SAYFALAR

31 Mayıs 2012 Perşembe

BİRİNCİ KAT

Temel İstanbul da bir gökdelenin 29. katından aşağı düşmüş.
Büyük bir hızla 28-27-26-25. katları geçmiş.
Tam birinci katın hızasına geldiği zaman "Ey Allahım sana şükürler olsun.
Buraya kadar bir şey olmadı sağ kaldım ya, şimdi birinci kattan düşsem de bir şey olmaz. En azından ölmem" demiş.

28 Mayıs 2012 Pazartesi

MALİYECİLER ORMANDA

Tilki ormanda nefes nefese koşuyormuş. Karşısına çıkan kaplumbağa:
-'Tilki kardeş ne bu telaş?'
-'Ormana maliyeciler gelmiş' demiş tilki. 'şimdi bir bakarlar bende kürk, hanımda kürk, çocuklar da kürk, dünyanın vergisini yazarlar...'
Bunu duyan kaplumbağa telaşla yürümeye başlamış. 
 

Onu telaşlı gören leylek:
-'Hayrola kaplumbağa kardeş ne bu telaş?' diye sormuş.
-'Maliyeciler ormanda' demiş kaplumbağa. 'Bende ev, hanımda ev, çocuklarda ev, yakalanırsak dünya vergi alırlar.'

Leylek de hemen uçuşa geçmiş. Ağaçların üzerinden maymun seslenmiş:
-'Leylek kardeş, ne iş? Bu ne acele?'
-'Vergi memurları herkese ceza yazıyormuş. Bende yazlık, hanımda yazlık, çocuklarda yazlık, vergi borcundan batarız...'

Maymun bunu duyar duymaz koşarak ağaçtan ağaca atlamaya başlamış. Biraz ilerledikten sonra durmuş. Kendi kendine:
-'İyi de ben niye kaçıyorum ki? Benim kıçım açık, hanımın kıçı açık, çocukların kıçı açık...' demiş.
 

27 Mayıs 2012 Pazar

SAVCIDAN RÜŞVET

Bir gece Adana Taş Köprü ayağında bir kişinin bıçakla öldürüldüğü Haber Merkezi tarafından anons edildi ve bizleri de olay yerine gidip olayı araştırıp sanığı yakalamamız için sevk etti. Zaten cinayet, Gasp gibi ağır suçlar bize ait, bir de polis olaylarına yanı polislerin işledikleri suçlara da biz bakıyorduk.

Olay yerine gittiğimizde Çorum lu Murat isimli bir genç cenazenin başında ağlıyordu. Ağabeyi Ceyhan Cami İmamı  Hüseyin öldürmüştü. Cenazeyi hastaneye yolladıktan sonra biz Murat'ı arabamıza alarak failin yakalanması için çalışmalar sürdürürken Haber Merkezinden bir yardımcı trafik ekibi göndermesini ve Mersin tarafına seyreden araçlar üzerinde uygulamalar yapacağımızı bildirmemiz üzerine bir trafik ekibi yolladılar. Onlar gelen bütün araçları durdurup kendi yönlerinden kontroller yaparken biz Cinayet Masası ekipleri de bu cinayetin katilini arıyorduk. Bu esnada Trafikçilerde kendi yönlerinden araçlar üzerinde kontrol yapıyor ve bazı araçlara cezalar kesip müeyyide uyguluyorlardı. O zaman en yüksek para cezası 35.00tl idi. Ayrıca 'Trafikten men cezası gibi cezalarda vardı.

O sırada yanımızda bulunan ölen kişinin kardeşi Murat'a bizim polis arkadaş Şahin bir kaç soru sorduktan sonra "Katil Murat olduğu , arazi meselesinden dolayı ağabeyini öldürdüğü anlaşıldı ve tam şahsın ifadelerini alacağımız bir sırada, Haber Merkezi bizi aradı; "Acele Merkeze gelin." dedi. Ben biraz bir pislik olduğundan şüphelendim ve merkeze gittik. Emniyet Müdürlüğü kapısında o yolda arama esnasında gördüğüm kırmızı renkli bir Reno arabanın durduğunu gördüm. Nöbetçi Amiri ve Müdürü de oradaydılar. Demek ki durum çok önemli ki hepsi toplanmışlardı. Bir de bayan ile birlikte tanımadığımız bir adam ve Adana Suçüstü Savcısı Mehmet Can da orada hepsi birlikte oturmuş çay içip bizi bekliyorlardı. Meğer o tanımadığımız adam Maraş ta savcı imiş. Özel arabası ve bayanla birlikte Mersine doğru giderken o uygulamamızda durdurulur ve Hasan Hüseyin isimli Trafik Polisi tarafından aracı incelenir. "Aracınızın şu şu noksanları var. Trafikten men edilip bir parkta bağlanması lazım. Lütfen araçtan inin" der. Adam "Memur bey, ben Maraş Savcısıyım, idare et. Yarın arabamın noksanlarını halledeyim" der. Polis Memuru da "Hayır hiç mümkünü yok. Bana 500.00tl rakı parası verirsen sana bir iyilik eder arabanı bırakırım. Yoksa arabanı bağlarım. Başka hiç ısrar etme, sayın savcım" der. Savcı bakar olacak gibi değil, üzerinde tüm 500lük varmış, gizlice seri numarasını alır ve parayı memura vererek geçer gider.

Gider fakat az ilerden geri dönerek gece saat 01.30 sıralarında Adana Suç üstü Savcısı Mehmet Can'ı yatağından kaldırır. Birlikte Haber Merkezine gelirler ve şikayetçi olur. O Trafikçiyi yakalamak için Ekibimizi Haber Merkezine çağırmışlar. Ağır suç Masası olarak bu tür suçlara da biz bakıyorduk. Konuyu anlattılar. Savcılarla birlikte uygulama yapan Trafik ekibinin yanına gittik. Adana Savcısını zaten tanıyorduk.. İkisi de indiler. Maraş Savcısı Trafik Polisini hemen tanıdı ve gösterdi. Hemen aldık ve üst araması yaptık. Savcının verdiği seri numaralı tüm 500.00tl para üzerinden yakalandı. "Trafik Polisi durun ne yapıyorsunuz?" diye bağırıyordu. Asayiş Şube de Büromuza gittik. İfadeler alındı. Trafik Polisi şöyle bir ifade verdi: "Evet bu şahsı tanıdım. Yanında birde bayan vardı. Kusurundan dolayı otosu trafikten çekilmesi gerekirdi. Maraş Savcısı olduğunu söyleyince kendisine 35.00tl ceza kestim. Bana tüm 500.00tl verdi. 35.00tl yı aldıktan sonra 465.00tl sını kendisine geri iade ettim. Ben kimseden rüşvet veya hakkım olmayan bir para almadım. İncelerseniz makbuzun sureti dip koçanda mevcuttur." dedi. İnceledik, gerçekten o plakaya 35.00tl ceza yazılmış. Savcı Bey verdiği parayı helal etti ve "Şu 500 tl yi de al meze yaparsın." dedi fakat Trafikçi almadı. Savcı davasından vaz geçti, çekip gitti.

