SAYFALAR

31 Temmuz 2012 Salı

MÜCİZE BİTKİ ÇAY

Doğu Karadeniz Bölgesi, Hopa, Arhavi, Fındıklı, Ardeşen, Pazar, Çayeli ve Ordu'ya kadar, İl ve İlçeler'in en önemli gelir kaynağı olduğu ve dolayısıyla bizleri yakından ilgilendiren, adeta vücudumuzun ilacı olan, içtiğimiz ÇAYın mücize faydalarını anlatmağa çalışacağım. Ancak daha önce çayın Doğu Karadeniz Bölgesine nasıl geldiğini anlatalım.

1917 de Ali Rıza Beyin araştırmaları sonucu Rize'de çay üretilebileceği tespit edilmiş. 1922 yılında Mustafa Hulusi Bey tarafından Rusya'dan şemsiye borusu içinde kaçak çay tohumları getirilerek deneme üretimi başlatılmış. 1940 yılında ise Muğla Millet Vekili Zihni Derin tarafından tam olarak geliştirilerek 1947 yılında ise ilk çay fabrikası kurularak çay üretimine tam olarak başlanılmıştır.

Londra Üniversitesi, Eczacılık Bölümü Öğretim görevlisi, Profesör Simon Gibbons'un çay üzerine yaptığı çalışmalarını açıklaması, Hollanda'da ve Taiwan'da ki on beş yıllık araştırmalardan anlaşıldığına göre;


Çayın faydaları:
1- Çayı sıcak suda en az beş dakika bekletiniz ve öyle içiniz.
2- 70 dereceden fazla sıcak içmeyiniz.
3- Çaydaki antioksidanler, kötü kollestrol ve kalp krızı riskini azaltır.
4- Yeşil çay sindirimi kolaylaştırır, büyük ölçüde kötü yağları dışarı atar.
5- Çaydaki polyphenoller kanser hücrelerinin büyümelerini durdurur ve kanseri önlerler.
6- Yeşil çaydaki antioksidenler; akciğer hastalıkları, prostat ve mide kanserini önlerler.
7- Bağışıklık sistemini 5-6 kat artırır, ağrı kesici özelliği vardır.
8- Çaydaki alkylman maddesi bakteri ve parazitlerle savaşır, cilt sağlığını korur.
9- Çay, gerginlik ve uykusuzluğu giderir.

30 Temmuz 2012 Pazartesi

VEYİS'İN KONAĞI

Kimler yaşamış geçmiş, resimde görünen evde,
Haber vermediler bize, bilmiyoruz şimdi nerde,
Kimse bilmez onları, nerede, nasıldırlar hem de,
Kim bilir ne sırlar saklı durur, üç asırlık bu evde. 

Rize, Fındıklı, Ihlamurlu Köyünde doğdum. Bu evin sağ ön ve yan köşesinde görünen iki pencere benim odamın pencereleridir. Beş oda, bir salon, bir toprak oturma yeri ve tuvalet banyodan ibaret olan bu ev; içinde gaz lambası ve alt katında yanı ahırında hayvanları olmak üzere çok kişileri barındırdı, muhafaza etti, açık ateşi ve kuzinesi ile ısıtıp ağırladı. Şimdi bomboş. Altı yıldan beri terk edenlerin pek azı uğruyorlar. Beğenmediklerinden değil. Fırsatları olmadığından gelemiyorlar. 


Bir çoğu şimdi zaten yok. Onları temelli yolcu etti. Onlardan haber olmadığı gibi, geri gelip gelmediklerini de bilemiyoruz. İnanıyorum ki asıl onlar her zaman bizlere görünmeden gelip gidiyorlardır. Çünkü o kadar emek ve hatıralarını sahipsiz bırakmazlar. Dedem Taşçıalioğlu Ali'nin ve Babası büyük Dedem Yakup'un yaklaşık üç-üç buçuk asır önce bu evi yaptırdıklarını tahmin ediyorum. Babamın, tamir ettirdiğini. Usta Mutinoğlu Hilmi'nin 'bir çift çorap vermezsen kapıyı çakacağım, içine giremeyeceksiniz' deyip beni korkuttuğunu. Bu evde ablam ve ağabeylerimin bazı geceler bana okuma yazma öğrettiklerini. Ara sıra dövüp ağlattıklarını. Hatta daha küçükken, kışın uzun geceleri, insanların evimizde toplanıp, babamın kestiği öküzün etinden yediklerini. Kalanı kavurma ettiklerini ve sabaha kadar eğlenip türküler söyledikten sonra gittiklerini.

Başka bir gece de yine bu insanların bütün merakımla seyrederken; yünü yere serip, kalın uzun bir kütüğe sararak, ara sıra açıp içine su serptikten sonra, herkes bir ağızdan 
"Helessa, 
yalessa, 
kuvetunuz bol olsun. 
Uşaklar devam edun 
hele bir keçe olsun" diye birlikte bağırarak, tekmeleyip, bu evin içerisinde, toprak zemin üzerinde, aşağı yukarı yuvarlamak suretiyle keçe yaptıklarını.

Rahmetli Babamın "Kasaturam çelikten, nam almışım ferikten. Türk askeri korkar mı? Vatan için ölmekten."  ve  "Hay miralay miralay, askerim alay alay, al kızları askere, askerlik olsun kolay." ve "Yemenimin uçları" diye maniler mırıldandığını.

Bazen tabancasını unutup gittiğini ve kurcalarken kazaen  patlatabildiğimi. Anamın beni her zaman kanat gerip koruduğunu. O sıcacık koynuna alıp kışın soğuk gecelerinde ısıttığını. Ve bunlara benzer bazı olayları hiç unutamıyorum.

Ben o zamanlar kediyi "Hisi, hisi" diye çağırırdım ve 3-4 yaşlarında idim. Babamın sağlığında beni herkes çok severdi. O rahmetli olduktan sonra kimsenin ilgilenmediğini, hatta beni sevmediklerini anladım.

Her gittiğim zaman duvarlarda mutlaka O giden insanlardan bir iz görür, veya bir şeyler bulurum zannıyla defalarca kenar köşeyi arardım. İzlerini gördükçe çok duygulanır, zaman zaman da ağlarım. Dileğim hepsi daima huzur içinde ve nur içinde olsunlar.

29 Temmuz 2012 Pazar

ÖZLÜ SÖZLER

- Geçme namert köprüsünden, ko kendini su aparsın.
- Her horoz çöplüğünde öter, aslan için yatak değişmez.
- Afkurmak bilmeyen it, sürüye getirir kurt.
- Sığır yavaştır, toprak sabırlı.
- Öküz; ahırın içinde öküz, ahırın dışında da öküz dür. (Lazca; anda ğocika, panda ğocika)
- Sana uzatılan bir eli daima kabül et.
- El'in ölümü el e düğün gelirmiş.
- Bir elde iki karpuz taşınmaz.
- Sana senden gelir lazımsa dâd, zaferden ümidin kes, gayrıdan lazımsa imdad. (Kanuni)
- Felaketin bir iyiliği varsa oda gerçek dostlarımızı tanıtmasıdır.

- Aç koyma hırsız, çok söyleme yüzsüz, çok verme arsız olur.
- Zulüm ile abat olanın akıbeti berbat olur.
- Bana benden gelir her ne olursa, başım rahat olur, dilim durursa.
- Çocuğu işe yolla, sende arkadan kolla.
- Katranı kaynatsan olur mu şeker, cinsi bozuk olan cinsine çeker.
- Göz o dur ki dağın arkasını göre, akıl o dur ki başa ne geleceğini bile.
- El yumruğu yemeyen, kendi yumruğunu balyoz sanır.
- Sırrını söyleme dostuna, o da söyler dostuna, biri on bir olur.
- Düşmanına korktuğunu belli etme, seni oyuncak eder.
- Gömleğin ilk düğmesi yanlış iliklenirse, diğerleri de yanlış gider.

28 Temmuz 2012 Cumartesi

CAZININ KABAĞI



Doğu Karadeniz de ‘MERZE’ dedikleri mezralar var. Esas her zaman ve Kışın kalınan yere 'KÖY', İlkbahar, Yaz ve Güz aylarında uzun süre kalınan yerlere 'MERZE', sadece Yazın gidip kalınan yüksek yerlere de 'YAYLA' derler. Merzeler de herkes geniş arazilere sahiptir. Bağ, bahçe, fındıklık, bostan gibi sahipli araziler bulunur.

Eskiden güz zamanlarında, daha sonraları 'LAZUT' denilen mısır ağaçları tarladan kaldırmadan önce, ayı, domuz gibi hayvanların zarar vermemesi için geceleri 'KOLİVA' dediğimiz, ekin tarlalarının kenarında ki özel yapılmış, küçük kulübelerde uyunur, hatta gece uyanınca bağırır, çağırır haylama yaparak, varsa böyle zararlı hayvanların kaçırtılması sağlanırdı.

Kolivalar genelde yerden 2-3 metre yüksekte, yakın çevreyi görebilmek için yapılmış, öyle derme çatma ağaçlar dikilip, ortasında ateş yakılacak ve yatılacak yer olan, üstü harduma ile örtülerek kapatılmış, sadece gece kalmağa yarayan bir yerdi. Küçük bir iskele ile çıkılır, ön kısmında serilen sık ağaçların üzeri sertleştirilmiş toprakla kaplanır ve burada etrafı aydınlatmak için her gece sabaha kadar 'PAGARA' dedikleri büyük bir ateş yakılırdı.

