SAYFALAR

31 Aralık 2013 Salı

SEN AĞA, BEN AĞA

alıntı
Vaktiyle Türkiye İşçi Partisi Başkanı Behice Boran Diyarbakır da bir kahvede konuşma yapar. Halka sömürüldüklerini, Türkiye İşçi Partisine oy verdikleri takdirde, iktidar oldukları zaman, ağalığı kaldıracaklarını, her kişinin bir ağa olacağını, herkesin eşit olacağını, milleti aydınlatmak için veya kandırıp oy almak için anlatır. Behice Boran'ın bu anlattıklarını büyük bir hayretle ve ilgiyle dinleyen yaşlı bir adam Behice Boran'a soruyor: "E.. Kızım sen ağa, ben ağa, bizim sığırları kim sağa?" 

30 Aralık 2013 Pazartesi

ATLARA GÖRÜNME

1966 yılında biz Rize Lisesinde okurken Adamın birinin bir faytonu vardı. Bu faytonla müşteri taşır, nafakasını çıkarırdı. Zamanla faytona koşulu atlar çok ihtiyarladılar. Adam biraz fakir ya atları da değiştiremiyor, aynı yaşlı ve zayıf atlarla müşteri taşımağa devam ediyordu. Müşterilerde genelde yokuş yukarı Rize Kalesine çıkar geri inerlerdi. Birde atların arkasına pislikleri yere düşmemesi için branda gibi bir şey bağlamıştı. Bir gün Adam faytonla yine müşteri beklerken, yanına çok şişko ve ırı yarı bir adam geldi. "Ağabey beni Rize Kalesine kadar çıkarır mısın?" dedi. Adam bir atlara, bir de çok şişko olan bu adama baktı ve eğilerek adamın kulağına "Tamam ağabey götüreyim de, arabaya şöyle arka taraftan bin, atlara görünme." dedi. 

27 Aralık 2013 Cuma

YAN VİTES


Karadenizin Temel'i varsa Erzurum'unda Temel’e benzeyenleri var.

Erzurumlu bir vatandaş 12 Eylül den önce Almanya’dan izinli geldiği sırada getirdiği Ferrari Bugatti arabasıyla İstanbul da dolaşırken başından geçen bir olayı kahvede bakın nasıl anlatıyor?


"İstanbul Taksimde Ferrari arabamla dolaşırken birden önüme solcular çıhtı.
Bağtım bağıra çağıra ellerinde taş ve sopalarla bana doğrı gelirler. Hemen geri fitese tağtım ki gaçacam.
Geri geri giderken bir bağarım, arhamdanda sağcılar gelir.”

Dinleyenlerden biri heyecanlanır ve; "Eeee sen neyettin Ağabey?"

"Heç sorma gardaş, bahtım olacağı yoh. Hemen yan fitese tağmişem, yan yan elemi gaçirem, elemi gaçirem, görme gitsin." der.

25 Aralık 2013 Çarşamba

BU KOLTUK

alıntı
Temel binmiş uçağa İstanbul'dan Trabzon a gidiyormuş. Hostesler gelmiş bakmışlar ki Temel başkasının koltuğuna oturmuş. O koltuk sahibi de gelmiş. Ne kadar rica etmişlerse Temel'i bu koltuktan kaldıramamışlar. Temel direnmiş yanı inat etmiş. "İlle bu koltuktan kalkmam." demiş. Öbür adam da "Ben ille bu koltuğa oturacağım." demiş. Bu sebepten uçak yarım saat havalanamamış. Kaptan gelmiş Temel'in kulağına bir şey söylemiş. Temel yerinden hemen kalkmış başka koltuğa oturmuş. Adam da yerine oturmuş ve uçak kalkarak Trabzon'a gitmiş. Biliyorum hepiniz merak ediyorsunuz 'Kaptan Temel'e ne söyledi?' Cevap: uB kutlok a'nozbarT zemtig (kelimeleri soldan sağa okuyunuz) 

24 Aralık 2013 Salı

DÜŞERSE DÜŞSÜN


alıntı
Temel, Türk Hava Yollarının uçağı ile Trabzon'a uçuyor. Uçak hava boşluğuna girince içinde yolcular bir sarsıntı yaşarlar. Bu sarsıntı esnasında büyük bir panık olur. "Ey vah uçak düşüyor." diye yolcular korkularından birbirlerine sarılırlar. Temel soğuk kanlılığını hiç bozmaz. O panik havası yaşayanlara yüksek sesle bağırır. "Hah hah uçak düşecekmiş. Düşerse düşsün. Sanki uçak babanızın malı mıdur...da?"

20 Aralık 2013 Cuma

KESERLE VURMUŞLAR

1982 yılında Adana Dağlı oğlu Mahallesinde bir adres belirtilerek cinayet işlendiği ihbarı geldiğini bildiren Haber Merkezi, bu yere mıntıka polislerini sevk ederek, inceleme yapmalarını bildirir. Hatta o sırada görevli olan Cinayet Büro arkadaşlarımız da giderek inceleme yapmışlar. O evin sahibi Ramazan'ın cesedi bulunmuş. Ceset morga kaldırılmış. Olay faili meçhul olarak kalmış. 

Olaydan üç gün kadar sonra Antepli Polis Memuru yovrum Ahmet arkadaşımla olay yerine gittik. Daha doğrusu cesedin bulunduğu evin avlusuna gittik. Ev bahçe içerisinde etrafı güllerle çevrili müştemilatı kömürlük, köpek yuvası, kuş yuvaları vs reden oluşan tek katlı çevresi yüksek duvarla çevrili müstakil çok güzel bir evdi. Ziraat Bankası Müdürü oğlunu evlendirdiği zaman bu evi oğlu ile gelinine satın almış ve evde ikisi birlikte kalırlarken bir gece evine gelirken tam evin önünde oğlu Zekai öldürülmüş veya ölü olarak bulunmuş. O anda evde ölen şahsın bir yıl kadar önce evlendiği genç ve güzel bir bayan olan Meryem tek başına kalıyordu. 

Olayı anlattırdık. "Ceset bulunduktan üç gün önce kocasının eve gelmediğini. Başka bir mahallede oturan ve Ziraat Bankasının Müdürü olan babasının evine gitti sandığını. Ertesi gün kayın pederini iş yerinden arayarak durumu kendisine bildirdiğini. Bütün hısım akrabalarından araştırarak olumsuz netice aldıklarını. Bu arada kendisinin de kayın pederi ile birlikte bulunduğunu. Üçüncü günün gecesi bu belirttiğim evlerine kayın pederi ile gelirlerken, duvarın cümle giriş kapısı ile evleri arasında duvarların içinde ki yol üzerine döşenmiş taşların üstünde kocası Zekai'nin cesedini, kafası parçalanmış olarak bulduklarını. Çok sayıda polislerin gelerek burada inceleme yaptıklarını ve katılı yakalayacaklarını" söyledi. 