HİRISTIYAN OLSAN

Papaz bir pazar sabahı kilisenin kapılarını açar.
Ayın için hazırlıklar yaparken bakar ki kara karga gelir ölülerin ruhu için bırakılan sağ tarafta ki kulenin tepesinde tasta duran şarabı içiyor.
El kol hareketleri ve o tarafa doğru bir şeyler atarak kargayı şarap içtiği yerden kovmak ister.
Karga yan tarafta ki kilise çanının üzerine konar.
Oradan da kovmak için uğraşırken karga bir kaç defa bağırır ve çanın üzerine pisler.
Bunu gören papaz iyice çileden çıkıyor ve kargaya doğru;
"Müslüman olsan şarap içmezsin. Hırıstıyan olsan çana pislemezsin. Sen ne milletsin be melün hayvan?" der.

24 Mayıs 2012 Perşembe

AĞABEYİ VURULMUŞ

1974 yılı Adana Taşköprü ayağında Çorum lu iki kardeş yürürken Ceyhan da imam olan Ağabeyi Hüseyin bıçakla gece saat 21.00 sıralarında öldürüldü. Olay yerine gittiğimiz zaman orada cenazenin başında bulunan kardeşi Murat ağabeyi Hüseyin'in öldürülmesini; "Ağabeyimle birlikte onun evine gidecektik. Kendisi Ceyhan da imamdır. Taşköprünün ayağına geldiğimiz zaman bir genç yanımıza yaklaştı. Tarsus dolmuşlarının kalktığı yeri sordu. Bilmediğimizi söyleyince bize sövdü ve ağabeyime bıçakla vurdu ve kaçtı. Bu adam uzun boylu, esmer, bıyıklı, yirmi beş yaşlarında, uzun dalgalı saçlı, üzerinde desenli boğazlı kazak olan bir şahıstır. Görsem tanırım. Kendisini ilk defa olay esnasında gördüm. Daha önce hiç görmemiştim ve tanımam." şeklinde ağlayarak olayı bize anlattı.

Ölen şahsın kardeşi Murat ile ben arabanın içinde arkada birlikte oturuyor hatta bu katil kişinin yakalanması için sağa sola koşturuyor, kahvelerde aramalar yapıyor, diğer ekiplerin de yardımları ile eşgale uygun bilhassa bi mekan kişiler toplanıp Bankalar Karakolunda tutuluyorlar ve biz yanımızda ki Murat'ı Karakola getirip teşhis ettirdikten sonra bu göz altında ki kişiler salı veriliyordu. Hatta bütün bu arama ve uğraşlardan netice alınmayınca bir Trafik Ekibine Mersin tarafına giden bütün araçları durdurup sıkı bir kontrolden geçiriyorduk. Bütün uğraşlarımız neticesiz snığı yalayamadık. Yalnız bütün bu koşuşturmalarımız devam ederken bir taraftan da arkada ben bu şahsa bazı sorular soruyordum. O zaman ki Bankalar Karakol Amiri olan Başkomiser Mehmet Canseven de kendi ekipleri ile canla başla bu işin peşinden koşturuyorlardı.

İlk baştan beri kafamı karıştıran bir şey vardı. Ölen Hüseyin'in kardeşi Murat, sanığın eşgalını bize verirken kendi eşgalını bize vermişti. Anlattığı şekilde boğazlı kalın kazak kendisinde vardı. Fakat olayın geçtiği yer de tam bimekan takımlarının bulunduğu ve böyle suçların işlenebilecği bir yerdi. Sonra öldürülen kişinin kardeşi idi ve ona 'Ağabeyini sen mi öldürdün?' diye sorulmazdı herhalde. Olaydan sonra dört beş saat geçmiş olmasına rağmen hiç bir gelişme olmamış sanık hala tespit edilememişti.

Bir lokantaya girip çorba içtiğimiz sırada ışıklarda baktığım zaman Murat'ın kaşının arkasında saçları ile açık yeri arasında bir damla kan aşağı kadar inmiş ve orada donmuş kalmıştı. Dikkatlı bakıldığı zaman görünüyordu. Hiç belli etmeden bir şeyler daha sormağa devam ettim. Kendisinin de kavgaya katılıp katılmadığını sordum. "Kavga hiç olmadığını, bıçak vuranın, konuşurken hemen vurur vurmaz kaçtığını" söyledi. Halbuki kavga ettiklerini söylese belki de kurtulacaktı. Çünkü biz o zaman kafasında ki yaranın kaçan sanığın darbesinden olduğunu sanacaktık. Kendisine çaktırmadan tuvalet yolunda ekip arkadaşım Şahin'e söyledim. O da olaya vakıf olduğu ve şüpheleri bu yönde olduğu için Nat Pinkerton Şahin arabay oturur oturmaz kelepçeyi Murat'ın koluna taktı ve "Bıçak nerede? Bizi uğraştırma" dedi.

Murat yalvarmağa başladı. "Bana yol verin. Ağabeyimin cenazesini Çorum'a memlekete götürüp defnedeyim. Gelip size teslim olacağım ağabey." diyordu. Bu olamazdı çünkü işin içinde cinayet vardı. Gittik, kanlı çakı bıçağı ve gömleğini sakladığı yerden aldık. Sonra Kısım Amirimiz Başkomiser Cihat Yalım'ın evine gittik. Zaten bu sırada sabah çoktan olmuş yeni mesai de başlamıştı. Şöyle anons etti. "624 Merkez; bu akşamki cinayet olayıyla ilgili yakalanan bütün şüpheliler salıverilsin. Sanık elimizde Tamam" dedi. Bir anda ortalık karıştı. Başta Vali olmak üzere herkes anonslarla bilgi istediler. Sayın Valimiz Lütfi Tuncel sizleri kutluyorum ve makamdayım  hemen bekliyorum." dedi.

22 Mayıs 2012 Salı

CELMEİRUM DA

Temel bir gün arkadaşları ile muhabbet ederken "Deniz yollarına öyle bir kazuk atairum çi, hiç çimse bilemez oni" der.
Ne kadar ısrar ederlersede söylemez.
Arkadaşları da çok merak ederler ve bir gün Temel i çağırıp içki ısmarlarlar.
Temel biraz sarhoş olunca deniz yollarına nasıl kazık attığını sorarlar.
Temel de "Ola ha onimi anlamadunuz, vapurla İstanbul a ciderçen cidiş-celiş bileti alıırum da sade cideiirum celmeirum...da...."diyor.

