dürüst olacak. Her şey birbirine bağlantılıdır.

Ne yapalım iş başa düştü. Türkiye den bir büyük İngilizce sözlük ile FONO kitapları getirttim ve İsveç te bir-iki ay da İngilizce biraz bir şeyler öğrendim. Artık konuştuğum İngilizcemle kendimi idare edip meramımı yalan yanlış karşımda kine anlatabiliyordum. Elçilikte ki muamele memurları “Çok konuş Ağabey, herkesle konuş ki, bu dil konuştukça öğrenilir.” Diye akıl veriyorlardı. Kendileri ana dilleri gibi konuşuyorlardı. Ben de onların söylediklerine uyup her önüme gelen ile İngilizce konuşuyor, karşımda ki adamlarla anlaştıkça da çok hoşuma gidiyor mutlu oluyordum.

Bir sabah görevden çıktım. Evime giderken dikkatimi çekti. Singer dikiş makineleri dükkanında dükkan sahibi, dükkanı yeni açmış ve elinde bezlerle makinelerin üzerlerini temizliyor tozlarını alıyordu. Hemen dükkana girdim. Niyetim alış veriş değil de İngilizce konuşmaktı. İngilizce bir selam verdim. Adam hazır zemberek gibi bir başladı İngilizce bana makineleri anlatmağa. Ben kendisini dinleyemiyor, sadece sonra ne konuşacağımı kafamda tasarlamağa çalışıyordum fakat adam da söylememe fırsat vermiyor, ha bire konuşuyor, o kafamda tasarladıklarımda ben hiç konuşmadan arada kaynayıp gidiyordu.

En son sıra ayrılmağa geldi. Zaten adamın konuştuklarından da pek bir şeyler anlamamıştım. Aslında adamdan fırsat bulup ta pek konuşamamıştım sadece başımı sallıyordum. Adam hala daha konuşurken ben bir fırsatını buldum ve kafamdan ayarlayıp İngilizce olarak ‘Ben senin dükkanına eşim, ile tekrar gelir, bakar ve bu makinelerden alırım.’ Diyecektim. Fakat aksilik işte, ‘Vit may Vayif’ diyeceğime ‘Vit yor vayif’ diyebildim. Yanı ‘benim hanımımla diyeceğime, senin hanımın ile gelirim.’ Diyebildim. Adam gülüyor ve; “do yu noğu may vayf” yanı benim hanımımı tanıyor musun’ diyordu. Yan taraf kapıdan sarışın bir bayan çıktı. Onunda elinde ıslak bezler vardı. Meğer adamın hanımı da oradaymış. Geldi sarıldı boynuma ve “ar yu rekignais mi?” yanı ‘beni tanıyor musun?’ diyordu. Hemen Temel’in fıkrası aklıma geldi; Arkadaş lisan bilmezsin bir dert bazen bilirsin daha büyük dert. 

Hani Temel ile Dursun Sultanahmet te gezerlerken turistin biri yaklaşmış ve kızların bana sorduğu gibi sormuş; “İngilizce biliyor musunuz? Almanca biliyor musunuz? Fransızca biliyor musunuz? Temel le Dursun her üçüne de yok demişler ve ayrıldıktan sonra, Dursun Temel’e “Ola bir kursa gidelum da dil öğrenelum da. Böyle lazım oliir işte.” Demiş. Temel ise “Ola Tursun, akıllı ol. Dili ne yapacaksun? Aha göriisun adam üç dil bili, hiç işine yaramadı da.” Der.
NOT: Yukarıda ki İngilizce cümleleri okunduğu gibi yazdım. Yazılışı başkadır.




İSMEN TANIR SINIZ

Sayın Kenan Evren Paşamız Konsey Başkanı iken, Çin Devlet Başkanı Türkiye'ye dostluk ziyaretine gelir, Paşamızın misafiri olur. İstanbul ve Ankara yı dolaştıkları sırada bir ara konuşularken Evren Paşamıza:
- Ankara nın nüfusu ne kadardır? Evren Paşa o zamana göre;
- Bir milyon kişi
- İstanbul un?
- Dört milyon
- Peki tüm Türkiye nin nüfusu?
- Otuz beş milyon kişi deyince, Çin Devlet Başkanı, kendi nüfuslarının bir milyar olduğu zamanlar Evren Paşamıza şöyle der;
- Oo Siz o zaman ülkenizde birbirinizi ismen tanırsınız.

16 Ekim 2011 Pazar

GELİN GELİN

Dış ülke elçiliklerde görev yapanlar bilir, Büyükelçiler Elçiliklerinde başka ülke elçileri ile tanışmak ve birbirleriyle kaynaşmak için resepsiyon dedikleri kokteyl gibi aparat içki filan içtikleri bir gün tertip ederler ve bütün Elçileri 15-20 günde bir davet eder birlikte olurlar. Biz korumalar ve oto şoförleri içeri girmez Elçilik bahçesinde müsait bir yerde bekler, kendi aralarımızda diğer ülke insanları arasında iletişim kurmağa çalışır o anları birlikte geçirirdik.

Bizim şoförümüz Ündal Polis Akademisinden kovulmuş, birkaç yıl önce İsveç’e kaçak işçi olarak gitmiş 40-45 yaşlarında bir Ankara lı bir arkadaştı. Daha önceleri de yabancı ülkelerde kaldığı için hem İngilizce hem de İsveççeyi kusursuz konuşup anlıyordu. Böyle yerlerde lisan çok önemlidir. Ben İsveççe yi hiç bilmem, sadece ‘Hur mor du’ yu bilirdim, ‘Nasılsın’ demekti. İngilizceyi çat pat anlar ve konuşurdum. Bütün ülke koruma ve şoförleri İngilizceyi bilirler. Bir çoğu İsveççeyi de bilirlerdi. İsveççe içinde dünyanın her dilinden bir kelime olan öyle çok kaba bir lisandı.

Bu resepsiyonlarda biz Türklerin yanına diğer ülkelerin koruma veya şoförlerinden pek az gelenler olurdu. Gelen olursa onlarla konuşur vakit geçirirdik. Zaten pek öyle sevdikleri için yanımıza gelmezler. Bir ihtiyaçları varsa, sigara isteyeceklerse yanımıza gelirlerdi. Hem zaten gelseler de Yunan koruma ve şoförleri bir lobi oluşturmuşlar o yanımıza gelenlere baskı uygular, onları aşağılarlardı. Sadece Kore'li şoför ve korumalar yanımıza her zaman gelirler, bizimle şakalaşırlar en azından bizi sevdiklerini belli ederlerdi. Pakistan, Japonlar, Afganlar da ara sıra gelirlerdi.