Kendisine 'etrafa bir göz atacağımızı ve bize refakat etmesini' usulen söyledik. Meryem bizleri pek beğenmediği veya polise benzetemediği için 'esas polislerin araştırma yaptıklarını ve bu olayı çözeceklerini, bizlerin bir şey yapamayacağımızı fakat madem istiyoruz bakmamızı' söyledi.

Meryem oldukça güzel ve birazda şımarık daha 25-28 yaşlarında bir genç kadındı. Güya çok üzüntülü olan Meryem ile, O önümüzde biz arkasında bahçenin her tarafını iyice kontrol ettikten sonra bu küçük şirin eve girdik. Eve girmeden önce dikkatimi çekti, kömürlükte kömür kovasına kan sürünmüş, temizlenmesine rağmen yine de belli oluyordu. 'Çok öncelerden tavuk kestiklerini ve o zaman sürünmüş olabileceğini' söyledi. Evde her oda ya hiç karıştırmadan bir göz attık. Her şey normal fakat yatak odasının duvarları yeni boyanmışa benziyordu. Ne zaman boyattığını sordum. Tek yatak odasının boyanması dikkat çekiciydi. Çift kişilik kocası ile birlikte yattığı yatağı açtım. Herhangi bir şey yoktu. Yatağın üzerinden yorganı aldım ve ters çevirdiğim zaman yatağın alt tarafında yıkanmış veya silinmiş, eski kan lekeleri vardı. Hemen yukarı tavana baktım. Odanın tavanına bakınca, yastık tarafında tavan üzerinde 70 adet irili ufaklı kurumuş kan damlası lekelerinin olduğunu gördüm. Tavanda ki kanları Meryem hiç görmemişti. Çünkü duvarda ki ve yerdeki kanları hep temizlemiş tavandaki kan olduğu gibi duruyordu. Ben gösterdiğim zaman tavana baktı ve kan lekelerini görünce yere yıkıldı, bayıldı. Hemen koluna kelepçe taktık. Tekrar evin bahçesine çıkarak yaptığımız incelemede  kömürlük içerisinde kurumuş kan lekeleri, yıkanmış kan lekeleri ve kömürlük dışında cesedin bulunduğu yere doğru sürükleme izlerini görmemiz üzerine olay meydana çıktı.

Meryem Hanıma döndüm ve "Olayı anlat yardımcı olayım." dedim. Kaşı ve gözleri ile bir kaç işaretler etmeğe başladı ve "Ne olur kimseye anlatmayın sizi ihya ederim."dedi. Çoğu zaman bizleri sivil gördüklerinden polise benzetemiyorlar, dolayısıyla da gafil avlandıkları oluyordu. Meryem olayı anlattı: "Bekarlığımdan beri aşık olduğum Nedim isimli eski komşumu gizlice çağırdım. Kocam Zekai uyurken gizlice içeri aldım. O uykuda iken yatağın içinde kafasına keserle vurarak öldürdük. Aradan beş altı ay geçtikten sonra Nedim ile evlenecektik. Ben kayın pederime kocamın kayıp olduğunu söyledim. Cesedi üç gün kadar kömürlükte sakladık. Sonra ben kayın pederimde iken Nedim cesedi kömürlükten giriş kapısının önüne getirdi ve kayın pederimle güya ben bilmiyormuşum gibi göstererek bulmamıza sebep oldu. Yatak odasını akan kanlardan sebep yıkadık ve duvarları boyattık. Tavanı düşünüp bakmadığımız için oraya sıçrayan kan lekelerini göremedik ve bilmiyorduk. Ta tavana kan nasıl sıçrar hala daha anlamış değilim. Yatağa akan kanı yıkadık fakat azda olsa belli oluyordu. Onun için onu ters çevirdik. Allah ayağımıza dolandırdı sizleri atlatamadık. Yakalandık." dedi.

Arkadaşım Ahmet hemen iki ev ötede ki Meryem'in sevgilisi Nedim'in evine gitti. O da zaten kulağı kirişte öyle bekliyormuş. Meryem'i kolu kelepçeli koltuğa oturtmuştum ve öyle bekliyorduk. Bizi azarlarcasına bir şeyler söyledikten sonra Meryem'in elinde ki kelepçeyi gördü. Meryem de ona tavanda ki kan lekelerini gösterdi ve "Boşuna inkar etme. Her şeyi anladılar. Olayı biz yaptığımızı biliyorlar." dedi. Nedim de artık inkar edemedi. Kendi evlerinin kömürlüğünde sakladığı sapının bazı yerlerinde hala kan izleri bulunan, olayda kullandıkları keseri gösterdi ve olay aydınlandı Her iki sevgili de bir bir ellerini tutarak Adliyeye çıktılar ve tevkif oldular.

Böylece her ikisi de işledikleri suçun karşılığı cezayı çekmek üzere cezaevine gönderildiler.
     

19 Aralık 2013 Perşembe

V.I.P.

'very important person' Bu İngilizce bir terim. Kelimelerin baş harfleri alınarak 'VIP' şeklinde kısaltılmış. Türkçesi : 'çok önemli insan' Hava alanlarında hep duyarız. VIP salonu filan diye yukarıda bunun adını yazdık işte.
Bir daha yazıyorum 'very important person = çok önemli insan'
Buradan anlaşılıyor ki insanlar üç çeşittir.
1- Hiç önemsiz insan,
2- Az önemli insan,
3- Çok önemli insan.
Bu ayırımı yapanlar kesin çok önemli insanlardır. Fakat bu ayırımı neye göre yapıyorlar. Hanı insanlar eşitti. Bu VIP salonlarında 'çok önemli insanlarız' diye her türlü konforu yaşayıp yeyip içtikten sonra, benim gibi 'hiç önemsiz ve az önemli' insanlara paralarını ödetmeleri adaletli midir?

Bir unvan daha var. CIP Salonu 'commercially impotant person' Türkçesi; 'ticari önemli kişi' Bu bence normaldır. Ticaret adamlarının ayrıcalıkları olabilir. Bir kulüp gibi ticaret adamları bu kulübe üye olur ve gidiş gelişlerde kendilere daha avantaj sağlayabilirler. Bu isim de normal dır. Öbürünü bir daha okuyun ve düşünün 'çok önemli insan'

18 Aralık 2013 Çarşamba

NEYİDİRSEN?

Ermenilerin Türkleri katlettikleri o yıllarda, Erzurumluları toplayıp Narman taraflarına götürerek tenha yerlerde kurşuna diziyorlarmış. 

Tek sıra halinde çökerterek beklettikleri kişileri tek tek alıp hemen orada bir kayanın arkasına götürüp, güya bir şeyler sorduktan sonra kafasına bir kurşun sıkıyorlar mış. 