21 Mayıs 2012 Pazartesi

POLİS ÇAĞIRALIM

1974 yılı Adana, Kasım ayları filan, çömez polislerden sayılırım ve bir cinayet olayını takip ediyorum. Üzerimde yırtık, pırtık, üstünde her türlü boya ve çimento deseni bulunan amele elbisesi vardı. Numune Hastanesi yakınlarında Arhavi li hemşerim Namık'a ait inşaatta bir hafta kadar amele olarak çalıştım. Bu vesile ile de hemşerim Namık ile daha sonra tanıştım. Adana da cinayet işleyen Mardinli birisini yakalayacaktım.

Bir gün öğlen yemek vakti geldi. Çimentolu filan kirli elbiselerle lokantaya gitmeğe sıkıldım. Karpuz, domates, peynir, ekmek aldım ve kenarda, arka tarafta bankın üzerinde ayak üstü ucuz yollu karnımı doyururken, birden bire bayan sesleri ve gülüşmeler duydum. Sol tarafımda dört tarafı kale gibi duvarlarla çevrili hemşire okulunu gördüm. Ve 5-6 tane kızlar okulun bahçesinde kapının iç tarafında oturmuşlar, dört beş metre mesafeden beni seyrediyorlarmış. Bende kendilerini görünce çok utandım ve oradan uzaklaşmak istedim.

Kızın biri hemen laf attı; "Ne bakıyorsun, emekçi adam! Bizi seyretmeğe utanmıyor musun" dedi. "Özür dilerim, ben sizi seyretmek değil, burada olduğunuzu bilsem hayatta buraya gelmezdim. Kusura bakmayın. Hem ben size bir şey yapmadım ki" dedim. Bana aşağılayıcı ve hakaret dolu sözler söylediler. Bende "Ayıp size hiç yakıştıramadım. Paçam bozuk diye hakaret ediyorsunuz. Paçam düzgün olsa aranıza alırdınız" gibi laflar ettim. "Ah bir polis olsa da sana haddini bildirse. Şimdi polis çağıracağız " dediler, ileri gidip başka bir bank üzerine tekrar oturdular ve garip garip bana bakmağa devam ediyorlardı. Onlar öyle yapıp beni hakir gördükleri için çok ağırıma gitti ve ben de gitmedim.

Biraz durduktan sonra aklım başıma geldi 'hakikaten kızlarla kavga olur muydu? Ne kadar kabaymışım' diye düşündüm. Açık olan kapıdan içeri girdim. Okul bahçesi beyaz önlüklü kız öğrencilerle doluydu. Bu olayımızı pek az öğrenci duymuştu. Ben içeri girince üstümdeki elbiselerden dolayı herkes beni izliyorlardı ve benimle tartışan kızların biri içeri gitmiş, iki tane hademe getirmiş oturdukları bankın yanında durmuş onlarda bana bakıyorlardı. O hademelerden biri beni biraz yaklaşınca tanıdı ve onları uyardığını hissettim. Hatta yanlarına gidince hademe bana “Ağabey hoş geldin. Bizim kızlar seni tanımamışlar. Özür dileriz.” Dedi. Ben hademeye 'hoş bulduk' dedikten sonra onlar hala tuhaf tuhaf bana bakarken tam yanlarına gittim ve o yırtık pırtık üzerimdeki elbisenin önünü toplayarak hafifçe eğildim ve saygı gösterisinde bulunarak; "Tekrar özür dilerim. Hanginiz polis çağırmak istemiştiniz? Buyurun ne emredersiniz? hanımlar" dedim. Kimliğimi çıkararak gösterdim.

Hepsi oturdukları bankın üzerinden ayağa fırladılar. Beni tuttular fakat bu sefer dövmek için değil bir taraftan yüksek sesle gülüyorlar, bir taraftan da o yırtık pırtık elbiselerimin her tarafından çekiyorlardı. Ben ellerinden hademelerin yardımı ile kurtuldum. Kapıya gidemeden duvarın üstünden atlayarak kaçtım ve oradan uzaklaştım. 

Üzerimdeki o eski, yırtık işçilik montum onların ellerinde kaldı. Ve geçerken uzun süre okul bahçesinde bir bankın yanında ağaca asılmış olarak görürdüm bu trenci montunu. Bu olayda Adana da uzun süre konuşuldu. Fakat olayın kahramanı ben olduğum bilinemedi. 'Bir polis' diye anlatıldı.

20 Mayıs 2012 Pazar

ÜSTÜNÜ TAMAMLIYOR

Temel Ankara ya gelir, Ulusta heykelin yanından kırmızı ışıkta karşı tarafa geçerken Trafik Polisi yakalar.
"Hemşerim kırmızı ışıkta karşı tarafa geçmek suçtur. Sana ceza yazdım 5,00tl ödeyeceksin" der. Temel boynunu bükmüş cebinden 50,00tl çıkarır polise uzatır.
Polis "Bozuk paran yok mu?" der ve parayı bozdurmak için oradan ayrılır. Geri döndüğü zaman bir bakar ki bizim Temel araçların arasından kırmızı ışık yanarken cadde üzerinde bir o tarafa, bir bu tarafa koşarak geçmektedir.
Polis Temel'e bağırır "Ezileceksin be adam sen ne yapıyorsun?" der.
Temel de Karadenizden celduk, ha burda sana haraç mı yedireceğuz? Verdiğim 50,00tl nin üstünü tamamlayırum da. Sen saydun mı daha kaç defa daha kırmızı ışıkta geçeceğum?" der.

17 Mayıs 2012 Perşembe

şiir BİLEMİYORUM

Geçti artık bu ömrüm, sonuna yaklaştı,
Geçen yıllar nereye gitti? Bilemiyorum.
Üstüme karlar yağmış, saçlarım aklaştı,
Neden yüzüm buruştu? Bilemiyorum.

Gençlik çağlarım sandım ki bitmeyecek,
Giden günlerim belki tekrar geri gelecek,
Aklıma geldi ki, sonunda herkes gidecek,
Nerde, benden öncekiler? Bilemiyorum.

Çok değişti yüzüm gözüm tanınmaz oldu,
Hep aynı duracak bilirken, hayatım soldu,
Her ne sorduysak, burada cevapsız kaldı,
Nasıl dünya da yaşamışım? Bilemiyorum.