Büyükelçi Mehmet Baydur ve eşini Amerikan Ülkelerinden birinin verdiği  resepsiyon için o elçiliğe götürdük. Büyükelçi ve Hanımı içeri girdiler. Ben Ündal ve Afkanlı şoför ve koruma birlikte dururken, Koreli koruma ve şoför de yanımıza geldiler. Bizim tam ilerimizde de Yunan koruma ve şoförü Avrupa ülkeleri ile büyük bir gurup oluşturmuşlar gürültülü bir şekilde bir şeyler anlatıp gülüşüyorlardı. 

Bu sırada yanımızda ki Koreli 55-60 yaşlarında ki şoför bizden ayrılıp arabasına giderken, herkesin gözü önünde Yunanlı koruma önünü kesti ve Koreli ye İsveççe bir şeyler söyledi. O toplulukta Koreli şoför çok sinirlendi. Elleri ve ayakları ile hareketler yaparak bağıra bağıra onlara karşı hakaret varı bir şeyler söyledi. Arada sırada da elleri ile gart alıyordu. Ben ne dediğini anlamadım fakat bizimle ilgili olduğunu tahmin etmiştim. Çünkü İsveç'çe bilmiyordum. Fakat çok heyecanlı anlattığından dolayı bayağı önemli şeyler olduğunu sanıyordum. Diğer koruma ve şoförler araya girdiler Koreliyi teskin ettiler ve ortalık sakinleşti fakat Koreli sakinleşene kadar 6-7 dakika kadar konferans verir gibi ağıra bağıra bir şeyler anlatmıştı. Arabasının yanına gittikten sonra yine bizim yanımıza geldi. Hala siniri geçmediğinden sigara filan verip kendisini teskin ettik.

Şoför arkadaş Ündal orada konuşulanları az sonra bana tercüme etti. O zaman anladım. Ündal İngilizce ve İsveç'çe yi çok iyi biliyordu. Zaten onlarda İsveççe konuşuyorlardı.

Koreli şoför orada ki kalabalığa ne anlatmış biliyor musunuz? Yunanlı koruma yanımızdaki Kore'lilere "Onlar Türk tür. Siz onlarla niçin konuşuyorsunuz? Onlar barbardır. Onlarla konuşmayın!" demiş. 
Kore'li şoför da onun için işte onlara karşı sinirli bir şekilde bağıra bağıra; "Evet bunlar Türk tür. Biz de bunlarla onun için konuşuyoruz. Sizler bunları tanımıyorsunuz. Yahut tanıyorsunuz da işinize gelmiyor. Bizler de tanımıyorduk, fakat Kore savaşında sizleri de, onları da herkesi çok iyi tanıdık. İyilikte oldukları gibi savaşta da herkesi kendilerine hayran bıraktılar. Kore deki savaşta bizzat şahit oldum. Ve bu milleti anladım. Onun için seviyorum Türk Milletini. Kalabalık bir düşman sürüsüne karşı savaşırken cephanemiz bitti. Bizler hepimiz kaçtık. Sizlerde kaçtınız. Canlarımızı kurtardık. Türkleri savaş meydanında kaderleriyle baş başa bırakıp onları uzaktan seyrettik. Türkler kaçmayıp süngü taktılar. Tüfekleri de kırıldı. Elleri ile gart aldılar ve düşman askerine 'gelin, gelin' diye bağırıyorlardı. Sizler ve bizler savaş meydanından kaçtıktan sonra uzaktan onların kahramanlıklarını seyrettik. Ondan sonra insanlığımdan utanıyorum ve işte onun için Türkleri seviyorum." demiş. 

Ondan sonra bazı ülke koruma ve şoförleri yanımıza gelir gider bizlerle konuşurlardı. Sağ ol Kore li, bende Koreli leri çok seviyorum.

BİZİM POLİSLER

1980 yılının yaz aylarından birindeydik. Adana Cinayet Masasında çalışıyordum ve haftada bir bir ticari taksi şöforu öldüren ve MURAT 124 arabaları gasp eden katil veya katiller yanı bilinmez bir çeteyi yakalamak için Nat Pinkerton lakaplı Şahin Ağan ve Emir Aybı arkadaşlarla birlikte çalışmalar yapıyor, bu nedenle sık sık Gaziantep, Urfa, Malatya, Maraş ve Diyarbakır gibi başka illere gider uzun süre buralarda bazen bağ evlerinde bazen de dışarıda tepelerde yatar kalırdık.

O zamanlar şimdiki gibi kamera, cep telefonu filan da yok, hatta sayılı miktarda el telsizleri var, onları da müdürler kullanırlar bir adamı tespit edip yakalamak için iğne ile kuyu kazardık. Hatta kuvvetli silahları bile müdürler, bizler Kırıkkale tabancaları kullanırdık. Ne ise alnımızın akıyla beş kişilik bu çeteyi tespit ettik ve bir tanesini Adana Sularda sinemanın birinde teşrifatçılık yaparken yakaladık.

Bu kişilerin tespiti için yine dış görevden Hatay’ın Samandağı, Yayladağı gibi İlçelerinden yeni dönmüş ve Kısma giriyorduk. Tam kapının önünde Asayiş ve Personel Şube Müdürlerine rastladık. Koltuklarının altında dosyalarla birlikte çıkıyorlardı. Yana çekilerek kendilerine selam verdik ve saygı gösterisinde bulunduk. Asayiş Müdürü Cemalettin Bey, Personel Müdürüne; “Asıl bizim Recep’i göndermemiz lazım Hasan Bey.” Dedi ve geçtiler. Ben Kısma girince Amirimiz Cihat Yalım’a “Daha yeni geldik Başkomiserim, bir öğrenir misin ki tekrar nereye gönderecekler?” dedim. Başkomiser gitti ve bir saat kadar sonra geri geldi. Gülüyor ve “Recep seni bu sefer Pekin’e gönderecekler miş.” Dedi.

