SAYFALAR

30 Nisan 2012 Pazartesi

İNSANDA ŞANS

İngiliz Bilim adamına sormuşlar; “Dünyada en çok ne isterdiniz?” Adam cevap vermiş: “Şansım olsun yeter.”
Kime yetmez ki?

Fakat her isteyen şanslı olamaz. Allah insana şansını daha doğmadan verir. Daha iyi anlaşılması için bir hikaye anlatacağım.
Vaktiyle Anadolu da Köyün birinde yaşayan çok yoksul bir adam varmış. Yoksulluk iyice canına tak etmiş ki iş aramağa başlamış. Uzun süre iş bulamayınca daha da yoksullaşmış. Başka bir köyün ağası “Git koyunlarımı  otlat karnını doyururum.” Demiş.

Yoksul adam da sevinerek düz ovada ağanın koyunlarının yanına gelince gözlerine inanamamış. Koyunların başında çoban yok. Sağda solda kurtlar, çakallar dolaşıyor fakat koyunlara yaklaşamıyorlar. Koyunlar da bir birlerinden hiç ayrılmadan otlamağa devam ediyorlar. Yalnız koyun sürüsünün üstünde koyu bir bulut kümesi var.
Adam “Sürünün eski çobanı, sürünün eski çobanı!” diye çağırır. Gökten bir cevap gelir; “Bu sürünün çobanı filan yok.”

Adam tekrar sorar; “Peki siz kimsiniz?”
Tekrar cevap gelir; “Ben sürünün üstünde ki bulut kümesi Ağanın şansıyım. Koyunlarını koruyorum.” Der.

Allah Allah adam şaşırır ve “Peki benim şansım nerede?” diye sorar.
Bulut kümesi halinde görünen ağanın şansı adama şöyle söyler; “Senin şansın şu anda Kıbrıs Adasının kıyısında.”

Adam haklı olarak şansına çok kızar ve görmek için Kıbrıs ın yolunu tutar.
Yolda bir ayı rastlar. Adama nereye gittiğini sorar. Adam da şansını bulmağa gittiğini söyler. “Benim başım çok ağırıyor. Sebebini bir sorar mısın? Der.

Biraz daha gidince bir kral rastlar. O da “Tebaam beni dinlemiyor. Sebebini sorar mısın?” der.
Adaya yaklaşınca bir büyük balık rastlar ve benim karnım çok ağırıyor. Nedendir? Öğren.” Der.

Adam gider şansını Kıbrıs adasında söğüt ağacı gölgesinde uyurken bulur. Bağırır çağırır ve  “Ben neler çekiyorum sen buralar da uyuyorsun. Hadi  benimle geliyorsun” deyip alıp götürmek ister. Şansı gitmek istemez “Sen git, ben arkandan gelip seni bulacağım.” Der.

Yolda rastlayan ayı, kral ve balığın dertlerinin çözümlerini de öğrendikten sonra geri dönerek köyüne doğru yola koyulur.
Yol da karnı ağıran balığı görünce “Senin karnında mücevherler varmış. Onun için ağırıyormuş. Gel başına bir iki vurayım geçecek.” Demiş. Balığa dokandığı gibi karnından mücevherler dökülmüş. Her taraf altın ve pırlanta ile dolmuş. Balık “Beni bu dertten kurtardın al mücevherler senin olsun hayatın kurtulur.” Demiş.  

Adam senin mücevherlerine ihtiyacım yok. Benim şansım arkamdan gelecek." demiş.

Biraz daha gidince Kral a tekrar rastlamış "Tebaam beni niçin dinlemiyormuş, öğrenebildin mi" diye sormuş. Ona da sen bekar bir bayanmış sın, onun için seni dinlemiyorlar" diye anlatmış. “Doğrudur ben bayanım gel beraber evlenelim. Sen Kral ol, bende kraliçe olayım, beraber yaşayalım" demiş. Ona da yok. Benim şansım arkamdan gelecek" diyerek yoluna devam etmiş.

Biraz daha yürüdükten sonra ayının yanına gelmiş. Ayı ya bütün olanları anlattıktan sonra balıktan mücevherleri almadığını, kraliçe ile evlenmediğini,  şansının arkasından gelip kendisini kurtaracağını anlatmış.

Ayı kendi baş ağrısını sorunca; "Senin de başının ağrısı geçmesi için, aptal bir insanın kafasını yemen gerekiyormuş" diye söylemiş. Ayı "Sen bu kadar kısmeti tepmişsin. Sen den daha aptal insan hiç olmaz." demiş ve kaptığı gibi kafasını koparıp yemiş.

Şansı sonra gelip bulmuş mu? Yoksa hiç gelmemiş mi? Bilmiyorum. Ayı nın baş ağrısının geçip geçmediğini de bilmiyorum. Bazı insanlar kanaatkar olmağı bilmezler. Aza kanaat getirmezler. Anlayanlar bu hikayeden alsınlar derslerini, anlamayanlara yine sözüm yok. İstedikleri gibi yapsınlar. Onların şansları arkadan gelip bulacak. BEKLESİNLER….

29 Nisan 2012 Pazar

PİJAMALI HIRSIZ

1973 yılı Adana Gazipaşa Mahallesinde hırsızlık olayları sürerken bana da verilmiş bir görev vardı. Bunları yakalamadan uyuyamazdım. Hatta eski kurnaz polisler biz çaylaklara akıl veriyorlar. "Çok çalışanın işini, çalışmayanın maaşını artırırlar. Unutmayın" diyorlardı. Ben onur meselesi yapmış yırtık pırtık trenci elbisesi üzerimde, tebdili kıyafet sabaha kadar o sokaklarda yaya olarak dolaşıyordum. Birlikte çalışacağımız görev arkadaşım da kumarhanelerde kumar oynuyordu.

Yoruldum mu yanına gidip çay içtikten sonra tekrar sokaklara dönüyordum. Geçen anlattım işte o zamanlar beni hırsız diye mahaleli yakalamak istemişti. Aynı mahallede bir gece saat 03.00 sıralarında etrafı kolaçan ederek boş sokaklarda yürürken, köşeyi döndüğümde arkamdan gelen iki kişi hızlı adımlarla beni geçerek iler ki sokaktan sağ tarafa döndüklerini gördüm. Kendilerinden şüphelendiğim için bende arkalarından aynı yöne döndüm. Hayret önümde gidenler kayıp olmuştu. Artık o sokaklarda aceleyle dolaşarak bu iki kişiyi ararken, arada bahçe içlerine girip kapıları yokladığımda oluyordu. Allah tan bu durumu kimse görmüyordu. Görseler kesin hırsız diye geçen ki gibi beni yakalarlardı. Büyük cahillik her neyse, öylece deli dana gibi dolanırken, bir bahçede pijama giyinmiş bir adam gördüm. "Hemşerim az evvel iki adam geçtiler. Onlar hangi eve girdiler? Veya ne tarafa gittiler?" diye sordum. Sağ tarafı gösterdi "Eve girmediler, şu tarafa gittiler." dedi. Hayret ben oraya gelmeden gösterdiği taraflara bakmış, hiç giden gelen görmemiştim. "Sen bu saatte niçin dışardasın?" diye sordum. "Dişim ağırıyor ağabey yatamadım" dedi. Yanına gittim. Hakikaten yanağının sol tarafı şişmişti. Özür diledim ve "Ben polisim o iki kişiyi arıyorum" dedim ondan ayrılarak sokağa çıktım. Biraz sonra içime kurt düştü geri döndüm. Hayret O pijamalı adamda bıraktığım yerden yok olmuştu. Bahçe içinde telaşla ararken, merdiven altında pantolonunu giyerken gördüm.

Tabancamı üzerine tevcih ederek "Kaldır ellerini, teslim ol" dedim. "Tamam ağabey" dedi. Hala daha yanağının sol tarafı şişikti. Yanına gidince de bana vurup kaçmak istedi. Kısa bir boğuşmadan sonra kelepçe taktım. O boğuşma esnasında ağzından koskoca bir pamuk parçası düştü. Görenlere yanağını şiş göstermek, onları kandırmak için ağzına pamuk almış. Dişi filan ağırdığı yok. Hırsız arkadaşı evin içinde o da gözcülük ediyormuş.
İkisini de birbirlerine kelepçeledim ve bir taksi ile keyifli keyifli sabah karşı Karakola getirdim. Şahısları Hırsızlık Bürosuna teslim ettik. 70-80 civarın da ev hırsızlığı yapmışlar. İtiraf ettiler ve bir süre mahalle sakinleri huzura kavuştular.

28 Nisan 2012 Cumartesi

BENİ YAKALADILAR

1973 yılı yer Adana. Genç ve tecrübesiz tam anlamıyla çaylak bir polis memuruyum. Adana Bağlar Karakolunda görev yapıyorum. Kendi bölgemiz Gazi Paşa Mahallesindeki müstakil bahçeli bu şirin evlerde her gece hırsızlıklar oluyor. Halı kilim ne varsa hırsızlar alır götürürlerdi. Vatandaş ile birlikte biz polisler de bu duruma illellah demiştik. Baş edemez olmuştuk. Karakol Amirimiz İbrahim Uzun beni ve Polis Memuru Hasan Hüseyin'i çağırdı. "Sizlere görev veriyorum. Hiç kimse görevinizi bilmeyecek. Karakola gelmeyin. Ne yaparsanız yapın bu hırsızları yakalayın." dedi.