Karanlıkta etrafı dolaşmak için de ateşten yanan bir odun alınır, buna da 'EKSİ veya ÇEKLİ' denirdi ve onun ışığı ile giderek etrafa bakılırdı. Yanan ateşin yan tarafın da otlar üzerine serilmiş bir çarşaf ve yatılacak yer bulunurdu. Kolivaya; türküler söylenip, muhabbetler edildiği için, maceralı diye genelde gençler giderler, sabaha kadar eğlenip, o gece orada kaldıktan sonra gündüz işlerine bakarlardı.

Bizim köyün gençlerinden Halil, komşuları olan Cafer Amca'nın oğulları Ridvan ve Aziz kardeşlerin Okurada ki merze evlerine geçer ve birlikte kolivalarına giderler. Tam akşam olur, yanlarına Menşur isminde ki arkadaşları da köyden gelir. "Arkadaşlar yolda bir kabak gördüm. Çok iyi bir kabaktır. Bahçeden yola geçmiş fakat Cazi Meyrem'in kabağıdır. Çalacaktım, sonra anlar diye çalamadım, korktum." der. Dört arkadaş kafa kafaya verir ve gider bu Cazi Meyrem'in kabağını çalarlar.

Çalmak zaten o zamanlar gelenek haline gelmiş, sahipleri anlasalar da kimse ‘niçin çaldın?’diye bir şey söylemezdi kabak için. Bir zaman sonra sahibine söyler helal ettirirlerdi. Hatta bazen de kabağı çalınan ev sahibi de o gurubun içinde olur, kendi kabağını çalmış olurdu. Olay esasında hırsızlık değil, bir macera için yapılırdı. Bizler de gençliğimiz de ara sıra bu tür olaylara karıştığımız olmuştur. Gençler gündüz tespit eder, gece koliva da yemek için kabak, üzüm filan çalarlardı. Onlarda kabağı o gece kolivada pişirip üzüm pekmezi ile yiyeceklerdi.

Yalnız bizim gençlerin çaldığı kabak öyle sıradan birinin kabağı değil. Yaşlı bir bayanın kabağı ve bu bayan da köyde 'CAZİ' yanı cadi olarak tanınıyor. Adı Meyrem, konuşulurken herkes ondan 'Ezizun Meyrem!' veya 'Cazi Meyrem' diye bahsederlerdi.

Meyrem'i Köy de herkes tanır, hatta başka köylülerde tanır ve anlatırlardı; güya geceleri ayran yapılan küpün içine girer. Küpün içinde havadan uçarak istediği yere gider. Küpten çıktığı yerde de insanlara örümcek şeklinde görünerek, yeni doğmuş veya sütteki çocukların yattıkları beşiğe kadar yaklaşır. Çocukların ciğerlerini ve kalplerini, özel yapılmış, küçük, ucu eğri ‘agiş’ dedikleri demiri ile ağızlarından çıkarıp yer. Hatta köyde eceliyle ölen beşikte ki küçük çocukların, Meyrem ciğerlerini çıkarıp yediği için öldüğü söylenir ve öyle konuşulurdu. Sonra Meyrem'in bilmediği hiç bir şey olmaz, o her şeyi bilirdi.


Bazıları da çocuklarını böyle cazılardan korumak için beşiğin yanında gece sabaha kadar hiç uyumadan nöbet tutarlar, yahut ta çocuğun yattığı beşiğin içinde, yastığın altına tabanca veya bıçak koyarlardı. Caziler silahlardan korktuğuna inanırlardı. Güya Meyrem agışı ile beşikte ki bir çocuğun ciğerini çıkarırken, sık aralıklarla altı erkek çocuğu ölen, çocukların babası Kadir Amca suçüstü yakalamış, o yine elinden kaçıp kurtulmuş. Başka birileri filan da yakalamış fakat onların ellerinden de kaçmış kurtulmuş diye de anlatırlardı. Köy de bütün bunlar herkes tarafından bilinir ve kendisine ‘Ezizun Cazi Meyrem’ yaptı derlerdi.

Ben de Meyrem’i dere yollarında bir kaç kere annemle konuşurken görmüştüm. "Gobağare bu senin en ufağı midur?" diye anneme sormuş, başında ki yazmanın bağlı ucunu açarak, içinden bana bir küçük çam sakızı vermişti. 'GOBAĞARE' birisini severken Lazca söylenir. Manası galiba esiri olayıma yakın bir sözdür.

Peştamala sarılmış, beli kambur, yaşlı, kimsesiz, aslında çirkin değil, öyle güleç, kırmızı yuvarlak dolgun yüzlü bir bayandı. Kendisi ile hiç konuşmamıştım fakat yüzüne bakarak, ‘Bu hali ile ayran küpüne nasıl sığıyor? Nasıl örümcek oluyor? Nasıl çocuk ciğeri yiyor?' diye de düşünmüş, biraz da korkmuştum. Hatta Anneme sonradan "Sadece taze çocuk ciğeri mi yer?" diye de sormuştum.

Böyle Meyrem'in kabağı çalınır mı, hiç? Fakat cahillik işte. Bir de Meyrem’in cadı olduğunu biliyorlar ve kendi aralarında “Cazi Meyrem kabağı çalındığını bilirde şimdi gelirse ne yapacağız?’ filan diye konuşup şakalaşıp yüksek sesle gülüp dalga geçiyorlar.

Mısır tarlasının kenarında ki koliva da yanan ateşte gece çaldıkları Cazi Meyrem’e ait kabağı pişirirler. Kolivanın içi dar olduğu için yere indirip, kabak dilimlerini tepsiye dizerler ve biraz soğuması için beklemeğe başlarlar. Yiyecekleri üzüm pekmezini 'SAĞAN' dediğimiz tabağa koyarlar. Tam yiyecekleri sırada, koliva ateşi de arada bir yanarken 'çat, pat' diye patlar ve etrafı hoş bir şekilde öyle gölgeli filan aydınlatır. Bizimkiler hala Cazi Meyrem’i anlatıyorlar; “Evinden çıkmış, birazdan küpün içinde buraya damlar. Çabuk olun! O gelene kadar kabağı bitirelim!" gibi laflarla şakalarına devam edip gülüşüyorlar.

Bu muhabbetler devam ederken, gecenin geç saatlerinde birden tarlanın içinde mısır ağaçlarının arasından bir hışırtı, bir ses duyarlar. O saatte kim olabilir ki? Herkes susar ve dinleyip anlamağa çalışırlar. Hışırtı kesilir, yok daha duyulmaz. Zaten kimse de bir şey olacağına ihtimal vermez, çünkü o saatlerde, o deli dolu gençlerin yanına hiç kimse cesaret edip te yaklaşamaz.

Etraf fazla zifiri karanlık değil koliva ateşi aydınlatıyor ama, bahçe içi yine de bayağı karanlık. Ateş ışığının aydınlattığı yerler ancak görülebiliyor. Daha ileri taraflar pek görünmüyor. İki kişi ellerinde çeklilerle çevreyi dolaşarak etrafı araştırdıktan sonra geri gelirler "Meyrem filan yok, getirin, kabağı rahat yiyebiliriz." derler ve yine herkes yüksek sesle gülüşürler.

Tam kabağı yiyecekleri sırada tekrar daha yakında, daha net bir hışırtı ve bir de 'çat' diye kırılma sesi olur. O tarafa bakarlar ki, 6-7 metre ilerde mısır ağaçlarının arasında garip bir gölge, bir karartı olduğunu fark ederler. Tam olarak ne olduğu anlaşılamaz fakat bir şeyin olduğu ve hareket ettiği kesin. Yaprakların arasından dikkatlice bakınca, onlara doğru gelen ve biraz sonra da, ne olduğu, ayan beyan belli olan bir canlı. Gençler bir araya toplanıp bu inanılmaz mucize olayı hayretler içinde seyretmeğe başlarlar. Hepsi şoke olur ve çok korkarlar. Çok enteresandır ki bu yaklaşan şey havada kendilerine doğru hareket eden, bir ayran küpü. Meyrem'in içine girdiği küp!

Herkes görür. Menşur hemen bağırır; “Aha Meyrem geldi.” Gittikçe kendilerine doğru yaklaşan bu cismi iyice bir daha inceleler ki, evet ayran küpü. Üç dört metre mesafe kalmış, havada sağa, sola, sallana sallana, kararlı bir şekilde kendilerine doğru geliyor. E tabii ki ayran küpü gecenin o saatinde oralara kadar gelebildiğine göre Meyrem de mutlaka içinde olması gerekir. Boş küp nasıl gelebilir? Gençlerden Aziz bağırır, o biraz Kur'an kursuna gitmiş te; "Fatiha'yı okuyun arkadaşlar! Fatiha Süresini okuyun." der. Korkudan nefesleri kesilir. Çünkü Cazi Meyrem de ayran küpüne girip giderdi ya, taze çocuk ciğeri yemeğe, geldi işte. Bakalım şimdi ne yapacak? Veya neler olacak?