Meğer Yurtdışına gidecek olan personelleri imtihan etmişler ve oradan geliyorlar mış. Bana hiçbir şey sormadan beni de imtihan olmuş gibi listenin en sonuna eklemişler. On gün sonra filan Ankara’ya çağırdılar. Çok sıkı bir imtihandan sonra Adana kadrosundan altı kişi imtihanları kazandık. Bir ay sonra Telsiz emriyle İsveç Stockholm Türkiye Büyük Elçiliğinde Elçi koruma görevine geçici olarak atandığım bildirildi.

Akşam eve geldiğim zaman Eşim “Bugün kahve falı baktırdım da kadın yemyeşil yerlere gideceksin eşyalarınız toplanmış.” Dedi. “İnanmadım fakat yine de çok hoşuma gitti.” Diyordu. “Hadi tüm hazırlıklarını yap. Kadın doğru demiş. Gidiyoruz.” Dedim. “Nereye?” dedi. “İşte o dediğin yere, dünyanın cenneti dediğin yere.” Dedim ve eşime anlattım.

O zamana kadar hiç haberi yoktu. Tabi kendisine şimdiye kadar söylemediğim için beni giderayak cezalandırdı fakat o çabuk geçti ve önce ben gittim, üç ay sonra da eşim iki küçük oğullarımızla birlikte Stockholm’e geldiler. Usulden dir, bu tür görevlerde kımızı pasaport kullanılır ve bu pasaportun çok büyük ayrıcalıkları vardır. Yanı kısacası Ajanlar faaliyetlerini iyi sürdürebilmeleri için uluslar arası antlaşmalara göre diplomatlar hep bu pasaportu kullanırlar.

En başta bu pasaportu kullananların dokunulmazlıkları vardır. Ben ne ajanlığı, sadece Büyükelçiyi koruyorum. Ajanlık bir bilgi beceri ve eğitim ister. Dikkat ederdim de bizim elçiliğin önünde ki açık oto parka Rus Ajan bir araba park eder kendi ABD elçiliğine girer, bu araba altı ay orada durur kaldırılmazdı. Ben de bu meziyetlerin hiç biri yok.  Fakat elin adamı anlar mı? Hele İsveçliler işlerini hiç şansa bırakmazlar. Bu nedenle de güya ben ajan isem o ülkede ki faaliyetlerimi izleyecekler fakat bunu nasıl yapsınlar? Peşime iki sivil polis takarak yapmağa çalıştılar. Her gittiğim yerde o iki polis ile karşılaştım. Bazen çeşitli vesilelerle benimle irtibat kurmak istediler. Ben kendilerini tanıdığımı, yanı istihbarat terimiyle kendilerini ‘yaktığımı’ hiç sezdirmedim. Sadece bu adamları eşime gösterdim ve “Bu adamlar polistirler, bizi takip ediyorlar, haberin olsun.” Dedim.

Aradan bir hafta geçti. Eşim ve çocuklarım ile park ta yürüyüş yaparken, dört yaşlarında olan büyük oğlum Murat ve iki yaşında ki kardeşi Sertaç ile atlayıp zıplayarak önümüzde giderlerken, beni takip eden o iki tane sivil İsveç polisini de ilerden bize doğru geliyorlardı. Birden ‘baba, baba’ diye bir ses duydum. Büyük oğlum on metre kadar ilerde durmuş beni çağırıyordu. Bende "geliyoruz, oğlum ne var?” diye ses verdim. O tekrar "Baba, baba, aha bizim polisler yine buradadırlar. Sana doğru geliyorlar." diye bağırdı ve yanlarından geçmekte olan O İsveç sivil polislerini parmağını uzatarak gösterdi. Nasıl tanımıştı bende çok şaşırdım. Sonra anladım ki ben annesine o polisleri tanıtırken o da dikkat etmiş ve tanımıştı. Ondan sonra o polisleri çevremde hiç görmedim. Daha nasıl takip ettiler hiç bilmiyorum.

Ben İsveç Stockholm den, İspanya Madrit'e giderken Stockholm Hava Alanında gülerek bir adam yanıma yaklaştı ve Türkçe olarak; "Hala çok merak ediyorum, senin o küçük çocukların, benim o gizli polis memurlarımı parkta nasıl tanıdı.? Lütfen söyler misin?" dedi. Ben de güldüm ve; “Siz beni boşuna takip etmişsiniz. Esas Ajan onlardır. Siz onları takip etmeniz gerekirdi.” Dedim.

13 Ekim 2011 Perşembe

LOĞİ, LOĞİ

Eskiden bizim Karadeniz de herkes büyük şehirlerin şivesi ile konuşmak ister, konuşmayanlar aşağılanır alay konusu yapılır veya biz öyle sanardık. Hatta köylü ile şehirli arasında bile ayırım olurdu. Herkes kendini şehirli gibi konuşmağa özendirir, büyük şehirlere gidip uzun süre kalıp gelenlerde örnek alınırdı. Böyle kişilere de"ne güzel TURÇA"konuşuyor denilirdi. Hatta laz ve hemşenli arasında dil konusunda ciddi iddialar olur, türküler bile atılırdı. Turça konuşacağım derken gülünç isimlerde ortaya çıkabilirdi. Rize İli Fındıklı İlçesi Orta Okulunda okurken; Laz arkadaşımla denizde yüzerken kulağımıza su kaçmıştı, birlikte doktora gittik. Doktorun kapısında sıramızı beklerken derdimizi nasil anlatacağımızı birkaç provadan sonra ikimizde iyice ezberledik. Hani turça konuşacaktık ya. İkimizi birlikte doktor muayene odasına çağırdı. Doktor bana "neyin var, şikayetin nedir?"diye sordu. Ben kapıda prova ederek ezberlediğimiz şeylerin hepsini unuttum, hay allah. "Doktor bey, doktor bey" deyip durdum birkaç defa. Doktorda "he oğlum söyle" ben yine doktor bey daha gerisi yok. Bir baktım arkadaşım İbrahim dayanamadı, beni kurtarmak için hemen iki adım ileri çıktı, önüme geçti ve söyledi. Sıkı durun çok turça konuşacak "Doktor bey, çocuk toparlıyamiyur, ikümüz da başumuzı salladuğumuz zaman kulağumuzun içinde bir şey loği, loği edeyi, sağırmı olacağuz? Kogiçkını"dedi. Onun söylediği ile de dışarda prova ederken ezberlediğimiz birbirine hiç benzemiyordu. Herkes tabi yerlere yattı. Ve uzun zaman o arkadaşım İbrahim'in adı loği loği kaldı.