İnandık ki bir gün, her şeyin sonu olacak,
Kurtuluş yok, bu hayat yaşanıp gidilecek,
Var isek, ille ki herkesin kapısı çalınacak,
Ne zaman, çağırırlar bizi? Bilemiyorum.
                                     Recep Ali Öztürk

CANLI GETİRMEYİN

Köyün birinde imam cenazeleri karanlık odada yalnız başına yıkarmış. Köylüler her ne kadar itiraz etseler de imam  dediğini yürütmüş. Karanlık odada tek başına cenazeleri yıkamağa devam etmiş. Herkes 'acaba içerde ölülere ne yapıyor?' diye hep merak ederlermiş.

Köylü imamdan gizli köyün en kuvvetli delikanlısı ile anlaşmışlar. Bu güçlü kuvvetli delikanlı 'öldüm' numarası yapmış ve hocanın gizli sırlarını çözmek üzere imamın karanlık ölü yıkama odasına götürülmüş. Karanlıkta ölü numarası yapıp hocayı beklerken, hoca birden içeri girmiş ve kapıları içerden kilitlemiş. Delikanlı bir taraftan da göz ucuyla imamın hareketlerini karanlıkta takip ediyormuş. İmam meğer önce ölüleri sopa ile güzel bir döver ondan sonra yıkarmış. Eline kalın ve sağlam bir sopa aldığını görünce yerinden kalkmış ve imam ile başlamışlar boğuşmağa. Bu sırada köylü de içerde olup bitenlerden habersiz kapıda bekliyorlarmış. Biraz sonra imam üstü başı yırtılmış, harptan çıkmış yorgun bir kahraman gibi yüzü gözü kan ter içinde kapıyı açmış ve cemaate bağırmış;
"Bre laf anlamazlar, ben size yarım canda getirmeyin, tam ölünce getirin demiyor muyum, hah?" demiş.

14 Mayıs 2012 Pazartesi

HERİFİNDEN İZİN ALMIŞ

Bir zamanlar yayaların kırmızı ışıktan geçmeleri cezaya tabi idi.
Polis yakalarsa 5,00tl ceza yazardı.
Ulus ta Yozgat tan yeni gelen kadının biri kırmızı ışıkta geçerken Trafik Polisi bağırır; "Hanımefendi, hanımefendi. Dur bakalım nereye gidiyorsun?"
Hanımefendi de polise;
"Herifimden izin aldım, babamın evine gidiyom. Sen ne karışıyon? Be adam" der.

13 Mayıs 2012 Pazar

BİZ NERDEYİZ

1998 Ankara Akayı yokuşunda Kürt Kadir'in ikinci katta ki kumarhanesinde büyük kumarlar döndüğü istihbaratını aldım. Ancak burası da çok sağlam yerde kim gelip giderse erketeler tarafından görünüyor, polis gelirken hemen kumarcılar uyarılıp polis içeri girene kadar herkes 'gazete okuyormuş' görünümüne geçiyorlardı. Gittim inceledim yakalamak imkansızdı.

Az yukarısında gece aleminin uğrak yeri olan sabaha kadar açık işkembeci vardı. İki gözü pek memurum ile, bu lokantaya saat 03.20 sıralarında gittim. Birer işkembe içtikten sonra biraz oturduk. Bahsettiğim kumarhanenin bir tarafı buradan gözüküyordu. İçerde kalabalık vardı ve gidiş gelişleri, oturup kalkışları biraz seyrettikten sonra çorbacının kasasına yakın bir yerde oturmağa başladım. Şoförüm bir memur ile dışarda arabada bekliyordu. Diğer memurum lokanta içerisinde önümde oturuyordu. İşletmeci zaten müşterilerle ilgileniyordu. Yarım saat geçmemişti ki bir telefon geldi. Kuşkulu bekliyordum ya hemen telefonu kaldırdım. "Ağabey Kürt Kadir'in kulübe iki tane damardan işkembe yolla danesi bol olsun" Dedi. "Müşteri çok on dakika gecikebilir" dedim. Hemen işletmeciye dedim. Danesi bol damardan hazırlandı. Aldı garson giderken ben planımı devreye soktum ve yanımdaki polis memurunu işaretle peşinden yolladım. Garson arabamın yanından geçerken oradaki polislerle birlikte ufak bir kimlik kontrolundan geçirildi. Arkadaşlarımdan biri garsonun önlüğünü onun üzerinden alarak giydi. Tepsisini de eline aldı ve hedefe doğru yola çıktı. Şimdi sizce durum biraz karıştı gibi fakat hayır hiç karşmadı. Şöyle bir pozisyon oldu; Ben İşkembecide oturuyorum ve durumu oradan kontrolle idare ediyorum. Bir memur arkadaş, şoförüm ve esas çorba götüren garson benim arabamda birlikte bekliyorlar. Bir polis memurumda tepsi elinde Kürt Kadir'in kumarhanesine garson elbisesi giymiş işkembe çorbası getiriyor. Garsonu gördükleri zaman kapı açıldı. Memurum garson giysileri ile içeri girdi.

Elinde ki tepsiyi verdikten sonra bir sandalyeye oturttular. Verdikleri çaydan bir kaç yudum aldıktan sonra yerinden fırladı. Koşuşmalar olunca bizlerde koştuk. Kadın erkek kumarcılarla 10.000 dolar civarında para yakalandı. İçerden bir adette şarj cihazı ile polis telsizi yakaladık. Bu telsiz kardeş Kısım Gasp Masasına aitmiş. Polisler devamlı karakol gibi gelip otururlarmış. Kumarcılar bir an için de olup bitenlere şaşırmışlar aval aval bakıyorlardı. Emniyet Müdürlüğünde bile ayıkamayanlar vardı. Memurlara soruyorlardı "Biz neredeyiz? Ağabey"

11 Mayıs 2012 Cuma

VERMEYİNCE MABUT

Sultan Mahmut Padişahımız tanınmamak için kıyafet değiştirerek tebdili kıyafet halk
ın içerisinde halktan biri imiş gibi dolaşıp milletin durumunu anlamak isterken tatlıcıların bulundukları semte gelir. Bakar ki iki tatlıcı dükkanı var yan yana. Birincisine girer. Burası Yahudi'nin dükkanıdır ve tertemiz içi de malzeme dolu, müşteriler vızır vızır çalışıyor. İkinci tatlıcı dükkanına girer. Burası bir Türk'ün dükkanı fakat sefalet içinde, malzeme yok, hiç satış yapamıyor, adam çok fakir.