Zaten dört-beş aylık karakol görevim esnasında bu görev çok hoşuma gitmişti hırsızları yakalamak için çırpınıyordum. Arkadaşımla bir kaç akşam kendimize göre bazı acemi uygulamalar yaptık. İnşaatçı elbiseleri giyerek o sokaklarda voltalar attık fakat buralar mahalle olduğu için gece pek öyle boş gezenler bulunmuyor, bizlerde ortada kalıyor, herkesin dikkatini çekiyoeduk. Sabahlara kadar o sokaklarda dolandık. Bir netice alamadık. Beş altı gün sonra arkadaşım "Hırsızlar kumarhanelere giderler biz de oralara takılalım" dedi. O benden kıdemli ve çok kurnaz bir polisti. Beş on gün kulüp ve kumarhanelere  takıldık. Fakat baktım ki arkadaşım biraz kumar meraklısı. O oyun oynarken ben sandalyelerin üzerinde uyukluyorum. Bir kaç gün sonra O kumar oynayıp kumarhanelere takılırken ben yalnız başıma gider, o sokaklarda dolanır, hırsız yakalamak için çareler arardım.

Bir gece saat 04.00 sıralarında, hırsızlığın yoğun olduğu caddelerden birinde yürürken, çevremde hiç kimse yoktu. Birden önümde bir genç adam peydah oldu. Nereden çıktığını anlayamadan önümde yürürken görmüştüm. Tam sokakların kesiştiği yerde adamı kayıp ettim. Az ilerde bir bahçe duvarının içinde kapı girişinde 45 yaşlarında bir adam duruyordu. Yanından geçerken adamla konuştum. Hangi evde oturduğunu, ne iş yaptığını sordum. Polis memuru olduğumu, önümde bir adam gittiğini görüp görmediğini, şüphelendiği kimselerin olup olmadığını sordum. Hiç kimseden şüphelenmediğini ve az evvel de kimse geçmediğini, görmediğini söyledi ve adam usulca yanıma doğru yaklaştı. Kimliğimi sordu. Ben de kimliğimi çıkarıp gösterirken birden bire kimliğimi elimden kapıp almak istedi. Kimliğimi kurtarıp cebime koydum. Adam bu sefer bana saldırdı. Kelepçenin bir tarafını şahsa takmıştım ki, bir anda nerden geldiklerini göremediğim bir alay insan çevremi sardılar. Bana ilk saldıran adamın biraz sarhoş olduğunu fark etmiştim. Kelepçenin diğer ucunu da öbür eline güç bela taktım. İki tabancamı da çıkarıp öbür adamların bana yaklaşmalarını önlemek için onlara doğrulttum ve "Yaklaşanı öldürürm." diye bağırdım. Onlar hala beni yakalamak için üstüme üstüme geliyorlardı.

Ey Allahım, ben bu insanların canını malını korumağa çalışırken, bu başıma gelen ne idi? Hemen kelepçe taktığım adamın kolunu kıvırdım. Kendime çektim ve havaya iki el ateş ettim. Baktım polisten filan anlamıyorlar. Silahımı üstlerine çevirdim ve "Ben hırsızım, hepinizi öldürürüm" diye bağırdım. O zaman korktular ve biraz gerilediler. Ben adamı sürükleyerek, orada olan insanlarda beni takip ederek, sokak başına kadar gittik. Bir ticari taksi tesadüfen oraya geldi. İçinden bayan iner inmez hemen suçluyu bindirdim. Taksici bizi almak istemedi. Zorla arabaya bindik. Karakola götürdüm. Biz Karakola gidince o mahallede ki adamlar çoktan karakola gitmiş dolmuşlardı.

Hırsız olmayıp görevli olduğumu o sarhoşa zor anlattık. Adamlar benden özür dilediler ve evlerine döndüler. Bende kumarhaneye arkadaşımın yanına gittim. Ertesi akşamlarda yine gider hırsızları takip eder ve yakalamağa çalışırdım. Bu şekilde çok hırsız yakaladım o bölgede. İşte meslek hayatımda en korktuğum  olaylardan biri bu olay olmuştu.
.

27 Nisan 2012 Cuma

AMİRLE ARKADAŞ

Ankara Ahlak Büro Amirliği Mitatpaşa Caddesi üzerinde sekizinci katta 'dernek' adı altında bir kumarhane, topallayarak şoförümle birlikte saat 04.00te kumarhanenin olduğu binaya girdik. Topallayarak gittik dedim, çünkü normal gidersem anlar, hemen önlem alırlar. Zile basar veya kapıyı çalarsam yine anlar önlem alırlar. Sürpriz yapıp içeri girebilirsek kumar yakalayabiliriz. Bu derneğin kapısının önünde ki elektrik sigortasını dışardan  attırınca her taraf karanlığa boğuldu. Beş on dakika sonra bakmak için kapıyı açtılar. Kapı açılınca karanlıkta dışarı çıkanlarla birlikte içeri girdik fakat tedbirli davranmışlar, kumar kalkmış herkesin önünde gazeteler vardı, kumar yoktu.

İçerisi çok kalabalıktı kimseye bir şey sormadan biraz oturduk ve çay içtik. Ben çay içip gazete okurken şoför arkadaşta derneğin üye kayıt defterlerini kontrol ediyordu. Dernek sahibi uzun boylu 50 yaşlarında ilk defa gördüğüm bir adamdı ve şoförüm ile konuşuyorlardı; "Ağabey siz hangi bölümdensiniz" diye sordu. Şoför arkadaş böbürlenerek "Ahlak" dedi. "Ağabey siz boşuna yoruluyorsunuz. Amiriniz Recep Bey benim arkadaşım. Dün akşam beraberdik. Yemek yedik" dedi. Ben duymamış gibi hiç oralı olmadım. Şoförüm Hamdullah ile konuşuyorlardı. Ben sadece uzaktan dinliyordum.
Hamdullah benden tarafa bir baktı, galıba ne tepki vereceğimi merak ediyordu. Ben tepki verip hiç ses çıkarmayınca o muhabbeti hiç krsmedi ve sordu:
-Sen demek bizim Amirimiz ile arkadaş sın öylemi.
-Evet
-Akşam yemeğe mi gittiniz?
-Evet. Gölbaşında bir lokantada yemek yedik.
-Peki, seni yakalamaması için para filan da verdin mi?
-Yok, fakat ayrı gayrımız yok, istese veririm.
-Sen kaç paralık adamsın ki benim Amirimi satın alacaksın lan?
-Seni Amirimle tanıştırmamı ister misin? Ama en iyisi tanışma. Çünkü çok pişman olursun dedi..
Bu sırada ben söze karıştım ve şöforum Hamdullah'a
"Doğru söylüyor. Ben geçen bir zaman senin Amirin Recep Bey ile birlikte görmüştüm bu adamı, sen niye kızıyorsun ki?" dedim.
Ve adama döndüm
"Sen de hiç sır saklayamıyorsun. Ne biçim adamsın be birader? Recep Beyi niye ele veriyorsun ki?" dedim.

Oradan ayrıldık. İki üç gün sonra bir Emniyet Müdürü ile birlikte yanıma geldiler. Çok korktuğu halinden belli oluyordu. Hiç birimiz de o konudan bahsetmedik. Ben kendilerini ağırladım. Kalktılar giderken bir yakınımın ismini vererek onunla arkadaşız; "Ağabey çok pişmanım, ben bir hata işledim, beni bağışla af et." dedi. Güldüm ve "Af edilecek bir şey yok. Hem zaten af etmesem yapacağımı o akşam yapardım. Ben unuttum gitti." dedim.

26 Nisan 2012 Perşembe

AMİR YATTI GELİN

Ankara, Ahlak Büro 1998 yılı yine bir kış gecesi. Maltepe de Sarı Sami nin kumarhanesi. Toplanan kumarcılar gece saat 03.00 te "Ahlak Amiri yattı, getirin kumar aletlerini" deyip  yüksek sesle güldükleri ve benimle alay ederek kumar kurdukları haberi bana geldi. Gündüz kimse yokken gittim tespit ettim. Kapıdan girip kumar yakalamam imkansızdı. Çok sağlam bir yerde ve sağlam erketeler yerleştirmişti. Öyle sallana sallana gidip te bu yerde kumar yakalayamazdım.

Yalnız bir hata yapmışlardı. Oyun salonu için iki daire birleştirilmiş, içerisi genişletilmiş ve diğer dairenin giriş kapısı iptal edilerek, kilit yerine kalın bir sac vidalanmıştı. Gündüz kumarhane kapalı iken şoförüm ile bu yere gittik. İptal edilen kapının vidalarını çıkararak sacı söktüm ve kapıyı açtım. İçeride iki metre uzunluğunda bir hol var dı, iptal edildiği için kullanılmıyordu. Holun arkasında da ayna olan bir kapı ile kapatılmıştı. Benim için çok uygun bir yerdi. Akşam üzeri, kumarcılar daha gelmeden içeri iki polis memuru koydum ve kapıyı eskisi gibi üstlerine vidaladım. Polisler bu eski den hol olarak kullanılan boşlukta karanlıkta beklediler. Kumarcılar geldikten sonra da içeride neler konuşulduysa hepsini bir bir not aldılar. Olup bitenleri takip edip bana bir bir bildirdiler. Saat 02.00 sıralarında ben telsizle anons ederek, istirahata çekileceğimden, ekiplerimin faaliyetlerini bildirmelerini istedim. Böylece erken istirahata çekildiğimi öğrendiler. Herkes erkenden uyuduğumu sanıyorlardı. Halbuki ben oraya sakladığım memurlardan haber bekliyordum. Saat 03.30 da bekleyen polis memurları telefon açtılar. Kumar başlamış kumarcılar zokayı yutmuşlardı. Hatta benim komiserlerimden biri de gitmiş. "Kumar serbest arkadaşlar, Recep Bey yattı." deyip yanlarına oturmuş, erkete gibi hareket ediyordu. "Hele Recep Bey bu halı bir görse acaba ne yapar dı?" diyorlar ve yüksek sesle güldükten sonra kumara başlamışlardı. Saat 04.00 e doğru bende yakınlarına giderek uygulama yapmalarını emrettim.