12 Ekim 2011 Çarşamba

BİLMECE

Bir kabımız var; 10 litre alıyor, içi süt doludur.
İkinci kabımız var; 6 litre alıyor, içi boştur.
Üçüncü kabımız var; 3 litre alıyor, içi boştur.
Dördüncü kabımız var; 1 litre alıyor, içi boştur.
Şimdi dolu kaptaki 10 litre sütü, boş kaplardan faydalanarak 5'er litre, eşit olarak ikiye böleceksiniz. Aldatma, yanıltma, hile yok. Hadi kolay gelsin.
Tebrikler bu soruyu çözdünüz, diğerlerinden ses yok.

EĞER KİŞİ

Eğer kişi;
Akıllı ve çalışkan ise taktir et;
Akıllı değil de çalışkan ise dikkat et;
Akıllı olup tembel ise ikaz et;
Hem tembel, hem akılsız ise islah et.

Diyor ATALARIMIZ

TEMEL!'İN BABASI

Dursun Temel'e çarşıda rastlar, hoşbeşten sonra Dursun sorar:
-E..uşağum Temel seni cördüğüm çok eyi oldi.Temel de:
-He Tursun emica bende seni özlemiştum da on beş senedur görüşmeyiduk. Dursun ise ;
-Ola he onbeş senedur babanıda görmedum. Ne yapayır;Bir işle uğraşıyormu? diye sorar.
Temel de;
-Yok Tursun emica babam hiçbir iş yapmayı. O anam nee derse oni yapayı. der.

11 Ekim 2011 Salı

TEMEL'İN ANASI

Temel'in babası ölünce, anasını hep sırtında taşır yere hiç bastırmazmış. Bir gün yine annesi arkasında Temel köyün içinde giderken cami imamı rastlamış ve Temel'e sormuş:
-Habu arkandaçi kadun çimdur? Temel de;
-İmam emica, bu benum anamdur,babam eldi da, ben oni çok seveyirum onun içun sırtumda taşıyırum. Hiç yere basturmayırum. der. İmamda;
-Ola sırtundan endurda ona eyi bir koca bul da. der. Fakat Temel bu lafı kabullenmez, imamla tartışmaya başlar. Anası Temel'in sırtından lafa karışır;
-E..akılsuz uşağum boşuna tartışma, sen sanki imamdan iyimi biliyisun. der.

10 Ekim 2011 Pazartesi

EVRAK AĞIRDIR

Eski dönemlerde davalara kadılar bakıp ta "Evrak ağırdır idamına; evrak hafiftir beraatına" dedikleri zamanlarda, kadılar sadece davalara bakmaz bazı konularda vatandaşa fetva ve akıl da verirlermiş.
Onun için müphem olan konular kadılara sorulur ona göre hareket edilirmiş. Kadı bir gün bütün hazırlıkları yaptırmış, sabah ezani sularında dar ağacını kurdurmuş ve tam bir adamı asacağı sırada, başka bir adam "Çok acele, çok acele, beni bırakın, Kadı hazretleri ile görüşmem lazım." diye bağırarak askerlerden yardım istediğini görmüş.
Askerlerde bu adamı Kadı'nın yanına bırakmıyorlarmış. 'Belki şahitlik eder de bu asılacak olan adamı kurtarır veya bir faydası olur' düşüncesiyle Kadı bulunduğu yerden askerlere seslenmiş. "Bırakın gelsin"
Adam koşa koşa yanına gelmiş ve "Kadı hazretleri babam öldü, analığımı alabilir miyim?" demiş.
Haydaa, Kadı hazretleri donup kalmış. Sehpada ip boynunda bekleyen gözleri bağlı adamda yukarıdan "Aah Kadı hazretleri, ben işte hep böyle adamları öldürüyordum" diye kendi lisani ile söylemiş.

SAĞDAN GİT

Yıl 1970 Yer Fındıklı Ihlamurlu Köyü. İlk Okul da öğretmenim. Diğer üç öğretmen arkadaşlarım ve öğrenciler evlerine gittikten sonra be oralı olduğum için evime gitmiyorum ve köy hocası, muhtar ve bazı yakın çevreler den bazı kişiler okulda toplanır sosyal faaliyetler de bulunulur veya bazı konuları tartışırdık.

Bir akşam yine gece geç saatlere kadar komşumuz Yusuf Amca, Terzi Haydar, Mutinoğlu Mehmet gibi sevdiğim arkadaşlarla gece geç saatlere kadar oturup eğlendik okulda. Bayağı geç kalmışız gece yarısı olmuş, saatler 12 yi geçiyordu.

Bizim köyde Laz Hemşinli ayırımı hiç olmaz. Lazların yerleştikleri yerler köyün başına doğru yukarı taraflarda, Hemşinliler ise Köy Camisinden aşağı da, bazı yerlerde de karışık birlikte otururlar. Okulda kalabalık dağılmak için dışarı çıktık. Topluluk birbirimize iyi geceler diyerek ayrılıyorduk. Biz bir kaç Hemşinli aşağı, bir kaç Hemşinli ve Laz yukarı gideceklerdi. Kendisini çok sevdiğim Şükru'nun Mehmet'e toka yaptım ve 'yarın yine tam tekmil hepiniz gelin. Bekliyorum.' diye tembihlerken, aramızda bulunan Cami Hocası Mahmut Bey, kendisine 'DUTĞELİ' diye takılırdım ve çok severdim. O da bana "Kur'an da var, Cehennemun kapılarını ilk hocalar açacak, fakat size de hoca diyorlar ya biz cami hocaları değil de galiba siz okul hocaları açacaksınız." derdi. O genç yaşta yanı 20-22 yaşlarında olmasına rağmen kendini çok iyi yetiştirmiş, kültürlü ve çok sevecan birisiydi. Sonraları hocalıktan istifa etmiş, İstanbul da serbest iş adamı olarak çalıştığını duydum.