Sarayına geldikten sonra düşünür ki bu Türk börekçiye yardım edeyim, o da biraz zenginleşsin. der. Bayrama yakın bir günde bir tepsi börek yaptırır ve adamları ile Türk börekçinin dükkanına yollar. Bu yolladığı börek öyle normal sıradan bir börek değildir. Padişahın emri ile içine peynir yerine sarı lira dedikleri reşat altını dizilmiştir. Maksat bu adamı kurtarmak, durumunu düzeltmektir. Dükkana gönderilen bu bir tepsi böreği yandaki Yahudi dükkancı görür. Börekçiye başkaları tarafından börek getirilmesi dikkatini çeker ve bir gariplik olduğunu sezer. Gider Türk börekçiye bir kaç kuruş para vererek bu böreği satın alır. Türk börekçi yine sefalet içinde çalışmağa devam eder. Bayramdan sonra Sultan Mahmut durumu anlamak için tekrar bu Türk börekçiye gelir ve bakar ki hiç bir değişiklik yok. Türk gene fakir. Yolladığı böreği sorar padişah; "Geçen sana bir tepsi börek getirdiler onu ne yaptın? der. O da "Yandaki Yahudi'ye sattım. Parası ile çocuklara bayramlık bir iki kıyafet aldım." der.

Padişahın canı iyice sıkılır. Artık Padişah olduğunu da söyler ve adamlarına emir verir; "Alın bu adamı götürün kendi eli ile hazineden üç kürek dolusu altın alsın" der. Götürürler hazineye. Eline bir kürek verirler. Padişahın adamlarından biri de elinde boş bir çuvalın ağzını açar ve börekçinin üç kürek dolusu altınları çuvala doldurmasını bekler. Börekçi elinde ki küreği hazinede ki altınların içine daldırır kaldırır ve çuvala boşaltacak fakat hayret her üç seferde de küreğe hiç altın gelmemiş. Yok. Meğer börekçi heyecandan küreği ters tutmuş, hiç bir altın küreğin üstünde kalmamış, hepsi kayarak geri diğer altınların içine düşmüş. Yine netice sıfır, adam fakir. Durumu Sultan Mahmut'a bildirmişler. Sultan Mahmut bu olanlara şaşmış kalmış ve son şans olarak yanında ki askerinin elinde ki demir gürzü vererek "Bu gürzü ne kadar uzağa atabilirsen at. Gittiği kadar yerlerin tapusunu sana vereceğim. Hepsi senin olacak" demiş.

Bizim ikbalsız adam da var gücü ile bu gürzü havadan sallar. Gürz gider gider ta ilerlere kadar orada bir sağlam duvar varmış, o sağlam duvara çarpar ve geri döner gelir atan o börekçinin kafasına çarpınca adam düşer ölür.

Ne ise attığı gürzün gittiği yerlerin tapusu yine börekçiye verilmiş fakat börekçi öldüğü için onun çocuklarına verilmiş. Börekçi kendisi faydalanamamış. Yine fakir fukara olarak öteki dünyaya gitmiş. İşte o zaman Padişah Sultan Mahmut;
"Vermeyince Mabut, ne yapsın Sultan Mahmut?" demiş. Ve bu söz o
radan kalmış.

9 Mayıs 2012 Çarşamba

MALINA BEREKET

Fatih Sultan Mehmet ilk seferine çıkmadan önce bir gayri müslim den borç para almış.
Gittikleri seferden zaferle ve zengin olarak dönmüşler.
Bu zaman zarfında borç aldıkları gayri müslim adam ölmüş.
Fatih'in veziri yazılı olarak not halinde hiç bir vasisi olmadığından bu gayri müslime olan borcun ödenmemesini, maddi değerin hazineye kalmasını önermiş.
Fatih Sultan Mehmet kendisine verilen bu rapor kağıt üzerine şanına yakışır şekilde derkenar olarak şöyle not düşmüş;

- Ölüye rahmet,

- Malına bereket,

- Mirasçılarına afiyet,

- Senin gibi Mel'una naalet.

8 Mayıs 2012 Salı

AKSİLİK

İlk polis olduğumuz yıllarda eski polis ağabeylerimiz bazen öğüt verirlerdi.
Mesela;
" Çalışanın işini, çalışmayanın maaşını artırırlar"
" Polisin eskisinden, amirin yenisinden, bekçinin hepsinden kork"
" Polis yanında bir yedek tabanca ve esrar bulundurmalı"
Şimdilik hatırladıklarım bunlar.
Birincisi biraz doğru gibi, çalışırsın görevini tamamlarsın hemen yenisini verirler. Diğerleri yatar sen devamlı çalışırsın. Bazen de mükâfatını alırsın tabi.
İkincisi tamamen doğru. Bu üçünden uzak duracaksın.
Üçüncüsunu ne için demişler bilmiyorum. Hatta ilk polis olduğumuz zaman narkotikçi polis memurundan bir arkadaşımla küçük birer parça esrar aldık onu yanımızda taşıyordum. Nerde kullanacağımı bilmiyordum. Nazar olayına iyi geldiğini duymuştum, galiba onun için diye düşünüyordum. Bir polis ağabey, zorda kaldın mı onu üzerinde yakalamış gibi davranarak başkasını suçlayıp kendini kurtarabilmek için kullanacağımı söylemesi üzerine başka bir şey aklıma gelmedi de kurtulmak için köprüden geçerken Seyhan nehrine attım.

Alaattin isimli bir polis arkadaşımla Ankara da ilk göreve başlarken Personel Şube Müdürü rahmetli Hasan Bey "Çocuklar kimliklerinizi verin, sizlere yeni kimlikler vereyim" dedi. Ben kimliğimi Müdür Beyin masasına koydum. Alaattin isimli arkadaşımda kimliğini cüzdanın içinden çıkarmak için uğraşırken birden elinden bir şey fırladı ve Müdür Beyin masasının üstünden kucağına düştü. Bu yarım plaka esrardı. Meğer Alaattin esrarı hala daha saklıyormuş, yanlışlıkla elinden fırladı. Hemen Alaattin de atladı kapmak istedi. Müdür Bey de kapmak istedi.

Mücadeleyi Alaattin kazandı ve ağzına attı. Kimliği çıkarırken aksilik ya esrar sakladığı yerden Müdür Beyin kucağına atılmıştı. Ve hakkında işlem yapıldı ceza aldı. Ben de diğer arkadaşlara, "Alaattin arkadaşımız personel müdürüne esrar satmak isterken yakalandı." diye anlatıyordum. Hayatta yasalara uyarsan huzur içinde yaşarsın. Hem vicdanen hem ruhen rahat olursun. Yılların bana verdiği tecrübeye dayanarak söylüyorum. Hiçbir suç cezasız kalmaz.