Sırada sırada çömelip te öldürülmeği bekleyen Erzurumlulardan biri götürdükleri adamlara ne soruyorlar diye merak ederek, çöktüğü yerden ayağa kalkıp ta onları izlerken, arkasında ki Erzurumlu hemen uyarmış. "Dadaş neyidirsen ? Ayağa niye kalkıısen başımıza iş açacahan ha." demiş.   

12 Aralık 2013 Perşembe

İÇİ KIRMIZI

19778-79-80 lı yıllarda, o zaman yaşayanların hepsi bilirler ki okullar ve Türkiye kamplara bölünmüş, sağcı, solcu ve dinciler gibi üç gurup vardı. Ayrıca bu guruplar da kendi aralarında bölünmüşler, fraksiyonlar vardı. Bildiğim kadarı ile dincilerde bölünme olmazdı. Sağcılara ülkücü veya faşist, solculara komünist veya kurtarıcı, dincilere de doğru yoldan gidenler veya müslüman olarak bilinirlerdi.

En kötü şey 'TÜRK' olmaktı. Onlar 'Faşist' idiler. Hatta kısaltılmış olarak 'Faşo' derlerdi. Kemal Ilıcak'ın Tercüman gazetesi elinde ve cebinde görülürse çok kötü şeydi ve taşıyan kısa sürede dövülür veya öldürülürdü. Güya Türkler okurdu bu gazeteyi. Cumhuriyet gazetesi taşıyanın da akıbeti aynı olurdu. Onu da solcular okurdu. Mesela solcuların attıkları sloganlardan biri aklımda. Sağcıların çoğunluğu ülkücü oldukları ve onlardan çok korktukları için, veya onların önlerinde engel olduklarını düşündükleri için, hep onlarla uğraşırlar ve "Oşt oşt köpekler, vatan sizden ne bekler?" diye slogan atarlardı. Sağcılarda "Komünistler Moskova'ya" diye bağırırlardı. Dinciler ise hiç bir şeye karışmaz, öyle arada gider gelirlerdi. Bizler de "Bakın Müslümanlar ne iyi, hiç bir şeye karışmıyorlar." derdik. Müslüman olduğumuz için bu durum hoşumuza gider, bu guruba karşı biraz sempati duyardık. Görevde asla taraf tutmak gibi bir olgu veya eğilimimiz olmazdı. Sadece bir yere gittiğimiz zaman birinin dinci olduğunu anlarsak, zarar gelmez diye, gider yanına otururduk. Her mahalle bölünmüş, hatta kurtarılmış bölgeler vardı. Herkes birbirinden korkar, caddede gezerken kendini kollardı. Resmi polis sokakta hiç gezemezdi.

Her gün veya her akşam 'sağcı' 'solcu' diye gençler öldürülürdü. Hatta Öğrencileri taşıyan belediye otobüsleri silahlarla taranırdı. Eylem yapmak için kendi arkadaşlarını, yanı kendi örgüt üyelerini dahi kendileri öldürüp karşı tarafın üzerine atarlardı. Güvenlik görevlilerini sokak ortasında öldürürlerdi. Kamu görevlilerini öldürürlerdi. Her gün en az üç banka soyulurdu. Öğrenciler gurup olur, önlerinde ve arkalarında polis ekipleri olduğu halde, onlar marş söyleyerek ve slogan atarak, guruplar halinde, gergin bir hava içinde okullarına giderlerdi. Bazı sabahları Adana Valisi Tahir Gençağa rastlar, Emniyet Müdürü Alpaslan Bilginer'e anons ederdi.
-Bir, Merkez, iki (Bir: Valinin telsiz Kodu. İki: Emniyet Müdürünün telsiz Kodu)
-Dinliyorum Sayın Valim.
-Alpaslan Bey, ben Vali. Sen misin?
-Evet Sayın Valim.
-Şu anda 200 kişi kadar bir öğrenci gurubu ekiplerle cadde de yürüyorlar. Bunlar bizimkiler midir?
-Doğrudur. Sayın Valim. Onlar solculardır.
-İyi, iyi, bayağı da çokturlar. Çocuklar incinmesin. Ha.
-Anlaşıldı Sayın Valim. Bunlar Vali ile Emniyet Müdürünün telsiz konuşmaları.

Bir gün yukarıda anlattığım şekilde üç gurup öğrenci polis ekipleri eşliğinde okullarına gittikleri sırada, Adana Balcalı da ki Üniversitenin tam girişinde, Çevik Kuvvet Şube Müdür Vekili Emniyet Amiri Mehmet Aksu telsizle anons etti. "Merkez guruplar birbirine girdi. Kavga başladı." dedi. Ve bir spiker gibi olayı nakletmeğe başladı. Bizlerde olay yerine süratle intikal ettik. Sivil olduğumuz için hem polislerden, hem de öğrencilerden korkardık. Bazen polis olduğumuzu bilseler bile karambolden her iki tarafta biz sivil polisleri dövüyor veya yaralıyorlardı.

Bir sefer arkadaşımız Şahin Ağan'ın kaşını Hidayet isimli Polis Memuru "Sen misin avukat" deyip copla vurmuş patlatmıştı. Meğer polis arkadaşları bizim Şahin'i göstermişler ve "O gözlüklü avukattır ve yeni yakalandı Faşo'dur." demişler. O da gelmiş vurmuş gözlüğü bile kırılmıştı. Onun için böyle olaylarda biz biraz uzak dururduk. İlk gördüğümüz şey bazı resmi polislerin solculara yardım ettikleriydi. Bunlar 'Pol-Der' li polislerdi. Ne ise sağcılar ve solcular birbirine girmiş kan gövdeyi götürüyordu. Biz hiç karışamadık, yanı içlerine giremedik. Solcular sayıları az olan sağcıları dövdüler, püskürttüler. Arkadan dinciler geldi. Hanı onlar Müslüman ya, sağcılar da Müslüman, yardım edip kurtaracaklar sandık ve bazıları da sevindi. Hiç te öyle olmadı. Ve orada o zaman anladım ki dinciler, o zamana kadar benim bildiğim bizim Müslümanlardan değildiler. Dincilerin de fraksiyonları varmış. Aczimendilerden tutun da, Süleymancısı, Nurcusu ve daha bilmediklerim. Meğer bunlardan başka tamamen sahte dinciler de varmış. Sonra anladım ki bir çoğu ayet ve süreleri bile bilmiyor. Sadece oturup kalkarak hiç bir şey okumadan namaz kılıyorlardı. Ve daha sonraları sünnetsiz imam bile gördüm. Onun için söylerim. Dini, başkalarını kandırmak için alet edenlere inanmayın. Daha doğrusu Allah ile aranıza kimseyi almayın.