Polis memurları içeri dalar dalmaz, kumarcılar şoke olmuşlar "sakla" diye bir kumarcı yanlışlıkla kumar paraları ile sustalı bıçağını polis memuruma verebilmişti. 15-16 bin dolar para, kadın, erkek karışık 18-20 kişi yakalanarak haklarında işlem yapıldı. Dört kişi de İnfaz suçlusu yakalandı. Benden onlara haber götüren komiser de başka bir birime tayın edildi. 

24 Nisan 2012 Salı

SENİN BU YAPTIĞINI

Yine bektaşi dere kıyısında oturup piizlenirken iki çocuklu bir bayan gelir. 
Bektaşi ye derki "Çocukların biri senin yanında dursun. Ben öbürünü dereyi karşıya geçireyim. Sonra gelir senin yanında ki çocuğu da alır, giderim" der.
Bektaşi da kabul eder.
Kadın bir çocuğunu sırtına alır, derenin karşısında bırakır. Bektaşi nin yanına diğer çocuğunu almağa gelirken, büyük bir dere gelir ve kadını alır götürür.
Şimdi çocuğun biri derenin karşısında, biri Bektaşi'nın yanında kalırlar. Çocukların ikisi de ağlamaktan kıyametleri koparırlar. Annelerini de su götürmüştür.
Çaresiz kalan Bektaşi ellerini havaya kaldırır ve "Ey Allahım senin bu bana yaptığını, ben sana yapsam var ya, beni dokuz köyden kovardın" der.

23 Nisan 2012 Pazartesi

BEKTAŞI

Bektaşi oturmuş içki içerken, bir bakmış ki bir at arabası gelmiş yanında durmuş.
İçinden bir adam inmiş. Şatafatlı bir şekilde  yürürken, yanında da cicili bicili elbiseli insanlar koşuştururlarmış.
Bektaşi yanında kilere sormuş: "Bu adam kimdir?"  "Padişah" demişler.
Bektaşi tekrar sormuş: "Ya yanındaki o cicili bicili adamlar kimlerdir?" "Onlar da Padişahın Kullarıdırlar" demişler.
Bektaşi hemen iki elini havaya kaldırmış ve;
"Ey Allahım bir Padişahın kullarına bak, birde kendi öz kulunun haline bak" demiş.

HİÇ


Nasrettin Hocaya bir adam sormuş: "Sen kimsin?"

Hoca da "Hiç, hiç kimseyim" demiş.

Adam böbürlenince Hoca da O na sormuş: "Sen Kimsin?

Adam kabara kabara " Mutasarruf" demiş.

Hoca tekrar sormuş: "Sonra ne olacaksın?"

- Vali olurum.

Hoca devam etmiş: "Daha sonra?"

- Vezir

- Daha sonra?

- Herhalde sadrazam olabilirim.

- Peki ondan sonra?

Artık makam kalmadığını gören Mutasarruf

- Ondan sonra makam yok ki HİÇ demiş

Hoca kendisine:

"Daha ne kabarıyorsun be adam, ben şimdi, senin yıllar sonra geleceğin

makamdayım. HİİÇ makamı" demiş.





21 Nisan 2012 Cumartesi

SAĞLAM KAFA

Değerli Kürt kardeşimizin kafası çok sağlam mış. 
Koca koca çivileri kalaslara bir kafa vuruşunda çakarmış.
Duyanlar inanamamışlar. Bahisler ortaya koyulmuş.
Kürt almış eline on santimetre uzunluğunda bir çiviyi. Kahvenin tahta darabasına yaklaşmış. Çiviyi tahtaya tutarak bir kafa vurmuş.
Hayret yedi santimetre çivi tahtaya batmasına rağmen üç santimetre si dışarda kalmış. Kaç defa daha kafa vurmuşsa çiviyi tam çakamamış.
Alın kısmı da kan revan olmuş. Eve girip bu yerin arkasına bakmışlar ki, oda da başka bir kürt kafasını tahtaya dayamış ve uyumuş. Çakılan çivi de bu kürt ün kafasına denk gelmiş. Yanı arka tarafta da başka bir kürt ün kafası varmış. Onun için çivi sadece tahtayı delmiş daha ileri
gidememiş.

19 Nisan 2012 Perşembe

İKİ HAVUZ

Karadenizli Temel para kazanmak için İstanbul'a gurbete gider.
Bir yer kiralar ve orada halka hizmet verecek.
Memleketten tanıdıklarını da çağırır ve açılış yapar. Yeni iş yerini tanıtır.
Hemşerileri bakarlar ki Temel büyük bir alana yan yana iki tane havuz yaptırmış. Havuzlardan biri su ile dolu, diğerinde hiç su yok, kupkuru.
Temel'e sormuşlar "Sen burada ne iş yapıp, nasıl para kazanacaksın?" diye. Temel de "Millet yüzmeğe gelecek. Bende uygun bir fiyat alacağım ve para kazanacağım." der.
"Peki havuzun birinde hiç su yok o nasıl olacak? Neden ikisi de su ile dolu değil?" derler.

Temel de "Yüzme bilenler su olan havuzda yüzecekler. Eee..Yüzme bilmeyenler ne yapacak? Onları da yüzmeği öğrenene kadar susuz havuzda yüzdüreceğim da...."der.

17 Nisan 2012 Salı

DAĞ DAĞA KAVUŞUR

Oturan İpsiz Recep Emiralioğulları ve
milis arkadaşları; Altıkan Osman,
Altıkan Mehmed, Putpuroğlu İlyas
Çavuş, Altıkan İlyas ve Kansız Ali

1972 yılının sonları İzmir Gürçeşme Polis Okulunda öğrenciyiz. Bir Pazar sabahı saat 08.00 sıralarında, okuldan izin alarak arkadaşım Fındıklı Sulak Köyünden Rahmi Özçelik ile birlikte Basmane semtine giderek biraz dolaştıktan sonra çorba içmek için öyle sıradan bir lokantaya girdik. Rahmi bizim komşu köy Sulak tandır ve köyde onun adını Cengiz olarak bilirler. Ancak nüfusta Rahmi diye geçer.

Kasada oldukça yaşlı, beyaz saçlı, uzun boylu, esmer, zayıf bir adam oturuyordu ve Pazar Günü olduğundan mı bilmem hiç te müşterileri yoktu. Adamı görür görmez kendisinden etkilendim ve Rahmi’ye adam duymadığı gibi "Bu adam senin babana ne kadar çok benziyor, iyice bir baksana." dedim. Hakikaten ilk bakışta bana Rahmi'nin babası Ali Amcayı hatırlatmıştı. Rahmi de baktıktan sonra "He yahu. İnsan insana bu kadar benzer mi?" dedi. Aslında her ikisinin arasında hiçbir bağ yok, bizim benzetmemiz bir faraza dan öte bir şey değildi. Çünkü biri Rize Fındıklı Sulak Köyünden, diğeri ise İzmir in bilmediğimiz hangi köyünden.

Çorbamızı içtikten sonra bozuk paramız yoktu ve ben adama özür dileyerek tüm beş yüz lirayı uzattım. O zamanlar mavi renkli tüm beş yüzlükler vardı onlardan. Adam garsonu çağırdı, parayı ona verdi ve bozdurmak için dışarı diğer esnaflara yolladı. Günün erken saatleri olması ve bir de Pazar olması sebebiyle garson parayı bozduramamış ve biraz gecikince, adam bizimle konuşmağa başlayıp nereli olduğumuzu sordu. Ben bizim oraları bileceğini hiç tahmin etmedim ve öylesine soruyor diye birazda övünerek "Rize Fındıklı'danız Amca." dedim.

Hemen adam döndü, gözleri fal taşı gibi açıldı, ciddileşti ve bizi öyle yakından süzerek "Sulak Köyünü bilir misiniz?" dedi. Allah, Allah. Bende temkinli davranarak "Evet biliriz. Sen nerden biliyorsun?" dedim. "Gavur Ali derler. Ali Özçelik var. Kara Ali Tanır mısınız?" dedi. Biz şoke olduk. Ben sağa sola bakıyorum, acaba konuşan bu adam değil de etrafta bizi tanıyan başka biri mi var diye. Bu tanımadığımız lokantasına ilk defa bir defaya mahsus çorba içmeğe gittiğimiz bu yaşlı amca, bize yanımda ki arkadaşım Cengiz'in babası 'Memiş'in Ali' dediğimiz Ali Özçelik'i soruyordu. Hem de bizim köyümüzün bu adamının tam seceresini biliyor ve bize anlatıyordu. Biraz kendimize geldikten sonra Cengiz bana döndü ve lazca "Heya mu zopon Recep (Lazca Bu ne diyor Recep)?" dedi.

Adam altmış sene önceki arkadaşını, tesadüfen tanımadığı onun oğluna soruyordu. Ben "Evet ama O çoktan rahmetli oldu. Sen nerden tanıyorsun amca?" diye tekrar sordum İzmirli bu adama. "İstanbul'dan tanıyorum. Arkadaşımdı. Hep ikimiz beraber birlikte çalışırdık. Kuvayı Milliyeci idik. Hatta İpsiz Recep dedikleri Recep Emice de o dönem bizimle çalışıyordu ve biz ona bağlıydık. O da çok cesur ve korkusuz olduğu için 'İPSİZ' derlerdi. Sonra onların gurupları ayrıldı. Ben Gavur Ali ile birlikte çalışırdım ve kendisini çok severdim. Özü sözü bir, mert ve birazda deli bir adamdı. Biz o zamanlar 'DEMİR' lakaplı Topkapılı Cambaz Mehmet diye birisi vardı, ona bağlıydık ve vatanımızın kurtulması için çalışıyorduk. Kurtuluş savaşımızda Atatürk'ün emri ile İngiliz ve Yunanlılara karşı gerilla savaşı verirdik. Düşmanları İstanbul dan ve İzmir’den biz çıkarttık." dedi.

