SAYFALAR

25 Aralık 2011 Pazar

BİLİYOR MUSUNUZ

1-İngiltere de insanları tembel alıştırdığı için on beş yaşına kadar bilgisayar kullanmak yasak mış. Kullanan çocuk ve veliler ciddi bir şekilde cezalandırılırmış.
2-Böbreklerimiz günde on damacana (200litre) kan süzermiş ve bir buçuk litre zararlı atığı sidik olarak ayırırmış.
3-Yaban keçileri sürüsü yaz başında dişisi bir, erkeği bir ayrılırlar ve güz gelince tekrar birbirlerine karışırlarmış.
4-Yeryüzündeki sırların sadece %4'ü çözülebilmiş, %96 sı hala araştırılıyormuş. Bu çözülenlerde tamamen tesadüflerle mümkün olmuş.
5-Yeryüzündeki icatların hepsi hayvanlar alemi ve hayvanların yapıları incelenerek tesbit edilmiş.
6-Ses ceyrana çevrilip havaya gönderiliyor ve antenle yakalanarak tekrar sese çevriliyor. (modülasyon, demodülasyon) Resim ve görüntü de tabi.

ŞEHZADE ÖĞRETMENİ

Fatih Sultan Mehmet Han altı yaşına geldiği zaman babası 2. Murad, Şehzade nin eğitilmesi için çok sayıda öğretmene görev verir. Küçük Şehzade hepsine teneke çalar. Hiç biri bu çocukla baş edemez, şehzadeyi eğitemezler. Molla Gürani Hazretleri öğretmen olarak görevlendirilir. Şehzade Mehmed (Fatih) buna da teneke çalar. Fakat yediği iki tokatla gözlerinde şimşekler çakar. Ağlayarak doğruca babası 2. Murad'a koşar şikayet eder. 2. Murad oğlu Şehzade Mehmed'in elinden tutarak doğruca öğretmeni Molla Gürani Hazretlerinin odasına giderler. Padişah Öğretmene; "Benim çocuğumu nasıl döversin bre mel'un"diye çıkışır. Molla Gürani Hazretleri Şehzade oğlunun yanında padişah 2. Murad'a da bir tokat vurur ve odasından kovar. Padişah 2. Murad döner altı yaşında ki, sonra yirmi yaşında İstanbul'u fet edecek olan Şehzade Mehmed'e "Oğlum bu öğretmen. Bak karşı çıkarsam beni de dövüyor. O nun öğrettiklerini öğreneceksin ki, dövmesin." Der ve çocuğunu bu öğretmene teslim eder. Kaç yaşında İstanbul'u fet etti? Hepsine Rahmet diliyorum.

23 Aralık 2011 Cuma

SARHOŞU VURAMADINIZ

1980 de askeriyenin yönetime el koymasından sonra yurt dışı görevimden yeni dönmüş Adana da Cinayet Masasında aslı görevime devam ediyordum. Bir gece saat 01.00 sıralarında İnönü caddesi üzerinde çatışma olduğu anonsu geçti. On beş dakikada olay yerine intikal ettik. Tüm asker ve polis çoktan gelmişlerdi. Herkes parkın yanında ki bir apartmana doğru ateş ediyorlardı. Bizim ekip hiç ateş etmedik. Çünkü görünen kimse yoktu. Arada bir ses kesilince yanı güvenlik güçleri ateşi kesince bu apartman girişinden bir el silah sesi geliyor, ateşi de görünüyordu. O taraftan ses kesiliyor, bu taraftan şuursuzca yaylım ateşleri tekrar başlıyor ve arada da teslim ol çağrıları yapılıyordu. Tekrar sukut olunca, tekrar o taraftan bir el ateş ediliyordu. Karşımızdakinin çok ilginç bir terörist olduğu belli oluyordu. Kimse onu vuramıyor, oda kimseyi vurmuyordu.