Mahmut Hoca Mutinoğlu ların kapılarını geçtikten sonra 10-15 dakika kadar daha yürüyüp kirada kalmakta olduğu Abdoğluların kapılarına, Laz lıktan yukarı epey yolu yalnız gitmesi gerekiyordu. Bir de yolunun üzerinde çok mezarlıklar vardı. Yanı köyün mezarlıkları o civarda idi. Birden geri döndü ve "Arkadaşlar, ben mezarlıklardan çok korkarım. Beni şu mezarlıkları geçene kadar biriniz götürün. Yoksa ben oraları yalnız geçemem ve bir daha da bu tür toplantılarınıza katılamam. Beni mezarlıkları geçirin siz geri dönersiniz, ben de yoluma devam ederim." dedi. Ve caminin civarında ki bu mezarlıkları gösterdi.

Hazır cevaplı olarak tanınan ve bizimle aşağı tarafa gelecek olan Rahmetli Yusuf Amca kendisi Hemşinli olduğu için Hoca'ya döndü ve; "Sol taraf Laz, sağ taraf Hemşinli mezarluğıdur. Sen sağdan git Hemşinliler eyidur, sana bir şey etmezler, korkma. Sol taraf Laz mezarluğidur, sakın yanaşmayasen." dedi. Bu öneri Laz olan Rahmetli Mehmet Özmetin'in çok hoşuna gitmiş orada dakikalarca gülmüş ayrıca da her yerde bu olayı anlatırdı.

9 Ekim 2011 Pazar

şiir OLDUĞUMU

Belki de yaşarım, ömrümden  fazla,
Çok sevinirim, deseler sen geldiğini,
Unutma çok çektirdin, ettiğin nazla,
Anlatırsan, gönlümün içini bildiğini.

Ayrılık uzun sürmez, meramın olsa,
Bir kere arasan beni, bir haber gelse,
Eğer bu dünya, sadece ikimize kalsa,
Bilirim, demezsin, sen beni sevdiğini.

Sen anlamak istersen, açta bak içime,
Ben istemem düşüp, yanasın ateşime,
Bilirde söylemezsen, o gider gücüme,
Sensiz ben bir sıfır, bir hiç olduğumu.
                                Recep Ali Öztürk

7 Ekim 2011 Cuma

AVANTA VERDİK

Yıl 1988 yer Ankara Hırsızlık Bürosunda ekip amiriyim. Bir gün saat 13.00 sıralarında Haber Merkezinden bir anons geldi. Küçük Esat semtinde bir adres bildirilerek, halk bir hırsız yakaladığını ve linç etmek üzere olduklarını, ekiplerin acele intikal etmelerini bildirdi.

Kuğulu park civarından suratlı bir şekilde hareket ederek gittik ve bu yeri bulduk. Büyük bir kalabalık toplanmışlardı. Hırsızın girdiği evin kapısı açıktı. Apartman çıkışında da bir adet mont vardı. Evin içine girdiğimiz zaman anladık. Ev sahibi vurulmuş ağır yaralı salonda yerde yatıyor ve hiç konuşamıyordu. Ev sahibesi yanı yaralı adamın eşi de yaralı ve perişan bir vaziyette yattığı yerde bize anlattı. Biz hemen delilleri ve şahitleri toparlarken bir taraftan da ambülans çağırdık ve yaralı karı kocayı ve bir de komşularını hastaneye gönderdik.

Olay nasıl olmuştu? Şahıs evi yokladıktan sonra boş olduğunu anlayınca yanında taşıdığı levye ile kapıyı zorlayarak açıp hırsızlık yapmak için eve giriyor. Mücevherleri aldıktan sonra tam dışarı çıkacakken evin hanımı pazardan geliyor ve kapıda karşılaşıyorlar. Hırsız kaçmıyor, hanımı ağzını kapatıp içeri çekiyor ve tecavüz ediyor. Daha evi terk etmeden tam o sırada ev sahibi yanı kadının kocası üstlerine geliyor. Biraz boğuştuktan sonra hırsız iki el ateş edip adamı ağır yaralıyor ve salonda yere düşürüp kapıya çıktığı sırada apartman sakinleri o anda orada olanlar ve aşağıda ki çiçekçiler filan silah seslerini duyunca yukarı çıkıyorlar. Bu adama saldırıp odunla kafasına vuruyorlar. Adam onlara da ateş edip birini yaraladıktan sonra oradan kaçıyor fakat adamın montu apartman sakinlerinin elinde kalıyor. Evden çalınan çok sayıda altın mücevheratı gören yok.

Hırsızın montunun cebinde 10 tl para bir de kimlik vardı. Kayıtlarımıza baktık çok eskiden hırsızlık sabıkası var. Ancak 15-20 seneden beri hiç yakalanmamış. Hemen bir ekip çıkardık, o ekip Çorum da ki nüfusa kayıtlı adresine gitti. Çorum Nüfus Müdürlüğünden Ankara ya göçtüklerini, nüfuslarını da Ankara'ya taşıdıklarını öğrendik. Fakat koca Ankara da adamı nerede bulacağız? Soyadı hem enteresan hem de hiç duyulmamış öyle yaygın olmayan bir soyad idi. Çorumluların bulunduğu mahalle ilk ve orta dereceli okullarda o soyad da olan çocukları memur göndererek tespite çalıştık. Ulubey Mahallesinde aynı soyad da sekiz yaşlarında bir kız çocuğu bulduk. Üstelik bu çocuğun kimlik kayıtlarına göre hırsız babası Yusuf tu. Okul idaresinden adresini çıkarttık ve o gece sabaha karşı ekibimle evine baskın yaptık. Aradığımız hırsız Yusuf olay günü kafası kırılmış ağır hasta, evinde yatıyordu. Evde arama yaptık. Bir adet 9 lu Belçika tabancası ve çaldığı mücevherlerin bir kısmı ile birlikte adamı yakaladık. Adamın kafasında ve kolunda kırıklar vardı. Önce doktora getirerek tedavi ettirdik. Evden çalınan mücevherlerin geri kalanını çıkarttıramadık. Hırsızlık konusu ile ilgili hiç bir olumlu cevap alamadık. Sonra da günü doldu evraklarını tekamül ettirip adliyeye gönderdik. Şahıs tevkif oldu

İki ay kadar sonra şahıs Kısım Amiri Başkomiser Avni Turgut (Kolombo Avni) ben ve ekibimi ceza evinden şikayet etti. Bir de nezarette bulunup kendisi ile başka bir olaydan cezaevine giren sabıkalı Burhan isminde başka bir hırsız arkadaşını da şahit gösterdi. Bize de "Sizleri ulu manyato korusun" başlığı ile cezaevinden bir tehdit mektubu yolladı.