Ne ise arkadan gelen dinci gurup vardı ya, onlar da geldiler solcuların tarafına geçti ve iyice dayak yiyen sağcıları tamamen perişan ettiler. O zaman ki cahil halım ile ben tamamen şoke oldum. Müslümanlar komünistler ile bir olmuş başka bir Müslüman gurubu dövmüşlerdi. Olayda bir kaç tane de yaralılar vardı. Dinci gurup ta olup ta tanıyabildiğimiz bir öğrenci daha sonra banka soygunundan yakalanınca, ilk defa kendisine şöyle bir soru sordum: "Geçen ki o olayda, siz komünistlerin tarafını tutup, onlarla birlikte sağcıları, yanı diğer Müslüman kardeşlerinizi niçin dövdünüz?" İster inanın ister inanmayın bana verdiği tek cümle cevap: "Ağabey, bizim dışımız yeşil, içimiz kırmızıdır. Yeşil ve kırmızıyı hepiniz bilirsiniz. Şimdi ise daha şoke olacak şeylere şahit oluyorum.

O komünist bildiğimiz solcularla, o zaman aralarında kan davası olan ve faşist dedikleri sağcılar birlik olmuşlar, vatanı savunuyorlar. Ha bir de bazı solculardan duymuştum "Ağabey biz CHP yı beğenmeyiz. Yasal bir parti olduğundan, sadece kendimizi saklamak için ona katılmışız." derlerdi. O zaman ki o aşırı CHP liler nere gittiler? Belli ki beğenmedikleri için ayrılıp beğendikleri kendi partilerini kurdular. Hem de yasal olarak. Geri kalan CHP liler de Atatürk'ün partisi diye vatanı savunuyorlar. Ne mutlu tehlikeyi anlayıp ta kendine gelenlere. Ne mutlu şehit kanlarıyla yoğrulmuş bu toprakları savunanlara.

11 Aralık 2013 Çarşamba

CAN GELDİ

Çok sıcak bir gün Bektaşi oruçlu iken çok susanmış. Çeşmenin yanından geçerken kimseler var mı yok mu? diye sağa sola baktıktan sonra, gürül gürül akan sudan ağzını dayatarak kana kana içmiş. Tam o sırada yanından geçen bir adam görmüş. Adam kendisine "Ne yaptınız erenler orucunuz gitti." demiş. Bektaşi de "Orucum gitti ama, bu fakir kula da can geldi." demiş. 

10 Aralık 2013 Salı

DUANI İSTEMEM

Bektaşinin biri dilenciye para vermiş. Dilenci de dua etmeğe başlamış. Bektaşi hemen parasını geri istemiş ve "Ben senin duanı istemem. Bana dua yapma" demiş. Dilenci "Erenler niçin öyle dersin?" diye sormuş. Bektaşi cevap vermiş "Duanın hayırı olsa kendine olurdu, dilenci olmazdın." demiş.

9 Aralık 2013 Pazartesi

TARİH TEKERRÜRDÜR


alıntı
İngiliz devlet adamı Winston Churchill, tarihi bilmenin önemini belirtmek için, "Ne kadar geçmişim ise, o kadar da geleceğim" demiştir. Ünlü tarihçi İbnü`l-Esir ise, tarihin uzun kış gecelerini dolduran bir eğlence aleti olmayıp tarihten ibret alınması gereğinden söz etmiştir. Kuran-ı Kerim, geçmiş kavimlerin başlarından geçenleri, ibret ve ders almamız için bizlere anlatmıştır. Şu halde tarihi bilmek, yanı geçmişimizi bilmek, bugünü anlayıp yarını kurmak için mecburidir. Biz; bize öğretilen Yunanlıların yazdığı tarihi değil, gerçek kendi tarihimizi öğrenmek mecburiyetindeyiz. Eğer bunu sağlayabilirsek ancak ayakta kalabiliriz. Daha önce de bahsetmiştim. Biz Türk Milletine her zaman on senede bir aynı oyunu oynuyorlar. Eğer geçen tarihi gelecek nesillerimize teferruatıyla doğru olarak öğretebilirsek o zaman oynadıkları oyunları gelecek nesiller anlar ve bozarlar. Neslimiz kazanır. Herkes gelecek nesline, milletine refah bir ülke bırakmak için çaba sarf ederler. Bu sebeple de Ülkemizi almak istiyorlar. Bizim gelecek neslimizi ülkeyi alarak esir etmek istiyorlar. Bizi kuvvet ve savaşla yenemedikleri bir gerçek. Sadece oynadıkları oyunlarla yenmeğe çalışıyorlar. Çünkü çok duygusal bir Millet olduğumuzu biliyorlar. Onun için halkların kurtuluşu filan diye benzetmelerle sanki ezilen bir halk varmış gibi gösterip, tarihimizi bilmeyen bir kesimi kandırıp yanlarına çekiyorlar ve yıkmağa çalışıyorlar. Bu durum her on senede bir yeni gibi aynı senaryo ile tekrarlanıyor. İnşallah bu oyunlara gelmeyiz fakat bu da tarihimizi bilmekle mümkün olur. Etrafımıza bakıp ders almamızla mümkün olur. Ezilen halkları kurtarmak için girdikleri İslam ülkelerine bakın. Her zaman söylüyorum, IRAKI HİÇ UNUTMAYIN. Bu ülke de kıyamete kadar intihar saldırıları devam edecek. Bu ülkeye böyle olması için tohum ektiler. Böyle programladılar.

7 Aralık 2013 Cumartesi

SENİN YAŞINDA

Çocuk karnesini alır. Kırık notları çok vardır. Karne elinde eve geldiği zaman babası karnesine bakar ve çok üzülür. Oğluna "Bak yavrum, Mustafa Kemal senin yaşındayken sınıf birincisi idi. Hatta Kemal ismini Mustafa'ya Matematik Öğretmeni, sınıf birincisi olduğu için verdi." der. Çocuk gülerek babasına cevap verir. "Baba, Mustafa Kemal senin yaşında iken de Cumhurbaşkanı idi. Buna ne diyeceksen?" der.

6 Aralık 2013 Cuma

ARTIK BİR YAŞINDA

Demir Can Öztürk 28 Kasım 2013 te bir yaşında. Doğum gününü sadece annesi, babası ve arkadaşları ile kutladı. Dedesi, Babaannesi, Amcası ve Halasından uzaklarda kutladılar. Öbür Dedesi ve Anneannesi ile Dayısı da yanlarında değildi. Sadece birazını skype den izledik. Fotoğraflarından sadece bir kaç tanesini yayınlıyacağım. Baba annesi ve Ben; DAHA NİCE SAĞLIK VE SİHHAT DOLU, ANNE VE BABASI İLE BİRLİKTE ÇOK MUTLU BİR HAYAT YAŞAMASI DİLEKLERİMİZLE, DEMİR CAN ÖZTÜRK'ÜN DOĞUM GÜNÜNÜ kutladık. Amcası İstanbul dan ve Halası da Londra dan kutlamışlardır. Buradan bir kez daha 'ÇOK UZUN ve MUTLU YILLAR YAŞAMANI DİLİYORUZ,  DEMİR CAN !' Hepimizde seni çoook öpüyoruz. Allah nazarlardan, kazalardan ve belalardan ömür boyu korusun.