Biri çakar almaz tabancasını, biri bıçak, biri de eline balta alırlar. Küp oralarda biraz daha sallandıktan sonra bir şeyden haberi yokmuş gibi yaklaşmağa devam eder. Korkudan tabancayı ateşleyemez Ridvan. Yanı parmakları tutulur, tetiği çekemez. Birbirlerine de 'at, tut, vur' diye bağırıp dururlar. Küp tam yanlarına gelip te Halil'e sürünürken, Halil elindeki baltayı var gücü ile gayri ihtiyarı küpe vurur. Küp param parça olur ve akabinde "Vay vay vay vay vay" diye bir ses duyulur.

Köpek sesi, bir de köpek peydah olur ve var hızıyla karanlıkta kaçıp mısır ağaçlarının aralarında kayıp olup gider o köpek. Herkes afallamış, birbirlerine bakarlar. Acaba kabus bitti mi, yoksa devam edecek mi? Kaçan köpeği Halil'in fino köpeği Duman a benzetirler. Halil bir kaç defa 'Duman Duman' diye çağırır fakat o gelmez. Çok şükür şimdilik gitti, Meyrem değil, bir fino köpek. Ama Meyrem köpek şekline giremez mi? Olur da küpe giren veya insanlara örümcek şeklinde görünen, başka bir kılığa da girebilir. Acaba gözümüze köpek olarak mı göründü? diye düşünürler fakat değilmiş bu gerçekten köpek. Çünkü bağıra bağıra kaçtı. O da köpek gibi bağırabilir ama ne ise kaçtı ya geri gelmese. Ya tekrar gelirse? Bir daha küp bulabilir mi acaba?

Vakit çeşitli varsayımlarla epeyce geçer. Zaten sabahı da daha bekleyemezler. Kabak ta yiyemezler. Boğazlarından geçmez, Meyrem’in korkusundan. Sabaha karşı evlerine giderler. Bu ne idi ve nasıl olabilirdi?

Mesele ertesi gün öğleden sonra küpün sahibi Kadir Amca küp aramağa başlayınca anlaşılır. Bizim oralarda yayık yapılmaz da ayran ve tereyağı topraktan yapılmış 'KÜP' dedikleri kapların içinde, kapağı kapatılarak ucu daire şeklinde bir çubukla dövülerek yapılır. İşte onlar da ayran çalkaladıktan sonra küpü yıkarlar. Kurusun diye akşamdan dışarı kapıya koyarlar. Halil'in babası Pehlül Amca nın köpeği de yalamak için başını küpün içine sokar. Küp köpeğin başından geri çıkmaz, takılır kalır. Ne kadar uğraşsa çıkaramaz. Akşam üstü köpek küp başında Civeleklerin kapılarından geçerken öyle görürler fakat yakalayamazlar, ellerinden kaçar. Köpek yürürken veya yürümeğe çalışırken başında ki küpü sağa sola vurdukça küpün alt tarafı kopar. Kırılan yerden önünü görerek, köpek küp başında ta Okura ya kadar bir saatlık yola gider ve Halil'i tanıdığı için ona yaklaşırken onlar köpeği kabağın sahibi Cadı Meyrem sanırlar.

Ben de bu olayı duyduktan sonra ki zamanlar da dere yollarında her ne zaman kabağın sahibi Meyrem Teyzeyi görsem, korkudan yollarımı değiştirirdim. Şimdi de bu olayı her ne zaman hatırlasam; 'Acaba o akşam küple gelen gerçekten köpek miydi, yoksa orada başka bir sır saklı kaldı mı? Böyle bir raslantı olabilir mi? Nasıl olabilir?' diye düşünür dururum. Demek ki bu dünyada 'OLMAZ' diye bir şey yoktur. Adı üstünde 'yalan dünya' demek ki her şey yalan, bir aldatmadır. (Halil Taşçı tarafından anlatılmıştır)


27 Temmuz 2012 Cuma

ÖZLÜ SÖZLER

- Aç koyma hırsız, çok söyleme yüzsüz, çok verme arsız olur.
- Zulüm ile abat olanın akıbeti berbat olur.
- Bana benden gelir her ne olursa, başım rahat olur, dilim durursa.
- Çocuğu işe yolla, sende arkadan kolla.
- Katranı kaynatsan olur mu şeker, cinsi bozuk olan cinsine çeker.
- Göz o dur ki dağın arkasını göre, akıl o dur ki başa ne geleceğini bile.
- El yumruğu yemeyen, kendi yumruğunu balyoz sanır.
- Sırrını söyleme dostuna, o da söyler dostuna, biri on bir olur.
- Düşmanına korktuğunu belli etme, seni oyuncak eder.
- Gömleğin ilk düğmesi yanlış iliklenirse, diğerleri de yanlış gider.

BELLİM OLMİİR


Erzurum lu iki genç kız İstanbul'a gitmiş on beş gün kaldıktan sonra geri Erzurum da ki evlerine dönmüşler. 
Adettir akrabalarını ziyarete gidecekler, aynanın karşısında süslenmiş ler, püslenmişler.
İstanbul'a gitmişler ya güya hanım olmuşlar; biri öbürüne 
"Hele bim bana bakki hiç bellim olir mi" diye sormuş arkadaşına.
Arkadaşı da; baştan aşağa bir güzel süzdükten sonra 
"O kadam çibarsın, o kadam çibarsın ki, hiç bellim olmiir."demiş.

25 Temmuz 2012 Çarşamba

KIVILCIM

1980 yılı Adana Karşıyaka da bir gece gece kulübünde otururken vatandaşın biri yanımıza gelerek yüz yüze bir ihbarda bulundu. Bu durum bizim için pek olağan dışı idi. Bazı notlar aldık fakat ben hiç ihtimal vermedim. Çünkü düşman oldukları kişileri böyle bildirip güya akıllarınca polisi kullanarak intikam alma yoluna gidiyorlardı. Bu ihbarcı bize bir isim ve adres veriyor, bu kişinin ortalığı kasıp kavurduğunu, hatta yengesini bıçakladığını beyan ediyordu. Karakoldan araştırdık böyle bir olay yok. Aman çok iyi, bizce ihbar asılsız çıktı. Aradan bir zaman geçti, umuma açık yerlerde kimlik kontrolleri yaparken, kahvenin dışında iki sandalyeye birden oturmuş 35 yaşlarında biri gözüme ilişti. Başına dikildim, fakat tek başıma adamı zapt edebilmem mümkün değildi. Adama "İsmin ne? Kimliğini ver" dedim. "Beton Hasan derler bana. Kimliğim yok." dedi. Beş polis daha yanıma geldiler. Kelepçe vurduk. Adamın üzerini aradım suç unsuru yok fakat atletinin üzerinde pas lekeleri var, ya silah taşıyor, yahut ta hırsız levye taşıyor. Direk evine gittik. Daha önce bize ihbar edilip te biz ihtimal vermediğimiz adam. "Söyle lan hangi örgüttensin" dedim. "Kıvılcım" dedi.  İlk defa duydum. Arnavutluk Devlet Başkanı Enver Hoca Örgütü imiş. Sizler de hiç duymamışsınızdır. Ey Allahım daha neler varmışta biz bilmiyormuşuz. Daha önce ihbarcı şahsın bize anlattıklarının hepsinin doğru olduğu ve şu suçları işledikleri ortaya çıktı:

1- 11 kişilik silahlı çete kurdukları,
2- Yengesini silahla yaraladığı,
3- Taksi durağında oturup, "Yala ayaklarımı lan" deyip bir şahsı öldürdüğü,
4- Çeşitli gasp, banka soygunu, tekel soygunu ve yaralama ile, üç kişi de başka olaylarda öldürdüğü.

Bunlar tespit edebildiklerimiz. Bu olayların bazıları polise hiç intikal etmemiş. Görüp bilenlerinde korkudan bildirmeyip şahitlik etmedikleri anlaşıldı.
Bütün olayları delil lendirdik ve Sıkıyönetim Mahkemesine yolladık. Beton Hasan arkadaşları ile birlikte tevkif oldu. On beş gün kadar sonra Sarıçam Mahallesinde Beton Hasan'ı yine başka bir kahvede bu sefer üç sandalyede birden otururken gördüm. Gözlerimi sildim uyanayım diye tekrar baktım, O. "Bıraktılar ağabey" dedi. Aldık arabamıza getirdik attık nezarete. Değerli Müdürümüz Salih Dost 'nasıl bırakılır' diye küplere bindi, fakat askeri mahkeme kime ne diyeceksin? O akşam Sıkıyönetim Mahkemesinden bir yazı geldi "Falanca oğlu falanın sehven salıverildiğinden derhal yakalanarak gönderilmesi" diye yazılmıştı. Adam zaten elimizde idi, hemen götürüp teslim ettik. Polis o adamı bıraksa veya kaçırsa hapisten hiç çıkamaz. Bırakanlar için işlem yapılıp yapılmadığını bilmiyorum. Büyük ihtimalle işlem yapılmadı yapılsa duyardık.

