SAYFALAR

31 Aralık 2012 Pazartesi

DEMİR CAN ÖZTÜRK


Eminim ilk defa duyuyorsunuz. Bende ilk defa duydum. Çünkü ilk defa bir torun sahibi oldum. ALLAH ANALI, BABALI BÜYÜTSÜN. ANNE ve BABASINI da DEMİR CAN ile BİRLİKTE YAŞATSIN. 28.11.2012 günü saat 09.50 de dünyaya geldi. Fakat kızgın gibi bir halı var. Resmine bakıyorum da kaşlarını çatmış. O şimdi bir aylık bebek "Siz nasıl bir dünyada yaşıyorsunuz? Bırakın gideyim de, şu dünyayı düzelteyim." der gibi bir halı ve çok ciddi bir duruşu var. Resimlerine bakarsanız sizlerde anlayacaksınız. Babasına bile gülmüyor, baksanıza.

30 Aralık 2012 Pazar

şiir YARIM

Beni sarhoş ederken, senin o sevdan,
Arada gelip te halimi, sorsana yarım.
Sitem edip durma, geçemem senden,
Aşkın bana neler etti, baksana yarım.

Hasretin gam yükünü, verdin sırtıma,
Bir güldün de, geçtin, düştüm ardına,
Kara bulutları, hepsini saldın üstüme,
Sırılsıklam ettin beni, görsene yarım.

Şarkılar çalınırken, söyleyen dillerini,
Umdum ki boynuma, sararsın ellerini,
Senin için taşıdım, dünyanın güllerini,
Kapının önüne koydum, alsana yarım.

Unutmam senin, o anlamlı bakışlarını,
Yıllarca uzaklarda, çektim sevdalarını,
Zor aştım, bora lı dağların yokuşlarını,
İşte kapına geldim, çare olsana yarım.
                               Recep Ali Öztürk

29 Aralık 2012 Cumartesi

DUYMASIN DİYE

Temel Dursun ile yan yana nöbet tutarken, komutan da nöbetçileri denetliyormuş.
Gece usulca Temel ile Dursun'un yanına gelmiş.
Bakmış ki Temel ayakta dikilmiş duruyor, Dursun da Temel'den tarafa dönmüş elinde kağıt bir şeyler okuyor.
Yalnız Dursun'un kulaklarına kocaman kocaman pamuklar tıkamışlar.
Komutan yanlarına gelmiş
"Ne yapıyorsunuz?" diye sormuş.
Temel cevap vermiş
"Komutanum nışanlımdan mektup celdi da Tursun'a okutıırm onı. Penum okuma yazmam yok da"
Komutan tekrar sorar
"Peki, Dursun'un kulaklarına neden pamuk tıkamış?"
Temel yine cevap veriyor
"Benum mektubumi okuı ya, okurken kendisi duymasun deyi da" diyor.
 

28 Aralık 2012 Cuma

şiir DÖNMESİN

Kümelenip yollarımı kapattınız, kara bulutlar,
Çekilin geçeyim ki, bu hasret başa dönmesin.
Yarım beni bekler, gitmezsem söner umutlar,
Özlemimiz gözlerinden akan, yaşa dönmesin.

Çıksam yola, gitmeğe, düz yollarda geçilmez,
Ben bahar gelir derken, sonbahar bile gelmez,
Kararır hep ufuklar, yarımın da yüzü gülmez,
Kara tren gelirse, şimdi gider, boşa dönmesin.

Geçen zaman ömürden, bir parça alır götürür,
Ayrılık ateşi yakar yüreğimizi, kül eder bitirir,
Geç olursa benim yarım, bana ümidini yitirir,
Bir an önce varayım ki, hasret başa dönmesin.
                                           Recep Ali Öztürk

27 Aralık 2012 Perşembe

PLAN BOZULDU

Tımarhanede 8-10 deli bir araya gelirler ve bu tımarhaneden kaçma planı hazırlarlar.
Lider deli hazırladığı planı diğer deli arkadaşlarına anlatır.
Plana göre; herkes uyurken bir demir levye ile üstlerine kilitli olan dört kapıyı kırıp dışarı çıkacak ve firar edecekler.
Her hazırlık tamam.
Lider deli kuş gibi öterek diğer kaçacak olan delileri uyandırır. Sabah saat 05.00 te planı uygulamaya koyarlar.
Ellerinde ki demir alet ile birinci kapıyı kırarlar. İkinci kapıyı kırarlar. Üçüncü kapıyı da kırarlar hiç kimse göremez.
Gizlice dördüncü kapının yanına gelirler.
Bakarlar ki dördüncü kapı açık.
Liderleri
"Arkadaşlar kapı açık plan bozuldu, geri dönüyoruz." der ve geri dönerler.
Açık kapıya da bir not yazarlar;
'Sizin yüzünüzden kaçamadık. Bir daha kapıyı açık bırakmayınız.'

26 Aralık 2012 Çarşamba

YILAN AŞIK OLMUŞ

Dünya da yaşıyoruz ama hiç, nafile. Bu dünya hakkında hiçbir şey bilmiyoruz. Belki de bu dünyada insanlardan önce ki dönem yılanlar hakimdi, onlar istedikleri gibi hüküm sürerlerdi. İnsanların hiçbir hükmü yoktu. 

Belki de daha önceden de daha başka hayvanlar kral veya kraliçe idiler, dünyayı onlar idare ediyorlardı da bizim haberimiz yok. Yandaki heykel Tarsus tadır ve Şahmeran heykelidir.

İşte kısaca ŞAHMERAN efsanesi:
Tarsus'ta binlerce yıl önce yedi katlı yer altında yaşayan yılanlar varmış. Meran adı verilen bu yılanlar, akıllı, şefkatli ve barış içinde yaşarlarmış. Meranların kraliçesine ‘ŞAHMERAN’, krallarına da ‘ŞAHMARAN’ derlermiş. Şahmaran ölünce yılanlar çok uzun süre Kraliçe Şahmeran ile yaşamışlar. Şahmeran genç ve güzel, üstü insan altı yılan olan bir kadınmış.

Efsaneye göre, Şahmeranı gören ilk insan Cemşab'mış. Fakir bir ailenin oğlu olan Cemşab bir gün arkadaşları ile ormanda bal dolu bir mağara bulmuşlar. Balı çıkarmak için Cemşab'ı mağaraya indiren arkadaşları onu mağarada bırakıp kaçmışlar. Cemşab gece olunca olduğu yere ışık sızan bir delik görmüş. Deliğin etrafını biraz açarak ışık gelen tarafa baktığı zaman yılanlarla dolu, ömründe görmediği kadar güzel havuzlu bir bahçe görmüş.

Burası yerin altında yılanların ülkesiymiş. Yılanlar da Cemşab’ı fark etmiş ve yakalayıp Şahmeran’ın huzuruna getirmişler. Şahmeran'ın güvenini kazanan Cemşab uzun yıllar burada Şahmeran ile birlikte yaşamış.

Yıllar sonra, ailesini çok özlediğini söyleyip gitmek için Şahmeran’a yalvarmış. Şahmeran kendisini kimseye söylememesini tembih ederek göndermiş. Ailesine kavuşan Cemşab uzun yıllar verdiği sözde durarak Şahmeran'ın yerini kimseye söylememiş.

Bir gün kral hastalanmış. Tabipleri iyileşmesi için Şahmeran'ın kanını içmesi gerektiğini söylemişler. Her tarafa haber salınarak Şahmeran aranmış fakat bilen veya tanıyan bulunmamış. Kral bütün halkı hamama çağırtmış, kendisi de arkada saklanıp herkesi kontrol etmiş. Cemşab’ın sırtında yılan pullarını görmüş ve Cemşab’ın Şahmeranı bildiğini anlamış. Yapılan işkence sonunda Cemşab yer altındaki Şahmeran’ın yerini göstermiş.

Bu efsaneye göre Şahmeran'ın öldürüldüğünü yılanlar hala daha bilmiyor. Bir gün Tarsus, Şahmeran'ın öldürüldüğünü öğrenen yılanlar tarafından istila edileceği rivayet edilir. Şahmeran düğüne gidiyorum diye oradan ayrılmış ve şimdi ki çalınan davulları duyunca, yılanlar hala daha düğün devam ettiğini sanıyorlarmış.

Şimdi gelelim bugün kü gerçeklere; Diyarbakır’ın Bahçeler dedikleri semt te Dicle Nehri kıyısında, yılanlar yılda bir kez toplanırlar, bir ay toplu halde dururlar. Belki de bu toplantıda önemli kararlar alırlar. Toplandıkları yer düz bir bahçedir ve ilk bakışta işlenmiş gibi görünür. Kabarmış olan toprağın altı yılanlarla doludur. Bilmeyenler balık tutarken bu yere bastıkları zaman, yılanlar tarafından sokulur ve bir çok insan bu şekilde ölür.

Zaten her hayvana dikkat ederseniz aklı ile hareket eder ve insandan daha iyi kendini idare eder. Hakikaten de insanlar bazı hayvanları örnek alarak onlara ‘Tabiatın Mühendisleri’ deyip belgeseller hazırlıyorlar ve en basiti karınca, arı kolonileri ve örümcekler örnek alınarak insanlar tarafından barınma yerleri evler yapılıyor. Velhasıl insanlar ne kadar övünseler de hayvanlara bakıp bir çok şeyler öğreniyorlar. Ve aslında kendi başlarına bir hiç, hiçbir şey değildirler.

Ben Adana da görev yaptığım ilk yıllarda yaşlı bir çiftin evinde bekar olarak iki yıl kadar kirada kaldım. Bahçesi duvarlarla çevrilmiş, şirin mi şirin, çevresinde geniş arazisi ve ağaçlar olan bu evin sahipleri o zaman 70 yaş üzeri İsmail Özceviz Amca ve hanımı Nafiye Teyze; Adana'nın gerçek yerlileri, orada doğmuş, büyümüş ve orada daha sonra hakkın rahmetine kavuştular. Çocukları Teoman ve Turan’ın ve bir çok Adana’lının bildikleri, gençlik yıllarında bizzat şahit oldukları bir yılan olayını şöyle anlattılar:

Nafiye'nin teyzesi Arap Uşaklarından biri ile evliymiş ve aynı yaşlarda bir kuzen kız çocuğu olmuş. Nafiye Teyze'nin kuzeni Sakine Hanım 18-20 yaşlarına geldiği zaman, bu kızı bacak kalınlığında 2 metre kadar uzunluğunda bir yılan takip etmeğe başlamış. İlk etapta Sakine yılandan çok korkmasına rağmen 5-6 ay geçince o da alışmış ve artık gözleri yılanı arar olmuş. Yılan kendini insanlardan korur, zaman zaman kuzen Sakine'nin karşısına çıkar, yanında yürür, ıslık çalar, bir şeyler anlatmağa çalışırmış. Nafiye Teyze ve arkadaşları artık yılanın korkusundan kuzen Sakine'nin yanına yaklaşamaz, yaklaşsa da hemen yılan önlerini kesermiş ve onlarda Sakine'yi uzaktan takip ederlermiş.

Aradan zaman geçtikçe Sakine de yılana çok alışmış. Eli ile dokunur, hatta bazen yerinden kucaklayıp kaldırmak ister fakat ağır olduğu için kaldıramazmış. Köyün genç kızları birlikte üzüm toplamak için üzüm bağına gittikleri zaman, yılan Sakine'yi kız arkadaşlarının yanına yollamaz, diğer kızlar da yılanın korkusundan Sakine'nin yanına gidemezlermiş. Üzüm bağının içinde üzüm toplarken her zaman aralarında 2-3 metre mesafe olurmuş fakat her zaman da Sakine ile yılanı göz hapsinde tutarlarmış. Hatta Sakine salkımları koparırken, yılan birden kafasını salkımın yanına getirirmiş. Sakine salkımı koparamayınca yılanın kafasına eliyle vurur öbür tarafa itermiş. Yılan ıslıklar çalarak etrafında dolanır, hatta bazen küser, birkaç saat yanına hiç yaklaşmazmış. Akşam olduğu zaman kız önde yılan arkada birlikte gelir, doğru odalarına girerlermiş. Gece de yılan kızın iki memesi arasına başını koyar, üstüne boydan boya uzanır öyle yatarlarmış.