Karşılıklı müsademe üç saat kadar sürdü. Yine silah sesleri kesildi, apartman merdiven boşluğundan bir adam elindeki tabancayı yere atarak meydana çıktı. Askerler bağırıyordu. "Olduğun yerde kal." Celal isminde herkesin tanıdığı polis arkadaşımızdı. Giresunlu olan bu arkadaşımız biraz deli olarak bilinirdi. İki sivil arkadaşı ile meyhaneden çıkmışlar, İnönü Caddesinde yürürken aşka gelmiş dört el ateş etmiş. Yakın ekiplerde terörist bilip ateş etmiş merkeze bildirmişler. Sivil arkadaşları yanından kaçmışlar. Kendisi apartman boşluğuna sığınmış ve ateş etmeğe başlayınca bu olay olmuş.

Mesleğe tekrar döndü fakat öyle bir yemin etmişti ki rakı olduğu yerden geçmezdi. Ve yeri geldiği zaman da kendini met edenler oldu mu
"Sizden polis olmaz bir sarhoşu öldüremediniz" derdi.

22 Aralık 2011 Perşembe

MERHAMET YOK


Bizim Okura da bir yerimiz var, merze deriz. Araba yolu yeni yapıldı. Köyden araba ile 20 dakika, yaya bir saate filan gidilir. Eskiden İlk Bahar aylarında göçümüz oraya gider, sıcaklar basınca da yaz aylarında oradan yaylalara çıkarlardı. Şimdi de çoğu zamanlar İrfan ağabeyim devamlı orada kalır. Öyle köyler gibi sıkıcı değil geniş arazilerde çalışırken zaman da çok çabuk geçer. Çok aksi her zaman bağlı olarak taşıdığı insanlara saldıran bir de köpeği var. Ayrıca ormanlardan faydalanmak ve ağır yükleri taşımak için her tarafa teleferikler kurmuş. Bu teleferikler sayesinde çok uzaklarda ki yüklerini bile taşıyordu ve bu teleferikler hala daha aynı şekilde hem kendisi hem de komşular tarafından kullanılmaktadırlar.

Burhanettin ağabeyim Okura ları pek sevmez orada evi bile yok. Hiç kalmaz fakat araziler çok geniş olduğundan çay yeri yaptırmak için bu yere Doğulu Rıza isminde bir işçi getirmiş. Rıza kendisine gösterilen yerde çapa ve küreği ile toprağı kazarak gündüz çaylık yapacak, ev olmadığı için gece de ormana yakın, patika yolun üst tarafında ki sehender veya nayla dediğimiz yüksek yerde serilmiş olan yatakta yatarak kalacak, her günde yemeği Ağabeyimin çocukları tarafından bu yere getirilerek beslenmesi sağlanacakmış.

Karışanı yok. Tek başına istediği gibi rahat hareket edebilecek. Ancak gece yattığı yerden pek aşağı inmeyecek. Çünkü yakınında ki diğer ağabeyim İrfan’ın köpeği gece bağdan bozuk oluyor ve oralarda kuş uçurtmuyor. Herkese saldırıyor. Köpeğe dikkat ettikten sonra başka bir sıkıntı yok, kendi başına her şey gönlüne göre, Rıza'nın ilk beş günü çok rahat geçer. Keyfine de diyecek yok. Altıncı gece iş değişir. Saat 01.00 sıralarında çok fazla ve acayip bir gürültüyle uyanır. Yattığı yerin üzerinden kıyamet kopmuş ta millet cehennemden kaçıyormuş gibi çok garip gürültüler duyar. Allah Allah bu güne kadar böyle bir şey olmamıştı. Bir süre naylanın köşesine çökerek sesleri öyle nefes dahi almadan dinler. Ne olduğunu anlayamaz. Zaten kaldığı yer hem tenha, hem dağların eteği, hem de ormanlık ve elektrik ışığı filan olmayan bir yer olduğu için geceleri biraz ürkütücü olur. Acaba rüya mı görüyorum diye düşünür. Ellerini ısırır fakat hayır rüya değil, gerçekten bir şeyler oluyor.

