SAYFALAR

31 Mart 2012 Cumartesi

RUSYA DAN MEKTUP

1960 lı yıllarda Hopa'ya sık sık gidip gelen ve tütün kaçakçılığı yapan, yaşlı bir komşum Yusuf Amca'dan dinlemiştim.
Rusya'da 1917 de Komünizm rejimi kabul edildiği ilk zamanlarda, bazı aileler bölünmüş, aynı ailelerin bir parçası Rusya Batum da, bir parçası Türkiye Artvin Hopa da kalmışlar. Hatta Fındıklı Sulak Köyünden bizim de teyzemiz, Nadiye Hanım da ailesiyle Batum da kalmış. Sibirya'ya o meşhur zulüm treni ve vagonları ile sürgün edilip te altı ay ac susuz yolculuk yapıp kayıp olanlardan. 
1960 lı yıllarda Burhanettin ağabeyim arama girişimlerin de bulunduysa da neticesiz kaldı, bulamadık. Çünkü Rusya Komünizm Rejimi en ufak bir yanlışta adama akla gelmedik işkenceler yapılıyor, insanlar zindanlarda tutuluyor, hatta kendi adamları bile hiç sebepsiz yere öldürülüyorlardı. İşte; insanlara hafızalardan çıkmayan işkence, zulüm uygulandığı o zamanlarda; Rusya Batum da kalan Agasi ile Türkiye Hopa da kalan yeğeni Agop isimli iki Ermeni dayı ve yeğen arasında ki mektupla haberleşme şöyle olur.
'Kaç gel' filan gibi veya rejim hakkında kötü şeyler yazmaması için Rusya da ki Ermeni Agasi Hopa da ki yeğeni Agop'a mektup yazar ve her şeyin yetkililerce kontrol edildiğini, insanların en ufak bir suçta en ağır şekilde cezalandırıldığını, şu şekilde anlatmağa çalışarak uyarır ve bilgi verir.
"Eee More; Komünizm rejimi çok iyi bir rejimdir. Keşke Türkiye de Komünist olsa. Bizler burada çok rahat, çok iyi, çok memnunuz. Lenin ve arkadaşları da çok iyi adamlardır. Bizlere hiç kimse karışmaz ve çok büyük haklarımız var. Mektuplarımızın dahi kontrol edildiğini hiç düşünme More. Asla böyle bir şey yapmazlar. Sen de anlayasın diye ben bu zarfın içine saçımın bir telini koyup sana yollayacağım. Mektubu kontrol ederlerse bu saç teli düşecek ve zarfın içinde olmayacak. Sen mektubu aldığın zaman eğer içinden saç kılı çıkmazsa, mektupların açılıp kontrol edildiğini anla. Bizler burada çok iyiyiz, rahatız, sen merak etme.." diye yazar ve postaya verir.

Türkiye de ki Agop Dinçyan da Dayısı Agasi'nin yolladığı bu mektubu Hopa da alır, açar  bakar ki içerisinde katlanmış kağıdın arasında hakikaten saç kılı var, doğru. Mektupların gerçekten açılıp kontrol edildiğini o zaman hemen anlar ve ondan sonra başlarına bela getirecek hiç bir şey yazmaz Rusya da ki dayısı Agasi'ya. 
Çünkü aslında kıl falan yok, Ermeni mektubu zarfa koyarken kıl filan hiç koymamış. Zaten Ermeni'nin başında kıl falan da yok. Ermeni Agasi kel. Rusya da ki Ermeni nin kel olduğunu Türkiyede ki yeğeni Agop ta iyi bilmektedir. 
Aslında mektup Rusya dan postaya verilince, Rus yetkili mektubu açar ve  kontrol etmek için okur. 'Saçımın bir telini koyacağım' yazısını görür. Görür fakat bakar ki saç teli filan yok. Mektubu kontrol ederken saç kılını kendisi düşürebildiğini düşünür ve o kontrol eden görevli kendi saç kılını başından koparır, Agasi'nın mektubunun içine koyar ve öyle yollar Türkiye de ki Agop'a. Agop ta böylece bütün mektupların kontrol edildiğini anlar.

Türkiye de ki Agop geri Rusya daki dayısı Agasi'ye bir mektup yazar. Mektupların Rus yetkililer tarafından kontrol edildiğini ona da bildirecek ya; "More dayı; yolladığın sarı saç telini mektubun içinde, katlı kağıtların arasında buldum ve aldım. Hatıra olarak saklıyorum. Sağ kalır kavuşabilirsek geri sana veririm. Kontrol hiç yok. İstediğin her şeyi bana yazabilirsin. Selamlar."

Yaa yaşamak kolay değildir. Hele başkasının emri altında. Ondan sonra neler yazmışlar? Başlarına neler gelmiş veya kavuşmuşlar mı bilmiyorum? 
Bazen insanların kaderi başka insanların elindedir. İnsan bir kere kuyuya düşerse çıkamaz. Mesela bazı oyunları ben anlarım, sen anlarsın, oyuna gelmeyiz. Başkası anlayamaz. Bazen sen ben de anlayamayız. Birisi oyuna gelirse diğerlerini de kendi peşine sürükler ve herkesi yakar, kimse kurtulamaz. Yaa.. her zaman diyorum bir karar verirken kılı kırk bölünüz. Ve bir işi yapmadan önce beş defa düşünerek karar veriniz.


28 MART'TA KAR

Ankara da 28 Mart 2012 de 18.10 ile 18.25 saatleri arasında kar yağdı, hemde hiç durmayacak mış gibi yağıyordu. Onbeş dakika kadar süren yağışta yerler bembeyaz oldu fakat, çok sürmedi. İşte meraklının amatör kamerasından izleyelim.

30 Mart 2012 Cuma

DİKKAAT

Ben yeni polis olduğum 73 yılında Malatya'lı bir Polis Memuru ağabeyimiz vardı, ismi Mustafa. Mustafa ağabey çok eski polislerden. Devamlı karakolda yatıp ta, hafta izinli iken haftada bir gün evine çoluk çocuğunun yanına giden polislerden. Kim bilir ne zorluklarla çalışmışlar, aynı şehirde olmalarına rağmen bir hafta ailelerinden ayrı yaşamışlar. Bunun etkisinden mi ne, bu ağabeyimiz çok içki içerdi. Biz de içki içmeğin cezai karşılığı meslekten ihraçtır.

Mustafa nın her zaman içki içtiğini Vali bile biliyor fakat hiç kimse yakalayamıyor. Asayiş Şube Müdürü Pepe Kamil onur meselesi yapmış fakat bir türlü O da yakalayamıyor. Bir gece Mustafa Ağabey nöbetçi iken Pepe Kamil Karakola ani den baskın yapar. Mustafa Ağabey kıp kırmızı olmuş içkili olduğu zaten yüzünün renginden belli olurdu, öbür türlü sarhoş olduğu hiç anlaşılmazdı. Müdür Bey Karakolda her tarafı didik didik aramış içki yok, memur içkili, adam çıldıracak. Çağırmış huzuruna Mustafa yı "Bak Mustafa sen içkilisin" demiş. Memurda "Evet Müdürüm" demiş. Müdür içkiyi yakalayamadığı için, kafasından bir plan yapmış ve gitmiş. Sabaha karşı gizlice gelerek tekrar baskın etmiş. Her tarafı yine aramış anh içki yok, bulamamış. Mustafa'yı tekrar çağırmış yanına, "Bak oğlum, çok uğraştım, içkini bir türlü yakalayamadım. İçkiyi nerde sakladın? Göster. Şimden sonra içki sana serbest. Hiç bir işlem yapmayacağım" Der. Mustafa da yakalanmaktan çok korkarmış. Gözleri fal taşı gibi açılmış. "Müdürüm erkek sözü mü, yakalamayacak mısın?" demiş.

Pepe Kamil söz deyince Mustafa hemen koşarak kapıya gitmiş "DİKKAAT" diye bağırarak bayrak direğinden, karanlıkta bir sepet indirmiş
, içerisinde bir büyük rakı ve meze bulunmaktadır. Hakikaten aşırı olmamak şartı ile içtiği içkiye ondan sonra kimse karışmazdı. Zaten az bir süre sonra emekli oldu.

BÖYLE PATLAR

Yıl 1972 kış ayları, yer Gürçeşme Polis Eğitim Merkezi, bizler 400 kadar polis adayı eğitim görüyoruz ve az bir zaman sonra kadroya katılarak hizmet vereceğiz.

Silah Bilgisi dersimize Okul Müdürü Sayın Şükrü Beşbudak geliyor. Kendisi çok disiplinli ve bilgili nadir bulunan Müdürlerden. Daha önce ki derslerde poliste kullanılan silahların bir kısmını tanıtmış, bu derste Kırıkkale tabancasını tanıtacaktı.

Derse girdi "Arkadaşlar şimdi anlatacak olduğum Kırıkkale tabancası, dünyanın en iyi tabancasıdır. O tabanca işte şudur" Dedi ve belinden çıkardı. Havaya  kaldırdı. Tabanca 'dank' diye patladı. "Dikkat etmezseniz böyle patlar" dedi ve beline soktu gitti.