Birkaç defa adamları Sakine eve girdikten sonra kapıyı kapatmışlar. Yılan dışarıda, Sakine içeride ayrı kalınca Yılan sinirlenirmiş ve ıslıklar çalarak geri geri gidip kapıya vuruyormuş. Kapı açılmayınca evin etrafında dolanıp pencereden odaya girmiş ve sevgilisine kavuşurmuş. Bu muhabbeti iki-üç yıl kadar sürmüş fakat bir taraftan da çekilmez bir hal almış. Sakine’nin yakınları evin kapısına yakın saklanıp çifte tüfeklerle pusu kurmuşlar. Kız eve girer girmez, daha önce kapıya bağladıkları ipi içerden çekmek suretiyle kapıyı kapatmışlar. Kız içerde yılan dışarıda iken yılana tüfeklerle ateş ederek yılanı öldürmüşler. Sakine her sabah yılanı gömdükleri yere gider saatlerce ağlamak yaparmış. Yemek içmekten kesilmiş ve o da 4-5 ay sonra ölmüş.

Mitolojide buna benzer olaylar çok vardır. Şimdi ne dersiniz hee.. Acaba 2-3 bin yıl önce Şahmaran'ın krallığında, Şahmeranın kraliçeliğinde yılanlar dünyayı mı idare ediyorlardı. İstanbul da Sultan Abdulhamit zamanında ki depremde ortaya çıkan Yerebatan sarnıcında ki lahit. Ve bu lahitin içinden çıkan mumya. 
MEDUSA dedikleri bu mumya yarı insan yarı yılan şeklinde ki yaratıktır. Bütün dünya bu yaratığın peşindedir. O devrin bütün gazetelerinde bu mumyanın resimleri mevcut ancak tekrar nereye gömüldüğü bilinmiyor. İngiltere veya İtalya tarafından çalındığı da iddia edilmektedir.

Pek çok araştırmacıya göre de, eski çağlarda dünya dışından gelen ziyaretçiler, dünya insanının genetik kodlarıyla oynayarak yeni bir ırk geliştirme çabalarında bulunmuştur. Şahmeran hikayesinin konusu tam olarak bu varsayımdan kaynağını almış olabilir. Şahmeranın, genetiği değiştirilmiş yarı insan yarı uzaylı bir varlık olması muhtemeldir.

23 Aralık 2012 Pazar

ENTERESAN

1974 Adana Gazipaşa Mahallesinde bir apartman vardı. Ceylan Apartmanı, 5 katlı ve 10 daireli idi. Burayı neden biliyorum? Yeni tayın olup gelen amirimiz komiser Tacettin KURT bu apartmanın ikinci katında oturuyordu. Yer olarak çok iyi bir yerde ve apartmanda güzeldi. Bazen almağa gittiğimiz zaman şoför arkadaşımız Malatya lı Vahap "Arkadaşlar hayvanat bahçesindeyiz. Biri bele, biri bele" derdi. Daire kapılarının üstünde ki yazılmış ve dairelerde oturan ailelerin isimlerini vereyim: İlk girişte 1 numaralı daire de oturan İbrahim Karaaslan, 2 numarada oturan Hasan Kaplan, 3 numara Sadettin Başkurt, 4 numara bizim komiser Tacettin Kurt, 5 numara Osman Aslan, 6 numara Şeref Sansar, hemen bir üstün de Kartal ve Şahin soyadlarında kişiler oturuyorlardı.

Çok merak ettim fakat daha son kata çıkıp bakamadım. Bir rivayete göre arkadaşlar o iki soyadın da Kuzu ve Koç olduklarını söylediler. Ben 'ya değilse, sonra bu enteresan olayı anlatamam' diye çıkıp bakmadım. Böyle bir rastlantıyı uğraşsan bir araya getirip yapamazsın. Sadece oturanların Soyadları: Karaaslan, Kaplan, Başkurt, Kurt, Aslan, Sansar, Kartal, Şahin. Apartman sahibinin adını veriyorum, sıkı durun Şevki Ceylan.

21 Aralık 2012 Cuma

SAKLI ODA

1998 yılında Ankara da bir otelin ikinci katında kadın pazarlandığı istihbaratını aldım. Önce içerinin durumunu tetkik edebilmek için otelde bir arama yaptım. Her şey gayet yasal hiç bir noksanları yoktu. Bana ihbarı veren kişi de başka bir otelci olduğu için karalama yaptığını düşündüm ve ihbarcıyı tersledim.
On gün kadar sonra gece saat 02.00 de iki tane polis memurunu kadın için otele yolladım. Pazarlık ettiler ve olumlu cevap geldi. Demek ki ihbar doğru imiş. İki ekipte her ihtimale karşı otelin yakınlarında bulundu. Memurlarım numarası alınmış paraları verip kadınlarla odaya girdikleri zaman hemen mesaj geldi ve yıldırım hızı ile ekiplerle içeri girerek bütün personeli etkisiz hale getirdik. Fakat işin garip tarafı sadece memurlarla olan bayanlar yakalandı. Diğer bayanlar kayıp olmuşlardı. Merdivenin başında koridorda kalorifer peteklerini gösteren memurum "kızlar burada kayıp oldu" demesine rağmen bir türlü bulamıyorduk.
Kalorifer peteğinin musluğunu çevirince, birden kalorifer peteği kapı gibi geri açıldı ve içeri girdik. 'Kızların ahırı' diyebileceğim bir yer. 10-12 tane yerli kızlar vardı. Hepsini yakaladık ve oteli 90 gün kapattık. Sonradan anladım ki bana ihbar eden şahısta bu yere ortakmış. Oteli ele geçirmek için bazı planları varmış ve beni de kendine alet edecekmiş. Fakat planları ortaya çıktı sonuç alamadı.

20 Aralık 2012 Perşembe

BELEN VE SOĞUK OLUK

1974 yılı Adana Cinayet Masası, Bir gün akşam üzeri Büromuzda, Büro Amirimiz Başkomiser Cihat Yalım ile bazı değerlendirmeler yaparken, 70 yaşlarında bir adam geldi. Elinde eski tarihli Cumhuriyet Başsavcılığı'ndan havale edilmiş bir dilekçe, bir iki de genç kız fotoğrafları vardı. Özetle dilekçenin özü şöyle yazıyordu. 'Üç yıl önce Kızım Figen'i Üniversite okumak üzere İstanbul'dan Ankara'ya yolladım ve yurtta kaldı. Bir yıl Ankara Hukuk Fakültesine normal olarak devam etti. Son iki yıldan beride kendisinden haber alamıyorum. Adana ve Soğuk Oluk fuhuş yerlerinden şüpheleniyorum.' diyordu bu vatandaş.

Aslında bu adamın ifadesi alınır. evrak tekamül ettirilir, Adana da takibi için gerekli notlar alınır ve Müşteki Hatay'a gönderilmesi gerekirdi. Ama bir netice de çıkmazdı. Zaten dilekçe elinde oralara da gitmiş fakat bir netice alamamıştı. Çünkü o bahsedilen yerler Jandarma bölgesiydi, polis karışamazdı. Aslında Jandarma da karışamazdı. Muhtariyet verilmiş özel bir bölge gibi astıkları astık, kestikleri kestik, hak ve hukuktan tamamen uzak, böyle bir bir yerdi işte orası.  

Ben daha Cinayet Bürosuna geçeli üç dört ay oluyordu. Resmi yoldan yapılacak hiçbir şey yoktu. Hırsız Ahmet lakaplı Kayserili Polis Memuru Ahmet Seyhan ile birlikte adamın haline çok acıdığımızdan, bir gün idari izin alıp İskenderun'da bilinen bu fuhuş yerlerini araştırmağa gittik. Ben değil de Ahmet daha önce de bu yerlere gittiğinden biliyordu. Otellere giren müşterilerin üstlerini orada ki otel görevlileri arıyorlarmış. Bu nedenle kendi silahlarımızı vermemek için ben ruhsatsız uyduruk bir tabancayı belimden çıkarıp kendim verdim ve orada ki goril gibi adam üstümüzü aramadı. Esas silahlarımızla birlikte içeri girdik. Burada çalışanların çoğu firari sanıklar ve eski sabıkalılardı. Üç beş polis görev yapamaz ve hatta kim vurdu ya götürürlerdi. Çalışanlar hepsi korkunç görünümlü kişiler ve bir şey olduğu zaman konuşmazlar, patronlarına, onun işaretine bakarlardı. Müstecirler zaten üst düzey hatırı sayılan kişilerle akrabadırlar veya ortaktırlar. Bu nedenle her konuda çok rahat ve pervasız hareket ederlerdi.

Belen de bir gizli fuhuş yerinde kızı resminden 'Hülya' adı ile çalıştığını tespit ettik. Kızın çalıştığı odaya kendisini kurtarmak üzere ben girdim ve yanına girer girmez bu canından bezmiş kızı gerçek ismi ile çağırdım. Halbuki bu alemde herkesin kod adları olur. Gerçek isimlerini bilen olmaz. Bu kıza da Hülya ismini takmışlardı. Polis olduğumu, kendisini kurtaracağımı söyledim. Hiç ummadığım bir şekilde çığlık ve büyük bir tepki ile karşılaştım. Meğerse böyle yoklama yapıp kız kabul ederse öldüresiye döverlermiş. Hatta öldürüp gizli tünellerin içinde gömerlermiş. Kızın ağzını önce ellerimle sonra çarşafla kapatarak sesinin çıkmasını engelledim. Allah tan ki kapıda bekleyen azman sağır ve dilsizdi. Yoksa beni sünger gibi sıkardı. Silahında etki edemeyeceği korkunç bir adamdı. Çalışanların çoğu işaretle hareket eden, kanun kaçağı kişilerdi. Kızın ağzını filan kapattıktan sonra gösterdiği tepkiden bir türlü vaz geçiremedim. Babası ile birlikte olan resmini gösterdim, Allah tan yanımda idi. Kız bana "Ağabey bana eğer bir kötülük yapacaksan, Allah senin yakınlarının başına da aynısını sonra getirir. Ne olur ağabey bana kıyma, beni yakma." dedi. Ağladı, boynuma sarıldı ve anlaştık. Halbuki kendi kendini yakmış hala daha farkında değildi galiba. Bir hafta sonra tekrar geleceğimi ve kendisini bu bataklıktan kurtaracağımı söyleyerek oradan ayrıldım. O bana “Hayır ağabey ben zaten öldüm fakat sen bari kendine yazık etme. Biz buradan sağ çıkamayız.” Dedi.