Bu vatanın kurtulması için Kuzeyden, Güneyden, Batıdan ve Doğudan aynı gaye uğruna bir araya gelmişler ve aç, susuz yokluk içinde, gönüllü olarak bu vatanı kurtarmak için birleşmişler, savaşmışlar ve netice de kurtarmışlardı. Bir an için rahmetli Ali Amca’nın hayalı gözlerimin önüne geldi. O mütevazi yaşantısı ile köylerde dolaşıp herkese türküler attığını hatırladım. Her ne dersen de kendisi türkü ile karşılık verirdi. Bu adam İstanbul ve İzmir'i düşmanlardan temizlemiş, her iki İlin de bir kenarından bir parça bir yer almamış, köylerde dolaşarak o fakir hayatını hala sürdürüyordu. 

İpsiz Recep te Zenci Musa da öyle yapmamışlar mıydı. Kendilerine maaş bağlanmasını da kabul etmemişlerdi. "Biz bu yaptıklarımızı vatanımız ve milletimiz için yaptık." demişlerdi. Hatta Zenci Musa öldüğü zaman valizinden bir Osmanlı haritası, bir Mushafı Şerif, bir de birlikte çalıştığı eski Şefi Eşref Paşa nın resmi, daha başka hiçbir varlığı çıkmamıştı. Topkapılı Cambaz Mehmet’e de o zamanlar Atatürk tarafından bin beş yüz lira maaş bağlanmış, o kabul etmemiş, Kızılaya bağışlamıştı.

Arkadaşım Rahmi şaşırmış ağzı yarım açık robot gibi kalmış bir bana, bir o adama bakıyor ve gözlerinde yaş düğümleniyordu. Çünkü o lokantacı adam Rahmi’nin babası Ali Amcayı anlatıyordu. Ali Amca annemin akrabalarından olduğu için ben de çok iyi tanırdım. Son zamanlarda bize çok gelir, giderdi. Yetmiş beş seksen yaşlarında idi ve sağ eline hastalık vurmuş devamlı sallanırdı. Patırson hastalığı olmuştu. Çok hazır cevap ve kendisine söylenen sözü türkülü cevap şeklinde geri söyler cevaplardı. 

İlk zamanlar ben çocukken kendisinden korkardım. Öyle insana çok ciddi bakan hiç gülmeyen, kara yüzü ve korkunç bir gözleri vardı. Sonraları alıştım. Öyle gözlerinin içine dikkatli bakıldığı zaman sanki okyanusların derin yerleri görünür gibi gelirdi insana ve o karanlıklarda kayıp olacağım diye korkardı insan. O adam parçalayan, her zaman bağda taşıdığımız, büyük mal köpeğimiz kaptan da ona hiçbir şey demez, gelir boynuna sarılır köpeği severdi. 

Bizim evimize geldiği zaman bana judo öğretirdi. Onun öğrettiği bazı oyunları hiç bir yerde görmedim ve meslek hayatım da benim işime çok yaramıştı. Lokantacı adamın adı yanılmıyorsam Ekrem di ve İzmir’in Ödemiş İlçesinden di. Ona döndüm ve “Ekrem amca, Ali Amca ya Gavur Ali adını neden taktınız? Olsa olsa ona bir ad takılacaksa onun adı ancak Efsane Ali olmalı idi.” Ve elimi Rahmi’ye uzattım "Bu delikanlı Onun oğludur Amca. Bu şaşkınlığımız da ondandır." dedim.

Birbirlerine sarıldılar. Bazı şeyler daha anlattı. Hepimiz etkilenip ağladık. Yaptıkları kahramanlıkların bir azını, ben sorunca zorla anlattı. Ali Amca da o konularda pek konuşmazdı. O da öyle yapardı. Başkaları bir şeyler anlatırlardı. O konularda filimler çevrilir, herkes öylesine seyreder de pek kimse o olayların yaşandığını ve o kahramanların aramızda dolaştıklarını bilmezlerdi veya inanmazlardı fakat bu adamların kahramanlıkları o çevrilen filmleri gölgede bırakır cinstendi.

Ben şahsen bir şeyler biliyordum da bu kadar kahramanlıklar yaptıklarını bilmiyordum. Orada öğrendim. Bir de bu kadar kahramanlıklardan sonra köyün başında öyle mütevazi bir evde fakir hayatı yaşamaları akıl kari bir şey değildi. Ve şahsen ben bu adamlara nasıl hitap edeceğimi de bilemiyorum.

Yaa bu ülkeyi bize kimse bedava vermemiş. Çok büyük bedeller ödeyerek atalarımız bizler için zorla canlarını ortaya koyarak almışlar. Kim bilir bu tek tük adamların yanında kaç kişiyi şehit vermişler. Bizler hazır olanı bile muhafaza edemiyoruz. Elimizden giderse bir daha geri hiç alamayız. 

Rahmi bu adamla sonra irtibatı kesti mi? Yoksa hala görüşüyorlar mı? Bilmiyorum. Okuldan sonra kendisini de çok az gördüm, bir konuşamadık.




şiir SENSİZ KALDIM


Sana şiir söyleyim diyordum, dilim dönerse eğer,
Bilmeyenler gülerler de, sessiz kaldım, birtanem.
İlle ki öğreneyim dersen, anlatayım son bir sefer,
Seni sevdim terk ettinde, yarsız kaldım, birtanem.

Ellerin sevdikleri geldi gene, uzaklardan göründü,
Kavuşanlar sarıldılar, burda sanki bayram olundu,
Benim başım asık pişmanlandım, gözlerim doldu,
Sen gelmedin kenarlarda, yalnız kaldım, birtanem.

Gözlerim hep seni aradı, gelmiş olsan görürdüm,
Sen yoksun ya o yollarda, ben de üzgün yürüdüm,
Hiç olmazsa haberini alsam, yine mutlu olurdum,
Hasretin hiç tükenmiyor, sensiz kaldım, birtanem.

                                                   Recep Ali Öztürk

16 Nisan 2012 Pazartesi

SAHTE RECEP

1998 yılı bir akşam ekiplerimden biri telefonla aradı ve dün akşam Cebeci de bir pavyona gidip eğlendiğimi, bu cıvarda berbere gidip traş olup parasını pavyonculara, lokantalarda yemek yeyip parasını yine paviyonculara ödettiğimi, bazılarından da paralar aldığımı bildirdi. Ben de kendilerine oralar da takılın, gelirsem beni mutlaka yakalayın ve bana getirin dedim. Ertesi gece geç saatlerde tekrar aradılar. Mülâki olduk. Adamı yakalamışlar fakat ben değilim. Ben belki yakışıklı değilim fakat o adam ben den de beter tamamen çirkin dişleri dökülmüş bir adamdı.

Çok yalvardı. "Ne olur ağabey, sayende ben de bir kaç gece yaşadım. Ne olur beni af et. Hayatta bir daha yapmam. Bu korku da bana yeter." dedi. Bende iyi tarafıma geldi af ettim. Ben adamı unuttum gitti. Aradan zamanlar geçti. O bana telefon açan ekibim her gece bir başka ünlü mankeni ve sanatçıyı fuhuştan yakalayıp getiriyorlardı. Bir türlü aklım almıyor fakat kendilerine de bir şey sormuyordum. Bir gece benim de hiç ummadığım çok ünlü bir sanatçıyı getirdiler. Fakat ondan önce ekibimi o kendini benim yerime koyup haraç toplayan adamla konuştuklarını gördüm. Biraz şüphelendim ve o kadınları nasıl yakaladıklarını sordum. Bana o kendini benim yerime koyup ta etraftan para toplayan çirkin adam Mevlüt'ü söylediler. O telefon açıp kadınları ayarlıyormuş. Bizimkiler de numarası alınmış paraları verip sonra başka bir ekip hep birlikte yakalıyorlarmış. İnanmadım. Bir gece adamı Kısma çağırttım. Kadınları nasıl kandırdığını bana anlatmadı. Ne kadar uğraştıysam, tehdit ettiysem de anlattıramadım. Hala daha bilmiyorum fakat yanımda bir kadınla daha pazarlık etti ve yakalattı. Adam Kısımda ki telefondan yakalamak istediğimiz kadınla on  dakika kadar yanımızda fıs fıs fıs diye alçak sesle ağzını eli ile kapatarak konuştu. Ertesi gece saat 01.00 sıralarında kadın İstanbul dan Ankara ya geldi ve bizlerden aldığı numaraları alınmış paralarla yakalandı.

Kadına "Sana hiç yakıştıramadım. O konuştuğun adam kimdi de sen ona kandın?" dedim. Ağabey sen aslını sorarsan ben adamı tanımıyorum ve biraz da yakalanacağımı biliyordum. Çünkü buna benzer İstanbuldan getirtip yakaladığınız kadınlar olmuştu. Ben aslında seni merak ettiğim için kimsenin bir kravatını takmazmışsın seni tanımak için yakalandım." dedi. Anladım ki telefonla konuştuğu kötü yol kadınını bu adam muhakkak düşürürdü. Kadınları nasıl kandırır dı? Ne söylerdi? Çelimsiz, dişsiz, çirkin bir adamdı.