O ders geri gelmedi. O zaman ben ve arkadaşlarım kazaen patlattı sandık. Fakat değil. Ben sonradan kadroda anladım ki bu silahların bazıları imalat hatası olarak, iğne çok az uzun bırakılmış. Emniyet kapatıldığı zaman horoz düşünce silah kendiliğinden otomatiğe geçiyor. İçindeki bütün fişekleri patlatıyor.

Evet ben yanlış yazmadım, sizde doğru okudunuz. Emniyet kapatılınca şarjöründeki bütün fişekleri otomatik olarak patlatıyor. Halbuki emniyet bir silahın güvencesidir.
Onun için Valter tipi, dabıl ekşın dediğimiz diğer adı çift hareketli (tetiği çekince horoz kendiliğinden kalkıp düşen, veya emniyet mandalı kapatılınca horozu kendiliğinden düşen)bütün tabancaları kullanırken,

Silahı doldurunuz. Ölü noktaya tutunuz ve emniyet mandalını çok yavaşça kapayınız. Veya boş iken silahın emniyetini kapayınız. Silahı ölü noktaya tutarak tetiğini sıkınız ve sert bir şekilde üstünü, yanı sürgüsünü çekip bırakınız.

Tüm valter tipi çift hareketli tabancalara uygulayınız. Patlarsa silahınız arızalıdır. Ve çok tehlikelidir. Kullanmayınız. Patlamazsa yine de emniyetine güvenmeyiniz.

29 Mart 2012 Perşembe

AHLAK BÜRO

1998 Yılı Ankara; Baş Müdürümüz Trabzon Of İlçesinden Cevdet Saral Ankara Emniyet Müdürü olur olmaz Personel Şubeden benim dosyamı istemiş. Anladım tayın olabilirim fakat hayatımda kimseye yalvarmadığım için hiçte sıkıntı etmedim. Evet poligon amiri idim. Çok rahat ve keyifli bir görev yapıyordum ama, yeni görev verilse de kaçılmazdı.

Personel Şube Müdürü Adnan Bey aradı. Baş Müdür dosyamı istediğini ve Cinayet Bürosuna Amir gideceğimi söyledi. Daha önce kadroda hiç karşılaşmamıza rağmen ben aklına nasıl düştüğümü hala daha bilmiyorum. Ertesi gün kara haberi aldım. Eski yerim Asayiş Şubesine Ahlak Büro Amiri olarak tayın edilmiştim. Gerekçe mesleğimize pislik en çok Ahlak Bürosundan girermiş. Pisliği önlemek için ben orada çalışmam gerekli imiş.

En sevmediğim bir yer Ahlak Büro. Bütünü ile gayri meşrü alemi. Yaşadığımız dünya ile tamamıyla ters bir yaşam şekli. Üstelik doğrudur bütün pisliklerin Teşkilatımıza girdiği bölümdür Ahlak Büro. Yirmi gün kadar göreve başlamadım. Kendime göre torpillere baş vurdum. İlk defa görevden kaçmağa çalıştım. Baş Müdür'ün çevresinden bir haber geldi. "Derhal yeni görevine başlasın. Yoksa soluğu İlçelerde alır."

Altı yıl kadar oluyordu, Asayiş Şube den ayrılmıştım. Fakat o görev bana layik görülmüş istemesem de yapmalıydım yahut ta emekli olmalıydım. Gittim bir akşam üzeri göreve başladım. O akşam baş müdür gelerek bana baka baka büronun önünden geçti. Ben ne istersem o olur demek istiyordu. On on beş gün kadar dinlemede kaldım. Pavyonculardan bazıları beni takip etmek için polis arabalarına benzeyen Toros marka arabalar almışlar. Kulağıma geldi. O adamlar, daha sonra ben kontrole gittiğim zaman benim tanımamam için 'sazı ellerine alıp, saz çalan müzisyenim' diye çalgıcıların aralarına oturup beni kandırmağa çalıştılar. İki yıl kadar bu görevi yaptım. 

28 Mart 2012 Çarşamba

BABAM LA DURUYORUM

Üç kafadar hırsızlık için bir malikaneye girmişler.
Havuzun başında yürürlerken bir bakmışlar sahibi uzaktan görünmüş.
Yanlarına doğru geliyor. Hemen bir tanesi ağaca tırmanmış ve "ü ürü üüüüüü" diye ötmeğe başlamış. İkinci şahıs beline kadar havuza girer ve "uvaaak, uvaaak" diye bağırmağa başlar.
Üçüncü arkadaşları da bakar yanda bir eşek otluyor gidip yanında ellerini yere koyup dört bacak olur ve otlama numarası yapar.
Malikane sahibi bunları böyle görünce "Sizler de kimsiniz? Ne işiniz var burada?" diye sorar. Ağaçtaki "Ben bu malikanenin horozuyum. ü ürü ü" diye öter.
Havuzda duran "Ben bu malikanenin ördeğiyim. vak vak vak." der.
Bu sefer üçüncü şahsa, eşeğin yanında durana sorar "Sen kimsin, ne yapıyorsun?" der. Üçüncü şahısta "Bende bu eşeğin yavrusuyum. Yanında duruyorum" der.
Malikane sahibi "Ama bu eşek dişi değil ki yavrusu olsun. Bu eşek erkek" deyince.
Hırsızda "E heh işte halimden anlasana? Anam öldü de babam ile birlikte duruyorum" der.

ÜÇ YILDA ANCAK

Trafik kazasında ölen bir delikanlı ile sevgilisi cennete giderler. 
Kendilerini karşılayan melekler dileyin, ne dilersiniz derler.
Gençlerde "Biz evlenmek isteriz" der. "Peki evlendirelim" derler ve melekler giderler.
Gençler beklerler beklerler altı ay sonra melekler bir imam ile gelirler.
Tam nikahları kılınırken gençlerden biri "Biz şimdi evleniyoruz fakat istediğimiz zaman boşanabilir miyiz?" diye sormuş.
Melekler
 "İstediğiniz zaman boşanamazsınız. Çünkü cennette nikah için bir imamı altı ay aradık. Zor bulduk. Boşanmak için de bir avukatı üç yılda ancak buluruz. O zaman boşanabilirsiniz" demişler.

27 Mart 2012 Salı

TESLİMİM BABA

1989 yılı Ankara Hırsızlık Bürosu, gündüz nöbetçi ekibimizi arıyoruz fakat bulamıyoruz. Telsiz anonslarımıza cevap vermiyorlar. Müdürümüz devreye girdi ve "Bu ekibe görevi terkten işlem yapın " dedi. Müdürün ağzından çıkan emirdir, yerine getirilir. Dört polis memuru ve bir komiser hakkında işlem yapılacak. Belki de meslekten atılacaklar.

Üç beş gün önce ekiplerinden aldığım memuru aradım. Hangi kahvede kumar oynadıklarını sordum. Doğruyu söyleyeni her zaman koruduğumu bildikleri için, o memur hangi kahvede kumar oynadıklarını, hatta bir arkadaşlarına kefil olup Polis Sandığından borç para çektirip o parayı kumarda geri aldıklarını bana anlattı. Ben de doğru Keçiören deki o belirtilen kahveye gittim. Baktım doğru mavi Ford marka arabaları kapıda duruyor. Usulca kapısını açtım. Gündüz şoför içinde uyumuş, telsiz muhaberelerini duymuyor. Uyandırdım. Kendi arabama aldım. Onların arabasını şoförüm kullandı. Bende benim arabamı kullanarak Kısma geldik.

Üç memur, bir komiser orada kahvede kaldılar. Geride neler olup bittiğini sonradan bir memur anlattı biliyorum. O akşam ne arayabildiler ne de gelebildiler. Hiç kimseden ses sada yok. Ertesi gün başlarında komiserleri Kısma geldiler, yalvardılar, özür dilediler, beni kandırdılar, bir daha hiç olmayacak, ne olur bir sefer af et dediler. Ben de Müdür Beye çıktım güya memurlarımı korudum ona yalvardım, yakardık ve af ettirdik. Anadan yeni doğmuş gibi sevinerek göreve çıktılar. O gün iyi her arandı cevap verdiler. Bir hafta çok güzel her arandılar mı cevap veriyorlar. Arada da Kısma telefon açıp bana raporlar verip güya çalışmalarını bildiriyorlar. Ertesi gün yine kayıp oldular. Ne kadar arandılarsa hiç cevap vermediler. O kahveyi öğrenmiştim ya tekrar gittim. Manzara aynı fakat ben dünkü gibi değilim. Gözümde hiç bir şey yok. Çok sinirliyim. Gerekirse belki de kendilerine vuracağım. Hızlı bir şekilde kahvenin içine girdim. Sivillerden bir kaçı camdan atlamışlar. Bizim komiser camdan atlamadı. Sırtı bana dönük ekibi ile kumar oynuyorlardı.