Adana da arkadaşım Hırsız Ahmet ile bir plan yaptık. Bir hafta sonra tekrar Belen'e geri gittik. Eski kabadayı İnce Cumali'nin kardeşi Şevki Leventöz'ün kuyruklu son model Şavrolet arabasını kullanma almıştık. Bu araba zaten oralarda tanınıyordu ve az da olsa saygı gösteriyorlardı. Ben kızın yer altında ki odasına tekrar girdim. Zaten kaçmak için beni bekliyordu. Yerin altında kızın bulunduğu odanın dışında üst tarafında küçük bir demir mazgal vardı. Kızın odasının penceresinden o mazgala çıkılıyordu. Adamlar görene kadar dışarıda bu mazgalın yanında duran arabamızın temizliği ile uğraşan Hırsız Ahmet, planımıza göre gizlice levye ile bu mazgalın kilit yerini kırdı. Benimde yardımımla kızı buradan yukarı çıkardık ve arabamızın açık olan bagajına koyduk. Çünkü kız arabamızda görünmemesi gerekirdi. Bende aynı yerden süratle dışarı çıkarak arabaya bindim ve gaza bastık. Girerken kendilerine teslim ettiğim o uyduruk tabancam da orada otelde onlarda kaldı.

Oralara gidenler bilirler, yollar virajlı ve giden arabalar dolanarak tepeye doğru çıkıp indikleri için, ara sıra kaçan ile kovalayan yer yer karşı karşıya gelirler. İşte bu çok tehlikeli, orada o bahsettiğim işaretle hareket eden dilsiz, sağır, kanun kaçağı fedailer var ya; bizi arabaları ile kovalıyor ve bir taraftan da sten makineli tabancalar ile bize ateş ediyorlardı. Bizde ara sıra geriye doğru ateş edip var kuvvetle son gaz kaçıyorduk. Çok korktuk ama bir defa bu işe girmiştik. Geri dönüş olamazdı. O virajlı yolları hayırlısı ile sağ salım atlattık. Tam dere içinden Hatay ana yoluna doğru dönünce gördük. Silah seslerini duymuşlar jandarmalar cemseye biniyorlardı. Ben hemen kimliğimi çıkardım "Arkada büyük çatışma var, biz polisiz, ilgimiz yok" dedim. Hiç durmadık. Cevapta beklemedik onları geçtik. Jandarmalar o bize ateş ederek kovalayanlara doğru arabalarıyla gittiler. Daha geride neler olduğunu bilmiyoruz. Jandarma onlara doğru gitti, biz de ileri doğru giderek kaçtık kurtulduk. Hırsız Ahmet te bir ufak içmişse araba ile yakalanması mümkün değildi. Arabamızda birkaç kurşun deliği vardı. Adana'ya sağ salım geldik ve kurtardığımız Figen'i babasına teslim ettik. 

Kızın ifadesine göre bir kaç kişi yakalandı. Haklarında işlemler yapıldı. Kızı bulduğumuz otel Hasan K……cı isimli şahsa aitti ve daimi senatör Mustafa K……cı’ nın kardeşiydi. O sene Hürriyet Gazetesi yazdı. O bölgede yirmi den fazla lüks fuhuş otelleri vardı. Daha sonra 12 Eylül darbesi olduğu zaman, bu yerler hep gün yüzüne çıkartıldı. Gizli tüneller bulundu ve bu pislik yerler bir daha hiç açılmayacak şekilde kapatıldı, yok edildiler. Şimdiki aklım ile böyle bir riski göze alıp, böyle bir işe giremem.

Peki Figen G. buraya nasıl düşürüldü? Kendi beyanına göre; normal olarak okuluna devam ederken tıpkı filimler de olduğu gibi karşısına genç ve yakışıklı birisi çıkar. Bu şahsın altında arabası, elinde birkaç üniversite kitabı olan, üniversite civarında umuma açık yerlere takılan, kadın avcısıdır ve esas adı Temel T., kod adı ORKUN dur. Öğrenci filan değildir. Kendini öğrenci olarak tanıtır. Kızları evlenmek vadi ile kandırır ve randevu evine veya genel eve düşürür. Beyaz kadın Ticareti örgütüne ait maaşlı bir elemandır. Başka elemanlar da var. Bunlar örgütün bir hücresini teşkil ederler. Ana dedikleri yaşlı bir kadın ve doktor dedikleri üç dört tane akıl daneleri vardır. Delikanlı kızı kaçırdığı zaman evlenecekler ya, güya annesine getirir, tanıştırır, her şey normal. Kızın anne babası varsa güya sürpriz edecekler. Kızın anne babası biraz korkulur kişilerse uzaklaşırlar. Yanı mümkün oldukça beladan uzak durmağa itina gösterirler. Görünüşe göre her şey gönül rızası ile olur. Temel F. G. yı annesi olarak tanıttığı kadına götürmüş. Bu evde on gün kadar beraber kalmışlar. Yanı evlenmişler. Önce balayı ye sonra İstanbul'a gidip kızın ailesi ile tanışıp sürpriz yapacaklar. Balayı diye gittikleri yerde yanı yakaladığımız Belen deki otel. Kız otele teslim edildikten sonra evlendiği Orkun'u yanı esas adı Temel’i bir daha hiç görmemiş. Normal insanlarla da bir daha hiç karşılaşmamış. Ara sıra çeşitli rollerde yanına giderek kaçırıp kurtaracaklarını söyleyip kendisini kandırmışlar. Kabul ederse çeşitli işkenceler yapmışlar. Dayak ve manyeto ile ceyran vererek iyice yıldırmışlar.

Öyle kandırılmış ki güya balayından dönüşte kızın kendi anne babasına uğrayıp sürpriz edecekler. Düğünü onların yanında İstanbul da edeceklermiş. Biz bazı şifreler, referanslar aldıktan sonra Temel ile irtibat kurduk. Kısacası geçici olarak pezevenk olduk. Bazı yerlerin aracılığı ile pazarlıklar neticesinde Temel bize de, yanı aynı bölgede bir otele kızlar getirdi ve yakaladık. Temel ile birde anlaşma yaptık. Temel hapisten çıktıktan sonra bu işleri bırakacak, namuslu vatandaş olacak. Olmazsa kesinlikle Adana, Mersin, Hatay, Antalya v.s. gibi İllere bizden izinsiz girmeyecek. İzinsiz girerse bize yakalanmayacak. Daha hiç yakalanmadı, izin de almadı, girdi mi bilmiyorum. Bu işleri sadece Temel ve Temel gibi birkaç kişi yapmıyor. Bir sektör oluşturulmuştur. İçlerinde Temel sadece bir kılcal damar ve piyondur. Örgütsel bir kuruluştur, içlerinde her kesimden insanlar vardır. Hangisini yakalarsan önlersin ki? Hayır önleyemezsin. Kanunen böyle şeylerin cebir şiddet olmayınca, her şey kendi rızasıyla olunca cezası yok zaten. Öyle şüpheli yakalasan "Keyfimin kahyası mısın?" diyorlar. Böyle olunca poliste üstüne gidemiyor. Bazen öyle bir ortam oluyor ki pezevenk güvenlik güçlerinden daha avantajlı durumda oluyor. Cebir ve şiddet uygulanmış olsa da gizli tehditlerle kaldırılır, şikayetçi olunmaz. Sonunda birde polisi suçlu çıkarırlar. Bilmem anlatabildim mi? Hele şimdi Nataşalara yapılan rezillikler anlatmakla bitmez.

Hani anlatmıştık. Jön tavlayıp eline geçirdiği kızları randevu evlerine verir, buralarda fuhuş yaparlardı. Bunlar kontrolsüz oldukları için çok tehlikeli hastalıklar ortaya çıkar ve birbirlerine bulaştırırlar. Onun için devamlı kontrol altında olan genel evler vardır. Buralarda bir nebzede olsa bulaşıcı hastalıklar kontrol altına alınmıştır. Aslında hiç bir kadın telekız olmağı veya genel evde çalışmağı istemezler. Örgüt tarafından düşürülür. Ya da terk eden sevgilisine kahreder, ondan intikam almak için kendi rızası ile düşerler. Örgüt ün düşürdükleri ya zorla yada ikna yoluyladır. Tabii ki böyle olaylarda uyuşturucu maddeler büyük rol oynar. Biz şimdi ikna yolunu anlatalım. Bu işler örgütün en küçük birimi hücreler tarafından organize edilir. Hatta hücreler bile bu işin ne için yapıldığını tam olarak bilmezler ve ekip olarak çalışırlar. Hücreler 'bir genç yakışıklı delikanlı, ana ve doktor da denen üç dört kişilik akıl daneler den oluşur. Hangi telekıza sorarsan sor hepsi aynı ifadeyi kullanırlar; "Bir ev, bir araba alıp, bu işten vaz geçeceğim" der. Onlar aslında bu şekilde kandırılmışlar. Kendilerine anlatılana inanmışlar. Kendilerine göre doğruyu ve kendilerine öğretileni söylüyorlar. Vaz geçeceğim diyorlar fakat ölene kadarda vaz geçemez, veya geçirmezler. Delikanlı kızı tuzağına düşürdü mü sahte anasının yanına götürür.

Küçükse yaşı filan büyütülüp güya nikah kıyılır. Üç dört gün burada kaldıktan sonra hani akıl hocaları vardı ya onlar devreye girerler. Kızın yanına gelir gider dost olduklarını gösterir güven kazanırlar. Daha sonra sevdiği kocası tarafından burun, kırın, parasızlık ve kavgalar başlar. Oğlan kızı çok seviyor ya, o da oğlanı seviyor, biraz fedakarlık etmesi lazım. Sözde ana, koca ve akıl daneler kıza asılmağa başlarlar. İkna ederek isteklerini kabul ettirirler. Güya kazandığı para ile bir ev, bir araba alınca vaz geçecek. Geçirirlerse tabi. Ve bu çok değişik hayata başlar devam eder giderler. Ölene kadar. Bu dünyada en acıdığım insanlar bu telekızlardır. Kendilerini satarlar kazandıkları paraları başkasına verirler. Ha birde polis müşteri kılığına girerek yakalandıkları zaman numarası alınmış paralar geri alınır ya, işte o parayı çantadan çıkarmak çok ağırlarına gidermiş. Hep öyle anlatırlardı, Ben Ahlak Büro Amiriyken.

Bu işlerle uğraşan kişiler yanı pezevenkler ve bu yola düşenlerin çoğu normal değildirler, muhakkak bir kompleksleri vardır. Pezevenklere 'pezevenk' demek, fuhuş yapanlara da 'tele kız' demek suçtur. Eğer dersen hakaret suçu işlemiş olursun. İki şahitle şikayetçi olursa ceza alırsın. Kazanılan paralar yıkıcı faaliyetlere ve örgütlere aktarılır ve en çok para da bu sektörde kazanılır. Ülkemizin yıkılması için kullanılır. Telekızlara sermaye denir. Diğerlerine patron. Kazandıkları paraların hiç biri ellerinde kalmaz. Çeşitli usullerle ellerinden alınır ve kendileri borçlu gösterilerek ölünceye kadar sömürülürler.

19 Aralık 2012 Çarşamba

GARİP RASLANTI

1973 yılında Adana İline tayın olarak görevime başladım.
O zamanlar sicil sayımızdan önce yazılan ve her il tarafından personele verilen birde yaka numaralarımız vardı.
Unvanlar yazılırken 'falan yaka ve sicil sayılı polis memuru' diye yazılırdı.
Benim yaka numaram 668 idi.
Bir ay otelde kaldıktan sonra sulama kanalının kıyısında, çamların arasında, İsmail ve Nafiye ÖZCEVİZ çiftine ait küçük ve şirin bir gece kondu evin tek bir arka odasını 70.00tl karşılığında bekar evim olarak kiraya tuttum.
Evin bahçesinde her zaman bağıran çok sayıda ördek, bir kaç tanede köpekler vardı. Ben her zaman gece gelip, giderdim. Bu vesileyle bir ay kadar ev sahipleriyle birbirimizi hiç göremedik. Sonra Nafiye hala zorla yemek verir, bazen de çarşaflarımı zorla alır yıkardı.
Adreste özel olarak yapılmış gibi sokak numarası yaka numaram ile aynısı rastlamıştı.
Bakınız o kaldığım evin adresi şöyleydi;
Ziyapaşa Mahallesi 668 sokak Ev No 68, unutmayın yaka numaram da 668, Akbank ta ki banka hesap numaramda 668-668 di. Bu numaralar tamamen bir tesadüf sonucu oluşmuştu.