Kendini benim yerime koyarak Ahlak Amiri tanıtıp yolunu bulmağa çalışan bu adam sayesinde çoklarını yakaladık. Adam gerçekten Ahlak Amiri olacak adamdı. Pavyon kadınlarını organize eden Ajansları, fuhuş yaptıran güzellik salonlarını, sauna, kumarhane ve birçok gayrı meşru yerleri biliyordu. Bize yardımcı oldu, hepsini yakalattı. Esat Caddesi ve Emek 8. Caddedeki bu yerlerin hepsini sayesinde yakaladık. Sonra kendisi anlattı. Sabıkası yoktu fakat eski 1974 lerde ki
Soğuk Oluk kulağı kesiklerindendi. 

15 Nisan 2012 Pazar

KUMAR

Çankırı Caddesi Yıba karşısında Nihat'a ait kumarhaneden hiç kumar alınmadığı. Çok büyük kumarlar yaptığı. İleri düzeyde önlemler aldığı için hiç yakalanmadığını bana anlattılar. Ustalıklarla kumar oynatıp bütün kumarcıların kendisine borçlu olduğunu. Kulubune gelip kumar oynamazlarsa senetlerinin takibe alınacağı. Şeklinde tehdit edip herkesi kumar oynamağa mecbur bıraktığı. Kumarda kayıp edenlere de tekrar borç para vererek senet imzalattığı. Şeklinde ihbarlar aldım.

Gün yapıp bütün kumarcıları topladığı Aralık ayının bir Perşembe gecesi saat 02.00 sıralarında, yaya olarak, sırtımda beni zengin gösteren kaşmir bir palto ile sallana sallana ikinci kattaki kuluplerine gittim. Oturup çay söyledim. Kömür gibi bir çay getirdiler. Fakat hayret bu meşhur kumarhanede açılış olmasına rağmen sadece üç kişi vardı. Yarı sarhoş uyuklar görünerek "Kumar oynayacaktım. Kumarcılar yok mu?" diye ümitsizce sordum. Orada iki kişi beni aldı karanlık yerlerden İsmetpaşa da bir yere götürdüler. Kapıda karanlıkta iki kişi bekliyordu. Yakamdan filan tutup üstünkörü üzerimi aradılar. Kim olursam olayım, bir yanlışlık yaparsam sağ çıkamayacağımı söyleyip göz dağı verdiler. Karanlık kapının üzerinde 'Salon Kral' yazıyordu. Beni getirenler geri döndüler. Orada bekleyenlerden biri kapıyı dışardan anahtar ile açarak içeri girdik. Merdivenlerden dolanarak üç kat aşağı, havuzlu ve renga renk ışıklar yanan çok lüks bir yere indik. İki kat yerin dibinden aşağı merdivenleri dolanarak indik. Kırk kişiye yakın kadınlı erkekli kendi aralarında kılıç, zar, çanak ve katlama tabir edilen oyunları oynuyorlardı. Herkes kendi aleminde iken tam salona girdim.

Daha önce kömür hırsızlığından yakaladığım Çingene Mehmet karşıda oturuyordu. Aradan uzun zaman geçmesine rağmen hemen ayağa fırladı ve hazır ola geçip, "Amirim emret" diye bağırdı. Hem de bu şekilde diğerlerine geldiğimi bildirmişti. Herkes robot gibi olmuş bana bakıyorlardı. Beni içeri getiren erkete arkamdan bana sarıldı. Onu merdivenlerin üzerinden önüme yere düşürdüm. Polis olduğum artık anlaşılmıştı. Kulup sahibi Nihat olduğunu sonradan anladığım baba yiğit birisi karşıda masadan kalktı ve herkesin sakin olmasını söyledi. Hepsinin ayağa kalkmalarını ve duvara ellerini dayamalarını ikaz ettim. Kimliklerini ve kumar aletlerini aldım. Belimdeki telsizi çıkardım fakat oradan telsiz çekmiyordu. Cep telefonu ile arabamı ve ekiplerimi çağırdım. Şubeye intikal ettirdik.

Yanılmıyorsam 30.000 dolar ve toplam 100.000 tl cıvarında para yakalanmıştı. Beni arkamdan yakalayan erketeyi iyi dövecektim fakat verem hastası imiş zavallı. Kendisini Emniyet Müdürlüğü ne bile götürmedim. Ne yapsın gariban ekmek parası için o saatlere kadar soğukta bekliyor. Onun gibi o bölgede 16 tane erketesi varmış. Arabamı görünce güya beni haber vereceklermiş. Arabasız gittiğim için kazandım. Böyle birkaç büyük mekanlara baskınlar yaptım. Ankara da kumarın kökünü kazımıştım. Bazen da tabi süprizlerle karşılaştım. Anlatacağım.

14 Nisan 2012 Cumartesi

ATMA TÜRKÜ

Şimdi de sizlere ta eski zamanlardan kalma atma türküyü nakledeceğim. Yalnız söyleyenler hayatta yok. Adam omuzu ile ağaç yaşırken orman yolunda oturmuş yorgunluk molası veriyor fakat üzerinde ki elbiseler yırtılmış, etlerini de dikenler çizerek yaralanmış, öyle yorgun oturmuş soluk alırken, iki kız tesadüfen ordan geçiyorlar ve adamı görünce türkü atmadan edemiyorlar. Fakat derslerini de alıyorlar. Hepsini hatırlamıyorum, fakat kısa bir bölümünü size aktarayım:
Kızlar
-Oturdun yol üstüne etun görünür etun,
Erkek
-Çok ince bakarsız bütün görünür bütün,
Kızlar
-Asli bişeşi yoktur orda havlayan itun,
Erkek
-Sizi kardaş görürüm geçin işinuze gitun,
Kızlar
-Seni midesi çeken içumuzde yok hatun,
Erkek
-Midenuz açılecek akşam yanumde yatun.

12 Nisan 2012 Perşembe

ÇAĞIRDIM DUYMADILAR




Rize İli, Fındıklı İlçesi; Ihlamurlu Köyü, (Ğayna, Zuğu) veya Sulak Köylerinden yola çıkılarak bizim yaylalara gidilir. Yaylamızın adı Sığır Vanagı veya Zuğu Vanağıydı. Şimdi o isimi değiştirmişler, hangi akıllının fikriyse Sultan Dağı yapmışlar. İki yaylamız daha var. Yarımşar saat aralıklarla Kaldırım ve Ğorğut yaylalarına gidilir. 

Bu yaylalara gitmek öyle kolay değildi eskiden. Şimdi araba yolu yapmışlar. Yakınına kadar yol gidiyormuş. Araba yolu olalı ben hiç gitmedim.

Ormanla kaplı yokuş ve patika yollardan, Kaçkar tepelerine yanı deniz seviyesinden 3.000 metre kadar yüksek tepelere yürüyerek, arkalarında ağır yük olduğu halde gidilirdi.

Yolculukta ilk olarak meyve ağaçları, kızılağaç ve ıhlamur ağaçları gibi yayvan yapraklı, ilerledikçe gürgen, kumar gibi ince yapraklı, daha ilerledikçe çam, ladik gibi iğne yapraklı ağaçlar görülür. En yükseklerde ise, yanı yaylalarda hiç ağaç yoktur. Zirve de yerlerde kısa kısa toplu iğne gibi insana batan 'POŞĞİ' denen otlar bulunur. Genelde sis çok olur. Yanı her tarafa koyu bir duman oturur ve göz gözü görmez. 'ÇİSE' denen görünmeyen yağmurun damlacıkları otların ucunda topuz gibi olur ve düğümlenir dururlar.

Yolculuk için iyi hava seçilir fakat Karadeniz'in yağmuru hiç eksik olmaz. Yağmur yağsa da ıslatır fakat ıslananı pek etkilemez. Yağmurun altında durup ta saatlerce türkü söyler Karadeniz kadını ve erkeği. Hatta göç zamanı bütün köylüler hayvanları ve aileleri ile birlikte yedi saat kadar yokuş yukarı yürüyüp bu zorlu yolculuğu yaparlar. 'VANAG' denilen evlerin olduğu yerleşim yerine gelinirdi. İlk Zuğu veya Sığır Vanagı. En kalabalık bu yayladır. Sonra sırt boyu yarım saat kadar yürüdükten sora Ğorğut Vanagı ve daha sonra da Kaldırım Vanagı vardır. Ben ilk defa üç-dört yaşlarında iken Babamın yanında yaylalara gittiğimi hatırlıyorum.

Demirkapı denilen yerde dumanlar hızla yanımızdan bacak aralarımızdan gelip geçerken, beni de alıp peşlerine götürecekler diye çok korkmuş ve ağlamıştım. Bir sığırımız otlarken kayadan düşeceği zaman Babam sığırı kuyruğundan tutmuş kurtarmış, orada uğraşırken belindeki uzun kılıç gibi bıçağını düşürmüş kayıp etmişti. Ailece çok yorulduktan sonra büyük bir meşakkatle Zuğu Vanağında ki evimize gitmiş yerleşmiş ve yorgun olduğumuz için de erkenden yatmıştık. Çok soğuk olduğu için ben Babamın koynunda tahtaların üzerine konan, içine ot doldurularak yapılan döşek üstünde yatıyorduk. Oraların havası yazın bile buz gibi olur.