Rıza müthiş korkar ve kapıyı usulca açıp zifiri karanlık ta gürültü gelen tarafa, kaldığı yerin üstüne gökyüzüne doğru bakar. Gözlerine inanamaz. Keşke bakmaz olsaydı. Tam yattığı yerin üzerinde her taraf aydınlanmış bir ara yerde gök yüzü yanmaktadır. Rıza bildiği duaların hepsini okuyarak olanları hiç nefes almadan seyreder. Biraz sonra gürültü kesilir alevler söner. Rıza korktu ya uykuya geçemez, dinlenirken on beş yirmi dakika kadar sonra aynı sesler ve yangın alevleri eskisinden daha şiddetli şekilde bir uğultu ve çınlama ile yine başlar. Rıza tekrar hem seyreder hem de avazı çıktığı kadar "İmdaaat öldürüyorlar, yetişin, kurtaran yok mu?" diye bağırır. Kimse duymaz. Yakınlarında öbür Ağabeyim İrfan’ın evi var fakat gece yarısı onlar uyumuşlar. Kim duyacak ki, oralarda gündüz bile kimse bulunmaz. Arada bir yattığı yerin altında köpeğin sesini duyuyor. Rıza gece saatlerce bağırıp yardım ister. Buradan kaçıp kurtulmak için naylanın merdivenini aşağı uzatıp, bir iki basamak indiği sırada o aksi köpek birden havlayarak merdivenden yukarı sıçramağa çalışır ve saldırıya geçer. Rıza tekrar yukarı atlayarak canını zor kurtarır. Köpek yukarı sehendere çıkamaz tabi.

Hay Allah aksiliklerin hepsi bu akşam oluyor. Aşağıda köpek yukarıda ateş ve gürültü arasında Rıza sehenderin içinde beklemeğe başlar. İyi ki sehenderin içinde yanı Rıza'nın bulunduğu yerde bir aksilik yok. Bazen yukarıda ki gürültüden sehenderde titreme filan da oluyor fakat o neyise sehendere bir şey yapmıyor. Sehenderin onbeş yirmi metre yukarısında sanki kıyamet kopuyor. Gece yarılarından sonra da gök yüzünde yangın ve o acayip gürültü devam eder. O gecenin sabahı Rıza hiç uyumamış perişan halde oradan usulca yattığı yerin merdivenlerini inerek ayrılıp şuursuzca araba yolunun dışında koşarak giderken, orada evi plan İrfan ağabeyime rastlar. İrfan Ağabeyim diğer ağabeyimin işçi getirdiğinden haberi yoktur ve birbirlerini tanımıyorlar. Kuş uçmaz kervan geçmez bir yerde hiç tanımadığı yabancı adamı görünce sorar; "Kimsin? Burada ne yapıyorsun?" diye İrfan ağabeyim sorar. Rıza başına gelenleri sağa sola bakarak tek tek anlatır. Köye gitmek için yolu sorar ve İrfan ağabeyimin evini eli ile göstererek "Yahu bu evde oturan adama da Allah hiç merhamet vermemiş. O kadar bağırdım çağırdım da, beni boş ver, bu taraf hep yandı, yıkıldı, koptu gitti de, evinden çıkıp bakmadı bile. Ne oluyor demedi bile." Der ve yolu takip eder oradan ayrılır gider.

Burhanettin Ağabeyimi hiç beklemeden yaya Fındıklı ya gider. Fındıklı da Burhanettin Ağabeyim kendisini tesadüfen Otobüs yazıhanesinde görür. Memleketine gidebilmek için araba beklemektedir. Geri çevirmek için ısrar eder. Rıza olayı anlatır ve "Orayı cinler periler sarmış. Şimdiye kadar çalıştıklarımın parasını da istemiyorum. Ben buradan bir sağ salım kurtulayım da ne olursa olsun." der. Geri dönmez memleketine gider.

Olay hikaye değil gerçektir. Fakat aslı Rıza'nın anlattığı gibi cinler periler değil de şöyledir. Gündüz fabrikada çalıştığından, kestiği kış odunlarını taşımağa fırsat bulamayan İrfan ağabeyim daha önce hazırladığı ağır gürgen tomruklarını teleferik ile araba yoluna taşımağa çalışır. Zaten oralarda her tarafa teleferikler kurulmuş ve bütün ağır taşımacılıklar bu teleferiklerle yapılır. İşçinin olduğundan haberi yoktur. Teleferik ile gönderdiği ağır kütükler çelik tel üzerinde süratle giderken, vagona takılı tekerleklerin sürtünmesinden ses ve kıvılcımlar çıkarır. Gece olduğundan bu kıvılcımlar tam bir yangın ateşi gibi görünürler. Zavallı Rıza nerden bilsin bunu?