18 Aralık 2012 Salı

EKSİĞİ İÇİN


Almanya da çalışan Türk işçi patronu ile fena takışırlar. Alman patron Türk işçisine her zaman hakaret varı konuşur. Bir gün yine bürosuna çağırır ve "Siz Türk ler sadece para için. Biz Almanlar ise  namus ve şerefimiz için çalışırız." der.
Türk işçi de "Doğrudur, herkes noksanını tamamlamağa ve onu kazanmağa çalışırlar." der

17 Aralık 2012 Pazartesi

ÖZLÜ SÖZLER

1- Herkes bakar fakat göremez, görse de algılayamaz. Olayı görmeğe ve algılamağa çalışınız.
2- Komşunu sev, ama bahçe duvarını sakın yıkma.
3- Dürüst insan her zaman gerçeği söyler, akıllı insan sadece zamanında gerçeği söyler.
4- Sen kendini anlatma, seni hareketlerin ve davranışların anlatsın.
5- Öyle gözler vardır ki çok sözleri anlatır, öyle sözler vardır ki, o gözleri ağlatır.
6- Senin istediklerini, başkalarının da isteyeceğini unutma.
7- Öfkelenirsin gözün kızarır, öfken gider yüzün kızarır.
8- Kuyu derin değil, ip kısadır.
9- Yavaş ve sabırla çalışmak, iyi işler yaptırır.
10- Her zaman gözünün önünde güzel şeyleri bulundur.

14 Aralık 2012 Cuma

KAPISINDA VURULMUŞ

1976 yılı Adana Cinayet Masası; Adana Yurt Mahallesinde bir İlkbahar gecesi saat 03.00 sıralarında Haber Merkezi anons ederek, bir bağ evinde cinayet olduğunu bildirdi. Tam adres olmadığından uzun bir arayıştan sonra olay yerini bulduk.

İlk gördüğümüz; bir insan pijama ile evin kapısının önünde kapı lambasının aydınlattığı, çimenlik ve kumluk yerde sırt üstü uzanmış, yatıyor. Başının altına yeşil bir leğen koymuşlar, leğen kan ile dolmuş ve etrafta dağılmış beyin parçaları ve bir iki kemik kırıkları vardı. Av tüfeklerinde kullanılan ve şarvotin denen mermi çenesinin altından yakın atışla girmiş, kafa tasını parçalayarak, beyni dağıtmış ve çıkmıştı. İki adet 12 numara, bir adette 20 numara boş av tüfeği kovanları bulduk. Bunlarda cesedin yakınlarında düşmüşlerdi.

Evde; ölenin eşi bir bayan, genç kızları, birde 14-15 yaşlarında oğulları vardı ve ağlaşıp duruyorlardı. O zamanlar Olay yeri inceleme veya benzeri birimler yoktu. 'El swapı'diyede bir şey yoktu. Cinayet Bürosu olarak bizler araştırma yapar, delillere ulaşır ve olayın gerçek şeklini aydınlatırdık. Bu olayı soracak yakın komşuları da yoktu. O bölgede geçici olarak oturan yabancı Şarklı işçiler vardı ve hırsızlık falan yaparlardı.

Olayın oluş şeklini sorduk. Kadın ifadesinde; "Yatarlarken kapı da sesler duyduklarını, çocukları uyurken, kocası kapıyı açıp dışarı çıktığını, daha sonra boğuşma sesleri duyduğunu, dışarı çıktığında kocasının üç kişi ile kavga ettiğini, bu kişileri tanımadığını ve birtanesinin elinde av tüfeği olduğunu bu esnada tüfek patladığını ve kocasının yere düşerek bu şekilde öldüğünü, kendilerinin hiç silahı olmadığını, kocası o üç kişi ile boğuşurken içlerinden birinin kocasını vurduğunu, şahısları ilk defa karanlıkta gördüğünü, şimdi görsede tanıyamayacağını" söyledi.

Olay mantığa uygundu. Evlerinin içine girdim. Çıkarken kapının arkasında 20 numara bir av tüfeği gördüm. Kullanıp kullanmadıklarını sordum. 3-4 yıldan beri hiç kullanmadıklarını söylediler. Namluya karanlıkta küçük parmağımı sokarak kontrol ettim. Namlu ıslak ve simsiyahtı. Böyle dolma tüfeklerde kara barut ile ateş edildiği zaman genelde namlu içi ıslak ve siyah boya şeklinde kurum oluşr. Fişek yatağını açtım. İçi boş fakat ince kum taneleri vardı. Kara barut ile yeni ateş edilmiş, ayrıca anlaşılmasın diye içine namlunun uc tarafından ince kum atılmıştı. Ayrıca evin dış tarafında yğılmış inşaat kumu vardı. Tutanaklarla tesbit ettik. Teknik Büro inceledi ve evde bulduğumuz kırma av tüfeği ile 'ateş edilmiştir' raporu verdi. Ayrıca 20 numara boş kovan da Teknik Büroya göre bu tüfekle atılmıştı. Ertesi gün kadın ağlayarak tutuklandı ve kesinlikle inkar etti. Ben de meslek hayatımda çok etkilendiğim ender olaylardan biridir. Fakat yapacak bir şey yok.

Biz o günün sabahı, o bölgedeki bütün evleri aradık. O bölgede kalan Şarklı vatandaşlarda 8-10 tane av tüfekleri bulduk. Hepsine balistik inceleme yaptırdık. Fakat orda ki iki kovanların atıldığı tüfeği bulamadık. O cıvarlarda olan başka evlerden daha sonra soruşturduk 'Zaman zaman hırsızlık için gelenler olduğu' teyit edildi.

Benim anladığıma göre evet yabancı şahıslar hırsızlık için geldiler. Ev sahibi erkek farkına varınca dışarı çıktı. Gelenlerle boğuştular. Belki de kadın kocasını kurtarmak için ateş etti fakat kazaen kocasını vurabildi. Eğer kadın veya çocuklardan birisi kendi tüfekleri ile ateş ettiklerini söyleseler belki de hiç biri tutuklanmazdı. Evde ki tüfek ile ateş edildiği kesin fakat inkar ettiler. Bu yüzden evin hanımı olayın faili olarak yargılandı ve ceza aldı. Uzun süre hapiste kaldı.   

11 Aralık 2012 Salı

SAHTE MÜDÜR

1988 yılında Ankara Hırsızlık Bürosunda Ekip Amiriyim. Çok soğuk ve her tarafta kar ve buz var. Gece saat 03.00 sıralarında ekibimle birlikte Akayı yokuşunda bir pavyona gittik. Müsteciri ile birlikte odasında otururken bir resmi elbiseli emniyet müdürü geldi.
 
Yanımızda oturdu ve bizimle bir şeyler konuşmağa başladı. Biraz çakır keyif görünüyor, başka yerlere de uğradığı belli oluyordu.
Resmi elbisesi nizamı, parkesi ve ayakkabıları biraz uyduruktu. Sonra gecenin o saatin da resmi elbise ile ne geziyordu? Kendisine bazı şeyler sordum, çok güzel cevaplar verdi. Emniyet Genel Müdürlüğünde çalışıyormuş. Memur arkadaşlarım resmi müdürü görünce biraz çekindi rahatsız oldular. Saygı gösterisinde bulundular. O da benim memurlarıma "Yeyin, için, çekinmeyin çocuklar" diyordu.
 
Kimliğini istedim. Çıkardı gösterdi, fakat fark ettim, kimlik fotokopi. Hemen tabancasını almak için ellerinden tuttum ve kısa bir boğuşma yaşadık. Memurlarım hala müdür biliyorlar, saygı gösteriyorlardı. Ben tabancasını aldım. Kelepçe takmağa çalışırken beni itti ve elimden kaçtı. Pavyondan çıkarak Akayi yokuşunda o resmi kaçmağa, bizler sivil onu kovalamağa başladık.
 
Sokak aralarında koştururken başka resmi polisler gördüler. Onlara "Ben müdürüm çocuklar, bu adamlar beni dövmeğe çalışıyorlar. Beni kurtarın. Onları yakalayın" dedi. Resmi polisler bizimle uğraşırken, O uzaklaştı ve ileride kırmızı bir şahin otoya bindi. Arabayı çalıştırana kadar ben durumu resmi gerçek polislere anlattım ve arkasından koşarak adamı yakaladık.
 
Araba düz kontak edilmiş, Kayseri plakalı ve adam resmi elbise giymiş sahte müdürmüş. Ankara da değil Kayseri'de otururmuş. Her hafta böyle resmi olarak pavyonlara gider yer içer, yolunu bulur, bir de araba çalar, götürür Kayseri de satarmış. O bindiği araba da çalıntı tabi, ama onu Ankara ya gelmek için Kayseri de çalmış.
 
Ertesi gün Müdürümüz bize fırça attı. 'Resmi elbise ile niçin nezarete attınız' dedi. Ya ne yapacaktım, adama bir de takım elbise mi alacaktım? Dünyada ne uyanıklar var bir bilseniz. Fakat hiç birinin de saltanatı uzun sürmüyor. Bir gün ille ki hesap veriyorlar. Kim ne derse desin. Her zaman söylerim "Suçlu saklanabilir, fakat hiçbir zaman kaçamaz"

10 Aralık 2012 Pazartesi

REENKARNASYON

Ateist leri dilimiz döndüğü kadar anlatırken ikinci bölümün sonunda reenkarnasyon adı geçti. Reenkarnasyon; bir insan veya canlı öldüğü zaman vücudunu terk eden ruhun, bir zaman sonra, veya aynı anda, yeni doğan başka bir canlının veya insanın bedenine girdiğine ve o canlıyı canlandırdığına inanmaktır. Yanı eski başkasına ait ruh yeni başkasına ait bir bedene girerek tekrar faaliyete geçer ve o canlının hayatını sürdürür.

Elektronik cihazları düşünürsek, bir cihazın çalışabilmesi için, güç kaynağı; pil, batarya veya ceyrana ihtiyaç vardır. Güç kaynağı olmazsa bir işe yaramazlar. Canlı varlıklarında canlı kalmaları için ruh veya can dediğimiz, böyle bir güce ihtiyacı vardır. İnsan öldüğü zaman ruh veya can ölmez. Bu güç bedeni terk edince canlının vücudu ölür ve geriye leş dediğimiz cansız kısmı kalır. Ruhu biz göremeyiz. Vücuttan çıkınca gök yüzüne çıkar diye bilinir. Hatta dini bilgilere göre, Gök yüzü yedinci katında her canlıya ait petek gözlerine benzer yerler vardır ve orada dururlar. Reenkarnasyon işte burada başlar. Ölen vücuttan çıkan ruh yeni doğan başka bir canlı veya insan vücuduna girer. Bu reenkarnasyon olayıdır. Ruh asla ölmez, yok olmaz. Gerçekten böyle olup olmadığını tek Allah bilir. Günlük hayatta kullandığımız 'ceyran' ı da göremeyiz ama şiddetini ve etkilerini biliriz. Bu dünyada hissedip göremediğimiz ve sadece isimlerini bildiğimiz etkenlerin belki de öteki ucu öbür dünyada dır. Hatta bazı hayvanlar bizlerin göremedikleri bazı şeyleri belki de görüyorlar. Onun için kendi aralarında konuşup anlaştıkları halde insanlarla konuşup anlaşamıyorlar. Çünkü konuşsalar insanlara belki de bilmedikleri, sır olarak bildikleri bir çok şeyleri anlatacaklardı. Biz bazı olayları göremeyip sadece hissediyoruz. Bazı insanlar bunu da kabul etmeyebilirler. Bir insanın bir şeyi kabul edip etmemesi o şeyi değiştirmez. İnsan kimdir ki, Yüce Allahın bir oyuncağıdır.