Gece geç saatlerde evimizin kapısında olan büyük bir gürültü ile uyandım. Babam da benden önce uyanmış kapıda ki o adamlarla tartışıyordu. “Hadi Veyis, sensiz olmuyor, herkes seni bekliyor, başka kimse yok.” Diyorlardı. Babam yine gitmek istemeyince onu yakaladılar ve pantolon giymeğe bile fırsat vermeden tuttular, omuzlarına alıp, zorla, iç donuyla götürdüler. Babam her zaman Babaannemin kendisine kendir liflerinden yaptığı 'KETEN TELİ' dediğimiz iplikle, el ile diktiği, beyaz bezden, lastiksiz, 'UÇKUR' dedikleri bir bez şerit ile belinden bağlanan, paçaları dizinin altına kadar inen, uzun bir don giyerdi. İşte pantolon giyemeden o don ile zorla götürdüler o akşam. Burhanettin Ağabeyim yastığın altından Nagant marka babamın tabancasını alıp beline soktu ve bizler de arkalarından koşarak gittik. Burhanettin Ağabeyim benden on-on beş yaş kadar büyük, delikanlılığa yeni adım attığı sıralardı. Yanı on dört on beş yaşlarındaydı. Az ilerde suyun başında çok büyük bir kalabalık vardı. Tulum çalınıyor, türküler söyleniyor, havaya silahlar sıkılıyordu. Doğruca suyun yanında ki düzlüğe, o kalabalık insanların olduğu yere götürdüler babamı ve oynanan derme çatma horona alıp kollarından tuttular.

Diğer yaylalardan da bir çok insanlar gelmiş orası mahşer günü gibiydi. Ortada büyük bir ateş yakmışlar, etrafı o ateş aydınlatıyor, zaten hava da aydınlıktı. Babam artık çaresizdi, yapacak başka hiç bir şeyi yoktu. Üzerinde beyaz iç donuyla, horoncuların ellerinden tuttu, omuzlarını aşağı düşürüp, sağ tarafa doğru döndü, yarım eğik vaziyette sekerek yürümeğe başladı ve “Yat aşağa, yat, yat. yat, yat, Gel bana geeel gel” Diye gür sesiyle bağırarak horonu başlattı. Bütün gürültüler kesilmiş, orada sadece tulum sesi, Babamın sesi ve bir de horoncuların 'pat, pat' diye yere vurdukları ayak sesleri, arada bir de horonun ortasına gelip havaya sıkılan silah sesleri duyuluyordu. Sanki orada ki o kalabalık millet bir tarafa gitmiş, sadece bir tulumcu, bir Babam bir de horoncuların ayakları kalmışlardı. O gece sabaha kadar hiç kimse yatmadı horon oynadılar ve eğlendiler. Sabah kuşluk vakti de herkes dağılıp işlerine gittiler.


Yayla yollarında yürürken herkes sırtında elli kiloya yakın yük, kullanılacak eşyalar ve yiyecek ihtiyaç malzemelerini ‘TIKINA’ denen sepetlerin içine koyar, onunla taşırlardı. Gittikçe yukarılarda hava soğuk olduğundan kışlık giysiler tercih edilir. Hanımlar ve kızlar başlarına 'ĞASE veya YAZMA' dedikleri oyalı eşarpları sararlar. Herkes en yeni elbiselerini giyer, düğüne gider gibi öyle giderlerdi yaylalara. İşte bu yollarda iki kişi kadın veya erkek bir araya geldiler mi, hemen başlarını yan yana getirirler ve yüksek sesle bir türkü söylerlerdi. Bu türküyü duyanlarda karşılık verir ve atışma başlardı. Türküler genelde "Heeeeeeehe Ne yanasun ne yana, seni göremeyirum" diye başlardı ve aşağıda ki satırlar o devirde sevdalı gençlerin birbirlerine attıkları yanık türkülerdendir; 

"Ey yaylalar yaylalar, çimen bağladunuz mı?
Ben ki gittum askere, kızlar ağladunuz mı?

Yaylanun yollarında oluk olayim oluk,
Gelen geçen güzeller su içsun soluk soluk.

Oturup ta ağladık, Kilisenun düzine,
Bizi kimse çekemez, bakma elun sözine.

Kızlar çıkar yaylaya, şenlendururler bu yaz,
Sevduğum olmayınca, yaylalarda durulmaz

Demirkapıyı geçti, ğaseler beyaz beyaz,
En arkadan geleni, allah onı bana yaz.

Yayladan ki yürüdüm, hava güneşliyidi,
Bakamadum geriye, gözlerum yaşlıyıdı.

Yaylanun yoli yokuş, çıkamadum başına,
Yarum ismuni yazdım, Saleresun taşına.

Eğildum su içmeğe, yaylanın puğarından,
Gel de seni öpeyim, o ballı dudağından." 'PUĞAR' akan suyun gözüne denir.

Gidiyorum yayladan, vaytevordur durağım,
Yarimden uzak kaldım, odur benin merağum.

Yaylaların dumanı, her gün gelir dağilen,
Gençliğime yanarım, geçti ağlamağilen.

Yayladan ki yürüdün, bir saat ağlamışım,
Aykırlığın çamına, hatıra bağlamışım.

Bizim yayla düz gibi, bir su içtim buz gibi,
Oldun elli yaşına, duruyorsun kız gibi.

Bu sene yaylaların, çiçeğisin çiçeği,
Saplandı yüreğime, sevdalığın bıçağı.

Horun oynamağilen, horon evi düz olmaz,
Kadife giymeğilen, koca karı kız olmaz.

Buldurın yaylalardan, alamadım bir çiçek,
Bu yılı da sorarsan, ağzımı açmaz bıçak.

Bir yandan atışma, bir yandan yolculuk devam eder, yol boyunca da bazı yerlerde molalar verirlerdi. Mola yerleri düz ve müsaitti. Horon, türkü devam edip gider. Öküz dövüşleri yaptırılır. İşte bu mola verilip düzlük yerdeki eğlencenin uzun sürenine 'VAYTEVOY' denilirdi. Vanaga gidene kadar mola yerlerinin adları sırasıyla şöyledir; Bayır, Bayır'ın sırtı, Şima, Okura suyu, Derebaş arkilliği, Derebaş, Derebaş yokuşu, Yolayrımı, Yeni puğar, Saleres, Saleres'in sal, Saleres'in göl. Bu göle ilk geçen taş atmazsa ağzı eğilecek denmiş ve ilk geçen ikaz edilip ille taş attırılır. Tepenin başında artmaz eksilmez, küçük fakat derin, ürkütücü bir görünümü var bu gölün. Saleresin suyu, Paşakonak, Boğaz, Demirkapı, İnsuz, İnsuzun Yokuştan sonra Poşğut denen büyükçe bir düzlüğe gelinir, Perin sırtı ve evlerin olduğu yer Zuğu Vanagı veya Sığır Vanagidir. Vanag da gece sabaha kadar karşı beri atma türkü ve horona devam edilir. Silahlar atılır. Evleri olanlar Ğorğut ve Kaldırım yaylalarına geçerler. Buralara gitmek için 'KİLİSE' denen büyük düzlük geçilir ve ince patika yoldan devam edilerek gidilir.

En son 1996 yılında İrfan Ağabeyim ve Osman Eniştem ile birlikte üçümüz Ağustos ayının sonlarına doğru gittik yaylalara. Zaten son gidişim oldu. “Paşakonak ta o taştan akan suyun yanında oturup yiyeceğiz.” diyordu İrfan Ağabeyim. Bir kilo kaşar peyniriyle, on beş tane de çarşı ekmeği almıştı. Demek ki eskiden buralarda yaşayıp ta çobanlık yaparken çok aç kaldığı olmuştu ki, onun acısını çıkartacak tı galiba. Öyle anlaşılıyordu. Çünkü o oralarda çok çobanlık yapmıştı. Paşakonağa gidene kadar hiç yemek yemedik. Orada peynir ekmek yedik ve o soğuk suyu içtikten sonra yola koyulup bir saat kadar sonra yaylaya çıktık. İrfan Ağabyimin mutluluğu yüzünden belli oluyordu.

O neşeli şen yaylaların tamamen viran kaldığını gördüm. Gittiğime pişman oldum. Sadece yayla tavuğu dediğimiz kuşların sesini duydum. İçime garip bir hüzün çöktü. İnsanların kaldığı 'ĞUĞ' dediğimiz evlerin çoğu viran kalmış, bir çoğu da yıkılmış yerleri bile belli değildi. Kilise düzünden Edigöl, Piloncut ve Poğutun derelerine doğru baktım. Hiç bir canlı yoktu. Eskiden öyle miydi oralar? Kurun tepesinden var gücümle bağırdım. Sadece sesimin yankısı geri bana geldi. Eskiden olsa çok insanlar cevap verirlerdi.



İki gece vanakta yıkık bir evin duvarı dibinde uyku tulumunda sabahladıktan sonra etrafa bakmak için Ağabeyim ile Eniştem Kilise düzüne çıktılar. Ben çıkmadım. Çünkü çok hüzünlenmiştim, yalnız kalmak istiyordum. Perin Sırtı dediğimiz yere geçtim. Şansımızdan havada hiç bulut yok, güneş her tarafı ısıtıyor ve parlatıyordu. Orada yalnız başıma oturup uzun süre etrafı seyrettim. Çobanların tepe üstlerinde sisli havalarda yönlerini bulmak için dizdikleri taşları, yaptıkları 'obo' ları gördüm eskiyi hatırladım ve düşündüm. Her şey bir sinema şeridi gibi gözlerimin önünden geldi, geçti ve bir de yeniyi gördüm. Bir garip oldum, çok duygulandım.