Memurlar beni görünce yerlerinden kalkıp esas duruşa geçmelerinden ve kahvedeki sivillerin kaçışmalarından anladı. Yerinden havaya zıpladığı gibi, bana dönerek iki ellerini havaya kaldırdı ve; "Teslimim baba, bana bir şey edersen unutma çocuklarıma yine sen bakacaksın. Ne yaparsan yap. Teslimim" dedi. Hemen aklım başıma geldi. "Nedir bu arkadaş? Oyununuzu hemen bitirin, işinizin başına dönün" dedim ve hiç beklemedim, kahveden çıktım gittim.

Daha sonra ekibi o komisere "Bir yerden çay içelim" dediler mi. "Ya arkadaşlar, bir sefer baba dedik adamı kandırdık. O adamı bir daha kandıramayız. Boş verin çayı. Ölmezsiniz" dermiş. Ve bu iyi bir ders olmuş, kumar oynamağı da bırakmışlar.

26 Mart 2012 Pazartesi

HA BÖYLE YAVAAAŞ

1987 yılı sonbaharda Anakara da gece otolar üzerinde arama yapıyoruz. Bir Mersedes içinden üç kişi Rize li indiler. Memur arkadaş birinin beni göstererek "Hemşerimuzdur da kurtaracak" dediğini söyledi. Otomobilde bir adet Beretta  marka yepyeni bir silah vardı. Silahı adli emanete şahısları mahkemeye yolladık. Silah olaylarda kullanılmamış olduğundan şahıslar serbest kaldılar.

Her şey normal. Mahkeme her halükar da sonra devam edecek. Aradan 20 gün kadar geçti, Cebeci de Kayserili Ahmet'in kahvesine gittim. Ekibimle birlikte çay içip gidecektik. Kahve iki kattı üstten girilir merdivenlerden aşağı inilirdi. Ben içeri girdim. Yukarıda kimse yoktu, hayretler içinde merdivenin başına gittim. Alt katta bir adam bir şeyler anlatıyor, 35-40 kişi kadar adamda hiç sessiz ayakta onu pür dikkat dinliyorlardı. Memur arkadaşlarıma engel oldum aşağı yollamadım ve bizde yukarıdan dinlemeğe başladık. "Hemşerimuzdur kurtaracak deduk, O kurtarmadığı cibi, ben çi tabancamı acıduğumdan üstünü ha böyle yavaaaş çi çeküp pırakııdum. O cözüm cibi sevduğum silahumun üstini hızlı hızlı şak şak deyi sesleterek çekti pıraktı, çekti pıraktı. Herifte hiç insaf yok çi, ha öyle hemşerimuz olmaz olsun" diyordu.

Bir taraftan da yüksek sesle ağlıyordu. Bende yavaş yavaş indim. Yanlarına gittim. Millet açılınca O ortalarında idi. Beni gördü. Şaşırdı. Baktı baktı tanıdı ve Aha o hemşerim bu idi işte. Ha buraya nerden celdi? Ola beni mi taçip edeisun yoksa hemşerim?" dedi. Sarıldık. Herkes gülmekten yerlere yattı. Bende kendisine çay ısmarladım ve teselli ettim.

25 Mart 2012 Pazar

SIÇAN KAPANI

Mücitler yarışı varmış. Duyar duymaz bizim Temel elinde icadı ile doğruca yanlarına koşmuş, jüriye müracaat etmiş.
"Habu benum icadumdur. Yarışmaya katulacağum." demiş. Elindeki küçük bir tahta parçasına monte edilmiş, çıplak, dik duran, bir jilet ve arka tarafında tahtaya tutturulmuş 50 gram kadar kaşar peynirinden oluşan yaptığı aleti önlerine koymuş. Jüri sormuş;
-Bu nedir?  Temel cevap verir;
-Ha onımı bilemedunuz? O sıçan kapanıdur da, der. Peki nasil olacak derler? Temel açıklar:
- Sıçan ha böyle bu taraftan celecek. Kaşar peynirini cörecek. Yemek için başını uzatacak. Jilet boynunu kesecek ve fare ölecek. demiş. Jüri heyeti "Böyle icat olmaz al aletini ve git" demişler. Hemşerimde almış gitmiş fakat içine de dert olmuş. Ertesi yıl gene yarışmaya katılmış. Bu sene getirdiği yeni icadi, geçen sene getirdiğinin aynısı. Yalnız çok küçük bir değişiklik yapmış. Tahta parçası üzerine monte edilmiş jilet var. Fakat arka tarafında ki kaşar peyniri bu sefer yerinde yok. Yeri boş. Jüri sorar;
- Anlat bakalım nasıl olacak? Temel anlatır;
- Sıçan ha böyle bu taraftan celecek. Jiletin üzerinden başını uzatacak. Bakacak ki peynir geçen sene ki yerinde yok. Allah, Allah peynir nere gitmiş? diyecek. Ve başını sallayacak. Başı sallanınca boynunu jilet alttan kesecek ve fare yakalanacak. Nasıl bunı çok beğendunuz değil mi?demiş.

HANGİ PARMAK

Tıp Fakültesinde okulu bitiren 20 yeni doktoru bir Profesör  başkanlığında kurulan heyet son olarak imtihan ediyor. Ve en son 'Doktor olabilirler' raporu verilecek.

Hepsi birlikte ameliyathaneye girerler. Masada yatmakta olan karnı açılmış bir kadavra var. Heyet başkanı masada ki kadavranın midesine bir neşter atar. İçerden koku ile birlikte pislik dışarı çıkar. Hoca çocuklara; "Çocuklar iyi bakın ben ne yaparsam, sizler de aynısını yapacaksınız. Doğru yapan sınıfı geçer" der. Profesör o mideden çıkan pisliğe bir parmak atıp ağzına götürür, parmağındaki pisliği yalar.

Çocuklar sıraya dizilirler. Hepsi pislikten birer parmak alarak, hoca gibi yalarlar. İmtihan komisyonu içlerinden bir öğrenciye geçer notu verir. 19 tanesi sınıfta kalır.

Neden acaba anlayabildiniz mi? Sadece bir tanesi hoca yaptığı gibi yapmış ta ondan. Nasıl mı? Hoca pisliğe orta parmağını sürüp, çabuklukla işaret parmağını ağzına götürüp yalamış. Bu durumu tek o öğrenci fark etmiş ve o da hoca yaptığı gibi, orta parmağını pisliğe sürüp, işaret parmağını yaladığı için sınıfı geçip doktor olmuş. Öbürleri ise sadece yedikleri ile kalmışlar. Yaa çok uyanık olmak lazım.

23 Mart 2012 Cuma

ÖRGÜT NEDİR

Başkan veya lider eylemi belirler. Eylemi uygulayacak elemanları da belirler. Bu belirlemeler yüz yüze olmaz genelde şifreli konuşmalarla olur. Eylem hangi bölgede uygulanacaksa elemanlar oraya gönderilir. Ayrı ayrı yerlerden gidip belirtilen yerde buluşurlar. Televizyon programında konuşma yapılarak daha önceden belirlenmiş bir kelime veya cümle o konuşmada geçerse eleman onu duyduğu zaman eylem başlamış demektir. Eylem yapıldıktan sonra kaçış ve toplanma yerleri önceden belirlenmiştir. Duruma göre buluşma yerinde 15 dakika beklenir. Eleman gelemezse yakalanmış demektir hemen yer değiştirilir. Gerekirse hücre evlerinden biri ikisi de başka hücre evlerine hatta yakalanan elemanın bilmediği hücre evine değiştirilir. Özel günlerde mitingler tertiplenir veya tertiplenen mitinglere sızılarak cinayetler işlenip polis veya karşı tarafa yüklenir. Karşı taraftan bir şahıs öldürülür. Karşı taraf intikam alsın diye beklenir. Karşı taraf intikam almazsa kendi arkadaşlarını öldürüp onların üzerine atarlar. Daha büyük olaylar çıkması için çalışırlar. Mesela Polis dövsün diye müthiş tahrikler ederler. Bu gurup her nedense ta uzaktan tanınırlar. Renk ve şekilleri normal insanlara hiç benzemezler. Poliste durumu bildiği için hiç tahriklere kapılmazlar. Her şeyi olgun karşılarlar.