Reenkarnasyona gelince, Adana Yüreğir de 1973 veya74 yılında yaşanan bir olaydan bahsedeceğim.
Yüreğirde yaşayan 'Arapuşağı' diye tanınan vatandaşlarımızdan bir ailenin bir erkek çocuğu dünyaya gelir. Bu çocuğun adını Salih koyarlar. Salih 3-4 yaşlarına geldiği zaman ailesine itiraz eder. "Ben Salih değilim. Sizin de çocuğunuz değilim. Ben Denizli, Acıpayam, Yolçatı Köyünde oturan, falan baba, falan annenin çocuğu, Hatıp'im. Benim adım Hatıp soyadım şudur." diye. Denizli deki bir aileyi anlatır ve daha önce yaşadığı köyde ki evi de tarif eder. Verdiği Denizli adresinde gerçekten belirttiği aile ve evi var. Aile hala daha yaşamaktadır. Ailenin Hatıp adında bir çocukları da var. 20 yıl kadar önce 13 yaşlarında iken, yılan sokması nedeniyle zehirlenerek ölmüş.

Daha sonra Hatay Samandağı'nda buna benzer bir olay Dellal Beyaz adlı bir kız çocuğu ile yaşandı. Yine Adana da Adnan Kelleci isimli şahıs, Kore savaşında ölen bir asker olduğunu iddia etti. Bazı bilimcilerden 'olur, doğrudur' bazıların dan 'olamaz, yanlıştır.' diye yorumlar geldi. Genelde bu tür iddialar, kaza sonucu veya genç yaşta ölen kişiler için söylenir. ABD li Pröfesör Stevenson bu konuda çok araştırmalar yapar.

Adana dan sonra bu tür olayları icelemek üzere Hindistan, Himalıyalar ve dünyanın her tarafına bizzat giderek çok fazla bu tür vak'aları inceler. Eserleri vardır ve kendince Reenkarnasyonu ispatladı. Adana ve Hatay'da da incelemeler yaptı. Bu tür olaylar en çok Hindistan da çok yaşanır. İnsanlar Ganj Nehrinin kıyısında miskin miskin otururlar, bir daha dünyaya geldiklerinde zengin olacaklarına inanırlar. Esasen dünyanın her tarafında bu tür olaylar vardır ve çok fazla sayıdadır.

3 Aralık 2012 Pazartesi

ATEİST

Aslında akıllı insan ateist olmaz. Çünkü bu dünya öyle tesadüfen olamayacak şekilde mükemmel ve harikulade tasarlanmıştır. Bu gördüğümüz şeylerin hiç biri tesadüfen olamaz. Bu tasarımın muhakkak bir mimar veya mühendisi vardır, kendisi tektir. En iyi anlayacağımız şekilde 'ALLAH' diyoruz ve bizlerde Onun kulları oluyoruz. Bu dünyayı, gök yüzü alemini, ne için yarattığını bilemiyorum. Kime sorduysam da tatminkar bir cevap alamadım. Kendim de çözemedim. Hem zaten dini bilgim de pek azdır. Zaten çözülemeyen çok şey var, yaşadığımız bu dünyada. Bazı şeyleri hayvanlar insanlardan daha iyi biliyor. Bana kalırsa canlı, cansız, inanan, inanmayan, iyi, kötü; dünyada her tarafta, her ne aklına gelirse, hepsinin içerisinde Allah tan bir parça vardır. Yerine göre çok acımasız, yerine göre de çok sevecendir. Allah ın haricin deki bütün varlıklar bir sinema filimi gibidir. Bizim yaşantımız filim oynuyor, O bizleri filim seyreder gibi seyrediyor. Yapımcı ve yardımcıları filimi yanı bizi görebiliyorlar. Oynayanlar izleyenleri, yanı yapımcıyı ve bazı yardımcılarını göremiyorlar. En basit anlatım şekli budur. Allah, bizleri her saniye görüp izliyor. Bize karışmıyor, ancak kim ne yaptığını biliyor. Verdiği akıl ile bizleri bağımsız bırakıyor. Hareketlerimiz ile de cezalandırıp ödüllendiriyor. Bazı insanlar var çok şanslılar. Bu şans işi geldiğimiz dünya veya gideceğimiz dünya ile ilgili olabilir. Bazı olaylar irademiz dışında oluşur. O takdiri ilahidir, şans ile bağlantılıdır.

Ben genç iken bir kaç arkadaş bunun tartışmasını yapıyorduk. Daha doğrusu onlar Allah vardır, yoktur diye tartışırken bende sadece onları dinlemekle yetiniyordum. Bana "Sende söyle fikrin nedir?" diye sordular. "Boşuna tartışıp ta kendinizi zor durumda bırakmayın. Yoktur diyorsunuz fakat var ise sonra ne yapacaksınız? Huzuruna ne yüzle çıkacaksınız? Kaçacak kurtulacak başka yeriniz var mı?" dedim. Hakikaten bazı yarım hocalar dini tehlikeye sokuyorlar. Onun için her söylenene kulak asma, kendi fikrin ile doğruyu bul. Allah ile kendi arana kimseyi alma derim. Aksini iddia edip 'Allah yoktur. Dünya tesadüfen oluşmuştur. Ot gibi yerden bittik, ot gibi yok olup gideceğiz. Hele öldükten sonra dirilmek hiç olamaz. Melekler dediklerimizi kayıt edemez. Biz ne yaparsak yanımıza kar kalır.' diyenler var. Bunlar ateist lerdir. Bilmezler ki bizlerde ölümsüzüz. İnsan ölünce ölmez. Biz bize göre ölürüz. Bedenimiz işe yaramaz hale gelir toprağa karışır. Ruhumuz gök yüzüne çıkarak orda ki yerine çekilir, bekler. Veya bazılarına göre bundan sonra REENKARNASYON başlar. Toprak der geçeriz ve üzerinde gezeriz. Toprak nedir? Nasıl oluşmuş? Toprakta neler olur? Ceset çürür ama nere gider? Bilen var mı? Yok. Her şeyi bilen akıllılar mantıklı bir şey anlatsınlar bizde öğrenelim. Bazı görünmez ve bilinmez güçlerin bu dünyada insan yaşamına etkisi oluyor. Kim bize açıklayabilir? Tesadüf veya hayvanlardan aldığımız birkaç tecrübeler ile yaşamımızı sürdürüyoruz.

Ateistlere bir soru sormak istiyorum. Televizyonlardan izliyoruz veya başımıza geliyor. Durup dururken birden bire yağmur yağıyor. Hiç su olmayan yerlerde bile müthiş seller oluşuyor. Bu sel insanı, arabayı, evleri, önüne ne gelirse her şeyi alıp götürüp kayıp ediyor. İki saat sonra da eskisi gibi güllük güneşlik oluyor. Şimdi lütfen düşününüz. Böyle bir afet olmasa, hiç kimse bu afeti görmese, yaşamasa da, sadece anlatılsa inanır mısınız, inanmaz mısınız? İnanmazsiniz, biliyorum. Çünkü bende inanmam. "Su bir evi yapıldığı yerden koparıp, sokakta ki arabayı da sürükleyip götüremez." derim. Bunlar uyduruk fasaryalar derim. Fakat hem yaşıyorum, hem de televizyonlarda görüyorum ki götürüyor. O zaman, bu olay olduğu için, bende gördüğüm için, mecburen başka çarem olmadığından inanıyorum. Görüp te inanmasam olmaz 'Herkesin dediğini melekler kayıt eder, sol daki günahları, sağda ki sevapları yazar' derler. Melekleri omuzumuzda görsek mecbur inanırız. Omuzlarımızda görmeyince ona da; "Ooo öyle şey olur mu?" deyip güleriz. Halbuki öyle değil dünyada gördüğün duyduğun her şeyi birazcık düşüneceksin. Bu dünyada her şey yalan diyoruz, ama bazı hiç değişmeyen bir çok kurallar vardır. Bir misal verirsek bıçağın yanağının bir tarafında biz varız. Keskin tarafına doğru ilerliyoruz. Öbür yanağında da öbür dünya vardır. Biz hayatı bitirip öldüğümüzde bıçağın öbür yanağına geçmiş olacağız. Aslında birbirimize çok yakınız. Hatta belki de bir nefes kadar.

Tespit edilen bir şey var; bildiğime göre insan beyninin yüzde dört veya beşi dolu, yanı çalışır,  yüzde 95-96 sı boş, yanı çalışmazmış. Bunun varlığından hiç kimsenin haberi yok. Kapasitesi cigabayt ile mi ölçülür? Onu bilmem fakat madem ki vardır, muhakkak boş yerlerinde bir görevi vardır. Boş duracakmışsa neden yapılmış? Belki de melekler peşimize gezmiyorlar da, yaptığımız günah ve sevaplar kendi beynimizin bu boş bildiğimiz yerlerine kayıt oluyor. Şimdi ona da yok öyle bir kayıt yapılamaz diyeceksiniz. Samsung, Sony cihazları kayıt edebiliyor da Allah kayıt edemez mi yanı ne demek istiyorsunuz? Ne ise dünyaya bakarsanız her şeyi anlayacaksınız. Yeter ki kimsenin tesirinde kalmadan kendi iradenizle düşünebilmeği öğreniniz. Ya sonra yanılır, Allah karşınıza çıkarsa ne diyeceksiniz? O af etse de sizin yüzünüz olmayacak. Olur da gerçek hayat öldükten sonra başlarsa, siz nasıl yaşayacaksınız? İşte o zaman gerçek bir ot gibi olduğunuzu anlayacaksınız. Korkmayınız! Allah bizlere bu dünyada hiç bir şeyi yasak etmemiş. Sadece kötülük hariç. Kimseye kötülük düşünmeyiniz, size de düşünmelerine müsaade etmeyiniz, bu dünyada ölçüleri kaçırmadan dilediğiniz gibi yaşayınız.

Geçen belgeselde öğrendim, dünya da yaşanan sırlardan sadece yüzde 5 i çözülmüş. Yer çekimi, ateş vs. daha yüzde 95 i duruyor bizi bekliyor, 'var idi, yok idi' diyene kadar bu sırları çözünüz. Yanlarınızda olsam da Allah ın huzuruna çıkınca yüzlerinizin şeklini bir görsem. Bence Allah vardır ve bazı insanları çok sever, kötü kalpli olanları da hiç sevmez. Ben de her zaman iyi kalpli olamadım.

2 Aralık 2012 Pazar

şiir GEÇTİN


Seni çok sevdim ama, sen sevmedin dünyada,
Kapına geldim de, sen bana, bakmadın geçtin!
Senden sebep dolanıp ta, seni her aradığımda,
Gördün de halimi, sen bana, sormadın, geçtin!

Bir zamanlar demiştin, sevenler ayrı duramaz,
Sen sevmedin anladım, yalandan mı aranmaz,
Gönlüm bağlandı sana , bildin, sensiz olamaz,
Baktım da sen bana, bir çare, olmadın, geçtin!