ALLAH GÖNDERDİ

Bir kadının kocasından başka üç tane dostu varmış. Zengin, orta halli ve fakir vasıflı dostlarının hepsine bir gün birer görev vermiş.
Zengini bir tepsi dolu fırın kebabı ve pilav getirecek.
Orta halli olan bir damacana dolu ayran getirecek.
Fakir olan dostu da boş gelecek, bir şey getirmeyecek.
Dostrlarının her üçü de evde iken kapı çalınmış. Aralıktan bakmış ki kapıda kocası. Kocası da aksi mi aksı, her şeye sebep bulur, kavga çıkarırmış.
Kadın hemen dostlarını içer ki odaların birinde saklamış ve kocasını içrti alıp onunla ilgilenmeğe başlamış.
Adam gitmeyince içerde bekleyen dostları da üç dört saat beklemekten iyice sıkılmışlar.
Kocası "Hanım şimdi bir fırın kebabı olsa da yesek." demiş.
Kadın yüksek sesle "Allahım bir tepsi fırın kebabı yolla da yiyelim" demiş.
Hemen içerden Zengin dostu elinde tepsi ile çıkagelmiş.
Kocası şaşırmış "Kimsin sen be adam nerden geliyorsun? demiş.
Dostu da "Eşiniz istedi ya Allah gönderdi" demiş ve kebabı bırakıp evden çıkıp gitmiş.
Kocası; karım acaba erenlerden mi? diye düşünürken "Yanında da ayran olsa da içsek" diye söylenmiş.
Kadın hemen "Allahım bir damacana da ayran yolla içelim" demiş.
Hemen ikinci dostu da içerden ayran ile gelmiş.
Bunu gören koca iyice fıttırmış. "Sen kimsin?" demiş adama.
O da "Karınız istedi ya Allah tan ayran getirdim" deyip damacanayı bırakıp çıkıp gitmiş.
Aradan biraz daha geçmiş.
Hiç bir şey getirmeyen fakir adam, içerde beklemekten iyice yorulunca o da çıkmış yanlarına gelmiş. Kadının kocası onu da görünce temelli fıttırmış; "Sen de kimsin be adam, ne arıyorsun?" diye bağırmış.
"Beni de Allah yolladı. Boşları alıp götürmeğe geldim" demiş.

6 Mayıs 2012 Pazar

ALTIN DA KIRILMIŞ

Namık Kemal bir lokantaya gidip yemek yer. 
Ceplerini yoklar bakar ki hiç parası yok.
Garson tabak içerisinde hesap faturasını getirir bırakır.

Namık Kemal getirilen tabağın içerisine, faturanın yan tarafına sarı renkte bir altın lira bırakır. Garsonlara "üstü kalsın" diyerek oradan çıkar, gider.

Arkadan garsonlar bu bıraktığı sarı altın lirayı birbirlerinden kapmak isterken tabak ellerinden yere düşer ve kırılır.
Bu sırada patronları da yanlarına gelir ve bakarlar ki tabak ile birlikte ortasında ki sarı lira altın da ortadan kırılmış.

Anlamadıysanız söyleyim.
Namık Kemal aslında altın filan bırakmamış. Tabağa altının resmini yapmış. Tabak kırılınca resimde kırılmış.
Namık Kemal o kadar gerçek ve güzel yapmış ki sarı lirayı, orada yemek yiyen bir müşteri; "Keşke bu tabağı kırmasanız da, gerçek sarı lirayı verip, ben sizden alaydım" demiş.

KAHVE YEMEN'DEN

Namık Kemal bir arkadaşı ile birlikte bir kafeye giderek bir kaç kahve içerler. Muhabbetten sonra kalkarlarken hesap isterler. Garson kahveye yapılan zammı bildirmek için kafiyeli anlatmağı tercih eder ve şöyle bir beyit yazarak içtikleri kahvenin fiyatını bildirir;
- Kahve Yemenden gelir yolları ırak,
  On para yetmiyor on beş para bırak.

Namık Kemal boş durur mu? O da altına hemen yazar;
- Kahve Yemen den gelsin yolları sapa,
  On para yetmezse it oğlu it kafeyi kapa.

5 Mayıs 2012 Cumartesi

KURTULMUŞ


Bir çiftçinin yaşlı eşeği derin kuyuya düşer.
Çiftçi de hem kuyuyu kapatacakmış, hem de eşek yaşlı olduğundan iki işi birden görmek ister.
Bütün komşularını çağırır.
Hepsi kuyuya birer kürek toprak atarlar.
Eşek içerde her seferinde anırırken sonraları anırmaz. Herkes öldü ve gömüldü diye düşünürken kuyu toprakla dolunca bir bakarlar ki eşekte dışarı çıkar.
Nasıl mı? Her üzerine toprak atıldığında eşek silkinir, toprak ayaklarının altına düşer ve kuyu toprakla dolunca eşek te toprağın üzerinde dışarı çıkıp kurtulur. Bu kadar basit,

MERMİ RÜZGARİ

1977 yılı yer Adana Küçüksaat; saat 20.00 sıraları ihtiyaç dönüşü akşam cihazı açarken 'vurdu, kaçtı, yakalanmadı' gibi garip anonslarla karşılaştık. Bankalar Karakol Amiri Mehmet Bey anons ediyordu. Küküksaatte bir konfeksiyon mağazasında tezgahtarlık yapan bir kızın nişanlısı sevgilisinden sebep onun patronunu vurmuştu. Hemen söyleyim şahıs hafif yaralı fakat yaralayan kaçıyor, polisler onu kovalıyor, öyle gitti, böyle geldi diye anonslar yapılıyordu.

Hiç anons etmeden olay yerine gittik. Şahıs Hürriyet Mahallesinde bir apartmana girip, apartman kapısını geri kapattığı söylendi. Ortalık karanlık olmuştu. Biraz uğraştıktan sonra zorlayarak apartman kapısını açtık. Apartman sakinleri apartmanda korkudan çatı ile zemin arasında merdivenlerde koşup duruyorlardı. On katlı apartmanın çatısına çıktım. İnşaat halindeki yan apartmandan kaçan adam bana bir el ateş etti. Çatıdan çatıya geçmek süretiyle polisten kaçmağa çalışıyordu. Bu arada da ara sıra ateş de ediyordu. Bir kaç polis çatıdan o binaya atladık. Bir kat aşağı inerek üst kat evin bölümlerine girdik. Evin içi tam olarak bölünmüş odalar belirlenmiş fakat inşaat halinde olduğundan kargas donanmamış bir bina idi. Her oda briket duvar içinde kaldığından ben başka taraftan korkmuyorum, ilerlerken sadece yürürken önümden gelecek tehlikeyi düşünüyordum. Hava kararmış, cep fenerimiz var fakat yerimiz belli olmasın diye yakmıyor, yarı ay ışığından faydalanıyorduk. Diğer arkadaşlarım yan dairede bulunuyorlardı. Pencere çerçeveleri ve kapılar takılmamıştı. Üst kattan aşağı yere atladığım zaman gayrı ihtiyarı yere doğru çömelebildim ve tam o zamanda herhalde benim gürültüme olacak ki şahıs benden tarafa bir el ateş etti. Ben ara bölmenin aralığından tabancanın namlusundan çıkan ateşin bir kısmını gördüm. Hiç korkum ve kuşkum yoktu çünkü anlattığım gibi beton bölmeler arasında bir oda içinde bulunuyordum. O duvarları delip te kurşun bana ulaşamazdı. Fakat ben atlamanın tesiriyle yere çöktüğüm gibi patlayan silah sesi ile yüzüme de şiddetli bir rüzgar geldi ve yanan barut kokusu her tarafı sardı. Genelde kapalı yerde silah sıkılırsa öyle olur. Fakat yüzüme bir rüzgarla birlikte sıcaklık vurduğunu ayan beyan hissettim.