24 Temmuz 2012 Salı

PARMAKLA OLSA

sizler bizim için savaştınız
İngiliz devlet adamı Sir Winston Churchill (Çörçil) Çanakkale yi kolaydan geçip İstanbul'a hemen gireceklerini hesaplıyarak geldi. İngiliz lerin hepsi de çok kolay sandılar. Fakat Türk Ordusu kendilerini Çanakkale de ve Gelibolu da öyle bir karşıladı ve öyle bir ders verdi ki, dünyaya rezil edip, sağ kalanları gerisin geri memleketlerine yolladı.
Savaş sonrası Çörçil Avam Kamarasında ağır eleştirilere maruz kalır. Çok büyük tartışmalar yaşanır. Hatta üst düzey devlet adamlarından biri, önlerinde ki harita üzerinde parmaklarını gezdirerek;"Önce şuraları almalıydınız. Ordan geçip şurasını alıp, oradan öbür tarafa geçerek, oraları da aldıktan sonra İstanbul bizim olurdu. Sonrada Türkiye" diye tenkit edince;
Çörçil şöyle cevap vermiş:
"Eğer....O yerler siz yaptığınız gibi, parmakla gösterip alınabilseydi, bende sizin gibi parmağımla gösterir alırdım. Ne yazık ki ben orda Türk askeri ile karşılaştım ve savaşarak yenildim." demiş.  

(İşte ülkemizi savunanlar ve tarihi yeniden yazdırıp Çörçil'i mağlup eden Türk evlatları, merak ediyor ve gurur duyuyorsanız resmi tıklayınız.)

23 Temmuz 2012 Pazartesi

ASKER SAVCI

1980 yılı yer Adana; Bazen insanın ismi de başına dert açabiliyor. Yurt dışı görevinden yeni dönmüş yine Cinayet Masasında göreve başlamıştım. Askeri darbe olmuş Askeriye yönetimi ele almıştı.

Bir Polis arkadaşımız vardı, kendisi Kars lı nedenini bilmem fakat annesi babası adını Ali Asker koymuşlar. Soyadı ise SAVCI. Poliste kuraldır, telefon çaldığı zaman ahize kaldırılır önce kendini tanıtıp karşı taraf dinlenir. Şimdi gelelim esas anlatmak istediğimiz konuya.

12 Eylül darbesi yeni olmuş, herkes diken üstünde, bazı polisler sürgüne gitmiş, bazıları göz altında, kimin ne olacağı belli değildi. Adana sokakları terör kaynıyor. Her gün bir banka soyuluyor, iki üç günde bir çatışmalar oluyordu. Yine Hürriyet Mahallesinde bir çatışma oldu. 
Akabinde hücre evleri tespit edildi ve hemen Adana Jandarma Alay Komutanlığı yakınında ki bir hücre evinde çok sayıda tüfek, tabanca, mühimmat, el bombaları ve el yapımı bombalar yakalandı. 

Asayiş Şube Müdürü Salih Dost ve Yardımcıları bizim Büromuzda. Yanı Cinayet Masasında Telefonlar üst üste gırla gidiyor. Müdürler, amirler, Müdür yardımcıları gelenler, gidenler ve arayan arayana. Ne oldu, ne bitti? Herkes alel acele bilgiler istiyorlar. Hakikaten biz daha ne olup olmadığını anlamadan hemen bilgi ver. Yakalamak bir dert, bilgi vermek başka dert. İnsanı rahat bırakmıyorlar.

Kısmımızın telefon trafiği sıkı bir şekilde devam ederken, Nöbetçi Polis Memuru telefonlara cevap vermeğe fırsat bulamıyor. O gün Nöbetçi olduğu için Ali Asker Savcı isimli polis arkadaşımız telefonlara çıkıyor ve cevap veriyor; "Ali Asker Savcı buyurun efendim." diyor. Yanı gayet nizami önce kendini tanıtıyor ve duruma göre sorumlu olduğumuz müdürlere bu yakalananlarla ilgili bilgiler veriyor.

Tam böyle sıkışık bir zamanda Kısmımıza ait harici telefon çalıyor. Nöbetçi Polis Memuru Ali Asker Savcı yine telefonu kaldırıp; "Buyurun efendim, Ali Asker Savcı" diyor. Karşı taraf "Özür dilerim Sayın Savcım" deyip telefonu kapatıyor. Bu durum üç-dört defa tekrarlanıyor. 

Meğer Baş Müdür Gültekin Bey olayı telsiz muhaberelerinden duyunca tam olarak öğrenmek için Müdüriyet dışında bulunduğu bir yerden bizim Kısmı direk arayıp görüşme yapmak istediği sırada 'asker-savcı' gibi sözleri duyunca telefonu kapatıyor ve bir baktık korumaları ile birlikte hızlı bir şekilde gelip baskın edercesine içeri girdiler. 

Herkes elinde ki işi bıraktık ayağa kalktık, kimsede çıt yok. "Telefonlara çıkan kim?" diye sordu. Ali Asker bir adım öne çıkarak "Benim Sayın Müdürüm." dedi. "Senin adın nedir?" diye tekrar sordu. Meğer Bizim Polis Memuru Ali Asker Savcı karşıdan gelen telefonlara 'Ali Asker Savcı' diye kendini tanıtıp cevap verince, Baş Müdür 'Askeri Savcı, Ali olarak anlıyor ve yanlışlıkla Askeri Savcılığı arayabildim sanarak özür dileyip telefonu kapatıyormuş.

Mesele anlaşılınca bu arkadaşı Çevik Kuvvet Şube Müdürlüğüne sürdüler. Artık ondan sonra bu cesur arkadaşımız "Ali Asker Savcı" diye orada söyledi. Günahsız yere başından geçen bu olay herkese üzüntü verdi ve bir ders oldu.

Bu olayı ben 'HARDUMA' bloğum da anlattığım zaman tesadüfen Ali Asker Savcı Polis Arkadaşımın yeğenleri ve oğlu okumuşlar. Bana telefon açtılar ve Ali Asker Savcı'nın bir kaç yıl önce öldüğünü bildirdiler. Kendilerine baş sağlığı ve Ali Asker Savcı'ya da rahmetler diliyorum. Allah toprağını bol eylesin Kars lı bu arkadaşımın. 

EĞİLMEK LAZİM

Fakir bir filozofa sormuşlar:
"Servet sizin ayaklarınızın altında, siz neden bu kadar fakirsiniz"
Filozof ilginç bir cevap vermiş:
"O serveti almak için, eğilmek lazım da ondan" demiş.

22 Temmuz 2012 Pazar

BEN EVDE'MİYİM

Adamın biri işçisine çok kızmış ve "Aptal" demiş. İşçiye akıl verenler olmuş, işçi de patronunu şikayet etmiş. Mahkeme başlamış:
Hakim:
- Sen bu işçine "Aptal" demişsin ve hakaret suçu işlemişsin. Savunmanı ver.
Patron:
- Hayır hakim Bey, ben gerçek söyledim. Bu adam hakikaten aptaldır. İspat edebilirim.
Hakim:
- Nasıl ispat edeceksin? İspat ette görelim.
Patron işçisine döner ve "Git eve bak bakıyım ki ben evde miyim, değil miyim?" der. İşçi hemen yerinden kalkar ve "Baş üstüne patron" diyerek koşmağa başlar.
Bu durumu gören davanın hakimi patrona sorar:
- Senin evinde telefonun var mı?
Patron:
- Evet, var.
Hakim:
- Hakikaten aptal yahu, telefon açmıyor da kendisi gidiyor. Der

BALÇIĞA GÖMÜLMÜŞ

1976 yılı Adana; Baraj tarafında tarlaların arasında doğru dürüst yolu olmayan "İncir altı" diye adlandırılan bir yer vardı. O zaman polis bölgesi değil fakat, bar pavyon kadınları buralara getirilir, öldürülür olay faili meçhul kalırdı. Yazın çok sıcak gecelerin geç saatlerinde buralara gider hem serinler hem de bazı olayları önlemeğe çalışırdık.

Bir gece üç ekip arkadaş arabadan indik ve biraz dinlenelim derken cep feneri ile de etrafı kolaçan ediyordum. Önümüz deki dere içine doğru bakarken Dedektif Emir Ağabey birden bağırdı; "Recep şuraya tut" Tam önümüzde dere içinde 10-15 metre kadar ilerde bir çıplak insan kolu havaya dikilmiş öylece duruyordu. Ekip Amirliğimizi yapan Komando Şahin Ağabey hemen uyardı; "Arkadaşlar önce çevre emniyeti alalım." dedi.

Silahlarımızı çıkararak hazırladıktan sonra çep feneri ile çevreyi araştırdık. Başka da canlı veya dikkat çekecek cansız hiç bir şey göremeyince, süratle balçığın içinde havada gördüğümüz bu insan kolunun yanına gitmek için aşağı indik. Daha doğrusu ben çevre güvenliği için beklerken Emir ile Şahin indiler. Aşağısı oldukça pis kokan yarı su yarı çamur balçıkla kaplı bir yerdi. İkisi de bele kadar gömüldükleri balçığın içinde gece vakti zorlukla ilerleyerek görünen bu çıplak kolun yanına gittiler. Adam balçık içine gömülmüş sadece sol kolu dışarıda havada kalmış görünüyordu. Ben de balçık içine girdim ve adamı çekerek çamurun içinden dışarı çıkardık. Çeke çeke binbir güçlükle dışarı arabamızın yanına götürdük. Bu şahıs 23-24 yaşlarında esmer orta boylu bir şahıstı ve tamamen çıplak üzerinde hiç giysi yoktu. Çıplak olması sebebiyle orada el feneri ile yaptığımız tetkiklerde üzerinde kesici veya delici silah izi yok, ancak vücudunda çok sayıda çizikler vardı. O an için yaşayıp yaşamadığını tam olarak anlayamadık ama yaşadiği şeklinde bazı emareler vardı. Ağzında beyaz bir şey fark ettik. İçi balçık dolu bir mendil yutturulmuştu. Hemen hastaneye yetiştirdik. Çeşitli müdahalelerden sonra kurtudu hayata döndü bu Urfa'lı genç.