Daha önce birlikte buralarda yaşadığımız, Atalarımı hatırladım. Duvar diplerine oturmuş hem dedikodu, hem de el işi yapan kocakarıları hatırladım. Büyük malcıları hatırladım. Abdoğluları, Mutinoğluları, Hocoğluları, Civelekleri, Hemşenli Mevlüt Amcayı, Kavaz ın Topal Hikmet’i, Necip'in Nuri'yi, Halamın oğlu Nizamettin'i, Komşularımı, arkadaşlarımı, hayvanlarımı, o sadık köpeklerimi de hatırladım. "Kaptan, Karabaş, Bulut" diye onları, "Keribal" diye fil kadar büyük güçlü öküzümü. "Portukal" diye de sarı renkli, sığırımı hatırladım. Orada durup oynadığımız, şakalaştığımız gençlik arkadaşlarımı tek tek çağırdım. Defalarca Annemi çağırdım. O da beni duymadı. Hiç biri duymadılar. Acaba onlarda oralara daha hiç uğramamış, veya oralardaydılar, duydular da bana cevap mi veremediler? Hiç kimse bana ses vermediler. Anlaşılan onlar da o tepeleri bırakmışlar veya bana kızmışlar, görünüp konuşmak istemediler. Sadece sesimin taşlara vuran yankılarından başka bir şey duymadım.

Anamı son bir defa daha çağırdım. Çünkü O dayanamaz ne kadar bana kırgın da olsa, benim sesimi duyunca yine de; "Ne oldu Aliiim?" diye cevap verirdi ve oraları çok iyi bilirdi. Hem de oraları çok severdi. Yine cevap vermedi.

Son defa ki yaylaya gidişime çok pişman oldum. Ben yine o tepeleri eskisi gibi biliyordum fakat ismi gibi her şey değişmişti. Gitmeseydim keşke, hala eskisi gibi bilmeğe devam edecektim. Bütün her şeyim alt üst oldu. Kim bilir ben daha buraları bilmezken nelere şahit olmuştu bu tepeler ve bu Perin Sırtı? Onları düşündüm. Kimler gelip geçmişti bu yerlerden? Onları düşündüm. Yokuşlardan aşağıya altı saat kadar yürüdükten sonra geri eve döndük.

Tekrar gitmek istiyorum fakat ayaklarım ve gönlüm gitmek istemiyor. Bazen de şimdiye kadar gerçek değil de çocukluğumda acaba rüya mı görmüştüm diye düşünüyorum. 
Herkese Saygılar.

Yorumlar:

Şakir Aksu
Yüreğine sağlık Recep Abim. Okurken gözlerim doldu. Benzer şeyleri yaşamışız hepimiz. Hele o anneni çağırman içimi yaktı. Senelerce çobanlık yaptığım Cağalver'e son gittiğimde puğarın suyu bile kurumaya yüz tutmuştu. 12 tane evden sağlam 3 ev kalmıştı. Vanagın ortasındaki oturacak dediğimiz taşın üstüne oturup Pobozun Tepesine, ufukta görünen Klimaç'a baktım. Çamurdüz tarafına dönüp önce bir nağara attım, karşılık gelmedi. Hooooobinaaaaaaaaam diye bağırdım, Houmlardan da bir cevap gelmedi. Sonra Ebeeeeeee diye bağırdım var gücümle. Eskiden bağırdığımda sesimin yankısı geri gelirdi. Oysa şimdi sesimin yankısı bile geri gelmedi, eğezlerde kayboldu. Bundan 4 sene önce vanagdaki bizim ev de yıkıldı. Yıkıldığını duyduktan sonra bir daha gitmedim ki çocukluk hayallerimde vanagdaki evler gibi yıkılıp, soyunmesun. Seni iyi anlıyorum Abim. Yaşamımız da aynı acılarımız da... Tekrar yüreğine sağlık...

Abim ilk hikayelerin sanırım mesleğin anılarıydı. Yazdığın her yazıyı da okudum. Orada insan tahlillerini de biliyorum ama ne zaman ki memleketini yazmaya başladın, işte o zaman içindeki çocuk ortaya çıktı. İlk günlerdeki yazılarının yerini ciddi anlamda edebi metinler aldı. Yazmaya hiç ara verme Abim. Sen yazarsan torunların da bilecek, onların torunları da. Bir gün bu dünyadan giderken yaşadıklarımızı da yanımızda götürmek bencilliktir. Buna hakkımız yoktur. Selam ve muhabbetle Abim..

Namık Kemal Bayraktar
Belgesel niteliğindeki bu yazını da yine ilgiyle ve zevkle okudum.1962 Ağustosunda tek tek saydığın bu yerlerin tamamında benim de 5 günlük bir gezim olmuştu..Rahmetli Babamın, çocukluğunun geçtiği ve yıllar sonra sık sık senin gibi hüzünlenerek andığı yaylalarımızı merak etmiştim.

Yayla yoluna rahmetli Hüsnü ve Cemal Aslan’la çıktık.Saydığın yollardan geçtik.Derebaşı yokuşunu bitirirken,üzerinde beyaz lekesi olan bir kayanın önünde beni durdurdular.Yaylaya ilk kez çıkanların bu beyaz bölümü öpmesi gerekiyormuş.Öpmeyenlerin yaylalarda devamlı başı ağrırmış. Aldatmaca olduğunu bile bile öptüm tabii.

Ğorğut’ta misafiri olacağım Asiye Nana’nın (Özyıldız)evine vardığımızda her yere sis çökmüş,akşam olmuştu. Eve girerken,Zalim ismli çok saldırgan köpekleri bağlı duruyordu.Bu köpekle barışmam gerektiğini daha yaylaya çıkmadan söylemişlerdi.Yaptığım ilk iş Zalim’e okkalı bir rüşvet vermek oldu.Aynı rüşveti ertesi sabah tekrarlayınca 5 gün boyunca ayrılmaz ikili olmuştuk.Ve son gün Zalim beni uğurlamak için ta Çengut boğazına kadar gelmişti.

İkinci gün ilk işim Dede’min (taş ustasıymış)yaptığı ama yıkılmış yayla evinin duvar kalıntılarına koşmak oldu.Ellerinin değdiği taşları tek tek yokladım.Babam çocukluğunun en güzel günlerini burada geçirmiş.Sık sık bahsettiği İslamın poğarını bulup doya doya içtim.

Çevreye, çevredeki her şeye dikkatle bakıp hafızama alıyordum.Çünkü köye indiğimde ona nakledecektim.(O yıllarda yaylalara fotoğraf makinesi ya da kamera götürme şansımız ne yazık ki yoktu.)

Üçüncü gün yaylalarımızın merkezi Zuğu Vanağı’na geçip oradakilerle çok hoş vakit geçirmiştik.(Niye Zuğu Yaylası ve Vanağı?Çok eskiden Zuğu(Mzuğu) köyü zamanla büyüyüp ikiye bölündüğünde Zuğuulya(Aşağı Zuğu)Zuğusufla(Yukarı Zuğu) adını almış. Daha sonra ise köylerimizin adı Sulak ve Ihlamurlu’ya dönüştürülmüş.Bu nedenle yaylalarımız sonradan ayrılan bu iki köyün ortak malı olup,son yıllara kadar ilk ismiyle Zuğu yaylası ve Vanağı olarak anılmaktaydı.)

Üçüncü günümde Kaldırım yaylasında ilk okul arkadaşım Rahmetli Tacettin Öztürk’ün kardeşi Orhan beni misafir etmiş, nefis bir oğlak ziyafeti çekmişti.

Alacagöl’ü özellikle görmeye gittiğimde elimde Rus tüfeği,yanımda ise her zamanki gibi Zalim vardı.

Köyden haber geldi.Askerlik şubesi beni arıyormuş.Bu nedenle bu güzel tatili kesip köye üzülerek indiğimi hatırlıyorum.

(Recep bey, bana bu özel ve güzel günleri hatırlattığın için teşekkür ederim. Yazmaya devam etmenizi rica eder, selam ve sevgilerimi gönderirim.)

11 Nisan 2012 Çarşamba

KÖPEĞUN NESİSUN

Bizim yaylalarımız vardı, yaz aylarında Kaçkar tepelerine çıkar 2-3 ay yaylalarda kalırdık. İnsanoğlu olduğu yerde mutlaka anlaşmazlıklar olur. Vaktiyle bizim o taraflarda komşu köyle bir yayla davamız olmuş. "Senindir- benimdir" derken nerde ise adam vurulacakmış veya vurulmuş orasını tam olarak bilmiyorum da, iş mahkemelik olmuş. Mahkeme birkaç sene sürdükten sonra hakim ekibiyle birlikte yaylaya keşfe gitmiş.

Bir günlük katır üstünde ki yolculuktan sonra çok yorulmuşlar ve yaylada birazda saf olan Muhammet Amca ya misafir olmuşlar. Muhammet Amca çok saf dinimizin emrettiklerinden hiç dışarı çıkmazmış. Bu gelen hakim ve heyetine keçiler kesilmiş, en iyi bir şekilde ağırlanmışlar. Ve akşam çadırda yatana kadar Muhammet Amca ile hakim arasında da muhabbet koyulaşmış.

Muhammet Amca "Hakim Bey sen okumuş akıllı adamsın bilirsin" demiş. Ve hakime sormuş. "Ben senelerden beri keçilerimin zekatını şeriata uygun olarak tam veririm. Bütün köylülere verdim herkes sürü sahibi oldular. Başka verecek hiç bir adam kalmayınca, bir seferde zekatı mal köpeğim karabaşa verdim. Onun malı benim sürümün içinde çoğaldıkça çoğaldı ve 60 baş oldu. Fakat geçen sene köpeğim karabaş öldü. Şimdi sürüsü hala benim malımın içinde duruyor. Hak olmaması için bu 60 adet keçiyi kime vermem lazım? Bu mal kime düşer?" diye sorar. Hakimde bakar ki Muhammet Amca çok saf birisi kitapları karıştırır ve hemen fikrini söyler; "O mal benim hakkım bana düşer, verirsen vebal dan kurtulursun" der.