Sana çok hasret olurum, yıllar sonra görürsek,
Demem ki sarılalım, yeter, göz, göze gelirsek,
Eğer bir gün biz ikimiz, bir mahkeme olursak,
Kapında bekledim, sen bana, açmadın, geçtin!
                                            Recep Ali Öztürk



21 Kasım 2012 Çarşamba

YABANCISI

İki deli sokak lambasının altında buluşurlar.
Bir tanesi yukarıda yanan lambayı gösterir ve
"Güneş te çok ısıtıyor, sıcak oldu, buradan gidelim" der.
Diğeri
"O güneş değil ki, baksana ay a benziyor, O ay" der. 'Güneş - ay' derken iddia derinleşir.
Tam o sırada yoldan geçen bir adam yanlarına gelir.
Adama sorarlar
"Bilader şu direğin başında ki ışık ay mıdır, yoksa güneş" diye.
Adam da;
"Bilmiyorum kardeşim. Buraların yabancısıyım." der, ve gider.

20 Kasım 2012 Salı

E-MAİL İ OKUMAMIŞ

Aslan izine ayrılırken bütün hayvanlara e-mail göndererek çakalın vekaleten yerine bakacağını bildirmiş. Çakal da ertesi gün havalı havalı ormanda dolaşmağa başlamış. 

İlk karşısına çıkan tilkiye iyi bir fırça atmış. Tilki saldıracakmış ki aslanın e-mail i aklına gelmiş. Su aygırı na tekme atmış. Tam çakalı kapacakmış ki aslanın e-mail i aklına gelmiş "la hevle" demiş vaz geçmiş. 

Biraz o tarafta gergedan rastlamış çakala. Onunda arkasına bir parmak atmış. Gergedanın e-mail aklına gelmiş "ya sabır" demiş ve savuşmuş. 

Biraz daha ilerde zürafa yı tek bacak üstüne durdurmuş derken ayıya rastlamış. Ayı yolda yürürken ona da "Gel bakıyım, benden izinsiz nereye gidiyorsun? lan" diye küfürler etmiş. 

Ayı koşmuş çakalı yakalamış. İyice dövüp haşat ettikten sonra, yaralı paralı dikenliğin içinde bırakmış ve gitmiş. 

Beş altı saat sonra biraz kendine gelen çakal sendeleye sendeleye bu yerden uzaklaşırken, bir taraftan da kendi kendine söyleniyormuş: "Ne olacak, ayı oğlu ayı, yine e-mail lerini okumamış."  

TEHDİT

1974 ve 1978 yılları arasında Adana da tehditle para istemek suçları çok yaygındı. Bize intikal etmeyip ödeyenleri bilmem fakat bize yanı Cinayet Masasına intikal edenlerden yakaladıklarımız çok oldu. İlk zamanlar Adana da Gasp Masası bulunmadığından bütün ağır suçlara ve memurların işledikleri suçlara Cinayet Masası bakardı. Ben bu olaylardan, yanı tehditle zorla para isteme olaylarından normal bir asayiş olayını nasıl yakaladığımızı anlatmayacağım. Daha doğrusu kendi hatamızı anlatacağım.

Zengin bir doktorun yazıhanesine dosya kağıdı üzerine elle yazılmış bir not atmışlardı. Doktor not elinde Büromuza geldi. Sebze haline yakın bir yerde çöp kutusunun yanında bir yer tarif edilerek, duvarın dibinde sağ tarafta ki bir taşın altına 50.000,00 tl koyması isteniyordu. Polise gidip şikayetçi olursan önce büyük kızını öldüreceğiz, falan filan" yazmış. Adam korkudan tır tır titreyerek bu tehdit mektubu elinde doğru bize geldi. Yanılmıyorsam Doktorun ismi Mehmet'ti. Kendisini teskin ettik, rahatladıktan sonra gazete kağıtlarını para şeklinde keserek Büromuzun mührü ile hepsini delil sayılması için mühürledik. Bir zarfa koyduk. Yanı para dolu imiş gibi sembolik bir zarf hazırladık. Akşam üzeri Büromuzun en yakışıklı polisi Süslü Hüseyin ile Doktor birlikte gittiler birlikte istenilen yere bu sembolik zarfı koydular. Doktor evine gitti. Bizlerde o yere uygun bir yerde üç polis memuru pusu atarak bu zarfı almağa gelecek kişiyi veya kişileri yakalamak üzere beklemeğe başladık. Gece sabaha kadar bekleyip zarfı almak isteyen kişileri yakalayacaktık. Polisin en zor işlerinden biride böyle olaylarda görünmeden saklanabilmesi ve suçluları yakalayabilmesidir. Çünkü etrafta saklanacak yer olmadığı gibi hemen paketin yanında da duramazsın. Suçlu en ufak bir şüphe sezerse asla yaklaşmaz sende yakalayamazsın, bütün emeklerin boşa gider. Böyle yerlerin durumuna göre kamufle olup veya kılık değiştirip öyle beklemek lazım. Bizler arabamızı uzakta bırakıp sebze halinden bahse konu yer görülecek şekilde yerleştik ve bu yeri göz hapsinde tuttuk.

Saat 02.00 ye kadar gelen giden yok, gelen giden varda zarfa yaklaşıp alan yok. İkisi beraber koydukları için Süslü Hüseyin bu koyulan zarfın yerini tam olarak bildiği için Onu yollayarak zarfı yerinden aldırdık ve oradan ayrılarak lokantada yemek yiyip bazı ihtiyaçlarımızı görüp çay filan içtikten sonra tekrar geri gelerek yerlerimizi aldık. Tabi yerlerimizi almadan önce de Süslü Hüseyin'i yollayarak zarfı oradan ayrılırken aldığı yere tekrar koydurduk. Biz sabaha kadar bekledik. Kimse zarfı almağa gelmedi. Bizde kimseyi yakalayamadık ve sabah oldu. Saat 08.00 e doğru doktor biz beklerken yanımıza geldi. Bizim Hüseyin ile zarfı koydukları yerden alacak ve normale dönecektik. Her ihtimale karşı akşam tekrar bırakıp suçluyu yakalamağa çalışacaktık. Doktor yanımızdan ayrılıp zarfı almağa gitti ve telaşla geri yanımıza koştu. Halbuki deşifre olmamak için öyle ulu orta yanımıza hiç gelmeyecekti. "Koyduğum zarf yerinde yok. Almışlar." dedi. Allah Allah kimse gelip almadı. Zarf nereye gidebilirdi. Hakikaten koyduğu zarf yerinde yoktu. Eyvah en korktuğum şey; biz beklerken adam zarfı alırsa, para olmadığını görüp, Vali Beye "Polislerin beklerken ben zarfı aldım fakat içinden para değil de kağıt çıktı" diye birde azar mektubu yazıp gönderirse çok büyük rezil olurduk. Öbürleri bilmem fakat ben hemen istifa ederdim.

Hepimiz koşarak doktorun yanına gittik. Oralarda briket taşlarının altlarına bakarken zarfı bulduk. Adam gelip zarfı almamış. Süslü Hüseyin gece zarfı aldıktan sonra tekrar yerine koyarken yanlışlıkla o yere değil de, yakınında başka bir yere koyabilmiş. Doktoru sen buraya koymuşsun diye ikna etmeğe çalıştık fakat ikna edemedik te O ikna edilmiş gibi göründü. Süslü Hüseyin'i bu hatasından dolayı cezalandırdık onu da söylemeyim saklı kalsın. Sizler de mutlu ve sağlıklı kalın.

NE YAPMAK İSTİYORLAR

Görüyorum şimdi o eski görevliler anlatıp duruyorlar; başta Özel Harekatçı Polis Memuru Ayhan ve buna benzer diğerleri, O "Jitemi ben kurdum" diyen Albay bunlar neyin peşinde neye hizmet ediyorlar anlamıyorum. O Jitemci Albay herhalde Allah şifalar versin de gördüğüm kadarı ile hasta olduğu için bakacak kimsesi yok, cezaevine girersem bana bakarlar diye düşünüyor olabilir. 

Polis Ayhan ise duyduğum kadarı ile Özel Harekat Kursu görmüş Polis Memuru. Yalandan O nu vurdum, şuraya gömdüm, bunu kırdım dereye attım gibi yalan şeyler anlatmaktadır. Muhakkak bir sebebi vardır bu yalan anlatılanların, maksatlı kişilerin emellerine alet olmamalarını tavsiye ederim. 

Emniyet Teşkilatının ekmeğini yediler, çocuklarına yedirdiler, şimdi bu teşkilata bu kadar nankörlük etmek doğru değildir. Zira bir söz vardır 'Kul daraldığı yerde Hızır yetişir' derler. İşte o hızır polistir. Ama namuslu olarak çalışan polistir. Bir insan dara kaldığı zaman "İmdat-Polis" diye bağırır. Ama namuslu polis diyorum. Bir polis adamı öldürüp gömer de evinde akşam nasıl rahat uyur anlayamıyorum. Polis ölenleri kurtarır düşkün ve alillere hatta hastalara bile yardım eder. Sonra polislikte öyle başıboş her istediğini yapar veya öldürür gibi bir kavram yok. Evet bir polis suç işleyebilir fakat diğerleri onu af edemez, mutlaka yakalar, o yakalamazsa öbürü yakalar. Bu işin olamayacak boyutu. Birde Emniyet Teşkilatı tabansız kaçak kurulmuş bir teşkilat değildir. Kanunla kurulmuştur. 3201 Sayılı Emniyet Teşkilatı Kanunu ve 2559 Sayılı Polis Vazife ve Salahiyet Kanunu polislerin polis nasıl olacaklarını ve vazifelerini nasıl yapacaklarını tek tek anlatmıştır.

Emir nedir? Nasıl olmalı ve nasıl verilmeli? Nasıl uygulanmalı? Bir bir anlatılmış ve dışına çıkılmaz. Mesela bir polis memuruna amiri "Al süpürgeyi yerleri süpür" diyemez. Bu kanunsuz emirdir. Birde konusu suç teşkil eden emirler var. O emirler yazılı dahi verilse yerine getirilmez. Amir "Git falancayı öldür veya kaçır" diyecek, sen nasıl polissin ki bu emrin konusu ağır suç teşkil etmesine rağmen yerine getirmişsin. 

Şimdi de çıkmış sesim güzel diye bıdı bıdı konuşuyorsun. Senin dediğine kargalar güler. Ben böyle polisleri hiç affetmem ve 38yıllık meslek hayatımda suç işleyen çok polise rastladım, bunlar gibi başkasının emri ile suç işleyen polislere hiç rastlamadım ve hiç birine de inanmıyorum. Hiçbir suçlu polise müsamaha edilmez. Bunlar kendilerine çıkar temini için suç işlemişler, bu suçu güya kahramanlık suçu ile kapatmak istiyorlar. 

Ben Adana Cinayet Bürosunda görevli iken dört faili meçhul olayı üslenip kendi yapmış gibi olayı anlatan adama rastladım. Sorgusunu yaptıktan sonra olayı gazetelerden anladıklarını ve yalan söylediklerini anladığımız için git evinde yat diye yolladık. 

Bu kişiler ya hiç bir şey yapmamışlar nam almak için anlatıyorlar yada maksatlı olarak Emniyet Teşkilatını yıpratmak için anlattıklarını düşünüyorum. 

Bu kişilere de tekrar hatırlatmak istiyorum. Geçici menfaat ve heveslerle hareket etmeyiniz. Zira bu vatanı çok ararsınız fakat bulamazsınız. Temelde taşlar yerinden bir oynarsa daha durduramazsınız. Yakın tarihimize bir göz atıp, dünya da olup bitenleri iyice anlayınız. Eskiden olduğu gibi bu vatanı hep birlikte savunmalıyız. Lütfen herkes kendinize geliniz.



ŞAZİYE HANIM

1962 yılında Ağabeyim Burhanettin ile birlikte giderek Rize Lisesine kayıt oldum ve kitaplarımı aldıktan sonra köyümüze döndük. 