Burhanettin Ağabeyim 'tekrar gel çalış' diye ne kadar ısrar etse de "Canımın sağlığında değil Okura, Fındıklı'ya bile gelmem, buradan geçmem" der ve çekip memleketine gider. Acaba memleketinde bu olayı nasıl anlatıyor? Olayı çözebildi mi? Yoksa hala biz küçükken anlatılan cinler perilerden mi oldu biliyor? Hala merak konusu tabi.

12 Aralık 2011 Pazartesi

CORDAN ÖLDÜ

Ben 4-5 yaşlarında iken delilik yaptığım zaman Annem bana ‘CORDAN’ diye bağırırdı. "Yapma! Cordan" derdi. Hatta bu öyle bir hal aldı ki, komşularda belki hatırlar, bana Cordan demeğe başladılar ve bende yavaş yavaş bu isme sahip çıkmağa başlamıştım. Bu durum 8-10 yaşlarıma kadar sürdü. 

Bir gün yaylada keyifli olduğumuz sırada Anneme; “Bu Cordan kimdir? Anne, bana Cordan niçin diyorsun?" diye sordum. "Güldü de.. Sen bazen delilik yapıyorsun, onun için diyorum. Eskiden 'Cordan' isminde bir deli varmış." dedi ve işte bu öyküyü anlattı:

Eski zamanlarda yaşamış, bizim komşu köylerden birinde bir Ahmet varmış. Deli Ahmet derlermiş ilk zamanlarda ona. Ahmet nere kayıp oluyorsa, köyde pek görünmezmiş. Ne yer ne içer kimselerde bilmezmiş. Evlerine gidenler de Ahmet'ı hiç göremezmiş. Ahmet sadece cenazelerde millet sayım sayıp ağlarken, ortaya çıkar, o tek başına horon oynayıp türkü dediği için ona deli derlermiş. Onun öyle oynaması bazı cenaze sahiplerinin ağırına gider, hatta Ahmet'i dövmek için ararlarmış fakat bulamazlarmış. 
Cenaze kaldırıldıktan sonra tekrar kayıplara karışır, nerelere gittiğini kimseler bilmezmiş. Civar köylerde veya kendi köyünde bir ölüm olayı olduğu zaman tekrar ortaya çıkar ve yine yüksek sesle türkü söyler, horon oynamağa devam edermiş. Zamanla ona bir de isim takmışlar 'CORDAN' esas ismi unutulmuş ve o 'Cordan' diye bilinirmiş. Herkes ona deli Cordan dermiş. 

O zamanlar fotoğraf çekme olanağı olmadığı için Cordan Ahmet'in bir fotoğrafı yok. Tanıdığım bildiğim hiç bir akrabaları da yok. Nasıl biri olduğunu ben de çok merak ediyorum. Deli dediklerine göre nasıl yaşadığını değil de, izin verirseniz ben sizlere Cordan öldükten sonra cesedinin başına neler geldiğini anlatacağım. 

Cordan aslında çok şanssız birisiymiş ve şanssızlık onu ölümünde de gelmiş bulmuş. Azrail onun canını karakış ayında almış. Kışın ortasında Cordan ölmüş. Adettir, bir insan öldüğü zaman, cenazeyi evin içinde iskemlelerin üzerine koyup, başka canlılar üstüne çıkmasın diye, bir ağ örtüp, bir gece beklettikten sonra ertesi  gün defnederler. Bunu da öyle yapmışlar, bir gece evinde bekletmişler Cordan'ın cenazesini. O gece sabaha kadar hiç kesmeden devamlı kar yağmış. Ertesi sabah baktıklarında iki metre kar ile karşılaşmışlar. O gün Cordan’ın mezarını kardan sebep kazamamışlar ve Cordan'ın cesedini gömemişler. Ceset elde kalınca o gece de sabaha kadar evinde oturup beklemişler cenazeyi. Zaten öyle yaparlar, cenaze gömülmeden kimse yatmaz. Mutlaka cenazeyi bekler, meydanlarda yalnız bırakmazlar. 