Kan davaları olduğundan düşmanları Urfa dan gelmişler, o gencin dostları o tenha yerlere götürmüşler ve orada düşmanlarına teslim etmişler. Düşmanları da işkence ettikten sonra; ya öldü bilerek balçığın içinde bırakıp gitmişler yahut ta bizim arabamızın ışığını görünce korkmuş, bırakıp kaçıp gitmişlerdi. Daha sonra bir kaç kişi sanık diye Urfa'da, bir bayan da Adana'da yakalandı. Burada söylemek istediğim bir şey var. Hiç bir zaman unutmayınız; Suçlu saklanabilir, fakat asla kaçamaz.

21 Temmuz 2012 Cumartesi

YOL İSTİYOR

murat124
Türk'ün biri Murat 124 oto ile Almanya ya gitmiş. Gitmesine gitmişte gelirken yolda arıza yapmış. Ne yapsın, açmış kaputu beklerken Mersedes ile başka bir gurbetçi yanına gelmiş. Bakmışlar olacak gibi değil, Murat 124 ü arkasına bağlamışlar ve Almanya'dan Türkiye'ye kadar Mersedes çekecek. Mersedesçi "Ben unutur çok hızlı gidersem sen sellektör yap, yavaşlamam için beni uyar" diye Murat 124 şoförünü tembihlemiş.
Gece olunca başka bir gurbetçi Türk'ün BMW arabası ile 'geçerdin, geçemezdin' diye yolda yarışa başlamışlar. Mersedes e bağlı olan Murat 124 arkada fazla hızdan sağa sola savruldukça yavaşlaması için habire bağlı olduğu Mersedese sellektör ediyormuş.
Tüm Alman Polisi havadan ve karadan seferber olmuş, olayı yakından takip ediyorlar. Ve Polis Helikopteri olayı Merkeze şu şekilde bildiriyor. "Efendim görülmemiş bir olay. Bir Mersedes ile bir BMW kapışmış 210km hızla yarışıyorlar. Bir Murat 124 otomobilde arkadan devamlı sellektör yapıp bu araçları geçmek için yol istiyor" diyor.

19 Temmuz 2012 Perşembe

ARADA 'R' VAR

Çok aksi ve sert bir Komutan Hasan KIRÇ başka bir ilde ki askeri birliğe yeni tayın olur. Daha önce soyadı ile ilgili bazı sıkıntılar yaşamış olacak ki, gider gitmez bütün personeli toplar ve bir konuşma yaparak kendini tanıtır.
"Arkadaşlar bakın benim adım Hasan, soyadım KIRÇ tır. Arada 'R' var. Sakın unutmayın. Yanlış söyleyen veya yazan olursa, onu çok kötü haşlarım. Doğduğuna pişman ederim. Tekrar ediyorum. Arada 'R' var. 'KIRÇ' sakın 'r' sız öbürünü söylemeyin " der.

Bütün erat öyle korkarlar ki her yerde, yatarken, kalkarken, yemek yerken, kendi kendilerine (arada ‘R’ var ‘KIRÇ’) diye diye komutanın soyadını iyice ezberlerler.
Komutan da bu konu da çok hassas olduğunu göstermek için zaman zaman gördüğü askeri çağırır ve;,
"Söyle bakıyım benim soyadım nedir?" diye sorar.
Asker "KIRÇ Komutanım" deyince, "Aferin, işinin başına." der.
Her asker de komutanın soyadını kusursuz söylerler.

Bir sabah tören esnasında komutan Karadenizli bir askeri görür ve;
"Ey asker, bir adım öne çık. Söyle bakıyım, benim soyadım nedir?" diye sorar.
Ey vah Karadenizli asker bir adım öne çıkar fakat heyecandan komutanın soyadını unutur, cevap veremez ve öyle sessiz bekler.
Komutan:
"Söylesene lan, beni delirtme, soyadım nedir?" diye askere bağırır.
Asker temelli ne yapacağını şaşırır.
Yanlarında ki diğer askerler bakarlar ki durum kötü, Karadenizli askere yardım etmek isterler ve komutan duymadığı gibi; "Arada R var, arada R var" diye fısıldayarak elleri ile de kalçalarını  işaret ederler.
Karadenizli asker çok şükür komutanın soyadını hatırlar ve cevabı hemen yapıştırır:
" GÖRT..Komutanım !"

TUVALETTE BULMUŞ

Doğu Karadeniz de Lazlardan bir hemşerimiz, yayladan gelirken, yolda jandarmalar tarafından tabancası yakalanır. Karakolda ifadesi alınırken yakın akrabaları ifade öğretirler. Silahı yakalanan adamda Karakolda onlar öğrettiği gibi; "Silah benim değildir. Yayla yolunda gelirken tuvalete gittiğim zaman orada buldum ve üzerime aldım. Getirip Jandarmaya teslim edecektim ki tam o arada yakalandım." şeklinde ifade verir. Mahkemeye çıkarken de "Sakın burada verdiğin ifadeni değiştirme" diye sıkı sıkı tembih ederler.

Hakim ifade alırken adamı almış karşısına "Bu silahı neden taşıyorsun? Suç olduğunu bilmiyor musun?" diye bir güzel azarlamış.
Adamda "Silah benim değil. yolda tuvalette buldum." diye diretmiş. Diretmeğe diretmiş te hakim yutar mı? Sanığa sormuş:
- Nerede, nasıl buldun?
- Efendum yayladan gelirken yolda buldum.
- Yalan diyorsun yolda silah bırakmazlar.
- Efendum, yayla yolunda tuvalete gittim orada buldum.
- Anlat hangi yerde, nasıl buldun?
- Efendum, Derebaşında tuvalete gittim. Tuvaletin kapısında çividen asılıyordu. Oradan aldım ve köye gelirken yakalandım.
- He.. yalancı, şimdi yalanını yakaladım. Derebaştaki tuvaletin kapısı içe değil dışa doğru açılıyor. Orda asılı olsa başkası dışardan görür alırdı. Yalan söylüyorsun. Doğruyu söyle.
Adam daha direnemiyor ve;
- Tamam hakim bey silahı bulmadım, bana aittir. Cezama razıyım.
Tevkif oluyor ve jandarmalar duruşma salonundan götürürken, kendine ifade öğreten yakın akrabaları adamın yanına yaklaşıp; "Niçin ifadeni değiştirip kendini yaktın?" diye sinirli sinirli söylenirlerken.
Sanık ta bu yakınlarına;
"Ben ne bileyim Fındıklı'da ki ceza hakimi Derebaşta ki tuvalete gitmiş" diyor.

16 Temmuz 2012 Pazartesi

NİYE GAVUŞMİ

Palu çok şirin bir İlçe insanları da saf, içten ve cana yakındırlar. Bir fıkralarını anlatayım da Palu luları tanıyın.
Bir Palu'lu yolda giderken kendi kendine konuşup ölünün arkasından küfürler ediyormuş. Yanına yaklaşan arkadaşları;
- Ula gardaşım ayıptır. Niye küfür edisen? O adam öldi. Nasılsa gavuşmi.
Palu'lu biraz düşündükten sonra cevap verir:
- Ula siz ölinin arkasından dua edip, elizi yüzüze sürisiz o gavuşii de, benim sövdiğim niye gavuşmi he?

şiir BENSİZ GİTME

Daha gülemem, dünyanın kalmaz ki tadı,
Sen benim arkadaşım, beni bırakıp gitme.
Beraber geçirdik, ömrümüz artık az kaldı,
Sana ben muhtacım, sonda ağlatıp gitme.

Yerimizde daha açmaz, mis kokan güller,
Belki ötmez üzgün durur, dalda bülbüller,
Ayrılık kabul etmez, sonra küser gönüller,
Bunca maziyi yıkıp, benden ayrılıp gitme.

Sanma ben seni unuturum, bu sevgi biter,
İnan ki benim ile, ta mezara birlikte gider,
Seni bekler çocukların, bana sual ederler,
Onlar da sensiz duramaz, sen geçip gitme.

Bilirsin, ben hazır yemeği alıp yiyemem,
Başka kimselere sırlarımı, açıp diyemem,
Ben sensiz dünyada, tek başıma kalamam,
Ne olur? Beni bırakıp ta, sen bensiz gitme !
                                        Recep Ali Öztürk

15 Temmuz 2012 Pazar

İÇİ BİLET

Temel Fadime'si kolunda tiyatroya gider, gişe görevlisine;
- "Doçuz matinesi için pize içi bilet verürmisun lütfen" der.
Gişe görevlisi:
- "Leyla ile Mecnun tiyatrosu için mi" diye sorar.
Temel de cevap verir;
- "Yok yok Fadime ile penum için da.." der.

14 Temmuz 2012 Cumartesi

AVRUPALI İLE FARK

Bundan öncede bahsetmiştim. Biz bir şeyi başkasından gördük mü hiç kafamızı yormadan, üzerinde düşünmeden, öyle yalan yanlış uygularız. Avrupa'lı bir şeyi deneylerle yapar eder, kendi yaptığı için amacı doğrultusunda kullanır. Biz ise ondan kopya aldığımız için, o yapılanın nere yaradığını bilmeden alır amacı dışında kullanırız. Görünüşte evet o yenilik bizde var fakat amacına göre değil de amacı dışında bir lüks olarak, kullanılmaz da durur işte.