Defalarca mahkemeye gittik geldik. Dava uzadıkça uzadı. Bir avukattan takip etmesini istedik. Avukat acı haberi verdi. En az altı ay hapislik ve meslekten men olmak üzere hepimiz ceza alacağız. Kurtulmak için hırsız davasından vaz geçmesi lazımmış.

Bu arada hırsız Ankara Cezaevinden Çankırı Cezaevine nakledilmişti, giderek hırsızı bulduk. Bizden 1000 tl avanta para istedi. Pazarlık ettik ve bu parayı 600 tl ye düşürttük. Paramız yoktu. Bir parti başkanı Mehmet Beye giderek durumu anlattık. Bu şahıs bizimle birlikte tekrar Çankırı Cezaevine gelerek, bizim yerimize 600 tl parayı hırsıza avanta olarak verdi. Bu ağır ceza da yargılanan hırsız, tecavüzcü ve katil adam davasından vaz geçti ve böylece biz de ceza almaktan kurtulduk. Ne dersiniz ADALET yerine geldi mi? 

Sizler de şimdi 'işkence etmişsinizdir, inkar ediyorsun' diye düşünürsünüz. Şahıs sağlam olsa belki ederdik. Fakat vatandaşlar adamı döverek zaten felç etmişlerdi. Biz gitmesek belki de evinde ölecekti. Bu adamı hastaneye getirip hayatını kurtardık, tedavi ettirdik. Adam zaten komadaydı. Bunun neresini dövecektik? Bırakın dövmeği yemeğini bile küçük çocuk gibi biz yedirdik. Çenesi kırılmış yemek yiyemiyordu, memurum Cengiz süt alıp içiriyordu, hem de kendi parasıyla. Sonunda da avanta vermesek bizleri suçlu yapıp cezaevine yoyacaktı.

Daha sonrada bu tür olaylarla daha çok karşılaştık. Yine de iyinin de kötünün de hayatlarını kurtardık. Onlar da çok ceza almamak için "Polis dövdü, öyle ifade yazdı" dediler fakat aslında biz öyle yapmadık. Yanı dövmedik. Olayı sağlam delillere dayandırınca ceza almaktan da kurtulamadılar. En azından suç işleyenin yanında kar kalmadı. İşte bu şekilde ve bu şartlarda adaleti sağlamağa çalıştık.

6 Ekim 2011 Perşembe

şiir MANİ

Başımda kara duman,
Özlerim zaman zaman,
Gel bana sevinelim,
Kara toprak olmadan.

Yetim çocuklar gibi,
Beklerim yollarını,
Bari bir haber yolla,
Saymadım yıllarını.

Bakarsın serin serin,
Kötü geçer günlerim,
İstersen kavuşuruz,
Senden haber beklerim.
        Recep Ali Öztürk

5 Ekim 2011 Çarşamba

NEREYE PİSLEDİN

Ahmet ile Cengiz ilk okula başlarlar ve kısa süre sonra tanışarak birbirini çok sever arkadaş olurlar. Hiç ayrılmadan okul hayatları birlikte geçer ve ikisi de arkadaş olarak aynı Üniversiteyi birlikte bitirirler.
Üniversite bittikten sonra başka şehirlerde iş bulup ayrılırlar ve uzun süre birbirlerinden haber alamazlar. Bir kaç yıl sonra bir gün Ahmet işi icabı İstanbul’a gelir. Beyoğlu nda gezerken o eski ve çok sevdiği arkadaşı Cengiz ile tesadüfen karşılaşır. Ayak üstü biraz sohbetten sonra, Cengiz akşama buluşup bu arkadaşını ille evine götürmek ister.

Ahmet düşünür; kendi bekar arkadaşı yeni evli, rahatsız etmek, yanı evlerine misafir olmak istemez. Cengiz ille diretir ve birlikte Üsküdar da ki Cengiz’in evine gelirler. Gece geç saatlere kadar eskilerden yad edip yerler içerler ve evde eğlenirler. Geç saatler de Ahmet’e Cengiz ve hanımı yatacağı odayı gösterirler ve yatarlar.
Yalnız  ev sahibi Cengiz, misafiri Ahmet’e tuvaleti göstermeği unutur, Ahmet’te Cengiz’in hanımından utanır ve soramaz.

Ahmet yatağa girer fakat çok sıkıştığı için bir türlü uykuya geçemez. Kalkar, saray gibi büyük evde  biraz tuvaleti aramak ister fakat gece karanlıkta yeni evli arkadaşının evinde dolaşmak ta pek işine gelmez. Döner odasına tekrar y atağa girer fakat bir türlü uykuya geçemez.

Tam problemine çözüm ararken birden odasında köşede duran kauçuk saksıyı görür ve aklına bir fikir gelir. Saksıden kauçuğu çıkardıktan sonra saksının içine işini görür ve rahatlar. Kauçuk fidanını da toprağı ile birlikte yaptığı pisliğin üzerine koyar. Etrafı temizledikten sonra güzel bir uyku çeker. Ertesi sabah arkadaşı Ahmet’i kaldırır. Kahvaltılarını ederler. O zamanlar cep telefonları yoktu. Birbirlerine iş veya ev telefon numaralarını verdikten sonra vedalaşırlar ve Ahmet geri geldiği yer Adana’ya döner. 
Bu buluşmadan 3 ay filan sonra Ahmet’in telefonu çalar. Ahmet Ahizeyi kaldırır ve bakar ki İstanbul da ki üç ay önce evine misafir olduğu o eski  arkadaşı Cengiz; “Oooo Cengiz arkadaşım, nasılsın, iyi misin?” diye sorarken Cengiz telefonun öbür ucundan top sesiyle bağırır;
“Yaw, bırak onu bunu da, bana bir onu söyle ki; sen nereye pisledin? Üç ayda 5 ev değiştirdim hala pisliğinin kokusu çıkmadı.” der.