Cordan'ın şansından o günde kar hiç kesmemiş, gittikçe çoğalarak yağmağa devam etmiş. Cordan'ın cenazesi de evde kaldıkça kalmış. Eski fakir zamanlar, milletin üstünde başında yamalı yırtık elbiseler var. Cordan da çok fakir, evi dört direk üzerinde zor duruyor, her tarafı açık, soğuğu kessin diye yan taraflarına birkaç bağ mısır otluğu ve çalılar koymuşlar fakat dışarıda kar ve ayaz soğuğu olduğu gibi içeri geliyor ve artık dayanılmaz bir hal alıyor. Komşuları, köy halkı ve gelen misafirler cenazenin çevresinde oturmuş, bir taraftan muhabbet edip onu bekliyorlar fakat bir taraftan da soğuktan tır tır titriyorlar.

Millet çok üşüyünce gece geç saatlerde, evin toprak bölümünde cenazenin yanında, büyük bir açık ateş yakıp, o ateşle ısınıp öyle beklemeğe başlıyorlar. Günlerce kar yağmağa devam ettiğinden Cordan'ı defnetmeğe bir türlü fırsat bulamıyorlar. Bir kaç gün sonra odunları bitiyor fakat kar hala daha bütün şiddeti ile yağmağa devam eiyor. Köylüden birer omuz odun toplayıp yakıyorlar. Onlarında daha fazla verecek odunları yok. İki gün sonra o topladıkları odunlar da bitiyor. Yine dayanılmaz bir soğukla başbaşa kalıyorlar.

Ne yapsınlar? Cenazeyi soğuktan sebep bırakıp gidemezler ya. Ortada cenaze dururken ayağa kalkmışlar, ısınmak için tepinmeğe başlamışlar. Biraz tepindikten sonra az da olsa ısındıklarını anlayınca, ellerini tutmuş birlikte tepinmeğe başlamışar. Ve işi biraz daha ilerletip horon oynamağa başlamışlar. Tulum, kemençe yok. Düğün evi değil ki, ölüm evi. Bir müddet öyle sessiz horon oynadıktan sonra bakmışlar bıraz ısınıyorlar, ama tulumsuz, kemençesiz horonda oynanmıyor. Bu sefer horonu türkü söyleyerek oynamağa başlamışlar. Epeyi bir zaman devam ettikten sonra söyleyecek türküler de bitmiş. Daha türkü yok, en son uydurup söylemeğe başlamışlar;

"Cordan eldi uy,uy. Cordani soren uy uy. Ar daha koren uy uy." diye söylenip horona devam etmişler ve biraz olsun ısınmışlar galiba.

Eğer bu olay gerçek değil de hikaye olsaydı; ‘Cordan da kalktı, tabuttan çıktı ve horona girdi. O da horon oynadı’ diye bitirirdim sonunu fakat maalesef öyle olmamış. Altı-yedi gün kadar sonra kar biraz azalınca Cordan’ın cesedini evlerinin arkasına götürüp orada kazdıkları mezarlığa defnetmişler. Şimdi mezarı da belli değil. İstedim ki o gariban da bilinsin. Onun için anlattım.

Aslında burada ders alınacak başka bir konu daha var. Hani Cordan başka zaman ortalıkta görünmeyip, ölü kişilerin taziyelerinde ortaya çıkıp türkü söyleyip horon oynuyordu ya! İşte kendi ölümünde de kaderi, onun için insanları zorla türkü söyletip, zorla horon oynatmağa mecbur etti. Öyle değil mi? İnsanlar ne yaparlarsa sonunda mutlaka aynı şey başlarına geliyor.

Not: Cordanı soren: (lazca) Cordan nerdedir? Ardaha koren: (lazca) bir daha geliyor.)




11 Aralık 2011 Pazar

HALA ANLAYAMAMIŞ

Bizim Fındıklı'nın toplanma günü, yanı haftası derler Perşembe günüdür. Her ilçenin haftada bir gün toplanma günleri vardır. Halk köylerden haftada bir gün ilçeye iner, orada toplanırlar ve buna 'ÇARŞI' derler. Pazarlar, sergiler kurulur ve ihtiyaçları olan şeyleri buradan alır, alış veriş eder ve akşamdan yine geri evlerine giderler. 