Fırsat buldukça bu kitapları baştan sona okurdum. Hele Biyoloji kitabı vücudumuzu anlattığı için çok hoşuma gitmiş, roman gibi kitabı baştan sona bir iki defa okumuş, çoğunu öğrenmiştim ve  bazen meclislerde bilgiçlik eder anlatırdım. 

Okul başladı, her hoca kendi ilk dersinde karşılıklı tanışma yapardı. Biyoloji Hocası kısa boylu, şişman, gözlüklü, cin gibi her şeyi anlayan gayet bilgili ve tecrübeli kırk yaşlarında bir bayan idi. Adı Şaziye Hanım; kendisini sonsuz saygılarımla anıyorum. 

Ben sıradan bir öğrenciydim, hiçbir hoca beni tanımaz fakat ben öğretmenlerimin hepsini tanır ve çok saygı duyardım. Ancak Biyoloji Öğretmeni Şaziye Hanım ile ilk zamanlar yıldızımız hiç barışmamış ve ben de çok büyük etkiler bırakmıştı.

Sene içinde ilk yazılı yaptı. Yüksek not bekliyordum. Yazılı notlarını okudu; "636- 1" dedi.
Allah Allah acaba yanlış mı duydum? Parmak kaldırdım "Hocam 636 ya bir daha bakar mısınız?" dedim. Tekrar "Otur yerine Bir" dedi. 

Bir şey yok itiraz etsem mümkün değil haklı olamazdım. Hem ben köyden gelmiş yamalı çekingen bir çocuktum nerde hak aramak. Bir de hoca düşman olurdu.

İkinci yazılı da kurtarırdım. Velhasil ikinci yazılı da oldu yine 1 (bir) aldım. 

Artık benim ümidim ikmal fakat ne yazarsam zayıf vermez onu da bilemiyordum. Çünkü ben sorduğu soruların hepsine süper cevaplar yazıyordum ve gerçekten bütün soruları biliyordum. Yanımda ki üç-dört arkadaş bana bakarak yazarlar 7-8 alırlardı.
 
Son bir kurtarma yazılısı yaptı ondanda bir almadım o verdi. Çünkü ben bütün soruları doğru yapmıştım. 

Sözlü imtihana kalkmak isteyenleri sordu: Birkaç kişi kalktılar fakat sözlü imtihan yapma prensibi de bir garipti bu Hoca Hanımın. Eline kitap almaz, öğrenci kaç soru bilirse bilsin, bir soru bilemezse "otur yerine" der ve 1 verirdi. Bir öğrenciyi de gözden çıkarmışsa ki, itiraz edenleri hiç sevmezdi. "Sidiğin süzülmesi" diye bir konu vardı, "şemasını çiz ve anlat" derdi. O onun silah sorusu 'SİDİĞİN SÜZÜLMESİ' idi. O konu biraz karışıktı.

Ben gönüllü sözlü imtihana da kalkmadım. “Nasılsa hoca beni gözden çıkarmış. Kalksam ne olacak?” diye düşündüm.

Birinci sömestri bitmesine yakın benim yazılı notlarımın hepsi 'BİR' idi. Böyle giderse karneme kesin kırık gelecekti. Ama olsun zaten tek kırık dersim Biyoloji oluyordu. Belki ikmal imtihanlarında filan hoca değişirse sınıfı geçerim diye düşünüyordum. 

Bir Biyoloji dersinde hoca derse girdi. Çocuklar koşuşturdukları ve tepindikleri için ortalık toz dumandı. Tam o arada ağzıma giren tozları temizlemek için çocuktum ne yapacağımı bilmedim ve sınıfta yere tükürdüm. Hemen görmüş ki, yanıma geldi ve iki kulaklarımdan tutarak iyice uzattı. Öyle yapardı. Döveceği çocukların kulaklarını iki eliyle tutar, sonra sağ elini bırakır, sol eli ile hala kulaktan tutarak, sağ eliyle öğrencinin kaçıramadığı yanağına ‘şap, şap’ diye vururdu. Bana da öyle yapacak sandım fakat gözlerinin içine yalvarırcasına baktığımdan mı bilmem, bana vurmadı. Sonra öbür kulağımı da bıraktı. "Sen evinde yattığın yere tükürüyor musun? Muaşeretsiz!" dedi. Çok utanmıştım, hiç ses etmedim.

Zaten derste de sözlü imtihan yapıp herkese bir veriyordu. Hemen kürsüye koyduğu el çantasının yanına gitti ve not defterini çıkardı. Numaramı sordu "tahtaya gel" dedi. 

İşte bu çok hoşuma gitti. Hemen numaramı söyleyip tahtaya geçtim, beklemeğe başladım. Numaramı açtıktan sonra "Hep zaten bir almışsın. Şimdi bir daha al ki sınıfta çakasın. Senden zaten ne beklenir ki? Aileniz okumanız için ne fedakarlıklara katlanıyorlar, yemeyip sizlere veriyorlar sizler bu yaptıklarınızdan utanmıyor musunuz?” V.s gibi sözlerle beni bir sürü azarladı. O azarladıkça ben arada bir yüzüne bakıyor, başkada ses çıkarmıyor, başım eğik bekliyordum. Sınıfta da hiç ses çıkmıyor bizleri izliyorlardı. 

Başladı bana sorular sormağa. Sorduğu soruların hepsini hiç takılmadan detayları ile birlikte bir çırpıda anlattım. O sordukça ben anlattım. Benimle uğraşırken o ders bitti. Not vermeden çekti gitti. Ben tenefüse çıkmadım. Sıramda oturduğum yerde, başım iki elimin arasında öyle üzgün ve moralim bozuk bekledim. Öğrencilerden birkaç tanesi yanıma gelerek beni teselli ettiler.

Sonra ki ders Fizik dersiydi. Biz Fizikçi Mehmet Aksu Hocamızı beklerken yine Şaziye Hanım çıktı geldi. Bazı arkadaşlar “Hocam Fizik Dersi” diye itiraz ettiler. Ders saatlerini değiştiklerini söyledi ve gelir gelmez tekrar beni tahtaya çağırdı. Bir kaç soru daha sorduktan sonra "Sidiğin süzülmesini anlat" dedi. Hani o soru onun silahiydi ya!
 
Hiç ses çıkarmadan önce müsaade isteyip boyum ulaşmadığı için yanda ki bir tabureyi aldım ve üzerine çıkarak tahtaya şemasını çizdim. Hiç takılmadan elimde ki cetvelle şema üzerinde göstererek onu da anlattım. Allah Allah hoca benimle karşılaştığına pişman olmuştu.

Eline bir kitap aldı. Kitaptan bakarak O sordu ben cevapladım. O derste bitmek üzereydi.
Sınıfta ki çocuklar soluğunu tutmuş hoca ile beni izlemeğe devam ediyorlardı. O bana kitaptan soru sorarken okumadığımız yerlerden yanı kitabın sonlarından da soruyordu. Ben o konulara da cevap veriyordum.

Sınıfta Caner isimli Rize de fotoğraf stüdyoları olan bir çocuk vardı. Onlar guruptular ve çok dişliydiler. Caner ayağa kalktı ve "Hocam oraları okumadık. Arkadaşa haksuzluk edeyisun." dedi. Hoca ona; "Otur yerine, münasebetsizlik etme. Sen onun avukatı mısın?" dedi ve bana dönerek "Evladım sen okumadığımız yerleri de cevaplıyorsun. Bu halde iken üç tane bir almışsın. Bu imkansız. Ben böyle bir haksızlık nasıl yaparım? Neden itiraz etmedin?" dedi. Ben hiç ses çıkarmadım. Gözlerim yaşlandı ve mendilim olmadığı için geri dönerek elimle sildim. 

"Bak evladım Biyoloji dersi karnene on gelecek. İkinci karne notun da on olacak. Ortalama da on olacak. Sen şimdiden sonra benim derslerime istersen gir, istersen girme, serbestsin." dedi ve öyle de oldu. 

Ben sene sonuna kadar yine bütün derslerine katıldım. Ondan sonra bütün hocalar sınıfa bir soru sorarlar, kimse bilmeyince veya parmak kaldırmayınca cevabı bana sorarlardı. Şaziye Hanım da öyle yapardı ve derslerinde bazen gelip sıramda benim yanımda otururdu. Ben hiç konuşmazdım kendisiyle, bir şey sorarsa cevap verirdim kendisine. Ertesi sene bizde hiç dersi yoktu. Dışarıda gördüğü
yerde her zaman başımı okşardı. Ona saygı ve hürmetlerimi yolluyorum.

CEYRAN VERDİM

Yıl 1986, yer Ankara zaman kış ayları karlı ve soğuk bir gece. Hırsızlık Bürosunda Nöbetçi ekip amiriyim ve üç kişilik ekibimle birlikte gece çalışıyorum. Bir akşam göreve başlarken notlara bakmak için eski bina dördüncü kattaki büromuza çıktık. Bir üniversite öğrencisi kuyumcularda altın bozdurmak isterken şüpheli olarak yakalanmış. Tetkik edilmek için nezarete konmuştu. Arkadaşlara; "Yazık bu üniversiteli herhalde hırsız değil çıkarın tetkik edelim." dedim.

Şahsı çıkardılar, ayrı yaşayan öğretmen ana babanın iki çocuklarından biri idi. Gayet düzgün uzun boylu yakışıklı, Kimya Fakültesinde okuyordu.
 
Kuyumcularda ziynet eşyaları; altı adet değişik bayan yüzüğü, dört çift te yine değişik kulak küpesi bozdurmak isterken yakalanan bu genç öğrenci, annesinin kendisine bozdurması için verdiğini, harçlık yapacağını söylemesi ve söylediklerinde ısrar etmesi üzerine kendisini arabaya aldık ve o karda kışta birlikte evlerinin olduğu Farabi sokağa gittik. Bu genç arabamızda diğer arkadaşlarla apartman önünde bekletirken, ben bir memurumla dördüncü kattaki evlerine çıktım. Kapıyı bir bayan açtı. Kendisine kim olduğunu ve aşağıda arabada beklettiğim genci sordum. Öğretmen olduğunu ve Kemal'ın annesi olduğunu, oğlunun iki gündür eve gelmediğini, babasının yanına gitmiş olabileceğini, kendisine de satması için hiçbir şey vermediğini beyan etti. Hatta mühendis bir ağabeyisi de odasından gelerek yanımıza oturdu ve babalarının ayrı olduğunu, onun yanına gidebileceğini, söyledi.
 
Annesi 'ben satması için yüzük, küpe verdim' dese tutanak tutup bu malları kendisine teslim edip, çocuğu da Kısma götürmeden orada serbest bırakıp ayrılacaktım. Hatta 'haberim yok, benim altınlarımı çalmış' dese yine altınları teslim edip oğlunu serbest bırakacaktım. Zira yakın füru akrabalar arasında hırsızlık olmaz. Oğlunu yukarı evlerine çıkarttırdım ve annesi ile yüzleştirdim. Fakat annesi altın vermediği gibi kendi altınları da değildi. Bu delikanlının hırsız olduğu anlaşıldı ve o zaman durum değişti. Ya beni ikna edecek, yada çaldığı yeri gösterecekti. Çaldığı yeri de öyle ayak ayak üstüne atıp ta, çay kahve içerken söyleyen hırsıza on iki senede hiç rastlamadım. Onun için sağlam delilsiz hırsız, hiç yakalamazdım.