1973 Yılında görev yerim Adana'ya gitmek için Ankara'ya gidiyordum. Rize'de yanıma benim gibi bir genç oturdu. Çok tedirgin bir hali vardı. Devamlı birilerini arıyormuş gibi sağına soluna bakıyor, şüpheli hareketler yapıyordu. O da benden şüphelenmiş olacak ki ne iş yaptığımı ve ismimi sordu. Söyledim fakat mesleğimi öğretmen olarak tanıttım. Kendisi sormama rağmen ismini ve işini söylemedi. Şüpheli hareketlerine bir yenisini ekledi. Oturduğu koltuğun önüne koyduğu büyükçe bir çantadan çıkardığı kitapları yırtarak, otobüsün penceresinden dışarı atıyor, yol boyunca kitap sayfaları havada uçuşarak yerlere düşüyordu. Açıkçası kendisinden birazda çekindiğim için hiç bir şey sormadım. Bu durum epey devam etti. Muavin ve bazı yolcular kendisini ikaz etti. Tartıştılar. Gene iş bana düştü. Oturduğum yerde "polis" diyerek aniden belimden çıkardığım kelepçeyi bileğine vurarak bir eline taktım. Hiç direnmedi. Öbür eline de taktım. Üstünü aradım ve kitap dolu olan çantayı elimden aldım. Kaptana en yakın karakola çekmesini söyledim. Fatsa'yı geçmiştik.  Kelepçe vurduğum şahıs "Ağabey konuşalım" dedi. "Ben İstanbul Teknik Üniversitesinde öğrenciyim. Dev-genç inde yönetim kurulundayım. Örgüt bizi her yerde takip ediyor. Bu kitapları halka dağıtarak taraftar toplamak için memleketim Rize'ye getirmiştim. Örgütün iç yüzünü öğrenince vaz geçtim. İmha ediyorum" dedi. Ve anlattı 1970 yılında Ankara'da Basın Yayın Yüksek Okulunda M.  K. öldürüldü. Kendi içimizde öldürülüp öldürülmediği tartışılırken faşistler öldürdüğü söylendi. Daha sonra yine 1970 te biz İstanbul'da çok kalabalık bir miting organize ettik. Bir kargaşalık çıkartıldı ve benim gibi dev-genç yönetim kurulunda olan arkadaşım Malatya lı H. A. yanımızda faili meçhül öldürüldü. Faşistler öldürdü diye biz kıyametler koparırken, yarım saat kadar sonra öldürülen H. A. nın  yağlı boya ile yapılmış büyük boy resimleri ortaya çıktı ve bazı yerlere asıldı. Düşündüm ki bu resmin boyası ancak bir günde kurur. Peki nasıl olurdu? Demek ki kurbanı bizim taraf önceden seçmiş ve H. A. yı bizim arkadaşlarımız öldürmüş. Faşistlere mal edilmişti. Bunu net olarak anladım. Ve vaz geçtim. Bende öldürülmekten korkuyorum." dedi. Bilmem sonrasını hemşerim adaşım hala yaşıyor mu? Yoksa öldürüldü mü? Fakat orda kendisinden aldığım iki kitap hala bende duruyor. Ha merak etmeyin ellerinden kelepçeyi çıkardım. Karakola getirmedim. Ankara ya kadar muhabbetle geldik. Bilmem sizlere bir şeyler anlatabildim mi?

21 Mart 2012 Çarşamba

şiir DERE

Bu dünya kurulalı, hiç durmaz hep akarsın,
Kim bilir sen içinde, ne çok sırlar saklarsın?
Kayıp ettin sevdiğini, gezer onu mu ararsın?
Sahi sen dere, nerden gelir, nereye gidersin?

Biraz yavaşlayıp, durulursun düz ovalarda,
Yazı kışı sıkılmazsın, ömrün geçer yollarda,
Kayıp olur gidersin, karışınca derin sularda,
Sahi sen dere, nerden gelir, nereye gidersin?

Hep aynı yollardasın, bıkmazsın dolanırsın,
Kayıp etmişsin cananını, devamlı aranırsın,
Yoksa birinden kurtulmak için mi kaçarsın?
Sahi sen dere, nerden gelir, nereye gidersin?

Hep gurbetler gezersin, yerin yurdun olsada,
Neyin peşinde koşarsın, ne ararsın dünyada?
Sen duramazsın akarsın, aradığını bulsanda,
Sahi sen dere, nerden gelir, nereye gidersin?

Bilmem ki kabul eder misin, takılsam peşine,
Ben sana sırdaş olurum, karışmam hiç işine,
Sadece merakım, senin bu dönüşsüz gidişine,
Sahi sen dere, nerden gelir, nereye gidersin?
                                          Recep Ali Öztürk

20 Mart 2012 Salı

ÖRGÜT

Örgütü önce ikiye ayıralım; 
1-Yasal olan örgütler, (Devlet içinde her kurum bir örgüttür ve bu örgütler devleti oluştururlar) 
2- Yasal olmayan örgütler, biz yasal olmayan örgütleri anlatmağa çalışacağız. Bir ülkeye hürriyet, demokrasi, özgürlük getirmek için saldırı düzenleniyor. Bir ezilen halk kurtarılıyor. Peki o halk kurtarılırken öbür halk ezilmiyor mu? O ülke halkının kurtulması veya hürriyeti diğer kurtaran ülke için çok mu önemlidir? Kimi kimden kurtarıyorlar? 

Burada gaye o ülkeyi kurtarmak değil, bilakis daha çıkmaza sokmaktır ve yıkmaktır. Şu anda haberlerde veriyor; 'Irak ta 9 ilde intihar saldırıları düzenlenmiş, çok sayıda insan ölmüş' İşte bütün bu olaylar Irak'a demokrasi için giren ülkeler tarafından kurulan örgütlerin çalışmaları neticesinde gelinen ve gerçekleşen olaylardır. O ülkenin işi bitti. Diğer işi biten ülkeleri bir bir sizler göz önüne getirin.

Şimdi internetten baktım 'Belirli ortak bir amacı gerçekleştirmek için bir araya gelmiş kişiler örgütü oluşturur' denmiş ve hoş görülü bir tarif edilmiş. Güya gerekli imiş gibi gösterilmiş. Halbuki bir devletin ulusal güvenliğini tehlikeye sokmak, o devleti parçalamak, yok etmek için dış süper güçler tarafından, o devletin içinde kurulmuş bir organizasyon, teşkilattır örgüt. Her türlü yıkım faaliyetleri örgütler tarafından uygulanır. Uygulayan bazı örgüt elemanları da kandırılmış, iyi olacağını sanırlar, sonunun ne olacağını bilemezler. Satın alınmış kişilerde olabilirler. Bir devleti yıkmak için içerisinde birden fazla örgütte kurulabilir. Hepsinin amacı aynıdır. O devleti yıkana kadar faaliyetlerine devam ederler ve gerekirse aldıkları emirle birleşirler, ortak eylem koyarak amaçlarına ulaşana kadar çalışmalarını sürdürürler. Bazen de düşman olup, yine emirle birbirleri ile savaşabilirler. Netice alındıktan sonra örgüt yok edilerek devlete tamamı ile el konulur ki; diğer dünya devletleri buna pek müsaade etmezler. En iyisi parçalara bölünüp birbirine düşürülüp çatıştırılarak aradan pay alınır. Örgüte girerek daha sonra pişman olup ta ayrılabilen hiç kimse yoktur.

Sempatizanlarda durum farklıdır. Örgüt haklı davalara sahip çıkarak taraftar toplamağa çalışır. Bazı haksız uygulamaları sebep gösterir güya halkın yanında imiş, onların haklarını savunuyorlarmış gibi davranarak taraftar toplarlar. Bu taraftarlar sempatizanlardır. Bazıları tuzakları anlar vaz geçebilirler, bazıları da örgüt elemanlığına teröristliğe kadar giderler.

Örgüt siyasal partileri de basamak eder. Devlet bölgelere ayrılır ve her bölge bir bölge sorumlusuna aittir. Bölgelerde hücrelere ayrılırlar. Halkı korkutarak tehditle sindirirler. Kepenk kapatma para toplama gibi eylemler rahatlıkla yapılıyorsa oralar kurtarılmış bölge ilan edilir ve o bölgede örgüt egemen olur. Halk korkudan örgütü kabul eder. Ve daha ileri aşamalara geçilir. Halk örgüt ile güvenlik güçleri arasında kalır. Mesela teröristler (örgüt elemanları) bir köye giderler, vatandaşı korkutup tehditle karınlarını doyururlar ve erzak alıp köyden ayrılırlar. Arkadan güvenlik güçleri gelir, siz 'Örgüte yardım ve yataklık ettiniz' diye haklarında yasal işlem yaparsa, vatandaş bu durumda hangisini yapsın? Teröriste yemek vermeyip öldürülsün mü? Yoksa verip hapis mi olsun? Devlette vatandaşı örgütün yanına itiyor. Anlatabildiysem siz kendinizi orada yaşayan vatandaş yerine koyunuz. Bölge sorumlusu hücreleri bilir. Hücreler sadece emir aldıkları kişiyi tanırlar, birbirlerini tanımazlar. Herkesin bir kod adı vardır, örgüt içinde bu adla tanınırlar. Eğer büyük çapta bir eylem yapacaklarsa başka bölgelerden hücrelere görev vererek, yabancı yerde yabancı kişilere eylem yaptırırlar.  Eylemden sonra kendi bölgelerine giderek kendi hücrelerine girerler ve kayıp olurlar, olay faili meçhul kalır. Şimdi kameralar var, kamera yakalarsa aydınlanır. Halkta korkudan şahitlik edemezler.