Bu çok eskilerden beri devam eden bir uygulamadır. Araba ve araba yolu yokken, atı olan at ile, bir çoğu da yaya giderdi hafta günleri çarşılara. 

1950 li yıllarda bir Perşembe yanı Fındıklı'nın hafta günü çok şiddetli yağmur yağar, dereler taşar, seller olur, köprüleri götürür millet evlerine gidemez perişan olurlar. Öyle şimdi ki gibi araba değil, köylere araba yolu bile yok. Fakir halk ellerinde şemsiyeleri bile yok. 

Bizim köyün karşısında, Zadiğa'da evi olan Osman K. da taşan dereleri geçip evine gidemez ve bizim köyde Hafızın Hasan'ın evine misafir olur. Hafız'ın Hasan'ın evi yolun hemen alt tarafında, içi toprak, açık ateş yanan, arka tarafına bir iki tahta çakılmış, her tarafı alarga, otlarla sarılmış, bir fakir evi. O zamanlar köy halkının hepsi aynı yaşam seviyesinde, çok fakir olduklarından, bütün evlerde açık ateş yanmaktadır ve zemin kısmı topraktır. 

Hasan'ın evinin çatısı bozuk, hardumalar kırık ve çürümüş olduklarından yağan yağmurları hep içeri akıtmaktadır. Ateşin üzerine damlamasın diye ağaçtan yapılmış, tekne dedikleri ağır bir leğeni, tavanda ongura denen geçme ağacın üstüne koymuşlar. İçeri akan yağmur suları bu teknenin içinde birikmekte ve aşağıda yanan ateşe yağmur düşmesini önlemektedir. Yağmur geçtikten sonra bu kabın içine biriken suyu da boşaltacaklar.

Taşan dereleri geçemeyip evine gidemeyen ve o akşam misafir olan Osman'ı da sıcak olsun, rahat uyusun diye ateşin yanına çul ve otlardan geçici yatak yaparlar ve oraya yatırırlar. Üstte yağmur suyu ile dolan bu ağaç leğen su ile tam doldukça dengesini kayıp eder ve gece altında bir şeyden habersiz yatmakta olan misafir Osman'ın üzerine elli litreye yakın su ile birlikte devrilip düşer. Uykudan uyanan ve ne olduğunu anlayamayan Osman yanında duran elbiselerini dahi alamadan don atlet ve ıp ıslak olmuş vaziyette top sesi ile bağırarak evin hayat dediğimiz aşağı bölümünden bahçeye atlar. 

Oradan öyle bir kaçış kaçar ki, orada neler olduğunu, dereleri nasıl geçtiğini, evine nasıl gittiğini bilen yok. Kendisi de bilmiyor. Çünkü evin çatısında su dolu ağaç tekne olduğundan haberi yok. Sabahtan kalkan Hasan misafir ettiği Osman'ın olmadığını ve gündüz tavana koyduğu teknenin ateşin yanında olduğunu ve ateşin de sular içinde kalıp söndüğünü görür.

Ertesi gün Osman'ı Zadiğa ya gidip evinde görmüşler. Bu olaydan sonra ne kadar yalvarmışlarsa bizim köye daha hiç gelmemiş. Ve en son ölürken bile, altı ay kadar sonra ziyaretine gidenlere 'o zaman ben yatarken ne olduğunu, üzerime ne düştüğünü biliyor musunuz?' diye soruyormuş.

UŞAKLIĞI ÖĞRETEMEDİK

Mustafa Kemal Atatürk yabancı misyonlarla sohbet halinde iken, Mehmetçiklerden biri de ikram için kahve getiriyormuş.
Tam huzurlarına girince nasıl olduysa ayağı halıya takılmış ve elinde tepsisi ile yere yıkılmış. Bütün kahve fincanları kırıldığı gibi içlerindeki kahvelerde Atatürk ve Elçilerin üstlerine saçılmış.
Herkes nefesini tutmuş Atatürk'ün bu askere vereceği cezayı beklerken, o herkesin duyabileceği bir sesle
"Beyler biz askerlerimize her türlü erkekliği, kahramanlığı öğrettik, ama görüyorsunuz işte uşaklığı bir türlü öğretemedik" demiş.