Mesela üç gün kadar önce içim parçalandı. Görsel medyanın hepsi bu haberi verdi. "Ebru Ilıcalı isimli bir bayan öğretmen üç yaşında ki çocuğunu trene bindirdi. Kendisi binerken kapılar kapandı. Tren hareket etti ve bayan bir sinek gibi ezildi öldü."

Avrupa ülkelerinin hiç birinde böyle bir şey olamaz. Sen elinle zorla yapacak olsan da böyle bir şey yapamazsın. Niçin mi? Yapamazsın. Çünkü trenin yanlara açılan kapıları üzerinde karşılıklı iki kırmızı ışık var. Kapılardan her hangibirinde bu karşılıklı iki ışık arasında bir kitap yaprağı veya herhangi bir nesne olsa, girse bu iki ışık çakışmaz. Işıklar çakışmayınca da ışık devresi tamamlanmaz ve tek bu kapı değil, trenin bütün kapıları açık kalır, kapanmaz. Trende otomatik men hiç hareket edemez. Makinist yürütse de kapılar açık olduğu için tren kendi yürümez. Ne güzel değil mi? Şimdi burada kaza olur insan ölür mü?  Yolu düşen İsveç te gitsin baksın. 1978 yılında bu böyle idi. Şimdi nasıl bilmem. Yanı kapı üzerindeki o karşılıklı ışıklar emniyet görevi yapıyor. Binlerce kişiyi olası kazalardan sıfır riskle koruyor.

Ankara da metro treni ve ankaray da tren kapılarına, İstanbul da metrobüslere baktım. Aynı ışık tek olarak hepsinde var. Var fakat üstten aşağıya yanı tersine ve Allah sizi inandırsın ne işe kullanılıyor bilen yok. Ben de anlamadım. Belki emniyettir de ben anlamadım diye ayağımı uzattım. Az daha kapı ayağımı koparıyordu. Sakın ha aldanmayın. O ışıkların nere yaradığını biri açıklarsa memnun olurum.

Bence bizim akıllılar Avrupa da o ışıkları görmüşler, nere yaradığını kendilerine yedirip soramamışlar. Güya her şeyi biliyorlar ya ve ışık mı ışık, onlarda var, bizde de olsun diye takmışlar. Yahut o ışıkları takan uyanıklar 'bunlar nasılsa bilmiyor, yanlış takalım canları yansın veya ölsünler' diye düşünmüş, ters takmışlar. Yoksa nasıl olur aklım almıyor. Işık var görevine uygun değil. Sormak lazım o zaman 'Niçin taktınız' Hani anlatıp dururlar; adam "ülserim var onu yiyemem; millet vekili de olsun sen şimdi bunu ye, ülseri de sonra yeriz" dermiş.

Gazete kağıtını kesen ağır giyotin bıçaklarda da aynı sistem vardır. Düğmeye basılıp bıçak çalıştırılmak istense bile parmağın içerde ise o koca bıçak düşmez ve sana zarar vermemek için kağıtları da kesmez. İyi ki Türkiye'de onu amacına uygun takmışlar, yoksa Allah korusun günde 50 kişi kesilir ölürdü ve kimsede ceza almazdı.

Avrupa da şehir içinden geçen nehirlerin üzerinde, yerleşim yerleri bitene kadar çok sayıda 'can simiti ve yelekleri' vardır. Nehir kıyılarında peş peşe asılmaktadır. Hazır nehir kenarlarında bekletilir. Niçin? Çünkü birisi nehre düşerse onlar suya atılarak o düşen kişi kurtarılacak. Türkiye de hiç gördünüz mü? Böyle bir şey var mı? Avrupalı ile aramızda ki farklar en basit bir şekilde anlatmağa çalıştım. Teşekkür ederim.

13 Temmuz 2012 Cuma

RONALDO

Fatih Terim Brezilya da futbol antrenörüne sormuş:
- Hocam sen futbolcuları nasıl seçiyorsun ki şampiyon oluyorsunuz?
- Ben futbolcuları test edip başarılarına göre takıma alıyorum. Mesela sana örnek vereyim.
 Ronaldo'yu çağırmış ve sormuş;
- Ronaldo, söyle bana, senin annenin ve babanın çocuğu olan ve kardeşi olmayan kimdir?
Ronaldo biraz düşündükten sonra "Tabii ki benim, hocam, Ronaldo" demiş.
 Fatih Terim çok etkilenmiş ve Türkiye ye gelir gelmez Dobi'yi çağırmış yanına ve sormuş;
- Oğlum Dobi, senin annenin ve babanın çocuğu olan ve kardeşi olmayan kimdir?
 Dobi düşünmüş düşünmüş işin içinden çıkamayınca gitmiş Hakan Şükür'ü bulmuş ve Ona sormuş.
Hakan Şükür düşünmüş "Ben olurum, Hakan Şükür" demiş. Dobi hemen koşa koşa gelmiş Fatih Terim'e "Sorunun cevabini öğrendim, Hakan Şükür'dur, Hocam" demiş.
 Fatih Terim küplere binmiş, "Hepiniz işte böyle salaksınız onun için şampiyon olamıyoruz. Sorunun cevabı Hakan Şükür olur mu hiç. Doğru cevap Ronaldo olacaktı" demiş.

YERUME ZENCİYİ

Temel ilk İstanbul'a gittiği zaman kaldığı otelde bir zenci ile karşılaşmış. İlk defa bir zenci gördüğü için çok dikkatini çekmiş ve ta yanından hayretle bakarak iyice incelemiş.
Zenci bu durumdan biraz rahatsız olmuş fakat bir şey diyememiş.
Temel yatarken otel görevlisine sabah saat 07.00 de kalkacağını, o saatte uyandırmalarını tembihledikten sonra yatağa gitmiş uyumuş.

Zenci de "Bu adama bir ders vereyim" diye düşünmüş ve Temel uykuda iken Temel'i iyice siyaha boyamış. Sabah saat 07.00de otel görevlisi Temel'i uyandırmış.
Temel kalkmış lavaboya gidip aynaya bakmış ki rengi simsiyah "Uyii, Aptal otelcinin yaptığına bak, ben ona beni kaldır dedim, O yanlışlıkla benim yerime zenciyi  kaldırmış" demiş ve gitmiş geri yatmış.

11 Temmuz 2012 Çarşamba

İŞİNE KARIŞMAM

Bektaşi bir gün piizlenirken bir pislik böceği görür. Böcek hayvan pisliğini top etmeş yuvarlamağa çalışmaktadır. İki elini havaya açar ve; "Allahım, bu dünyayı, bu kadar canlıyı, varı, yoğu her şeyi yarattın da, bu pislik böceğini niçin yarattın?" diye sorar.

Birkaç sene sonra hasta olur, vücudunun her tarafını çibanlar sarar. Her çareye baş vurur, doktarlara gider, ilaçlar kullanır fakat bir türlü iyileşmez. Hatta vücudunda ki çibanlar daha da çoğalır. Bir gece rüyasında sakallı bir ihtiyar görür. Bu ihtiyar "Sen 40 tane pislik böceği bulacaksın. Onları ezeceksin. 40 sabah aç karnına suyundan içip, posasını da çıbanların üzerine süreceksin, o zaman iyileşir." der.
Bektaşı bu ilacı yapmağı pek istemez fakat çaresiz. İlacı yapar aynen ihtiyar dediği gibi uygular ve tez zamanda bu illetten kurtulur.

Yıllar sonra bir gemi Okyanusun ortasında fırtınaya tutulur. Batmak üzeredir. Bütün mürettebat ve yolcular yerlisi yabanacısı kurtulmak için ellerini açmışlar Allaha dua ediyorlar. Aynı Bektaşı da bu gemi de bulunuyor fakat o yanda çömelmiş olup bitenleri seyrediyor. Hiç bir şeye karışmıyor.

Telaşla dua edenlerden bir kaç kişi Bektaşının yanına giderler; "Erenler sen olgun ve hatırlı birine benziyorsun. Sen de dua etsen ki belki gemi batmaz da canımızı kurtarırız." derler.

Bektaşi onlara; "Yok arkadaş. Ben Allahın işine bir defa karıştım, kırk gün pislik böceği yedirdi. Bir daha karışırsam kim bilir ne yapar? Onun işine daha asla karışmam" der.

10 Temmuz 2012 Salı

TUMAN

Erzurum'da kadınlar iç çamaşırı üstüne giydikleri, alt kısmı lastikli şalvara benzer giysiye TUMAN derler.
Erzurum da bir kaç aile pikniğe giderler. Gönüllerince eğlendikten sonra
Kadın kocasına:
- Ola herif, canım istii, salıncakta biraz sallanım mı?
- Yok hanum, Sallanma! Tumanın görünir sonra.
Kadın yalvarır
- Çok istirem, ne olur, bir kere sallanırem.
- Delirdin mi karı tumanın görünür diyirem.
Herifi yanından ayrılır su getirmeğe gider. Yarım saat kadar sonra geri gelince bakar ki karısı salıncakta sallanıyor.
Hemen kadına bağırır:
- Ben sana sallanma tumanın görünir demirem mi?
Kadını cevap verir;
- Kadan alam ola herif, hemen sinirlenme. Sen istemezsinde ben tumanımı gösterir miyem. Tumanım görünmesin deyi çıkarmiş çantamda saklamışem.