4 Ekim 2011 Salı

KİM AKSIRDI

Çok gaddar bir diktatör varmış, askeri birliklerini teftiş ederken aralardan bir yerden bir aksırık sesi gelmiş. Diktatör hemen sormuş "Kim aksırdı?" Korkudan kimsede ses yok. Hemen emir vermiş:
-Birinci sıra beş adım ileri marş. Hepsi ileri tabi.
-İkinci sıra birinci sırayı nişan al. Ateş. Birinci sıranın hepsi yerde. Diktatör tekrar sorar "Kim aksırdı?" yine kimsede ses yok. Yine emir verir:
-İkinci sıra beş adım ileri marş. Hepsi ileri.
-Üçüncü sıra ikinci sırayı nişan al. Ateş. İkinci sırada yerde. Tekrar sorar "Kim aksırdı?"
Orta sıralardan benzi beti soluk bir asker "Ben aksırabildim Kralım" der ve titreyerek ileri çıkar. Diktatör o askere;
-Çok yaşa evladım, çok yaşa, der ve teftişine devam eder.

NAÇİZANE

Ne iyi-ne kötü? Kim iyi kim kötü? Bilen var mı? Misal bir topluma girersin orada on kişi vardır. Sende katılırsın aralarına. İçlerinde iki tane hırsız varsa, hırsızlık konusu konuşulur.
Onlar konuyu ele alırlar, birisi çalmağı met eder, diğeri de onu destekler. Dürüst olanlar da ses çıkarmazlar kabullenmiş olurlar.
Veya polissin bir hırsızı yakalarsın, her şeyi ile ispatlı adam hırsızdır. Sonra seni mahkemeye verir, ceza alırsın veya posteki sayarsın.
Mesela fuhuş yapan bir kadına 'genel kadın dersen' suç işlersin. Şikayetçi olursa ceza alırsın. Kadını fuhuşa zorlayan veya yaptıranlara 'pezevenk' dersen suç, ceza alırsın.
Toplumda konuşurlarken bu şahısların hepsi 'namustan, şereften' bahsederler, çok iyi insan olduklarını söylerler. Kendinden şüphe edersin, ikimizden birimiz kötü, fakat ben mi o mu dersin? Peki bunları toplumda nasıl çağıracağız? İyi hangisi-kötü hangisi? Nasıl anlayacağız? Anlayan varsa anlatsın bizde anlayalım. Hiç başınıza böyle şeyler gelmedi mi yoksa? Nasıl bir adam olalım şimdi?

NAL

Eskiden bizim oralarda araba yolu yokken çarşıya pazara yaya gidilir gelinir ve buda yaklaşık olarak iki saatten fazla zaman alırmış.
Atı veya katırı olan biraz zenginler at ile patika yolda kolaydan gider gelirlermiş.
Köylünün biri bir sabah pazara giderken yolda bir at nalı bulmuş. Yaya gidip gelmekten o kadar bıkmış usanmış ki hemen bu at nalını alıp cebine koymuş ve akşam eve gelirken onu da beraberinde evine getirip hanımına vermiş ve;
"Bak hanım, yolda bir at nalı buldum. Al bu nalı sakla. Üç tane daha nal bulup bir de at alacağım. Sabahları binip çarşıya gideceğim. Akşamları da binip çarşıdan eve geleceğim." demiş.
Hanımı da:
"He herif, sen ki eve gelirsin, bende biner babamın evine giderim." demiş. Fakaaat vay anasını "Yorgun ata binilir mi? Sen atı mı çatlatacaksın. Be hanım?" der ve hanımına bir araba sopa atar.

2 Ekim 2011 Pazar

BELGESEL

Sizler belgesel sever misiniz bilmem fakat ben çok severim ve hemen hemen her gün seyrederim. Vahşi doğada hayvanların birbirlerini parçalamalarını değil, onların yaptıklarından ve yaşadıklarından ders çıkarılmasını severim. Ve seyrederim. Birde 'o hayvanlara bu bildiklerini kim öğretir' çok merak ederim. Bazı konularda insanlardan çok akıllı oldukları kesin, fakat insana hayvan diyen hakaret suçu işlemiş olur. Suçtur. Zaten onlar tabiatın mühendisleridir. Bu hayvanlar olmasa biz insanlar iki milyon yıl öncesini yaşıyor olurduk. Düşünün evlerimizin yapısından uçaklara varana kadar her şeyi, ya onlardan, ya da onların yapılarını inceleyerek öğreniyoruz. Ve insanlığa, yaşantımıza uyguluyoruz.

Biz Türkler den ziyade yabancı insanlar vahşi yaşamı daha çok inceliyorlar. Çünkü insanların övündüğü her şeyi vahşi yaşamdan öğreniyorlar. Yeni duydum mesela örümceğin ipliğinden elbise yapmışlar ve bu elbise insanı göstermiyormuş. Biz Türkler 'ALLAH YARATMIŞ, GEÇMİŞ' deyip bizler de geçip gidiyoruz. İnceleme veya merak konusu yok. Sonra gavur dediğimiz adamlar inceleyip te enteresan şey ler bulup anlattıkları zaman da 'VAY ANASSINI, OLUR MU BEH' diyoruz. Hay Allah bu yazıyı kısa kesecektim yine esas konuya geçmeden uzattım.

Asıl anlatmak istediğim VAHŞİ YAŞAM dır. Ne oluyor? Mesela bir çita veya kaplan bir geyik yakalıyor. Akbabadan tutunda sırtlan, panter, çakal ne kadar varsa hepsi başına toplanıyorlar. Elinden alıyorlar. İnsanların da yaşam biçimi aynıdır. Fakat insanlar medeni olduklarından kendilerine yırtıcı, zorba dedirtmemek için; bu zorla alma işlerini kitabına uydurarak, bazen de güç kullanarak yapıyorlar. Biz çocuklarımıza "Herkese iyilik yapın, herkesi sevin." dedik. Ve vahşi doğaya teslim ettik. Tanrım kendilerini şanslı etsin ve korusun. Yoksa bir düzen kurup yaşamak çok zor. Bu durum devletler arasın da da aynıdır. Bir yerde petrol çıksa, doğalgaz çıksa bütün devletler akbaba gibi koşup hemen oraya çöreklenmezler mi? Enerji kaynakları; ya başkalarını kandırıp sahiplenecekler, yada zorla mutlaka ellerine geçirecekler. İnsan hayatından orda ki zenginlik kaynağı daha değerli olmaz mı? İcabında savaş açıp binlerce insan bu zenginliği ele geçirmek için öldürülmezler mi? Sonra da karşımıza geçip; "Vay sudaki hasta yunus balığını ben kurtardım. Çatıdaki kanadı kırık leyleği de ben baytar yollayıp tedavi ettirdim." demezler mi? Vay senin o dilini yesinler ne kadar da iyi imişsin. Hani leyleği kurtardın da elindekini almak için o adamları çoluk çocuk demeden niçin öldürdün? Yanı anlatmak istediğim vahşi yaşam içimizdedir. Her an aslan, kaplan, sırtlan, tilki, çakal, yaban köpekleri, vesaire gibi yırtıcılarla karşılaşabiliriz. Bunlar gerçekleri gibi insandan korkup kaçmazlar da. Velhasıl hayat; bize öğretildiği gibi veya biz çocuklarımıza öğrettiğimiz gibi hep iyiliklerle ve iyilerle dolu değildir.