7 Aralık 2011 Çarşamba

YANLIŞ G-MAİL

Adamın biri Ankara'dan İstanbul'a iş icabı gider ve bir otele yerleşir. Eşi de yarın gelecektir. Otel odasında masa üzerinde kendisine tahsis edilmiş bir laptop bulur. Hemen eşine bir meyil atar. Yalnız bir aksilik olur meyil kocası yeni ölen başka bir kadına yanlışlıkla gider. Kadın kocasını defnettikten sonra eve gelip bilgisayarını açar. Yeni gelmiş bir kaç mesajla karşılaşır, okumağa başlar bir kaçı arkadaşlarından taziye mahiyetindedir fakat bir tanesini okurken düşer bayılır. Annesi odaya girince kızını baygın, bilgisayarda da şu mesajı bulur.

Kime: Sevgili karıma

Konu: Yerime yerleştim

Mesaj: Benden haber aldığına biliyorum çok şaşıracaksın. Yerime yerleştim. Bilgisayar var ve sevdiklerime mesaj gönderebiliyorum. Yarın herkes seni bekliyor ve geleceğini biliyorlar. Bende dört gözle bekliyorum. Umarım yolculuğunda sorun olmaz. Yarına kadar hoşça kal. Burası çok sıcak.

5 Aralık 2011 Pazartesi

CELUN HA BÖYLE DA

Karadenizli olmakla gururlandığım, her zaman anlattığım, bana da bizzat olayın kahramanı tarafından anlatılan bu olayı yazacağım:

1996 yılında arabama taktırdığım akü sekiz dokuz ay sonra çalışmaz oldu. Görev yaptığım Ankara Atış Poligonundan bir gün Malatyalı Fevzi, Konyalı Hüseyin ve Maraşlı Halil isimli üç polis arkadaşlarımla birlikte Ankara Büyük Sanayi deki Mutlu akünün ana bayiine gittik. Akünün garantisi dolmadığı halde aldıktan sonra kontrol ettirmek gerekirmiş, ben kontrol ettirmediğim için garantisi yanmış.

İnsan böyle kötü durumlarla karşılaşınca haklı olarak tepki veriyor. Orada bulunan bayi yetkilisine bağırdım çağırdım, arabayı iterek çalıştırdık ve bindik tam gidecekken, 75 yaşlarında bir şahıs arabamıza yaklaştı ve arabanın kapı kolundan tutarak açmağa çalıştı. Kapı açılmayınca pencereden nereli olduğumu sordu. Zaten konuşmamdan çoktan anlamışta yine de soruyordu. Bende adamın yüzüne baktım ihtiyar bir adam. Yarı kızgın bir vaziyette “Nereli olduğumu ne yapacaksın bey baba.” Dedim. Adam arabanın kapı kolunu bırakmadı.  "Çay içmeden ve Karadeniz anımı sana anlatmadan hiçbir yere göndermem. İstersen beni burada dövebilirsin fakat onu söyleyim ki, üç defa kalp ameliyatı olmuşum. Elinde kalır sonra düşer ölürüm vicdan azabından kurtulamazsın.” dedi ve ben gitmek istesem de arabamın kapı kolunu bırakmadı. “Bırak şu kolu da barı arabamı uygun bir yere çekeyim.” Dedim. O bırakmadı. “Sen anahtarı da üzerinde bırak. Buralar bizim. Korkma arabana bir şey olmaz. Çok sinirlenmişsin gel bir çay içelim biraz sakinleş.” Dedi.

Baktım olacak gibi değil adam arabayı bırakmıyor elinden kurtulamıyoruz, arabadan indim ve arkadaşlarımla arka tarafta ki biraz karanlık olan ofisine gittik. O arada ben de biraz sakinleşmiştim, zaten adamın o esprili ve hoş davranışı ve bir de kalp krizi geçirip hastaneye kaldırılışını anlatmasından sonra akü işini unutmuştum. Çay içerken adamla başladık tatlı muhabbete. Daha doğrusu adam başladı anlatmağa;