Örgüt içinde ve dışında insan değeri hiç yoktur. Merhamet, acıma, anne, baba, kardeş hepsi bir hiçtir. Örgütün çıkarları veya başkanın istekleri doğrultusunda hepsi feda edilir. Başkan her zaman haklıdır. Eleştirilemez sadece emirleri tartışmadan uygulanır. Her hücrenin belirlenmiş görevleri vardır, o doğrultuda çalışmalar yaparlar. Örgüt her zaman düşman iki gurup yaratır. Guruplardan biri zaman zaman polis olur. Guruplar ülkenin etnik yapısına göre yaratılır. Türkiye'de solcu (ezilen)-sağcı (ezen), eskiden Amerika da kuzeyli-güneyli, Rusya da bolşevik-menşevik, şimdi ise yeni ad; muhalif güçler-devlet güçleri. Kısacası hepsinin ortak adı var EZİLENLER-EZENLER. Aslına bakarsanız her iki gurupta vatanlarını kurtarmak için savaşırlar fakat esas savaşacakları güçlerle değil de birbirleri ile savaşırlar. Kandırıldıklarını hiç anlayamazlar. Anlayıp ta ayrılanlar 'İŞBİRLİKÇİ' ilan edilir ve infaz edilirler. Örgütler genelde bütün ülkelerde başarı sağlamışlardır. Türkiye'de çok zayiat verdirdiler, pek başarı sağlayamadılar. Bu sistemli çalışma ile niçin başaramadıklarını kendi kendime sorgulardım.

1988 yılında her halinden aşırı olduğu belli olan H. Üniversitesinde görevli Fikret isimli bir pröfesor ile hırsızlık nedeniyle tanıştık ve kendisine sordum "Hocam Türkiye'de rejimi değiştiremediniz, merak ediyorum, neden?" dedim. "Bende aynı şeyi sorguladım ve cevabini buldum. Dünyada başarıya ulaşılan bütün ülkelerde fakir halk solcu (ezilen) zengin halk sağcı(ezen) dır. Türkiye'de bu durum tamamen tersi, fakir halk sağcı zengin halk solcudur. Onun için başarıya ulaşamadık." dedi. Örgütü kuranlarda bu durumu anlamış olacaklar ki değiştirdiler. Solcu, sağcı bitti, silindi. Yerine KÜRTÇÜ-TÜRKÇÜ geldi . O da tutmazsa gidecek daha başka bir isim gelecek. Bizler de bu kafa oldukça oyun değişmeyecek sadece isimler değişerek. Gelecek nesillerimizle tanışacaklar. Ve bu durum devam edip gidecek. Profesörün teşhisi bence doğru

17 Mart 2012 Cumartesi

NARKOZ VERDİLER

1995 yılı Ankara Ayrancı da bir eve gece saat 03.00 sıralarında üç hırsız girdiler. Ev halkından üç kişiye eter koklatarak uyuttular ve evdeki bir kiloya yakın mücevherleri aldıktan sonra, Lise 3. sınıfa giden B. isimli evin kızına tecavüz ettikten sonra kaçtılar. Ertesi gün kuyumcularda küpe bozdurmak isteyen bay ve bayan iki kişi şüpheli olarak yakalandı. Gülveren'de oturuyorlardı.

Bozdurmak istedikleri küpe çalınan mücevherlerdendi. Esas sahibi teşhis etti. Yakalanan 45 yaşlarındaki erkek ve bayan küpeyi iki gün önce yeğeninden aldığını söyledi. Bu bayan ile erkeği Kısma getirerek sağa sola telefon açtırdık ve sanıklardan randevü saatı aldıktan sonra buluşma yeri Kızılay Karamürsel önünde esas eve giren iki sanığı yakaladık. Altınlarında az bir kısmını elde ettik. Diğer kıza tecavüz eden sanık bir arkadaşı ile ve altınlarla kayıptı. 

Hiç biri de nereye gittiğni bilmiyorlardı. Bir sanığın evinde telefon vardı. Elimizde ki suçlulardan birisiyle bu telefon olan evde üç polis memuru karakol kurarak sabırla beklemeğe başladılar. Onlar beklemede iken bizler de bu olayla ilgili diğer işlerimizi takip ediyorduk. Gece saat02.00 sıralarında yakalamak istediğimiz bu çetenin reisi firari sanık Adnan aradı. Telefon biraz çaldıktan sonra arkadaşı Osman'ın annesi ahizeyi kaldırıp cevap verdi. O hemen Osman'ı istedi annesinden. Osman uykulu numarası yaparak Adnan ile konuştular. Osman ve annesi bizim taraf olmuşlardı. Çünkü biz Osman'ı kurtaracaktık. Aranıp aranmadıklarını sordu Osman'a. 

Daha önce Osman'a öğrettiğimiz gibi, aranmadıklarını ve Kırşehir'de kuyumcu ayarladıklarını, altınları oraya bozdurabileceklerini, kaçan arkadaşına, elimizdeki sanığa söylettik. Adnan isimli sanık öbür arkadaşı ile İzmir'de olduğunu ve yarın ilk otobüsle geleceği haberini verdi. O gece iki polis ile Osman isimli sanık o evde sabaha kadar kaldılar. Çünkü kurnazlık eder ikinci bir daha arayabilirdi. Hakikaten düşündüğümüz gibi oldu İzmir de ki Sanık Adnan bir saat kadar sonra suç ortağını tekrar ev telefonundan aradı. Şüphelenmemesi için telefona tekrar annesi telefon birkaç defa çaldıktan sonra cevap verdi. Tahmin ettiğimiz gibi Adnan tam olarak durumu anlamak için kontrol edip emin olmak istemişti.

Ertesi gün İzmir-Ankara arası saat tespiti yaparak iki saat öncesinden Eskişehir yolu üzerinde 30 km. kadar Ankara dışında önlem aldık. Bütün otobüsleri Trafik Ekibine durdurup biz içerde kontroller yaparken onlarda trafik yönünden kontroller yapıyorlardı. Sabah saat 08.30 sıralarında bir Pamukkale Otobüsü geldi. Ben iki arkadaşımla otobüse çıkar çıkmaz bir yolcu ayağa kalktı ve "Ben Savcıyım. Boşuna yerden numara yapıp adam arıyormuş gibi yapıyorsunuz. Bu insanların işi gücü var. İşlerini güçlerini engelleyemezsiniz. İnin otobüsten aşağı." dedi. 

Anlaşılan kendini tanıtmak istiyordu. Baktım hakikaten savcı kimliği vardı. Ben onun konuşmalarını duymamış gibi davranarak otobüs içerisinde hızlı bir şekilde kontrollere devam edip arkalara yakın bir yerde resmi bir üsteğmen yanında oturan ve uyku numarası yapan kulağında volkmenli bir genç dikkatımı çekti. aradığımız suçluyu bulmuştum. Hemen ayağa kaldırdım. Üst araması yaptım. Şahis bağırıyor "Ben aradığınız adam değilim, ağabey." diyordu. "Her şey bitti oğlum. Sen arkadaşını göster yoksa bacaklarını kırarım." dedim. Suçlu otobüsün içinde bana direnirken ceketi elime geldi. Ceketin alt kısmına astarın içinden bir altın zincir yerleştirmişti.

Arkadaşı da zaten arka koltukta titreyip duruyordu. Bagajlarını da indirttikten sonra tekrar otobüse çıktım ve herkesten özür dileyip bu yakadığımız şahısların sadece hırsız değil aynı zamanda bir de tecavüzcü olduğunu söyledim. 

Tesadüf ya suçlu o otobüste yakalanınca savcıda şaşırdı, bizler de şaşırdık. Bütün mücevherleri çıkarttık. Tabii ki tecavüze uğrayan o genç kızın psikolojik kayıplarını ve bazı değerlerini geri getiremedik. Sanıkların başka birkaç hırsızlıkları daha vardı. Tutuklandılar.

şiir GÜZELİM

Bilmediğin kalmasın, öğrenmek istediğini sor,
Aldanma sen güldüğüme, içimde sıkıntıyı gör,
Seni sevmek büyük dert, hasretini çekmek zor,
Bana sevdim demiştin, kandırdın mi güzelim?

Sevdan saklı kalmasın, senin o tatlı gülüşünde,
Her zaman çok üzüldüm, seni her görüşümde,
Ben çoktan af etmişim, söyledim son gelişinde,
Hani sende söz verdin, yalandan mı güzelim?

Bir haber göndermedin, sevmedin mi aslında,
Ben seni çok aradım, sen hep benden kaçtında,
Belki de sen hiç bilmedin, aklım senin yanında,
Bütün şarkılarım sana, duymadın mı güzelim?

Söyle bende bileyim, geçen varsa gönlünden,
Sen ne dersen yaparım, bir anlasam halinden,
Ancak sen kurtarırsın, beni senin dertlerinden,
Derdime tek çare sensin, bilmedin mi güzelim?
                                              Recep Ali Öztürk

13 Mart 2012 Salı

DİPLOMA.




