5 Aralık 2013 Perşembe

ALLAHIN ADALETİ

alıntı
Bektaşi bir gün kayıkla denize açılarak orada içki içmek istemiş. Kıyıdan açık denizde şarabını içerlerken birden hava bozmuş. Bektaşi bakmış kayık beşik gibi sallanıp duruyor, çok korkmuş ve telaşa kapılmış.
Kayıkçıya "Çabuk beni kıyıya geri götür." demiş.
Kayıkçı "Erenler ne korkuyorsun? Allah adaletlidir. Size bir şey olmaz." demiş.
Bektaşi da "Allah adaletlidir de bende onun için korkuyorum işte. Şu anda altımızda günlerce ac kalmış ve üstelik hiç insan eti yememiş binlerce köpek balığı vardır. Allah onları da düşünür." demiş.

4 Aralık 2013 Çarşamba

SANA ELİŞMEZLER

alıntı
Kayserili bir arkadaşım ile lokantada otururken, yanımıza çok geveze bir adam geldi. Ben adamı tanımıyordum. Arkadaşım da adamı tanımadığını sonradan öğrendim. Kayserili arkadaşım ile adam uzun süre samimi bir hava içinde konuştular. Arkadaşım adamı masamıza davet etti. Adamda oturdu. Kendi aralarında epeyce konuştular. Bir ara mevzu bitince adam Kayserili arkadaşıma: "Memleketiniz Kayseri de eşek etinden pastırma yapıyorlar mış. Bu doğru mudur?" diye sordu. Kayseri li de hiç istifini bozmadan cevabı yapıştırdı: "Eğer Kayseri'ye gideceksen, korkma sana elişmezler." dedi. Adam daha yemek te yemedi. Masamızı ve lokantayı terk etti.

3 Aralık 2013 Salı

NE YAPIYOR


alıntı
Bir gün yolda yaya giden yaşlı bir yolcunun arkasından atlı bir yolcu gelmiş. Atta ki yolcu yaya ya sormuş "Çok merak ediyorum. Şu anda Allah ne yapıyor acaba?" Yaya yolcu "Bu soruya ben cevap verebilirim. Fakat alçaktan olmaz. Kısa süreli de olsa atını bana vermen lazım. Ancak senin atının üzerinden cevap verebilirim." demiş. Adam kabul etmiş, attan inmiş. Yaya olan yaşlı yolcu onun atına binmiş. Attan inen, ata binene tekrar sormuş "Şimdi söyle bakalım. Allah şu anda ne yapıyor?" demiş. Ata binen yaya yolcu da "Ne yapacak ? Senin gibi aptal bir yolcunun yaya kaldığını, benim gibi akıllı bir yolcunun da senin atın ile gittiğini seyrediyor." demiş ve atı dört nala koşturarak oradan uzaklaşmış.  

2 Aralık 2013 Pazartesi

GEZİYE GİTTİK

Ankara da Şenyuva İlkokul Öğretmenleri '24 Kasım Öğretmenler Gününü' kutlamak için her yıl araba tutar bir yerlere gider eğlenirlerdi. 1987 yılında da Bolu'nun Gölcük gölüne geziye gittiler. Eşim de aynı okulda öğretmen olduğundan ben de geziye katıldım. Zaten öğretmenlerin hepsini tanırdım ve hepsi de iyi arkadaşlarımdı.

Çamların içinde mangallar yakıldı. İsteyenler için rakılar açıldı ve en iyi bir şekilde Öğretmenler Günü kutlanıyordu. Sazlar çalındı, türküler söylendi. Öğretmenler bu konularda faal olduklarından günümüz çok eğlenceli ve mutlu bir şekilde devam ediyordu. Kendi aralarında bazı sportif faaliyetler ve yarışlar da tertiplendi. Şentürk Bey öğretmen değildi. Öğretmen Sevim Hanımın Eşiydi ve sigortacılık yapıyordu. Orada yapılan spor ve yarışlardan sonra "Hadi Recep Bey koşarak bu gölün etrafını dolanalım." dedi. Ben baktım çok uzun olacak gibi değil. "Hayır. Ben bu işte yokum" dedim. Beni biraz dolduruşa getirmek istediler fakat ben yutmadım. Yanı kabul etmedim. Ertan Bey vardı, biraz rakı içmiş çakır keyif olmuştu. Şentürk Bey ile gölünün çevresini koşarak dolaşmak için iddialaştılar. Ne kadar etmeyin gitmeyin dedikse de dinletemedik. İkisi kulübenin yanından start verdiler, koşmağa başladılar.

Biraz da sarhoş olmasına rağmen ilk başlarda Ertan Bey çok iyi koşuyordu. Görünürlere kadar arkalarından gözlerimizle takip ettik. Onlar gözden kayıp olup gittiler. Bir saatten çok zaman geçmesine rağmen hiç biri geri dönmedi. Sağ taraftan koşmağa başladılar ve gölün etrafından dolanıp sol taraftan geleceklerdi. Bizler tedirgin olduk ve ben bir arkadaşla gölün sol tarafından onlara karşı iki arkadaşta arka taraflarından kendilerini bulmak için gölün kıyısından yürümeğe başladık. Biz biraz gittikten sonra Şentürk Bey kan ter içinde karşımızdan bize doğru yalnız başına koşarak geliyordu. Ertan Beyi sorduk "O göle atladı." dedi. "Uzaktan dolanmaktansa ben yüzerek karşıya geçerim." dedi ve "Ne kadar uğraştımsa engel olamadım. Suya atladı. Şimdi gelmiş olması gerekirdi. Mutlaka başına bir şey geldi." dedi.

Her tarafta aramamıza rağmen Ertan Bey yok, bulamadık. Onu aramak için iki defa gölün etrafında dolandık. Suyun içine giremedik. O koskoca göl. Kenarlarından karşı kıyıya doğru bakarak bulmağa çalıştık. Artık akşam olmak üzereydi. Ertan Bey ortalıkta yok. Artık bulunması için polise baş vuracaktık. Küçük bir iskele olan yer vardı. Onun önünde, kıyıya yakın bir yerde, suyun içinde otların arasında uzanmış duruyordu. Bizlerde kurtarmak için suya daldık. İyice yorulmuş, bazı otlar ve elbiseleri vücuduna sarılmıştı. Karaya çıkardık. Konuşamıyordu. Yarı baygındı. Çimenlerin üzerine uzattık. Ağzından yuttuğu sular aktı. Yarım saat kadar yattıktan sonra kendine geldi. Kendine gelir gelmez de ilk işi bize kızmak oldu. "Benden sebep suya niçin atladınız? Beni niçin kurtardınız?" diyordu.