"Ben dedi Karadeniz'i çok görmek istiyordum. İki yıl kadar önce 22 yaşındaki torunum araba kullandı. Eşim ve kızım ile Karadeniz'i gezmeğe çıktık. Trabzon’u geçince oralar da  bir yerde durduk. Karnımız acıkmış yemek yiyecektik. Sahile yakın küçük şirin ve öyle basit bir lokantaya girdik. Sağa sola baktık boş masa yoktu, geri çıkıyorduk. Garson ‘Niçin cideyirsiz emice’  dedi. "Boş masa yok" dedim. Garson ‘Nasıl olmaz, ha bunlar hep bizum uşaklardur da.’ dedi. Geri döndü ve bir masada oturan iki üç kişiye ‘ siz ha böyle celun da, misafirlere bir masa yapalum’ dedi. Onlarda tabaklarını aldılar başka masada ki boş yerlere gitti oturdular. Boşalan masaya da biz oturduk. O lezzetli yemekleri yedikten sonra ortaya üzeri çizgili ve iri bir büyük tabak fasulye getirdiler. ‘Bu ikramumuzdur.’  dediler. Görünüşü hiç te iyi değildi, hoşumuza gitmedi. Bizimkilerde iğrendiler ve Ayıp olmasın birer kaşık alalım dedik. Birer kaşıktan sonra kapa kapa hepsini yedik bitirdik. Biz hiç birimiz daha böyle bir kuru fasulye yememiştik. İkinci bir tabak daha istedik. ‘Herkese bir tabak veriyoruz fakat siz misafir olduğunuz için ikinci bir tabak daha verelim.’ Dediler. Onu da yedik. Rica minnetle bir torba da çiğ aldık Ankara'ya evimize getirdik para da almadılar. Geri dönüşte hava biraz puslu idi. O lokantayı bulamadık. Deniz kıyısından duman çıkıyordu. Arabayı bir yere çektikten sonra torunum ile o duman çıkan yere gittik. Üç kişi mangal yakmış balık pişiriyorlardı. Onları görünce yanlarına gittik ve Ankara dan geldiğimizi balıklarından yeyip rakılarını içeceğimi söyledim. ‘E sen ha buraya ne ile celdun emice, sade ikiniz misunuz?’ dediler." Araba da olan eşim ile kızımı da çağırdık. Orada balık yedik ve ben rakı içtim.” dedi. Bir anısını daha anlattı. Ve biz iyice sakinleştikten sonra yerimizden kalkıp oradan ayrılmak için dışarı çıktık.

Arabam bıraktığım yerde anahtar üzerinde duruyordu. Adam da gelmiş baş ucumda durmuş beni yolcu edecek, gitmem için bekliyordu. Arkadaşlarım arkada durmuş arabaya dayanmak için kontağı açmamı bekliyorlardı. Ben anahtarı çevirir çevirmez araba çalıştı. Hepimiz hayret ettik çünkü adam yanımızdan hiç ayrılmamış, kimseye de ‘Akü değiştirilsin.’ Dememişti. Adama “Parası ne kadar? Borcumu ödeyim." dedim. Adam "Ben artık Karadeniz ve Karadeniz'lilerin aşığı oldum. Seni aküsüz gönderemem ve para da alamam. Ben buranın fahri başkanıyım. Her yıl üç akü benim hakkım var. Birini sana verdim. Arabana takıldı." dedi ve haberim olana kadar akü arabama takılmıştı. Hem de en kalitelisi. Parasız. Oradan ayrıldık.

Ertesi yaz memlekete gidişimde oralardan geçerken bu lokantayı araştırdım. Hala daha araştırıyorum. Bulamadım. Veya buldum da lokantacı unutmuştur, belki garson değişti de hatırlayamadı. Ankara ya dönünce akü cu Zekeriya Amcaya tekrar gittim. Adresi tam olarak öğrenecektim. Onu da bulamadım. O da ebediyen ayrılmış, hakkın rahmetine kavuşmuştu. Allah tan rahmet diliyorum. Şimdi sağ kalanlardan o torunu veya kızı veya başka birisi bu olayı anlatan olacak mı, yoksa unutulup gidecek mi bilemem? Lokantacı belki bir torba fasulye zarar etti ama dünyayı kazandı. Acaba haberi var mı? Onun için aradım lokantacıyı, onu söyleyecektim. Kendisi belki de bu olayın farkında bile değil. Ve hiçte olmayacak. Ama ben her yeri geldiği zaman her yerde anlatacağım. Herkese Saygılar.