Allah Allah ne olmuştu? Anlamadım. O sırada arkadaşım Konyalı Fahri şahsı yakaladı. Etkisiz hale getirdi. Bende yan tarafa yanlarına geçtim. Silahını aldık. Benim aklıma geldi. Geri döndüm ve o yüzüme rüzgar vurduğu odaya giderek el feneri ile bir inceleme yaptım ki ne göreyim. Hayat ta kalmam çok büyük bir mücize. Atladığım zaman gayrı ihtiyarı çökmeyip ayakta kalsam, şimdi bu olayı sizlere anlatamayacaktım. Çünkü 35 yıllık ölü olacaktım. Benim gece briket duvar bilerek kendime siper edip sağlam diye güvendiğim duvar briket değil kontraplakmiş. Kurşun kafamın dört beş parmak üstünden geçerek karşı duvara, rüzgarı da bana vurmuş. Öldürmeyen Allah öldürmüyor işte. Ertesi gün gündüz gittim inceledim. Evet çok büyük bir tehlikeden kurtulmuşum.

4 Mayıs 2012 Cuma

HİNDİLERDEN KORKTUK

1976 yılı sonlarında 1977 yıl başına yakın bir zamanda Adana Cinayet Bürosuna yazılı bir isimsiz ihbar mektubu geldi. Kiremithane Mahallesinde bir adres belirtilerek bu yerde iki katil kişinin barındığı, bu kişilerin çok fazla suç işledikleri ve tekrar suç işleyip bu yerde saklandıklarından yakalanmaları isteniyordu.

Bu mektupta belirtilen yerlere yakın yerleşim yerlerinde de genelde kan davasından memleketlerinden göçen Doğulular oturuyorlardı. Bize bildirilen adres te şehir dışında basit bir yerleşim yeriydi. Daha doğrusu yerleşim yeri değil de mesire yeri olarak yapılmış genel de boş bulunan bahçe içinde düz bir yerde etrafı açık öyle küçük bir evdi. Yakın çevrede başka ev filan yoktu ve burada kanunsuz kişilerin barınmaları gerçekten çok kolaydı. Yer itibarıyla da silahlı çatışmaya çok uygun bir yerdi. Zaten evden gözleseler eve yaklaşan kişileri kuş avlar gibi avlarlardı.

Dört kişilik bir ekip ihbar mektubunda bahsedilen, jandarma bölgesinde ki köye yakın bir tenha yerde bulunan bu evi epeyce aradıktan sonra bulduk. Hatta biraz kör bölge olduğundan telsiz de her yerde tam olarak çekmiyordu. Gündüz evin yeri ve durumunu uzaktan yaklaşmadan tespite çalıştık. Gece saat 02.00 sıralarında olası tuzaklara karşı tedbirli davranarak belirtilen bu eve yaklaştık. Evde hiç ışık filan yoktu. Pencere altlarından ve kapıdan içerisini dinlemeğe çalıştık. Kapıdan dinlediğimiz zaman içerde bir kaç kişinin çok alçak sesle konuştuklarını tespit ettik. Bu konuşmalar her zaman değil de arada bir oluyordu. Evi göz apsinde tutup sabahı bekledik. İhbar yapılıp bize pusu da kurulmuş olabilir, biz yakalayacağız derken yakalanabilir veya öldürülebilirdik. Çünkü o zamanlar teröristler polislere çeşitli tuzaklar kurup öldürüyorlardı. Sabah gün ağarırken her taraf daha iyi göründü. Tek bir ev ve bu ev öyle basit her tarafından kaçılır fakat kaçanlarda görünür durumda idi. Aralıklarla birer birer görünmemek için sürünerek evin yanına ve kapısına gittik. Gece sabaha evde hiç ışık yanmamıştı. Bir arkadaşımız Mıçı Mustafa geri güvenliğimizi sağladı. Kunta Kinte Halil ile Yogi Mahmut kapıya yaklaştılar. Ben de evden atlayıp kaçmak isteyenleri görebileceğim bir yerde yatarak beklemeğe başladım. Evin içinden alçak sesle konuşma sesleri hala daha geldiğini, ancak ne konuştuklarının anlaşılmadığını arkadaşlarım bana bildirdiler. Kapıya çıkarlarsa yakalayalım diye iki üç saat bekledik. Eve girersek veya kapıyı çalarsak çatışma çıkabilirdi. Bir zaman sesleri dinleyerek oyalandık. Baktık giren-çıkan yok. Ayı Mahmut kapıya vurdu "Polis, kapıyı açın" diye seslendi. Genelde bu ses üzerine içerden kapıya doğru ateş açarak cevap verirlerdi ve çatışma çıkardı fakat öyle olmadı. Atlayıp kaçan da yok. Allah Allah bu ne iştir. Eğer bizlere pusu kurulmuşsa dışarda bekleyen arkadaşları da olabilirdi. Mustafa etrafı tekrar araştırdı böyle bir şey de yok.

İçerdeki sesler kesildi. Üç beş dakika sonra yine "kolo, kulu" diye içerde birbirleri ile konuştular, ateş filan edilmedi. Bir iki defa daha seslendik. İçerden ses seda kesildi ve tahtadan yapılmış evin kapısını açan da olmadı. Ben evin arka tarafından evin direklerini tutarak kendimi yukarı çektim ve arkadan eve girdim. Hiç bir şeyle karşılaşmadım. Elim tetikte tedbirli olarak yığma tahta döşeme üzerinde ilerlerken 120 kiloluk Ayı Mahmut ta tekmeyi vurduğu gibi içerden açılmayan o kapıyı menteşeleri ile kopararak olduğu gibi büyük bir gürültü ile içeri doğru yıkıldı. Kapının üstünden basarak süratle içeri daldılar fakat ilk girişte ki boşlukta  "Kolo, kolo, kulu, kulu" diye sesler ve kanat çırpma sesleri ile büyük bir gürültü koptu. Bazı hindiler bizden korkmuşlar havada uçuşuyorlardı. Meğer içeride sol tarafta ki odada kırk bir adet hindi varmış. Daha önce dinlemeğe aldığımız zaman içerden duyduğumuz o sesler adam sesi değil de hindi sesleriymiş. Hem de silahsız, sabıkasız, suçsuz, günahsız bir sürü hindiler.