9 Temmuz 2012 Pazartesi

NEYE DURİYSEN

Erzurumlu bir bayan yetişemeyince Ilıca'ya giden bir otobüsu durdurmak için olanca gücü ile harekete geçer ve "hop..dur..vs." bağırarak otobüse doğru koşmağa başlar. Bu durumu gören çevredeki vatandaşlar da bağırıp ıslık çalarak şoförü uyarırlar ve zorla, acı bir firenle otobüsü durdururlar. Otobüs durur fakat şoför çok kızmıştır.
Kadın sorar:
-Hele gardaş bu otobüs İliceye gidir mi?
Zaten canı burnunda olan şoför kızdığından;
-Heyir bacı heç getmeyir..
Kadın:
-Viss,, madem İliceye getmiysen, eleyse neye duriysen?

YAŞ TÖĞİYİR

Kahvede bir kaç Erzurumlu konuşuyorlar.
Anlaşıldığına göre bir tanesi ameliyat olmuş, hastaneden
yeni çıkmış ve anlatıyor:
-Doğtur beni ameliyat edeceğ. Ameliyat masasında yatırem. Bele doğturun iki gözünden boncuğ kimi yaşlar toğüliyir;
"Yavrum sene yezığ değil mi? Bu yaşte bıçak alltıne yatırsın" diyor.
Anlatılanlara kulak misafiri olan biri, yan masadan bağırıyor;

-Ola bağ. bağ. itoğlu it, hangi doğtir hastası için gözlerinden yaş töğiyir lo?

8 Temmuz 2012 Pazar

İKİ ŞAHİT

1977 yılında Adana Dağlıoğlu Mahallesinde; kendine ait bakkal içerisinde 60 yaşlarında bir şahıs akşam üzeri bıçaklanarak öldürülmüştü. Olay faili meçhuldu. Çevreden araştırma yaptık.

Hemen yanındaki derme çatma şalgamcı ve orada çalışan iki genç çocuklar Damadı Dursun'un kendisinden para isteyip vermeyince öldürdüğünü söylediler. Şahit olan adam kalın camlı bir gözlük takıyordu. O saatte o gözlükle göremezdi. Bu adamın yanında çalışan iki genç çocuk ta aynı şekilde gördüklerini, damadın kayın pederini öldürdüğünü söylediler. Ölen şahsın damadı Dursun'u yakaladık. Sarhoş biriydi, fakat cinayet işleyecek tip değildi. Zaten yemin billah etti ki "Ben öldürmedim" O şekilde ifadelerini alıp Adliyeye yolladık, Dursun tevkif oldu. Fakat bu öldürdüğüne bizlerde inanmamıştık. Bir ay kadar sonra cezaevindeki Dursun bir mektup bıraktı; "Kayın pederimi öldürmedim. Kim öldürdü ise faili bulunsun. Ben bu leke ile yaşayamam." diye tazıyordu. Üzerine benzin döküp kendini yaktı ve öldü.

Bir yıl kadar sonra şüpheli olarak yakalanan Mardin'li iki kişi öldürdüklerini itiraf ettiler. Olay yeri tesbit tutanağında gerçek fail oldukları ve gasp için olayı işledikleri anlaşıldı. Meslek hayatımda bir kaç defa böyle olaylarla karşılaştım. Onun için her zaman derim "Söylenenin yüzde dördüne, gözlerinizle gördüğünüzün yüzde kırkına inanın." Gözünüzle gördüğünüz ve doğru bildiğiniz bir olayda dahi, zaman sonra yanıldığınızı, hatta çok yanıldığınızi anlayacaksınız.

ELMAYI VURDU

Yıl 1980 Anakara Emniyet Müdürlüğü, yer 19 Mayıs Stadyumu Asayiş Ekipler Amirliği. Olayın kahramanları; sarhoş bir Başkomiser, onun şoförlüğünü yapan gece bekçisi, bazı amirler ve Seyran Bağları dolmuşunda bulunan vatandaşlar.

Olay şöyle gelişir;
Gündüz Gurup Amirliği yapan Başkomiser Selçuk Bey, orada bulunan arkadaşları ile atışlardan bahsederler. Selçuk Bey'in sarhoş olduğunu bilenler daha ziyade kendisi ile dalga geçerler. Hepsi bir palavra uydurup anlatarak tabanca ile çok iyi birer atıcı olduklarını iddia ederler. İddia gittikçe ciddileşir. Sen iyi atamazsın, ben iyi atar vururum. Yok sen atamazsın ben atar hedefi vururum diye tartışırlarken Başkomiser Selçuk Bey karşı tarafta kendisine şoförlük yapan Hoca diye tanınan Bekçi Abidin'i görür ve çağırır. Bekçi Abidin de nizamiye girişinde ki tablacıdan iki kilo elma almış, arabaya koymağa getirmektedir. Selçuk Bey "Abidin, Abidin." diye çağırır. "O elinde ki nedir?" diye sorar. Abidin de "Elma." diye bağırınca, "Koy bir tanesini başının üzerine." der.

Bekçi Abidin elinde ki poşetten bir elma başının üzerine koyar. O güya şakalaştıklarını ve eli ile nişan filan alacağını düşünür fakat Başkomiser Selçuk Bey belinden çektiği gibi, makaralı dedikleri Barabellüm tabancası ile "TAAK" diye bir el ateş eder. Herkes şaşırır. Ne yapacaklarını bilemezler. Bekçinin kafasının üzerinde ki elma parçalanır, dağılır fakat bir süre sonra da bekçi Abidin yere yığılır. Herkes olup bitenleri şaşkınlıkla izlerken bekçiye bakarlar, kontrol ederler ki vurulmamış. Elmanın suyu alnından aşağı akarken kan akıyor sanmış ve o korkudan bayılmış yere düşmüş. Başkomiser dönmüş geri iddia ettikleri kişilere "Ben işte böyle iyi atıcıyım var mı bir diyeceğiniz?" demiş. Bekçiye kolonya filan verip aklını başına getirmişler. Elini yüzünü yıkayıp biraz kendine geldikten sonra izin vermişler. Seyran Bağlarında bir gece kondu evi vardı, oraya gitmek için Ulus ta Seyran Bağları dolmuşuna binmiş ve evine gidiyor. Çoktan millet duymuş ve dolmuştaki yolcular Bekçi Abidin'in başından geçen bu olayı anlatıyorlar. Sivil olan olayın kahramanı bekçiyi tanımıyorlar ya ne bilsinler ki orada. Birisi diyor ki "Ya şurada Ekiplerde bir Başkomiser Bekçinin başına elma koydurmuş ve giyomtel gibi ateş ederek elmayı vurmuş. Bekçi de korkudan düşmüş bayılmış." Diğer birisi de: "Vah, vah. Yazık iyi adam ölmedi filan da, diğer bir tanesi; Hadi o İ.. Başkomiser ateş etti, O şerefsiz eşşoğlueşşek bekçi de elmayı başının üstüne niçin koydu? Kardeşim" diyormuş.

Bizim bekçi kendisine edilen küfürlere ve hakaretlere daha fazla dayanamadığı için daha evine gidemeden yarı yolda dolmuştan inmiş. Bilmem sizler hangisine kızacaksınız? Fakat bence içkinin şişede durduğu gibi durmadığına bir kez daha inanalım ve içmeyelim..Olur mu?

7 Temmuz 2012 Cumartesi

HAKİM'DEN RÜŞVET

1998 yılı, Gece saat 02.00 sıraları. Ahlak Büro Amirliğinde otururken o zamanlar yeni çıkan Erikson marka antenli cep telefonum çaldı. Bir bayan ağlamaklı bir sesle Ahlak Amiri olup olmadığımı sorduktan sonra Balgat ta bir adres vererek, 'Kocasının bu adreste kumar oynadığını, çok mağdur olduklarını, bütün varlıklarını kumara verdiğini, onu yakalarsam yuvasını kurtarabileceğimi, yoksa yuvasının yıkılacağını' acınacak bir şekilde bana izah etti.

Kadının yalvarmasına karşılık çok etkilendim. Şoförümle birlikte giderek önce bu verdiği adresi tespit ettim. Bu yer bir avukatlık bürosu idi. Değişik isimler adı altında kumarhane de olabilirdi. Çünkü daha önce normal evlerde bile kumar yakalamıştık. Gece çok geç saatler de bu yere gittim. Her iki pencereden içeride ışıkların yandığını gördüm. Bu saatte ışıklar yandığına göre avukatlık bürosu adı altında gerçekten bir kumarhane olabilirdi. Çünkü gece avukatlık bürosu çalışmazdı. Kapının ziline bastım ve kapıyı bir gözü kör bir adam açtı. Kim olduğumuzu, ne istediğimizi sordu. Avukatla görüşüp bir dava hakkında bilgi alacağımızı söyledim. Önce içeri almak istemedi. "O avukat benim burada sorun!" dedi. Biz hem bir çay içeceğiz dedik ve girdik. Bizi içeri boş bir odaya aldı ve "Ben avukatım, burası bana aittir. Buyurun." dedi. Kendinden başka 20-25 kişi daha vardı ve hepsi ayrı ayrı odalarda oyun oynuyorlardı.