Bu diploma 1944 yılında Rahmetli Babam, Yukarı Zuğu ( Ğayna, Ihlamurlu) Köyü Eğitmeni Veysel ÖZTÜRK tarafından tanzim edilmiş, halamın oğlu İSMET GÜLTEN'e aittir. Önce İlk okul öğretmeni olup daha sonra Müfettiş olan İsmet Ağabey, Köyümüze ilk defa radyo getirip, çatılarda antenlerini uzatarak, köylü ile birlikte yılbaşı bilet çekilişini sabaha kadar dinlediklerini gayet iyi hatırlıyorum. Rahmetli Halam'ın Köyümüzden yaya olarak sırtında tıkınası ile Hopa'ya Okula, İsmet Ağabeyin yanına gittiği, çok duyulmuş, herkes tarafından bilinen bir şeysir.

İsmet Ağabey'in Köyümüz ve İlçemize de birçok hizmetleri olmuş, Fındıklı Ticaret Lisesinin temelini O attırarak yaptırmıştır. Kendisine saygılarımı sunuyorum.



11 Mart 2012 Pazar

POLİS DÖVER Mİ

Herkes merak ediyor; Polis işkence eder mi? Polis dayak atar mı? Polis kaçakçılık eder mi? Polis tecavüz eder mi? Polis Rüşvet alır mı? Polis yolsuzluk yapar mı? Bunlar peygamber çocuğu değil herhalde, sırf bu işler için polis olanlar da var, yaparlar. 

Basını da takip edin lütfen, en ufak bir hata veya sadece söylenti olsa bile hemen polisi açığa alırlar. Ha polisin evini aramak için karara da gerek yoktur. Hangi rütbede olursa olsun hapse atarlar. Hiç kimsede sahip çıkamaz.

Her kamu kuruluşunda çalışanlarda olduğu gibi polisinde iyisi ve kötüsü var. Ama inanın ki iyiler çok daha fazla çoğunluktadır. Endişeniz olmasın. Yalnız polis hep kötü adamlarla uğraşıp onlarla mücadele ettiği için polisin hakkında hep kötü propaganda yapılır ve polis kötü tanıtılır. Aslında polis adam dövmez. Yanı adamı dövmez. Sen namuslu bir vatandaş isen, kısacası adam isen, Hasbel kader bir suç işleyip, karakola düşmüş isen, bu suç ne olursa olsun, hırsızlık hariç, polis bunların kaderine üzülür. Bunları dövmez, gerekirse yemeğini bile cebinden yedirir, çay içirir hatta her hizmetini de yapar. Misafir gibi yolcu eder. 

Diyeceksiniz ki 'sen polissin doğru söylemiyorsun'  Başkalarını bilmem. Ben  dövdüklerimi söyleyim. Zaten öyle adamlar var ki dövmeden kesinlikle hiçbir şey anlatamazsın. Bu dövmekte Kısımda veya Karakolda olmaz. Çünkü sonra başına bela olur. Evet ben de çok adam dövdüm. Ve adam dövmekten çok ta cezalar aldım.

Yeni polis olduğum zamanlardı, bir yıllık filan. Adana Devlet Hastanesine gidiyordum. Önümde bir yaşlı adam ve iki kız yürüyorlardı. İki de genç delikanlı, ben önce oynuyorlar, kardeşler bildim. Kızlar adamın önüne geçiyorlar, gençlerde geçince geri kaçıyorlardı. Yanlarına yaklaşınca anladım. Gençler adam ile kızlarını rahatsız ediyorlardı. "Ah bir gücüm olsa, yada bir polis olsa" diye sabahın köründe söyleniyordu adam kendi kendine.

Sabahın o saatinde belaya bulaşmak istemedim. Onları geçtim, arkamda sataşmalar ve yakınmalar devam ediyordu. Geçip gitmeme vicdanım elvermedi. Eğer polis olmayıp sade vatandaş olsam kesin müdahale ederdim. Fakat Adana Polis Savcısı Behiç Bal “Sakın bir daha adam dövmekten hakkında şikayet olurda yanıma gelirsen göz yaşına bakmam.” Diye tembihlemişti. Hiç karışmayıp bırakıp evime gitmeğe de vicdanım el vermedi. Durdum, yanıma geldiler. İyilikle halletmek için; "Polisim gençler, size yakışmıyor, iyi delikanlılara benziyorsunuz, bırakın peşlerini" dedim. "Ne diyon lan, polissen Allah mısın" dedi ve bana küfür ederek ikisi birlikte saldırdılar. Bir tanesi çakı bıçağını açarak üzerime yürüyüp bana vurmak istedi. Siz olsaydınız ne yapardınız? Veya polis şimdi dövmez mi? Söyleyin bana polis niçin var?

Bekar evime gittim ve sıcaktan uyuyamadım. O sırada Malatya lı bir arkadaşım yanıma gelmişti, onunla geri şehre giderken dolmuşa bindik. Tesadüf ya o adam da kızları ile dolmuşta oturuyordu. Anlaşılan hastane de işlerini halletmişler onlar da geri dönüyorlardı. Beni görmedi veya gördü tanımadı, bilemem. Yanında oturan adama anlatıyordu. Biz de gayri ihtiyari kulak misafiri olduk; "Kızlarımı bu sabah elimden almak istediler. Bir adam rast geldi. Polisim dedi fakat inanmadım, saçları filan çok uzundu. Boyu da iki metre vardı. KERATACI mı ne imiş. Gençlerin suratlarına yumruk değil de tekmeler vurdu. Adamlardan birini kanala düşürdü. Kızlarımı kurtardı. Bizlerle de hiç konuşmadı, bu tarafa doğru gitti. Hala hayretler içindeyim. Hayal mi gördüm de bilmiyorum." diyordu.

Ben 1.70 boyundayım, o galiba başka bir baba yiğidi anlatıyordu. Bir kaç defa 3 ay hapislik, altı ay hapislik ve 3 ay meslekten men cezaları aldım. Hep buna benzer olaylardan. Tabi Adliye ye intikal etmeyenlerde var. Gayri meşru iş yapanları, hak eden herkesi, ünlü, ünsüz her meslekten kişileri dövdüm. Hiç kimseye hissi davranmadım. Şahsi kinim den dolayı kimse ile uğraşmadım. Sadece üç kişi dövdüğüm için bana teşekkür ettiler. Onlar da kariyer sahibi kişilerdi. 

İşkence nasıl yapıldığını, sadece örgüt liderleri, örgüt üyelerinin okuması için yazdığı kitaplarda okudum. Adamlar 'öğrenin ki direnebilesiniz' diye yalan yanlış yazmışlar. Ben polislikte o tür işkenceye hiç rastlamadım. İşkence yapanlar var ise de ben bilmiyorum. O riske kimse giremez. Çünkü cezası çok. Ben kendimi biliyorum ve anlattım.

BANA BİR ŞEY DESENE


Yer Adana Reşatbey Mahallesi 243 sokak gece saat 04.00 sıraları. Emniyet  Müdürlüğüne Başbakanlıktan havale edilmiş bir ihbar mektubu geldi. Güya Belediye Başkanı Ege Bagatur'u ve yardımcısı Ahmet Albay'ı tabanca ile yaralayan ve firar eden meşhur kabadayı Süleyman Sırrı Prodan bu sokakta Ağır Ceza Hakimi Ferhat Beyin evinde saklanıyor. Hakim Beye kızıp ta bir şey yapamayan bir vatandaş bu şekilde bir mektup yazmış. Mektup bize varır varmaz hemen Hakimin evinin çevresinde kaçmaması için gizli tertibat aldık. Yalan yok ev sahibi sıradan birisi olsa paldır küldür girerdik fakat adam hakim olunca eğer ihbar asılsızsa iflahımızı keser.

Eve yakın cadde kenarında müsait bir yere arabamızla karakol kurup beklemeğe başladık. O saatler de zaman hiç geçmek bilmiyor. Hele gece saat 12.00 den sonra hiç geçmiyor. Tanıdığımız seyyar bir ciğerciyi çağırdık. Antepli Ahmet, Uzun Tahsin, Şerefsiz Nuray ve ben o gece on kilo ciğeri yedik. Arkadaşlarım içki de içtiler. Hepsi çakır keyifler ve bu sırada saatte sabah 08.00 lere geldi. Ortalık canlandı.  Polis olduğumuz da bilinmeyecekti ya. Tiyo alırsa adam saklandığı yerden kaçabilirdi.