Ertan Beyin suya atladığı yerden, bulduğumuz yere kadar suyun içinden sağ olarak gelmesi çok büyük bir mucizeydi. Sonradan anlattılar ve ben de anladım ki Ertan Bey eşinden ayrılmış. Öyle normal ayrılma değil, doğum esnasında eşi ölmüş. O bir hafta kadar hiç evine gelmemiş. Eşinin mezarının üstünde yatmış. Onun için hayata küsmüş ve ölmek istiyormuş. Kendisine her ne kadar nasihat ettiysek te o artık hayattan kopmuştu. Allah yardımcısı olsun.   

29 Kasım 2013 Cuma

TUZAĞA DÜŞMEYİN

Dün sabah telefondan aradılar:
-Burası…sigortalar kurumu. Hasan Kendigelen ile mi görüşüyoruz?
-Evet.
-Size vereceğim bilgiler doğru ise lütfen onaylayınız.
Adresimi, doğum tarihimi, anne adı, baba adı, ev tlf. numaramı, medeni halimi, emekli olduğumu ve (en önemlisi) kimlik numaramı söylediler. Doğru olduğu için ben de EVET cevabını verdim.
-Şu anda kullandığınız kredi kartı x bankasına ait.
-(O da doğru) Evet de bütün bunları niçin soruyorsunuz?
-Bakın, siz de anladınız ki bütün doğru bilgileriniz bizde var. Biz bunları size ait bir poliçeden okuyoruz. Üç yıl önce, iki yıllık bir kaza sigortası yaptırmışsınız. Binlercesinde olduğu gibi; İlk yılı kampanya imiş. İkinci yılın primini ödememişsiniz. Tutarı 600,00tl kadar. Kredi kartınızın her iki yüzünde ki numarasını lütfen verir misiniz? Tahsil edeceğiz.
-Siz banka hesap numaranızı verin.
-Beyefendi biz gereksiz komisyon vermemek için banka ile çalışmıyoruz. Ayrıca bankaya öderseniz ceza olarak, faiz ödemek mecburiyetinde kalırsınız. Bize öderseniz faiz almıyoruz.
-Peki. Bu defa benim size bir sorum olacak: Emekli olduğumu söylediniz. Nereden emekli olduğumu biliyor musunuz?
-Hayır.
-Ben emekli Cumhuriyet Savcısıyım. Bana tam olarak unvan ve açık adresinizi veriniz.
-Neden?
-Bulunduğunuz yerin emniyet müdürüne telefon açıyorum. Dolandırıcılık Masasından bir ekibi adresinize yollatacağım. Bilgileriniz doğru ise, o zaman adresinize havale çıkartırım.
Telefon kapandı. Ekrana çıkan telefon numarasını araştırdım. Tahminim gibi “Kayıt Yok” Kaza sigortası, poliçe falan da yok. Tamamen uydurma. Buradan anlıyoruz ki, gizli kalması gereken bütün kişisel bilgilerimiz maalesef ortalarda dolaşıyor. Bu görüşmeyi teferruatıyla anlatmamın ve burada paylaşmamın sebebi ise şu: Sizeler de böyle bir şey ile karşılaşabilirsiniz. O zaman bir savcı mı, hâkim mi, emniyet müdürü mü olursunuz? Hazırlıklı bulununuz. PAYLAŞALIM HERKES OKUSUN, BU TUZAĞA DÜŞMESİN KİMSE.

23 Kasım 2013 Cumartesi

ARKADAŞI ANLATTI

1967 yılında Okul hayatımızda Rizeli arkadaşım Hızır Mataracı ile Erzurum da bir otelde kalırken hamama gittik. Banyodan sonra dinlenirken bir paravan arkasından çok iyi anlaşılamayan bazı sesler geliyordu. Sanki hoca öğrencilerine bir şeyler anlatıyordu. Hızır ile birlikte dinleyip biraz güldük. Zaten bu konuşma tam Erzurum şivesi ile yapılıyor, konuşmaları pek anlayamıyorduk.

Konuşma esnasında ‘Osman Efendinin Ahmet’ diye isim geçince ben şaşırdım. Arkadaşım Hızır’a “Bu adam benim bildiğim, çok yakından tanıdığım bir adamdan bahsediyor.” Dedim ve asılan bezi aralayıp o seslerin geldiği yere girdim. Hızır da peşimden gelmişti. İçeride 8-10 genç ile 80 yaşlarında bir adam vardı. Adam çocuklara bir şeyler anlatıyordu. Bizleri görünce genç olduğumuzdan dinleyici bildiler ve ses çıkarmadan birisi eli ile işaret ederek bir yere oturttular. Bu yaşlı adam bir taraftan anlatıyor, bir taraftan da ağlıyordu. Dedem Osman Efendinin Ahmet'i anlatıyordu.

Yaşlı adam siyah takım elbise geymiş. İri yarı, altın dişli, kara yağız bir adamdı. Ve anlatmağa devam etti. “Ben Osman Efendinin Ahmet ile ilk defa Palandöken dağların da karşılaştım. Onlar üç kişi, biz dokuz kişi idik. Meğer onların iki arkadaşları da arkalarından takip ediyorlarmış. Biz öndekileri yakalayınca, arkadan gelen arkadaşları da bizi yakaladılar. Biz onları çok kalabalık bildik. Bizim silahlarımızı zorla alıp esir ettiler. Daha sonra Ermeni olmadığımızı anlayınca bizleri serbest bıraktılar. 

Osman Efendinin Ahmet ile o zaman tanıştım. Kendisi Teşkilatı Mahsusa nın Lazistan örgütündendi. O zamanlar Armen Garo dedikleri Karekin Pastırmacıyan isimli bir Ermeni Erzurum'a yerleşmiş, köylerimizi basıp herkesi öldürüyorlardı. Öldürdükleri Türk kadınlarının memelerini kesip alıyorlardı. Sonra içini temizleyip, güneşte kurutuyorlar ve tütün kesesi yapıyorlardı. Bu şekil keseler tütünü nemli tuttuğundan çok makbul sayılırdı. Ermeni erkeklerinin ellerinde, öldürdükleri Türk kadınlarının memeleri, tütün kesesi olarak bulunuyordu. 