Dünya da yaşamak aynen o seyrettiğimiz belgesellerde ki "VAHŞİ DOĞA" gibidir. Hatta bizim yaşadığımız hayat vahşi doğadan biraz daha kötüdür. Neden? Çünkü vahşi doğada ki ekseri yırtıcılar karnı doydu mu artanı bırakıp gidiyorlar. Bizimkiler yanı insanlar maazallah hiç doymak bilmezler. Kafa formatlarında "Ben doydum, artanı bırakayım, biraz da başkaları yesinler." gibi bir şey yoktur, silinmiş. Elinden de zaten alamazsın, sen edebilirsen kendi elindekini korumağa çalışacaksın, varsa tabi. Aman dikkat.

NAÇİZANE

Hiçbir zaman ön yargılı olmayın.
Çok iyi bildiğiniz şeyleri bile bir daha düşünün.
Dünya yanılgılarla, hem de tahmin edemeyeceğiniz kadar çok fazla yanılgı ve oyun ile doludur.
Bu yanılgılar ve oyunlar hayatınızı etkilerler. Telafisi mümkün olmayan veya çok büyük pişmanlıklara yol açacak sonuçlar doğurabilirler.
Onun için bir işi yapmadan önce beş defa düşünün.
Gözlerinizle gördüklerinizin yüzde ELLİ sine; başkalarından duyduklarınızın yüzde İKİ sine inanınız. Yalan eğer büyük bir kötülüğü önleyecekse söyleyiniz.
Bu sözler ben söylediğim için değerli olmayabilir. Fakat siz gene de ben söylediklerimi bir düşünün.

1 Ekim 2011 Cumartesi

SÜNNET OLMAMIŞ


Yıl 1974 Türk ordusu Kıbrıs a barış için çıkartma yapmış. Rumlarla savaş tüm şiddeti ile sürmektedir.

Hemşinli dostlarımızın evinde öyle kalabalık birkaç aile oturmuş sohbet ederken rahmetli Nazım amca sohbetin üstüne geldi. Biraz heyecanlı olduğu belli oluyordu halinden.

Böyle hallerde ne diyeceği hiç belli olmaz, insanların kalbini bile kırabilirdi. Onun için ben durumuna göre, böyle kritik hallerde hiç takılmazdım. Elinde ki dolu poşeti mutfağa bıraktı ve hemen kendini koltuğa atar atmaz söylemeğe başladı:

-Eeee uşaklar savaş başladı heh şimdi ne olacak? diye sordu. Nazim Amca 75-76 yaşlarında görmüş geçirmiş, Doğu Karadeniz de doğmuş fakat hayatını hep gurbetlerde geçirmişti.

O sırada çorap ören Hasibe Hala başını kaldırdı ve hemen söze karıştı.

-Amaaan Çe Nazım sen yetmiş yaşını geçmişsen, daha seni askere almazlar, sen ne içün korkayısen da, öyle konuşiisen. dedi.

Nazim amca da Hasibe Halaya baktı baktı ve:

-Eeeey gidi Hasibe Ğanum. Sen hiç sünnet olmamışsen ki acısını bilesin dedi. Önce tabi sus

kunluk, sonra peşinden büyük bir nağara geldi.

BİLMECE


Üç arkadaş ortak; her biri 10.00tl verip 30.00tl ye bir şapka alırlar. Satıcı daha sonra "Şapka 25.00tl dir" der ve 5.00tl lerini geri iade eder. 5.00tl nin 3.00tlsini her biri 1.00tl olmak üzere geri alırlar. Kalan 2.00tl yı da orda ki işçiye verirler.

Şimdi hesap bilenler geçsin karşıma ve bana anlatsınlar;
Üç arkadaş on'ar lira vermişti. Birer lira geri aldı. Dokuz'er lira vermiş oldular mı? Üç kişi idiler 9 kere 3 eşittir 27.00tl eder. 2.00tl yi de işçiye vermişlerdi. Eder 29.00tl. Paranın 1.00tl si nereye gitti?

Siz düşünün ben kahvemi içeyim. Bunu da büyük oğlumdan öğrenmiştim. Küçükken beni satrançta mat eder. Benim haberim olmaz. Çıkış yolu düşünürken, o annesinin yanına gider ve "Baba sen düşün  ben bir kahve içeyim" derdi. Kolay gelsin.

BİLMECE

Kral kızını evlendirecek fakat çok talibi var .Elemeler neticesinde damat adayları on kişiye düşer ve son bir yarışma daha tertip ederler. Bu yarışa göre her aday bir at getirir ve birden on'a kadar numaralanırlar. Her aday kendi atına biner. Beş yüz metre ilerde prenses bekler. Yanına en son giden atın sahibi prensesle evlenecektir. En son gitmek için kimse atını sürmez ve yarış bir türlü başlamaz. Ta ki ihtiyarın biri yanlarına gelip onlara bir tavsiyede bulunana kadar. Bu ihtiyardan sonra adaylar arasında bir karışıklık olur ve herkes atını son sürat koşturarak kıran kırana bir yarış başlar.
Şimdi; ihtiyar adaylara ne tavsiye etti? Adaylar ne yaptılar ki yarışma şiddetli bir şekilde başladı? Kolay gelsin.