Arkadaşlar öylesine polis olduğumuz anlaşılmasın diye şakacıktan gelen geçen kızlara laf atıyorlardı. Hiç kimse üstüne alınmıyor, gülüp yine normal yollarına devam edip gidiyorlardı. Ben de "laf atmayın, etmeyin, rezil olduk" diye onlara kızıyordum. Antepli Ahmet "Nasıl olur? Sen peygamber çocuğu musun? Sende laf atacaksın ki suça ortak olasın" dedi. Hepsi bir olup bana baskı yaptılar. Beni de laf atmağa mecbur ettiler. Tam o sırada yanmakta olan mangalımızın yanından, oradan geçmekte olan çok güzel bir kıza arkasından bir iki adım yaklaştım ve onun duyacağı şekilde, öyle iş olsun için "Kız bana bak, bana bir şey desene" dedim. Kız önümde durdu geri döndü ellerini beline koydu ve "Ne deyim, ne istiyorsun? Sen İnek Şaban mısın? Filim mi çeviriyorsun?" dedi. Allah Allah aksiliğe bak şimdi. Hesabımda bu yoktu. Dönmüş karşıma dikilmişti. Öbürüler gülüp çekip gidiyorlardı, bu ne belaya çattım. Hiç böyle bir şey beklemiyordum. Ben şimdi ne diyecektim kıza. "Özür dilerim kusura bakmayın ama tatlı bir şeyler söyle" dedim. Kız "Baklava, kadayıf, künefe başka ne istiyorsun?" dedi. Bana vuracak diye çok korktum. Arkadaşlarım da olmaz olsunlar bulundukları yerden seyrediyorlar ve gülmekten yerlere yatıyorlardı. Kız arada onlara da bakıyordu. Kızdan değil de arkadaşlarımın diline düşmekten daha çok korkuyordum. Daha sonra kız; "Ayıp ayıp siz vatandaşın namusunu koruyacakken kendiniz laf atıyorsunuz. Utanmıyor musunuz?" dedi.

Aslında o kız bana bir iki de vursa hak etmiştim. O kız bana vurmadı. Garanti Bankasında çalışıyormuş ve beni de bir yerden tanırmış. İki şiş te ciğer verdik, tuttu eline yiye gitti. Bu olaydan sonra Emniyet Müdürlüğünde bütün herkes 'Bana bir şey desene. Sen inek Şaban mısın?' türküsü çağırıyorlardı. Bana da bakıp pis pis gülüyorlardı. Aslında arkadaşlarımın bana komplo kurduklarını, o kızı ayarlayıp oraya özel getirttiklerini de düşündüm fakat galiba öyle değilmiş. Yine de hala şüpheliyim. Ve o kadar korktum ki ondan sonra nerde bir kadın görsem 4-5 metre uzağından dolandım geçtim. Ha onu da söyleyim boşuna beklemişiz. Arama yaptık, ihbar asılsız çıktı. Süleyman Sırrı’yı yakalayamadık.

10 Mart 2012 Cumartesi

NEREYE CÖMECEĞUZ

Rize Güneysu Adacami Köyünde 1968 de iki yıl öğretmenlik yaptım, orda anlatırlardı. Çin Devleti ile Rizeliler takışmışlar. Karşı beri söz düellosu filanda, en son Rizeliler savaş ilan etmişler Çin'e. Çin de almış haritayı incelemişler ki, ohooo bir avuç insan ; haber yollamışlar Karadeniz'e 'gelin.' Şimdi ihtiyarlar girmişler köy odasına karar alıp Çin ile yapacakları savaşın planlarını yapıyorlar.

Gençler sabırsız kapıda bekliyorlar. Hemen saldıracaklar fakat ihtiyarlar daha akıllı olduklarından onların kararlarını ve planlarını uygulayacaklar. Onu bekliyorlar. Sonrada bir dakikada Çin'i alacaklar. İhtiyarlar toplantı da ya, bu toplantı çok uzuyor. Sabahtan akşama kadar içerdeler. Uzun süre bir haber çıkmayınca kapıdaki gençlerde sabırsız tabi. Daha fazla bekleyemiyorlar ve kapıya tekmeyi vurup ihtiyarların yanına karar odasına giriyorlar.

"Ola haydeyin da daha ne bekleyirsunuz, gidup alalım Çin'i" diyorlar. O toplantıyı uzatan ihtiyarlarda "Ola Uşağum ne sabirsuz insanlarsunuz da. Her şey tamamdur, planumuz da tamam da. Teslim olacakları yok ya. Ha bu kadar Çin'liyi öldürdük ta, nereye cömeceğuz? Onun hesabini yapaıruz. Biraz daha bekleyun da." diyorlar.

Çin'i alsalar bilirdik herhalde, ben duymadım. Netice ne oldu bilmiyorum.

9 Mart 2012 Cuma

ŞİMDİ NE OLDİ

Vaktiyle bizim Karadeniz de bir dede varmış.
Kendisi 90 yaşlarında sürü ile oğul ve torunları varmış.
Her sabah yataktan kalktı mı torunlarına ve oğullarına" Ey uşaklarım ben öleceğum, bilun ha!" dermiş.
Alıp baltasını dağa odun kesmeğe gidermiş.
Oğulları veya torunları artık bu söze alışmışlar kime demişse, hiç inanmazlar 'Yok eğtiyar, sana bir şey olmaz. Sen daha çok dinçsin ve iyisin.' derlermiş ve gülmek konusu olurmuş.
Bu dede bir sabah namaza kalkmamış. 'Dün yoruldu, onun için kalkmadı, bıraz daha uyusun' diye düşünmüşler. Öğlen namaz vakti de geçmiş, dede kalkmıyor, bakmışlar ki dede ölmüş.
Dedenin yastığının altında bir kağit bulmuşlar.
Üzerinde büyük harflerle ne yazıyormuş biliyor musunuz?
"DEDUM, DEDUM İNANMADUNUZ, ŞİMDİ NE OLDİ"

NE OLDİ OLDİ BİZE


Eski zamanlarda bizim komşu köyde bir cami imamı varmış. Adı bize lazım değil fakat Hasan Hoca derlermiş. Hasan hoca çok bilgili her şeyi yutmuş iyi bir hoca imiş. Her cuma günü camide hutbe okur, vaiz eder milleti doğru yola davet edermiş. Her vaizde de "Sakın horon oynamayın. Horon oynamak çok günahtır. Horon oynayanların hepsi yarın Cehennem de yanacaklar" dermiş. Dermiş fakat kendisi de horon oynamağı çok sever, horon kurulunca oynamaktan kendini alıkoyamazmış.

Bir gün yine cami de aynı şekilde vaizler ederken cemaatten birkaç kişi; "Hoca efendi horona günah diyorsun ama hiç geri kalmıyor sende oynuyorsun. Biz nasıl oynamayalım?" diye sorunca, hoca horon oynamağı vaz geçmiş. Allah Allah vaz geçmiş ama oynamadan da duramıyormuş. İlk zamanlar düğünlere gitmemiş. Bu seferde "Hoca sen düğünlere gelmiyorsun." demeğe başlamışlar. Ne yapsın? Hoca efendi köyün meydanına düğünlerin yapıldığı düz alana uzun sağlam bir kazık çaktırmış ve düğünler de horon oynamamak için, kendini bu kazığa sıkıca uzun iplerle bağlatır, horon oynayanları öyle seyredermiş.

Gene bir gece düğün başlamış. Hoca efendi kendini bayrak direği gibi kazığa iyice bağlatmış. Öylece seyrederken horon oynayanlar sallandıkça ve 'UY UY' diye bağırdıkça kendi de bağlı olduğu yerde sağa sola sallanır ve bağırırmış. Hoca Efendi sallanıp bağırdıkça bağlı olduğu kazık ta sallana sallana genişlemiş ve topraktan kopmuş. Kazık yerinden kopunca Hasan Hoca kazık sırtına bağlı, koşa koşa gitmiş horona girmiş ve "Ne oldi, oldi bize; kazuk değmesun size" diye, türkü diyerek horon oynamağa başlamış.

Tabi o şimdi burada değil öteki dünyada. Cehenneme gidip gitmediğini bilmiyoruz ama bırakmadılar ki adam bir rahat horon oynasa.

6 Mart 2012 Salı

FATİH BİLSE ÜZÜLÜR


Avrupa da liseler arası bilgi yarışması yapılıyor. Alman'ı, Fransız'ı, İtalyan'ı, İspanyol'u hepsi süper. Sorulan bütün soruları biliyorlar. Hiç bir okulu eleyemiyorlar. Sunucu artık hepsine kafadan sorular sormağa başlıyor. Öğrenciler o sorularında hepsine cevap veriyorlar. " Eyfel Kulesinin kuzeye bakan yüzü yapılırken, çalışan işçilerin çavuşlarının adı nedir? Söyleyin." diyor sunucu. Alman öğrencileri cevap verecekler ya; "Efendim gece vardiyasını mı, yoksa gündüz vardiyasını mı soruyorsunuz" diye sunucuya soruyorlar.

Bizim öğrencilerimiz de süper. Eskiden Anadolu da bir  liseye yeni tayin olan öğretmen öğrencinin birini tahtaya kaldırır ve sorar: "Söyle bakıyım İstanbul'u kim aldı?" Öğrenci cevap verir. "Vallahi ben almadım öğretmenim." Öğretmen şaşırır. Biraz sinirli bir sesle sınıfa soruyor: "İstanbul'u kim aldı çocuklar?" Sınıf ta ki öğrenciler hep bir ağızdan cevap veriyorlar " Biz almadık, öğretmenim" Öğretmen tamamen çıldırıyor ve sınftan çıkıp söylene söylene öğretmenler odasına gidiyor.