Ben arkadaşlara bunlardan bir tanesini alıp yiyelim dedim fakat onlar yanaşmadılar. Hindiler orada bizi korkuttular. Şakalaşarak geri şubeye döndük. Hindilerin niçin saklandıklarını bir türlü kendilerine söylettiremedik. Orada o hindiler sahipsiz niçin bulunurlar? 

Adresi Hırsızlık Bürosuna bildirerek incelemelerini istedik. Çünkü o sıra yıl başında satmak için hindi hırsızlığı çok oluyordu. Hırsızlık Masası Amiri Şekerim Nuri verdiğimiz adresi takip ettirdi ve hırsızlık çetesini çaldıkları hindilerle birlikte yakaladılar. Daha başka yerlerde de buna benzer hindi zulalarını gösterdiler ve bir çok hindi hırsızlığı olaylarını aydınlattılar. Adamlar sadece Karaisalı Kazası köylerinden 900 adet hindi çalmışlardı.

2 Mayıs 2012 Çarşamba

ESİR ALDILAR

1980 yılında Yurt dışından döndüğüm zaman tamamen hayal kırıklığına uğradım. Üç yıla yakın Ülkemden ayrı kalmama rağmen geri geldiğim zaman inanamadım. Daha İstanbul Hava Limanında terslikler başlamıştı. O zamanlar şimdi ki gibi X-RAY cihazları yok, polis kendi arardı. İstanbul Polisi de benim polis olduğumu bildiği halde bütün valizlerimi açtırdı ve çok sıkı bir arama yaptı. Aramadan sonra bir şey yakalayamayınca kendilerine hakaret ettim ve kavga orada başladı.

Türkiye bir değişmiş herkes birbirlerine düşman gözüyle bakıyorlardı. Emniyette insanlar da değişmiş, Emniyet Müdürlüğü yeri de değişmiş, Ceyhan yoluna taşınmıştı. Adana da bıraktığım arkadaşlarımın hiç biri yoktu. Bazıları öldürülmüşler, bazıları başka illere gönderilmişler, orada kalanların çokları da değişmişler. Herkes birbirinden korkar olmuş, kurtarılmış bölgeler kurulmuş, kimse ile doğru dürüst konuşulmuyordu. Üstelik polisleri bir müfreze inzibat askerleri koruduğu halde her gün en az 1-2 polis öldürülüyordu. Ben gelmeden bir de Emniyet Müdürü öldürül muştu Cevat Yurdakul. Kahveler, otobüsler silahla taranıyor, bir seferde dört veya beş kişi öldürülüyor, mahallelerde kimlik kontrolleri yapılıp ellerinde ki gazetelere bakılıyordu. O zaman ‘Tecüman’ gazetesi okuyan sağcı, ‘Cumhuriyet’ okuyan solcu, bu gazetelerden biri elinde karşı tarafa yakalanırsa yandı. Her akşam karşı tarafa göz dağı vermek için kurtarılmış bölgelerin tam hudutlarında dolu dolu silahlar sıkılırdı. Örgütler oldu ki o gece karşı taraftan bir adam öldüremediler, kendi arkadaşlarından öldürür karşı tarafın üzerlerine atarlardı. Tertemiz bıraktığım ülkemi döndüğüm zaman işte bu şekilde bulmuştum.
Emniyet Müdürü değişmiş, Asayiş Şube Müdürü de Salih Dost olmuştu. Beni yine Cinayet Masasına verdiler. Eski arkadaşlarımdan iki kişi kalmıştı ve memur sayısını çoğaltmışlardı. Kısım Amiri O. Behiç Soytürk olmuştu. Bir gün Dağlıoğlu Mahallesinde Ali isimli sakallı bir polis arkadaşımla birlikte takip ettiğimiz bir cinayet olayını araştırmak için pastane de otururken, birden bire yanımızda altı kişilik bir gurup oluştu. Bunlar pastanede kimlik kontrolü yapıyorlardı. Tiplerine baktık polis değillerdi. Zaten o zaman poliste Kaleşinkof makineli tüfek hiç yoktu. Bu şahısların hepsinin omzundan asılı bu tüfeklerden vardı. Karşı koymamız hiç mümkün değildi. Kaçabilmemiz de mümkün değildi. Ben üzerimdeki polis kimliğimi atacaktım, onu da beceremedim. Daha sonra çoğaldılar 10-12 kişi oldular.

Beni ve arkadaşım Ali'yi yakaladılar. Tabancalarımızı ve kimliklerimizi aldılar. Gözlerimizi çok pis kokan bir bezle bağladılar. Dört beş dakika yaya yürüttükten sonra bir arabaya bindirip bir yere götürdüler. Bu gittiğimiz yeri hala bilmiyorum. Bir evin içinde, bir odanın kapısında beklerken gözlerimizi açtılar. Demek ki kimliklerimizi içeri vermişler ki; bizi çağırdılar. Kısa boylu, esmer, pos ve gür bıyıklı, zayıf 45 yaşlarında keskin bakışlı bir adam masanın başında oturuyordu. Benimle yakaladıkları Ali isimli sakallı Polis Memuru arkadaşımın memleketi Tunceli imiş. Adamın elinde bizim kimliklerimiz vardı ve tabancalarımız da masasının üzerinde duruyordu. Konuşmasına göre Yabancı, Suriye veya Irak lı olabilirdi. Arkadaşım Ali ile biraz konuştuktan sonra, "Bu Rize li arkadaşında bizden mi? diye sordu. Ali de "Bizden, bizden hem de çok aşırı." dedi. "Yoldaş polislere selam söyleyin" dedi. Tunceli'li Ali isimli arkadaşıma bir can borum var. Zaten hayatımda tek borcum da odur. Gözlerimizi tekrar bağladılar. Yarım saat kadar araba ile götürdükten sonra bizi yere indirdiler. Gözlerimizi açtığımız zaman Yağcami yakınlarında olduğumuzu anladık.

Tabancalarımızın fişeklerini almışlardı. Topu topuna beş saat kadar esirleri olduk. Zaten bir ay filan sonra da 12 Eylül Darbesi oldu. Onun için her zaman söylerim; şu ülkemde Allahım bana düşman askeri ni göstermesin. Sade bana değil, hiç kimseye göstermesin. Bu ülkede yaşayan Rum'a, Ermeni'ye, bütün halka ve hatta düşman askeri gelmesini isteyenlere dahi göstermesin. Bir darbe oldu diye kendi askerimizden rahatsız oluyoruz da, düşman askeri ne demektir siz bilir misiniz?