Çaylarımızı içip bu bir gözü kör avukata güya derdimizi anlatıp bilgi alacağımız sırada, olup bitenleri de göz ucuyla takip ediyorduk. Yan tarafta ki bir masada 'yanık' tabir edilen oyun bitmiş, kazanan şahsa paralar teslim ediliyordu. Hemen oturduğum masadan kalkarak kendimi tanıttım ve paralara el koydum. Oyun kağıtları, mano ve sayıları kayıt not defterine el koydum. 16.000,00tlye yakın para, bir miktar da dolar yakalayıp aldıktan sonra masada bulunup oyun oynayan dört kişiden kimliklerini istedim. Yalnız ta baştan bir gariplik olduğunu hissettim. Kimse yerinden kıpırdamadığı gibi kimlikleri de vermediler. O oyuncuların yanında herkes şaşırmış diğer masalar da oturup oyun oynayanlar da gözleri ile beni ve şöförumu süzüyorlardı. Yanı kısacası beni hiç mi hiç takmadılar. Çok sinirlendim fakat hiç belli etmedim. Kapıyı açan ve bana kendini avukat olarak tanıtan o kör adam yanıma yaklaştı. "Başkomiserim, bu yakaladığın adamların hepsi hakim ve savcı. Burada eğleniyorlar. Bu akşam müsaade et, bende zaten burayı kapatacağım." dedi. Hemen belimden el telsizini çıkardım ve "Merkez bütün televizyon ekiplerini uyarın adres bildireceğim. Bu yere gelsinler" diye anons ettim fakat telsizin mandalına basmamıştım. Yanı sesim gitmedi de sadece orada olanlar bu söylediklerimi duydular. Onları basın yoluyla korkutmak istedim. Hakimlerden biri "Başkomiser sen ne yapıyorsun? Bunu yapana kadar hepimizi öldür daha iyi" dedi.

Adres doğru. Kumar da oynanıyor. O da doğru. Bu geldiğim yer avukata ait bir Büro, fakat bu ad altında savcı ve hakimlerin kumar oynadıkları bir kumarhane. Kumar nedir? Kabahat nev'inden bir suç. Cezası var mıdır? Hayır.

Hemen benim jeton düştü anladım. Ankara nın benden korkan gayrı meşru kişileri ve kabadayıları beni hakim ve savcılarla karşılaştırıp tuzağa düşürmek için bu yere göndertmişler. Trabzonlu bir Savcı vardı. "Boş ver Başkomiser gel bir yanık oynayalım da öyle git belki kazanır sın?" dedi. Ona hiç cevap vermedim.

Birer çay daha içtikten sonra, aldığım para ve kumar delil belgelerini geri bıraktım ve dostane bir şekilde bu yerden ayrılırken, hakimlerden 3. Ağır Ceza Reisi "Başkomiserim hiç olmazsa şu yakaladığın parayı alda harçlık edersin, afiyetle ye" diye şakalaştı. 

Acaba alsam bana ne yaparlardı? Ben de cüzdanımı gösterdim ve "Hiç te param yok. Verseniz çok iyi olur." dedim ve gülüştük. Oradan kazasız belasız ayrıldım. Fakat hafızamdan da silinmedi. İki sene sonra anladım, esas bana bu tezgahı kuran birlikte çalıştığım Asayiş Şube Müdürü Mustafa ve Gasp Amiri Ahmet Beyler imiş.

6 Temmuz 2012 Cuma

TAVUKLARIN GAZABI

1974 yılı Adana, millet vekili Ahmet Topaloğlu sık sık Adana'ya gelir, bazen Ceyhan'a geçer, her geldiği zaman da eskort isterdi. Bölge Trafik Ekiplerinden hangisi denk gelirse eskortluk ederlerdi. Zaten iki tane ekibi olan Bölge Trafiğin ekip otoları resmi plakalı Alman hibesi, oldukça yeni Ford binek arabaları idi.

Bu araçlar diğer polis otolarına göre hem yeni hem daha bakımlı idiler. Çünkü Adana yol byu güzergahlarında hizmet verirlerdi. Bir pazar günü Niğde İl sınırından bu Vekil Ahmet Topaloğlu nu almak için bir Bölge Trafik Ekibi istendi ve ekibe Merkez anons ederek görev verdi. Dört kişiden oluşan ekip tam bu sırada anonstan önce Tekir de yemek yemek için bir köyde mola vermişler. Evlerine götürmek üzere de köylülerden birer tane tavuk satınalmışlar. Otolarının bagajında tavuklar canlı, kanat ve bacakları bağlı olarak durmaktadırlar. Akşam görevden çıkıp evlerine gideceklerken götürüp kesip çoluk çocukları ile yiyecekler.

Birden eskortluk emri verilince ekipteki Polis Memuru Maraş lı Mustafa nın sevk ve idaresinde ki Ekip otosu, yemek dahi yemeden aceleyle giderler ve belirtilen yerde eskortluk görevini devralırlar. Misafirleri oraya kadar getiren Niğde Bölge Trafik Polislerinden oluşan eskort geri döner. Konvoy halinde gelirlerken Adana İl sınırında, Adana Valisi Lütfi Tuncel de kendi arabasıyla konvoya katılır.

Önde eskort Adana Bölge Trafik Ekibi, arkada Millet vekili Ahmet Topaloğlu, onun arkasında Adana Valisi ve avaneleri ile konvoy Ceyhan a doğru hareket ederler. Tam Raşit Ener Türistik Tesisleri diye bir yer vardır onun önünden geçerlerken aksilik ya eskortluk görevi yapan Bölge Trafik Ekibin Ford otosunun bagajı açılır. Bagajda ki dört canlı tavukların ikisinin bacak ve kanatları da çözülür. Diğerleri bağlı olarak tavukların hepsi dört tavuk birden "vak..vuk...vak" diye polis otosunun bagajından dışarı fırlayarak kara yolu üstünde etrafta uçuşmağa başlarlar.

Hemen Vali Anons etti; O zaman Vali nin telsiz kodu Bir di.
- Bir-Merkez
- Merkez dinliyor sayın Valim!
- Bölge Trafiği uyarın. Eskortluk yapan ekibin hepsini açığa aldım. Hemen yeni bir ekip yollasınlar.
Yedi aya yakın açıkta kaldılar. Kendilerine para toplayıp yardım ettik.

5 Temmuz 2012 Perşembe

HALA SİMSİYAH

Fransız Devlet Başkanı Charles de Gaulle'u (De Gol) herkes bilir ve çok iyi bir devlet adamı olduğu söylenir. Birde yaveri varmış De Gol'un; çok tatavatsız, ne zaman, nered ne konuşacağını bilmeyen adam. İsmi de var fakat şimdi hatırlayamadım. Bu Yaver'in tatavatsız olduğunu De Gol dahil herkes bilirmiş fakat iyi bir devlet adamı olduğu için De Gol de göz yumar kendisinden geçemezmiş.

Kim bilir ne potlar kırmış ki De Gol bir ülkeyi ziyarete giderken hep tembihler; "Aman ha yine bir popt kırma." dermiş.

Bir gün üst düzey bir ziyaret için İngiltere'ye gideceklermiş. Daha gitmeden De Gol Yaverini çağırmış ve yine tekrarlamış "Ne olur? olur olmaz konuşup ta bizi rezil etme." demiş. Yaver "Kesinlikle konuşmam, sizleri rezil etmem, Başkanım" demiş ve İngiltereye gitmişler. Olacaktan kaçınılmaz derler ya; yemekte Bu tatavatsız Yaver ile İngiliz Kraliçesi Elizabet tesadüfen yan yana oturmuşlar.

Aralarında havadan sudan konuştuktan sonra mevzu bitmiş, konuşacak bir şey kalmayınca, patavatsız Yaver, Kraliçe' ye sormuş:"Matmazel elleriniz niçin bu kadar çok beyaz ve güzel?" diye. Kraliçe ne desin? "Şey... on seneden beri eldiven kullanıyorum, galiba ondan böyle beyaz ve güzel" demiş.

Bunun üzerine Yaver, Elizabet'e; "Hayret yahu, elli seneden beri kilot giyiyorum, kasıklarım hala simsiyah, görmek ister misiniz? Matmazel! demiş.

4 Temmuz 2012 Çarşamba

BEN NERDEYİM

Yine eskiden olduğunu anlatırlardı. Adana Emniyet Müdürlüğü, bir gece saat 04.00 sıraları, sarhoş bir Emniyet Amiri ile Haber Merkezinin karşılıklı telsiz muhaberesi:
Amir;
-45 14, Merkez
Merkez;
-Merkez dinliyor efendim.
-Bir ekip yollayın, gelsin beni alsınlar.
-Anlaşıldı efendim, 48 92 yı yolluyorum, mevkiinizi verir misiniz?
-Merkez, sorun da o işte, neredeyim bilmiyorum. Beni buldurun tamam.
-Efendim yerde mısınız, oto da mısınız?
-Sen ne biçim merkezsin? Çabuk buldur beni.
-Bulunduğun yer karanlık mıdır? Aydınlık mıdır? Tenha mı yoksa kalabalık mıdır?
-Evet, çok karanlık ve tenha. Hiç bir şey görünmüyor.
-Biz seni bulana kadar hareketsiz bekleyin. Olduğunuz yerdek ayrılmayın. Geliyoruz tamam.
-Merkez, senin mevkiin neresi? Bekliyorum, geç kalmayın tamam.
Sonunda bulunmuş. Amir bey, evinden anons ediyormuş. Elektrikler kesilmiş te karanlıkta kalmış.