Öğretmen deliye dönmüş söylene söylene Öğretmenler odasına giderken Müdür Yardımcısı geliyor. "Ne o hocam yine seni delirttiler mi?" diye laf atıyor. Öğretmende sıkıntısını anlatıyor. Öğrencilerin yemin ederek İstanbul'u almadıklarını söylediklerini söylüyor. Ondan makul bir cevap beklerken, aa Müdür Yardımcısı da "Bu öğrenciler işte böyledirler hocam, yaparlar yapmadık derler, alırlar almadık derler" diyor. Öğretmen temelli deliye dönüyor. Oralarda bağırıp çağırırken Okul Müdürü geliyor. Öğrencinin dediklerini Müdür Yardımcısının dediklerini Okul Müdürüne bir güzel anlatıyor ve "Bunlar İstanbul'u kim aldığını bilmiyorlar Müdür Bey" diyor. Müdürden hemen kurtarıcı cevap geliyor. "Hocam sen hiç üzülme. İstanbul'u kim aldığını bir yazı yazar Bakanlıktan sorarız." diyor. Ve Bakanlığa yazı yazıyor "Okulumuzda merak konusu olduğundan, İstanbul  kim tarafından alındı ?Acele bildirilmesi arz olunur" diyor. Milli Eğitim Bakanlığından cevap geliyor. Sıkı durun. "Ödenek yokluğundan bizim dönemimizde İstanbul alınmadı. Bilgilerinize rica olunur." Şimdi gerçek söylüyorum. Herkes kendini yoklasın. İçimizde kaç kişi O şanlı Fatih Sultan Mehmed Hüdavendigar'ın babasının adını biliyor?

Fatih Sultan Mehmed'in babasının adını sormuştum. Bizim atalarımız fakat hiçbirimiz bilmeyiz. Bana ne Papua Yeni Gine'den, bana ne haga dansından, bana ne Suppililuluma dan, bana ne Labarnaş tan, Sezar dan, Kleopatra dan. Ben yaşam mücadelesi verebilmem için, hayatta kalabilmem için önce kendi tarihimi öğrenmeliyim ki, son 400 yıl dan beri bize uyguladıkları bir senaryoyu, yeni gibi her yeni nesle uygulamasınlar. Kim 400 yıl önce vaktiyle nasıl bir senaryo gibi hakkımızda oyun yazmış ise, yanı Türkiye yi yok etme planı yapmış ise, hep aynı oyun Türkiye mize on senede bir tezgahlanıyor. Bu oyun senaryosunu yazan şimdi yok. Ölmüş gitmiştir. Fakat, senaryoyu kim saklıyor? Nerde saklıyor? Gelecek nesillerine nasıl aktarıyorlar? Tüm Avrupa birbirlerine nasıl ulaştırıyorlar? sonra Türkiye ye gelip 'Demokrasi, özgürlük, hak, adalet, kürt, alevi, sünni diyerek bizi bir birimize nasıl vurduruyorlar? Biz başka devletlerden biri için böyle bir senaryo yazsak, vay derin devlet, vay faşist devlet, demediklerini bırakmazlar. Türkiye de çekiç güç askeri vaktiyle kaymakam dövmedi mi? Amerikan askeri iki subayımızı gemide füze ile öldürmedi mi? Alman ve Fransız avukatlar Diyarbakır'a gelip "Halklar kurtulsun" diye mitingler tertip edip mitinge katılmadılar mı?. Mitinge katılmayan Diyarbakır' lıları ölümle tehdit edip hatta öldürmediler mi? Kastamonu' da, Balıkesir'de yaşayan halk çok mu refah içinde? Ezilen halk oralar da yok mu? Oralara niçin gitmedi bu iyilik melekleri avukatlar da Diyarbakır' a gittiler? Fransa ve İsviçre de 'Türkler Ermenileri öldürdüler. İnkar edenler suç işliyor' deyip inkar edenlere ceza vermediler mi?

Bunlar herkesin bildiği ve unuttuğu şeyler. Daha bilinmeyen neler var? . Hanı onlara niçin kimse bir şey söylemiyor. Yahut söylerseniz kim dinler sizi. Herkes anlaşmışlar tek hedef Türkiye. Onlar zaten düşman, hak vermek lazım da, ya içimizde ekmeklerine yağ sürenlere ne diyeceksiniz? Dünyayı göz önüne alın var mı bizim gibi bir Ülke? Aslında ulusal güvenliği sağlamak için devlet doğru olanı yapar. Kim de ne konuşursa konuşur. Fransa kanun çıkarıyor konuşma hakkını elimizden alıyor. Kimsenin gıkı çıkmıyor. Fransa da "Ben ermeni öldürmedim diyeceğim suç olacak. Bizde çıkaralım Türkiye de hangi Fransız "Cezayir li öldürmedik" derse ceza verelim. Ben kendimi savunmadan sadece Türk olduğum için mahkum olacağım. Kıyaslayın beyler Fransa ile bizi, neyimiz eksik? Üstünüz bile. 'Kıbrıs ı birleştirip sorunu çözecekmişler' ne sorun varsa. Size kargalar güler be. 1974 yılından önce birleşik tı. Niçin sorunu ÇÖZMEDİNİZ ? Herkes biraz düşünürse anlayacak. Bir milletin var olabilmesi için devlet politikası şart. Hangi Avrupa Ülkesinin kanunları bizim tavsiyemizle yapıldı? Veya yapılır? Hiçbiri. Bizim Kanunlarımız? Bizim ülkedeki kanunları adamlar bizim için çıkarır mı? Belli ki kendi menfaatleri için çıkarırlar. Görüyorsunuz işte bütün kanunlarımız kendi menfaatlerine. İnsan iyi düşününce ayıptır be. Öyle de kötü, böyle de, bir de dediklerini yapmayalım bakalım, ne olacak? Yemin ederim ki çok iyi olacak. Özür dilerim yine uzattım fakat bitiremedim. Kalın sağlıcakla.

4 Mart 2012 Pazar

DEH DEYİNCE

Deh deyince yürürse AT,
Bir bardak su verirse AVRAT,
Hayirli çıkarsa EVLAT,
Düğün evinde ne işin var;
Düğün senin evinde,
        GİR OYNA - ÇIK OYNA.

Deh deyince gitmezse AT,
İsteyince, su vermezse AVRAT,
Hayirli olmazsa EVLAT,
Cenazede ne işin var,
Cenaze senin evinde;
          GİR AĞLA - ÇIK AĞLA.
Allah herkese birincisini nasip etsin.

şiir SEVDAMSIN

Karşılıklı anlayış, bizim mutluluk anahtarı,
Otuz beş yıldan beri, sen canımsın güzelim.
Durdun pencereler de, gözledin hep yolları,
Otuz beş yıldan beri ,sen bıkmadın güzelim.

Dert çektikçe sakladın, hiç kırmadın ki beni,
Ben kırdığım olmuştur, ille ki çok kere seni,
Her şeyi olgun karşıladın, tanışmış gibi yeni,
Otuz beş yıldan beri, sen ömrümsün güzelim.

O kederli günlerimde, teselli ettin, avundum,
Sen ikimize birden, sımsıcak bir yuva kurdun,
İçinde derdin olsa bile, bana neşeli göründün,
Otuz beş yıldan beri, sen kaderimsin güzelim.

Bazen beraber hasta olduk, birlikte iyileştik,
Göğüs gerdik her şeye, bütün zorlukları aştık,
Bir yastıkta yaşlandık, tek can gibi kaynaştık,
Otuz beş yıldan beri, sen sevdamsın güzelim.
                                           Recep Ali Öztürk

3 Mart 2012 Cumartesi

şiir SEN SAKLAMIŞSINDIR

1954-annem ve ben
Bu şiir; çok sevdiğim, fakat kendisine hiç söylemediğim Şair Yeğenim Secaattin Öztürk'ten geldi. Babaannesine, yani dünyanın en güzel kadınına yazmış. Şimdi biri var, biri yok, her ikisini de öpüyorum. Güya isimsiz yazmış. Altına ismi ben yazdım. Babaannesi kendini çok seviyor, bulduğu her şeyi kendine saklıyor ya...Gençliğini de sakladığından şüpheleniyor ve kaleme dökmüş.

Babaanne!
Sandığında ne sakladın?
Kırsam kilidini yine gizlice
Bir çocukça muziplik yapsam
Neler sakladın bana acaba?

Babaanne!
Ne bağladın yaşmağının ucuna
Çözsem şimdi sen uyurken usulca
Yine bakır on kuruşlar düşermi
Çocuk avuçlarıma acaba?

Babaanne!
Bir hırsızlık daha yapsam
Yaşmağının ucunda
Ceviz oymalı çeyiz sandığında
Çocukluğum saklı durur mu acaba?

Babaanne!
Hani çok severdin beni ya
Yapmışsındır bir iyilik
Yaşlanınca sevinsin diye
Saklamışsındır çıkınında
Biraz gençlik, biraz çocukluk

Ne yapsam çalsam mı acaba?
Yoksa kalsın mı en son umudum diye
Sandığın da zulada?
Yazan : Secaattin Öztürk

www.siirsanati.com.
Bugünün çok sevilen şiirlerinden biriydi...