Şimdi bu gencin hırsız olduğu anlaşıldı. Fakat nasıl konuşturacaktım. Bu konuları bilmeyenler "bas sopayı konuşsun. Yahut basmışsın sopayı konuşturmuşsun" diye düşünürler. Ben öyle yapmadım. Çünkü sopa çok büyük risk, ben o riski göze alamam. Ya adam elimde ölürse onun hesabını nasıl vereceğim. Kendimi düşünmesem de yanımda ki arkadaşlarımı düşünürüm. Herkesin üzerine titrediği çoluk çocukları var. Konuşturmak için ya güvenini kazanacaksın, yada benim yaptığım gibi taktikler uygulayacaksın. Büromuza gelene kadar ona birçok işkence şekli anlattım. Ceyran nasıl verildiğini, sakın kendisine ceyran verdirmemesini, sonra kaburgalarının bile eriyeceğini, defalarca kendisine anlattım. Hepsi hayal ürünü tabi.
 
O sadece" aman ha, bana sakın yapmayın, kalp hastasıyım ha "gibi laflar ediyordu. Büromuza hep beraber gece geç saatlerde çıktık. Daha önce Büromuza gelip te hastalanan suçluların tedavisi esnasında çekilen hastane filmlerini gösterdim. Bazı görünmeyen kısa çıkmış göğüs kafesi kemiklerinin akım geçtiği zaman eridiklerini anlattım. Bu şahsı Hırsızlık Büro Amiri Başkomiser Turan Bey'in makam odasındaki o gösterişli koltuğa oturttum. Bizim Başkomiserin makam koltuğu çok değişikti. Emniyet Müdürlüğünde herkesin gözü kalırdı. Arkası uzun ve siyah deriden yapılmış, uzay araçlarının koltuklarına benzerdi. İnsan oturduğu zaman içine gömülür hiç kalkmak istemezdi. Eğer o koltuğa değil hırsız, ben oturduğumu bilse beni kesin Kısımdan kovardı. Aslında bu koltuğa hırsızı ben oturtmadım ben bilene kadar memur arkadaşlarım oturtmuşlar ben de yerinden kaldırtmadım. Birer memur da sağ ve solun da omuzlarından tutmuşlardı. Ben elimi duvarda prizin üzerine götürdüm ve bu gence hitaben "Bak şu anda ışık yanıyor değil mi? Işığı söndürdüğüm an vücuduna 220 volt akım gelecek. Sana daha önce gösterdiğim kaburgaları erimiş filmleri hatırla senin de aynı şekilde kaburgaların eriyecek. Sağ kalsan da sen artık hayatta hiç bir işe yaramazsın. Sana acıyorum. Allah kolaylık versin. v.s" gibi laflar ettim.

Anh ne kadar yalvardıysam, korkuttuysam bir türlü yaptığı hırsızlıkları anlatmadı. Ben artık ümitsizce, bu uyanık konuşmayacak düşüncesiyle, ışığı bir defa söndürüp hemen yaktım. Hiç beklenmedik bir şey oldu. Bu genç "ağabiiiiiiii yaktınız beni. Oy oyyy" diye top sesiyle bağırarak havaya fırladı. Hepimiz de çok korkmuştuk. Ne oldu filan diye sorarken "Ceyran ağabey ceyran "diye bağırıyor ve titremekten dişleri birbirine vuruyordu. Allah Allah biz ceyran filan vermemiştik.

Bütün hırsızlıklarını o söyledi biz not aldık. Arada da "Ne olur daha ceyran vermeyin yerlerini tek tek göstereceğim." deyip ağlayarak yalvarıyordu. Bu şahsı otomuza aldık. Sıcağı sıcağına 39 tane hırsızlık yaptığı evi gösterdi. Hep pavyon kadınlarının evlerine girmiş. Hırsızlık yerlerini gösterdikten sonra Kısma dönerken, arabada arkada iki memur arasında otururken kendi kendine "Bu ceyran ne imiş be ağabey" diyor. Bizler gülmemek için kendimizi zor tutuyorduk. İşlemlerin yapılması için mahkemeden izin aldık. Ertesi günlerde gündüzcü arkadaşlar tahkikatını yürütüp Yer Göstermelerini yaparlarken kendisine işkence yeri dediğimiz ve sözde ceyran vererek konuşturduğumuz oda da ki sandalyeye Başkomiserin devamlı oturduğunu görünce "Yau ağabeyler bu adamı ceyran çarpmıyor mu? Oraya nasıl oturuyor?" diye memurlara soruyormuş
.
Ha ceyran var mı, suçlulara verilir mi? Ben bilmiyorum. Ben ne ceyran verdim,  nede vereni gördüm. Nasıl verilir bilen varsa anlatsın.
 
Not: Bu şahıs olurda bu yazıyı okursa lütfen irtibat kursun, soracaklarım var. Çünkü bu Kimya Mühendisi genç hala daha kendisine ceyran verdiğimi ve işkence ettiğimi sanmaktadır.

 

19 Kasım 2012 Pazartesi

DEĞMEZ

Bir gün Temel'in tavuğu Dursun'un kümesinde yumurtlamış.
Temel yumurtayı alırken Dursun
"Burası benim kümesimdir, yumurta benimdir." demiş.
Böylece epeyce iddialaşmışlar.
Bakmışlar olacak gibi değil 'Birbirimize birer tekme atalım, kim kısa sürede yerden kalkarsa yumurta onun olsun.' diye anlaşmışlar. Yazı tura attıktan sonra, önce Temel Dursun'un bacak arasına şiddetli bir tekme atmış.
Dursun yerde beş dakika kadar kıvrandıktan sonra ayağa kalkmış. Tam hazırlanmış Temel'e tekmeyi vuracakmış ki;
Temel bağırmış:
"Dur, vurma ben vaz geçtim. Bir yumurta için değmez. Al yumurta senin olsun." demiş. Tekmeyi yemeden anlaşma bozulmuş.  

17 Kasım 2012 Cumartesi

şiir HASRET

Mektubumu alırsan, sende çabuk yaz gene,
Ben aşkımı yazmışım, sakın kimseye deme.

Kalmışız uzaklarda, çağırsam duyamazsın,
Benim derdimi bilsen, sen orda uyumazsın.

Mektubum hep ıslandı, neler oldu bildin mi?
Yazarken çok ağladım, okurken anladın mı?

Sakın ağlama yarım, ağlarsan dayanamam,
Hasret olmak çok kötü, daha ayrı kalamam.
                                        Recep Ali Öztürk


16 Kasım 2012 Cuma

ŞAŞTIM

Kafadar iki hırsız, herkes malını iyi muhafaza ettikleri için uzun süre hiç bir şey çalamazlar.
Bir gün tarlasında çift süren  yaşlıca bir adam görürler.  Bu ihtiyarın öküzlerini çalmağa karar verirler.
Bir hırsız saklanır.
Diğer hırsız tepe üstüne çıkarak "Şaştıııııım, şaştııııım" diye bağırmağa başlar.
Çok merak eden çiftçi birkaç defa olduğu yerden sorsa da bağıran hırsızdan bir cevap alamaz.
Öküzleri ve sabanını tarlanın ortasında bırakır ve bağıran hırsızın yanına gider. Çiftçi hırsızın yanına giderken, diğer hırsız öküzlerden birini boyunduruktan çözerek çalar götürür. Öbür hırsız hala daha "Şaştıııım, şaştııım" diye bağırmaktadır.
İhtiyar çiftçi bu bağıranın yanına gelir ve "Hayrola evladım neye şaştın da bağırıyorsun?" diye sorar. Hırsız ihtiyarın tarlasını ve sabanını gösterir; "İki saat ten beri seni seyrediyorum. Tek öküz ile nasıl çift sürüyorsun. İşte ona şaştım bey amca" der.
Çiftçi de dönüp tarlasında bıraktığı sabanına bakar ki, hakikaten tek öküz koşulu. Öküzlerin öbürü yok.
İhtiyar çiftçi "Allah, Allah, bu işe bende şaştım, evladım" der ve gider.

14 Kasım 2012 Çarşamba

DELİNİN BİRİ

Delinin biri Anka Malda sinemaya gitmek için bir bilet alır.
Üç dakika sonra gelir bir tane daha alır.
Beş dakika sonra bir daha derken 8-10 defa bilet alır.
Bilet satan gişe görevlisi merak eder ve;
"Sen karaborsa bilet mi satıyorsun? Neden çok bilet alıyorsun?" diye sorar.
Deli şöyle cevap verir:
"Kapıda bir deli var, tam içeri girerken, biletlerimi alıp yırtıyor, bende yenisini almak zorunda kalıyorum." der.

ONBEŞ LİRA

İki kafadar Kayseri li, Kayseri ye bir sinema yapmışlar. En güzel filmleri oynattıkları halde hiç kimse seyretmeğe gelmemişler. Malum para vermek istemiyorlarmış.
Adamlar iflasın eşiğinde iken akıllarına iyi bir fikir gelmiş. Hemen her tarafa ilan yapıştırmışlar. 'Cumartesi günü 21 matinesi herkese bedava dır.' 
Herkes hücum etmişler. Koltuklar ve aralar bile dolmuş. Her taraf ful, millet ayakta filimi seyretmişler.
Filim bitmiş dışarı çıkacaklar, bakmışlar ki bütün kapılar kapalı. Tek bir kapı açık ve üzerinde 'ÇIKIŞLAR 15.00TL DİR' diye yazıyormuş.

13 Kasım 2012 Salı

MARKO PAŞA

Hanı derler ya "Derdini Marko Paşa'ya anlat" Marko Paşa Sakız adasında doğmuş 1800 lü yıllarda Osmanlı tebaasında yaşamış ve üst düzey mevkilerde görev yapmış bir Rum hekimdir. Saray baş hekimliği ve Askeri Tıbbiye başkanlığı filan da yapmış.
Saray içinde ve dışında bir çok entrikalar çevirdiği, hatta Sultan Aziz'in öldürülmesinde bile rol aldığı söylenir. 'Derdini Marko Paşa'ya anlat' deyimi; sorunlara çözüm bulduğu için değil, sorunları daha problemli, içinden çıkılmaz hale getirdiği için kullanılırmış.

İlk bakışta Marko Paşa dertlere çare buluyormuş gibi bilinir. Halbuki öyle değil. Sorunu olan kişiler Marko Paşa'ya gider sorunlarını anlatırlarmış. Marko Paşa sorunlarını dinledikten sonra "Anlaşıldı, fakat sen ne demek istiyorsun?" dermiş.

Sorunu kişiye defalarca anlattırdıktan sonra, sorun sahibini bezdirip, şikayetlerinden vaz geçirtirmiş. Basit sorunları bile çözmez, her sorunu içinden çıkılmaz bir hale getirirmiş.

Düşünün; olayı veya sorunu anlatıyorsun, O sana "Anlaşıldı fakat sen ne demek istiyorsun." deyip, aynı şeyi defalarca sana anlattırıyor. Ne demek istediğimi veya ne yapacağımı bilsem zaten sana gelip sormam değil mi?

Hala görev yapan böyle insanlar yok mu? Tonlarca. Türkiye de sürülerce var. Hem de hep kilit yerlerde çalışırlar. Onlar için vatandaş üçüncü sırada gelir. Birinci görev; eziyet ve işkence ile vatandaşı bezdirip devlete karşı kışkırtmak, ikinci görev; vatandaşın ışı için, rüşvet alarak zengin olmaktır. Onlar için devlet dairelerinde yapılacak başka hiç bir görev yoktur. Menfaatsiz hiç bir iş yapılmaz.

Tıpkı Marko Paşa gibi. Ve biliniz ki Osmanlı da böyle Paşalardan bir sürü var, yeri geldiği zaman bahsedeceğiz. Çünkü çok önemlidir. İşte Osmanlı'yı böyle paşalar yıktılar. Böyle adamlar Osmanlı da üst düzey mevkilerde bulunmuş ve Meclisi Ayan da bile çalışmışlar.