Bir köye baskın yapan 20 kişi kadar Ermeni çetesi baskından dönerken hafif sisli bir havada bize rastladılar ve saldırdılar. Hepsi silahlı ve gözleri donmuştu. İki arkadaşımızı öldürdüler. Ve biz üç kişiyi yakalayıp esir aldılar. Ellerimizi bağlayıp, sorgulamak için kiliseye götürüyorlardı. Sağ olarak yakaladıklarını bu bölgede Sanasaryan kilisesinde güya sorgular ve işkence ederek öldürürlerdi. Bu kilise tam bir işkence yuvaları idi. O zamanlar buraya hiç bir hükümet kuvveti giremez, kontrol dahi edemezlerdi. Ermenilerden başka hiç kimse girip çıkamazdı. Tamamen Ermeni ülkesi gibi bir yerdi. Ve götürdükleri bir Türk'ü sağ bırakmaları mümkün değildi. Girip te sağ salım çıkan daha bir adam görülmemiştir. Bu Sanasaryan okulundan kaçmak ta mümkün olmadığı gibi, intihar etme imkanında hiç yoktu.

Biz tam ümidimizi kesmişken, yolda yakalanmadan önce ihtiyaç gidermek için bizlerden ayrılan ve sonra arkamızdan gelen Osman Efendinin Ahmet biz  yakalandığımızı fark etmiş ve ağaç dallarını keserek yolun sağından solundan uzatmış bu dalları tüfeğe benzeterek ilerlerde önümüzde bir yerde pusu kurmuştu. Ermenilerin üstlerine yağmur gibi kurşun yağdırıp bombalar attıktan sonra onları çil sürüsü gibi dağıttı. Bizleri kurtardı, fakat bizlerde çok korkmuştuk. Ellerimizi çözdü. Sağ kalan ve kaçamayan sekiz kişi Ermenilerin ellerini bağladık. Hatta üzerlerinden Türk kadınlarının memelerinden yapılmış tütün keseleri çıktı. Onların ellerini bağlarken güya yolda bekleyen hayalı arkadaşlarına sesleniyordu Osman Efendinin Ahmet. ‘Ateş etmeyin Uşaklar, bizi vurursunuz.’ diye” dedi. Bunları anlatan Adamın ismi Kadir Ekinci dir, ve biz tanıştıktan üç sene  kadar sonra da hakkın rahmetine kavuştuğu haberini aldım.  

Başka bir seferde Erzurum taraflarında bir yerde yine sisli bir havada dağın başında ateş yakmış ısınıp elbiselerini kuruturken, bir gurup Ermeni çetesi yakalamak veya öldürmek istemişler. Osman Efendinin Ahmet kalemliğinden çıkardığı dört deste, yanı 20 adet fişekleri ateşe atmış. Kendisi de bir kedi çevikliği ile taşın gerisine atlayarak seri bir şekilde, dört bir tarafa, üstlerine ateş ederken, ateşe attığı fişeklerde patlamağa başlamış. Dört bir tarafını saran Ermeniler kendi kendilerine “Bunlar çok kalabalık. Kaçalım.” Demişler ve kaçmışlar. Kendisi de sisten faydalanarak oradan uzaklaşmış, canını kurtarmış. 

Bazen de Ermeni çeteciler Türk çetelerine rastladıkları zaman kendilerini Türk tanıtıp gafil avladıktan sonra aniden vuruyorlardı. Mesela Yakup Cemil diye bir kumandan Sinop hapishanesinde ki mahküm askerden bir müfreze kurmuş Artvin'e gelmişti. Şavşat ta kalabalık Karekin Pastırmacıyan'ın çetesi ile karşılaşmışlar. Ermeniler kendilerini Türk olarak tanıtmışlar. İçlerine karıştıktan sonra bir istirahat anında birden harekete geçmişler ve bizimkilerin hepsini öldürmüşlerdi.

Yaşamak için çok kurnaz olmak, veya çok cesur olmak bile yetmiyor. Osman Efendinin Ahmet Rusya ya giderken Artvin'ın Şavşat taraflarında bir yerde Ermenilerin kurduğu pusuya düşmüş ve yakalamışlar. Ellerini bağladıktan  sonra sorgulayıp öldürmek için kiliseye götürüyorlarmış. Ermenilerin işkence yerleri Erzurum da meşhur Sanasaryan okuluymuş. 50-60 kişilik Ermeni çetesi ve aralarında elleri bağlı Osman Efendinin Ahmet olmak üzere gecenin karanlığında yürüyorlarmış. 

Şavşat yakınlarında Berta deresi üzerinden Berta köprüsünden geçerken, Osman Efendinin Ahmet elleri bağlı iken birden aralarından koşarak çıkmış ve bu köprüden kendini şimdi rafting bile yapılamayan, Çoruh nehrinin bir kolu olan Berta deresine atlamış. Epeyi bir yer suyun içinden gittikten sonra ilerde kıyıya çıkmış ve arkadan bağlı olan ellerini çözerek, kurtulmuş. 

Sonra ki günlerde o kendini yakalayan Ermenileri çok aramış fakat bulamamış. Yanı onlara hesap soramamış. Bu olay aklında kalmış, hep anlatıp dururmuş. Ve her tarafta da o Ermenileri ararmış. Aynı olay daha sonraları aynı şartlarda, aynı bölgede Meydancık köprüsünden Bocanat deresine atlamak süretiyle tekrarlanmış ve canını çok kere aynı yöntemle nehirlerin karanlık sularına atlayarak kurtarmış.   

22 Kasım 2013 Cuma

ÖZLÜ SÖZLER

1- Barışı korumanın tek yolu savaşa hazır olmaktır.
2- Sana nasıl davranılmasını istiyorsan sen de başkalarına öyle davran.
3- Hayatta hedefi olmayanlar yaşamaktan zevk alamazlar.
4- İşlediğimiz hataların çoğu, düşünmemiz gereken yerde, hislerimizle hareket etmekten ileri gelir.
5- Ne yaparsan yap yengeç her zaman yan gider, düzeltemezsin.
6- Hiç bir zaman çıktığın kapıyı hızlı çarpma, geri dönme mecburiyetinde kalabilirsin.
7- Geçmişimizle övünmeliyiz, fakat gelecek için de ne yapacağımızı bilmeliyiz.
8- İnsanlar eleştirilmelerini söylerler, fakat esas duymak istedikleri övgüdür.
9- Her zaman doğruyu konuşursan, ne dediğini unutmazsın.
10-Nasıl yaşadığımız geçmişe bakarak anlaşılır. Yaşamak ilerisini görerek sağlanır.