Muhammet Amca çocuklarına söyler ertesi gün ölen köpeğin keçilerini sürüden ayırırlar. Hakime teslim eder. Hakim sürüyü alır yürütür, götürürken Muhammet Amca arkasından seslenir. Hakimde geri döner bakar.

Muhammet Amca sorar "Ya hakim bey, eyi bu mal sana düşer. Öyle dedun, anladuk. Kabul ettik. Bizde sana verdik te meraktan sorayırum; sen bizum ölen köpek karabaş un nesi olduğunu söylemedun? Ha oni anlamaduk. Sen bizum köpeğin nesi sun da?" der. Yaa adama yedirmezler.

10 Nisan 2012 Salı

TORUN'UN ÖDESİN

Karadenizli bir lokanta yaptırmış ve üzerine yazmış; "Sen ye Torun'un ödesin."
Adam bu yazıyı görünce yanına bir de arkadaş alarak bu lokantaya gitmiş.
Garsonlar yemek yetiştiremez olmuşlar.
Tas kebabi, haşlama, güveç aklına ne gelirse birkaç günlüğü birden yemişler.
Kalkmış giderlerken lokantacı "Hemşerim hesabı ödemedunuz" diye hatırlatmış. Müşteri de "E uşağum Torunum ödeyecek ya öyle yazmış sunuz" demiş.
Lokantacı "Sen o zaman, dedenun yeduklerini öde de, senun yedüklerini sonra torun'un öder da" demiş.

9 Nisan 2012 Pazartesi

şiir ANKARA

Çok şanslıyım ki, yurdum oldun kalmağa,
Senin de hedefin dünyada, bir tek olmağa,
atakule
Sakın korkma düşmanına, karşı durmağa,
Sensin medeniyetin yuvası, güzel Ankara.

Gururlan ki, daha Ankara yok bu dünyada,
Ün saldın her yana, adın bilinir iki cihanda,
Atamız da bilmişti ki başkent etti herhalda,
Sen bütün dünyaya, örnek oldun Ankara.

Ne kadar yazılsan, yine de anlatılmazsın,
Değerin biçilmez, baha ile kazanılmazsın,
Dalgalanan ay yıldızlı bayrağını kıskansın,
Bayrağın gölgesinde zirveye yürü Ankara.

Milletin ile bütünsün, kimse inkar edemez,
Cumhuriyet sende kuruldu, geri dönülmez,
Sen olmasan bilki, başka yerde durulmaz,
Dünya nın başşehri sensin büyük Ankara,
                                      Recep Ali Öztürk

7 Nisan 2012 Cumartesi

DÖRT KÜP

İmparatorluk zamanında bir bölgeye yeni Kadi tayın edilir. Bu kadi hazretleri kimi görürse getirtir döve döve cebindeki paraları zorla alırmış. Halkın sabrı taşıncada toplanmışlar ve "isteruk, isteruk Kadi nin kellesini isteruk" diyerek Makamının önünde toplanmışlar. Herkes tır tır titrerken Kadi terasa çıkarak kendileri ile konuşmak istemiş. Görevlilere de dört tane çok kocaman turşu küpü getirtmiş. "Ey ahalı, şu küpleri görüyormusunuz?Buraya gelirken bu küpler ile geldim. Sizler bu küplerin üç tanesini altınla doldurdunuz. Bir tanesi de yarı oldu. O da dolunca kurtulacaksınız. Biraz daha dişlerinizi sıkın az kaldı. Eğer beni öldürürseniz veya başka yere tayın ettirirseniz. Yeni Kadi yine dört boş küp ile gelecek, onlarda dolana kadar siz gene çileyi çekeceksiniz. Aranıza katılıyorum. Şimdi isterseniz beni öldürebilirsiniz" demiş ve kurtulmuş.

5 Nisan 2012 Perşembe

TEŞEKKÜR ETTİ

1998 yılında Kışın Ankara da bir arkadaşımın evine okey tabir edilen oyunu oynamağa gittik. Aslında okey oynamağa değil de gitmişken okey de oynadık. Benim arkadaşım çok azdır. Gerçek arkadaş aradığım için herkesle arkadaşlık edemem. Ne ise başka bir konu anlatacağım. Dikkatle okursanız çok ders çıkaracaksınız.

Evinde misafir olduğum arkadaşım Hikmet okey oyunundan kalktı. Ben oynarken çok takılıp kızdırdığım için "Bir hava alıp geleyim" dedi. Tam evin kapısını açtı çıkarken zor sesle beni çağırdı. Koşarak yanına gittim. Tam evlerinin kapısında nasıl girmişse kocaman bir köpek oturuyordu. Hikmet'i görünce kızacağını bildiği için yerlere eğilerek yalakalanıp onu tavlamağa çalıştı. Mevsim kış hava çok soğuk dışarda durulmuyordu. Herkes koştu geldi, başına toplandık. Hikmet'in Hanımı Hatice Hanım  "At kapıya" diye bağırıyordu. Köpek te söyleneni anlamış gibi yalvarırcasına başını uzatıyor, sanki onlardan af diliyordu. Biz köpeği sevmeğe başladık. O da sevildiğini anlayınca sevinmiş bize karşı bazı numaralar yapıyordu. Arkadaşım Hikmet hemen oğluna bağırdı. Oğlu Göksel de sekiz on yaşlarında babasının sözünü çok dinler maceraperest bir çocuktu. "Oğlum Göksel buz dolabından bana süt getir." dedi. Zaten kızına veya hanımına dese hayatta getirmeyeceklerdi. Göksel boş plastik yoğurt kabı ile kutusunda süt getirdi. Kapılarının önünde o yoğurt kabının içinde sütü köpeğe verdik fakat apartmanda ki bazı komşularda gelerek on on beş kişi köpeğin başında durmuş seyrediyorduk. Köpek oldukça kibarca ve aceleyle 'lak lak' diye onu az zaman da içti, bitirdi. Başını kaldırıp Hikmetin gözüne bakmağa başladı. Hikmet oğluna "Koş oğlum büfe açıktır, süt al gel." dedi. Çocuk bir litre daha süt getirdi. Onu da verdik hepsini bu sefer çok kibarca içti. İçip içip arada bir de bizlere bakıyordu. Hanımı hala daha "At kapıya" diye bağırıyordu. Sonra o köpek merdivenin üzerine oturdu. Hepimize bakarak ağzını yaladı. Ayağa kalktı ve gelip Hikmet'in önünde durarak, kuyruğunu sallayıp gözlerine baktı ve sağ ön ayağını havaya kaldırdı, Hikmet'e uzattı. Hikmet'te elini köpeğe uzattı. Toka ettiler. Köpek dönerek çıkış kapısına doğru gitti. Daha kapıyı çıkmadan bir daha geri döndü bizden tarafa baktı ve çıktı gitti.

Hikmet ise şakayı severdi. Döndü hanımına "Bak hanım biz 30 senedir beraberiz, daha bana hiç böyle teşekkür etmedin. Bir defa karnını doyurdum, bak köpek nasıl teşekkür etti? Gördün değil mi?" dedi.

Hani kedi;
"Biz galiba tanrıyız ki insanlar bizi besliyor." Köpek ise "İnsanlar galiba tanrı ki bizi besliyorlar" diye değerlendirme yaparlarmış.

2 Nisan 2012 Pazartesi

CİNLEME

İçkiye ilgi duyanlar bilir mi? Meyhanelerde içki içenler de çok para olduğunu hissederlerse 'cinleme' yaparlar. Hiç "cinleme" diye bir şey duydunuz mu, bilmem.? Veya cinlendınız mı? 

Aklınızda olsun böyle meyhanelerde filan içki içerken sizleri cinlerler ve kendinizden geçersiniz. Cinlendikten sonra geçen yedi sekiz saatınızı asla hatırlayamazsınız. Hatta şu sahte içki öldürdü filan diyorlar. Ben bu kişilerin cinleme neticesinde öldüklerinden şüpheliyim.

Genelde batakhanelerde, bira hanelerde cinleme yapılır. Peki cinleme nedir? Nasıl yapılır? Gittiniz bir meyhaneye oturdunuz. Adamlar sizin çok paranız olduğunu sezdiler. İşte o paranızı sizden çekmek için akıl almaz oyunlara baş vururlar. 

Parayı almanın bir çok yolu var. Bunlardan bir tanesi de "cinleme" dir. Cinleme  içki şöyle hazırlanır; Bir duble rakının içine, müşteriden habersiz bir şişe kapağı cin katılır. Müşteri bu karışımı bilmeden normal rakı gibi içer ve onun işi biter. 

Bir polis ekibi yakaladığı suçluyu Şubeye götürmek için başka bir ekibe teslim etti. Suçlu polisleri lokantaya davet etti. İki polisi cinledi ve ellerinden kaçtı. Onun için siz siz olun cinlenmeyin. Başkasını cinlemeyin. Bir de tren veya başka bir araç ile uzak yerlere giderken tanımadığınız kişilerden; sakız alıp çiğnemeyin, bisküvit veya benzeri şeyleri paketi yanınızda açsalar, veya siz açsanız bile alıp yemeyiniz, meyve alıp yemeyiniz. Meşrubat kutu içinde olsa veya kapağını siz açsanız bile alıp içmeyiniz.

Cam şişe bile ince matkapla arkasından delinerek enjektörle karışım ilave edilir ve açılan delik macun, mum veya yapıştırıcı ile kapatılır. Tanımadığınız kişilerin sizlere ikram ettiği hiç bir şeyi alıp içmeyiniz, yemeyiniz. Benden söylemesi.