21 Kasım 2013 Perşembe

şiir SONUNDA


Bir yıl daha geçiririz, ömür eksilir nafile,
Çekerler koparırlar, farkında olmayız bile,
Hepsini götürür, bırakmaz ki geri zaman,
Gün geçtikçe tükeniriz, acımazlar haline,

Hayat gerçekten yalan, bilemeyiz başında,
Hep gündüzü görürsün, karanlığın dışında,
Sonun da kazanırsın, yaptıkların doğruysa,
Gerçek dünya görünür, yaşananın sonunda.
                                         Recep Ali Öztürk

19 Kasım 2013 Salı

TÜRKİ-YE

Biraz da Türkiye'mizden bahsedelim. Coğrafi konumu değil, onu herkes biliyor. Zaten bu durumu onu tartışılmaz ediyor. Ve onun için ezelden beri tüm ülkeler bu yerleri almak için canla başla uğraşıyorlar. Bu ülkede yaşayan insanlardan bahsedelim. Ülkemizde üç gurup insan yaşar ve devlet dairelerinde çalışırlar. 1) Ülkesini sevip savunanlar. Azınlıktadırlar. Her şeyin farkındadırlar. Ellerinden geldiği kadar bu ülkenin korunması için çalışırlar. Fakat faydasız. Kendi başlarınadırlar. 'Faşist' diye vasıflandırılırlar. Her yerde aşağılanırlar. Hatta 'Türklüğü kabul etmeleri' bile yadırganır. 2) Etliye sütlüye karışmayıp bana ne diyenler. Çoğunluktadırlar. Bazıları bilerek, bazıları bilmeyerek kötü amaçla çalışanlara yardım ve hizmet ederler. Bazıları da 'ben aç kalmayım, ne olursa olsun' diye düşünürler. Birinci planda aşları ve işleri gelir. Vatan ikinci plandadır. 3) El koymak için bölüp parçalamak ve iç savaş çıkarmak isteyenler. Casuslar ve Ajanlardır. Çok planlı ve bilinçli çalışırlar. Ülkede ki bütün terör ve kanunsuzluklar bu kişiler tarafından çıkartılıp uygulanmakta ve ülkede kaos yaratılmaktadır. Biri bir şey dediği zaman hepsi birlik olur onu desteklerler. Adeta vatanımızı dört taraftan abluka içine almışlardır. Bazı kanunlarda bunlara hizmet yönünde dayatmalar neticesinde veya bilmeyerek çıkartılmaktadır. Düşünün bir ülkede iç savaş çıkar ve halk birbirini öldürürse hangi ülke üzülür veya 'olmasa' der. Her zaman örnek veriyorum. İşte Müslüman ülkelerin durumu. İşte hiç unutmayın dediğim Irak'ın durumu. Kendiler artık bomba bile atmıyor. Düşmanlık tohumlarını ektiler. Herkesi birbirine düşürdüler, bir birlerini öldürttürüyorlar. Bu ilelebet devam edecek. Kimin umurunda? Araplar veya Türkler veya Kürtler ölüyorlarsa kimin neyi eksiliyor? Bütün güçleri ile planlı bir şekilde çalışıyorlar. Hedef ülkeyi yıkmak ve el koymak. Bazı vatandaşlarda bilmeden bunlara yardım edebilmektedirler.

Hepsi örgütlü olarak planlı ve bilinçli bir şekilde çalışıyorlar. Bu durumları bilmeyenlerin bir çoğu korkudan veya başka nedenlerden dolayı destek veriyorlar. Düşünün bir zamanların Valisi Yunanlılar kendine ait İli işgal ederken alkış tutmuş, Yunan askerlerini merasimle karşılamıştı. Bu ülkede üst düzey görevlerde bulunup ta sadece para kazanmak için çalışanlara yazıklar olsun. Ülke meselesi olunca para ikinci planda olmalı. Bir insan Türk olmayabilir. Türklüğü de kabul etmeyebilir. Hatta Türkleri sevmeyebilir de. Fakat vatanını satmaz. Birinci görev vatana hizmet ve onu korumak olmalı. Cumhuriyetin bir tek şeyini beğenmiyorum. Herkes gelişi güzel konuşuyor. Saklıyorlar bazı şeyleri ve hep yalan söylüyorlar bize. 'Osmanlı Padişahları Ülkeyi sattı' diyorlar. Ne satması beyler? İnsan kendi malını, mülkünü parasız pulsuz satar mı? Şimdi ki gibi zorla ellerinden aldılar. Bunu kimse söylemiyor. Hem de savaşla alamadılar, bu şekil de kirli oyunlarla savaşsız aldılar. Satsalar son padişahın parası olurdu. Parası olsa da ölünce cenazesi Fransa da rehin kalmazdı. Vahidettin'in naaşı parasızlıktan bakkal borçlarını ödeyemedikleri için uzun süre defnedilemedi. Fransızlara rehin kaldı. Arap Emiri cenaze masraflarını ve bakkal borcunu ödedi de defnedildi. Koca bir hanedan İstanbul'u terk ederken beş parasız gittiler. Aynı bugün kü gibi düşmanlarımız o zamanda saldırıyorlardı ve çeşitli oyunlarla emellerine ulaştılar. Mustafa Kemal ülkenin bir azını kurtarabildi. Şimdi ki Türkiyemizi. Türkiye de elimizden giderse daha başka bir ülke kuracak ne bir adam var. Ne de kurulacak toprak. Osmanlı İmparatorluğundan daha önce ayrılan diğer ülkelere bir göz, atın hepsinde iç savaş var. Türkiye sadece bölünmekle veya yıkılmakla kalacak sanmayın. Ve Kürdü, Türkü, Lazı, Çerkezi sizlere de bir daha ülke kurduracaklarını sanmayın. Yeni bir ülke kurarsanız da bir kaç yıl sonra biri birinize vurduracaklar. Sizler Irak'ı hiç unutmayınız. Her gün intihar saldırısı. Sizler Müslüman ülkelerini hiç unutmayınız. Sadece huzur içinde yaşayan bir tek islam ülkesi adı söyleyiniz. Ve tavsiyem aklınızı başınıza devşiriniz.      

16 Kasım 2013 Cumartesi

KANLIDERE


Hepimiz oradan geçeriz. İstanbul, Ankara tarafına gitmek için mecburen geçtiğimiz bir yer var. Kara yolu ile giderken oradan geçmek mecburiyetindeyiz. Çünkü başka geçit yeri yok. Eskiden de öyleydi. Trabzon tarafına gitmek için hep oralardan geçilirdi. Derelerin içinden, keskin virajlardan, karanlık yerlerden geçen öyle kötü bir yoldu. Şimdi çok güzel yapılmış, eski o kötülükten hiç eser kalmamış.

Fındıklı İlçesinden Ardeşen e doğru giderken, Mekeskır de 'Kanlıdere' diye bilinir bu yer. Eskiden Rum ve Ermeni çeteleri Rus askerlerinin gölgesi ve koruması altında her tarafı kasıp kavururlarken, burada pusu kurar, yol keser, soygun ve vurgunların bir çoğunu burada yaparlarmış. Soygun ve katliamlar sırasında, akıttıkları kandan dolayı burası Kanlıdere adını almış ve çok kişiler burada katledilmişler. Müsait olduğu için buraya pusu kurar geleni geçeni vurur kırar öldürürlermiş. Evet buralar çok şeylere şahit olmuş fakat dili olmadığı için kimselere anlatamamışlar.

Osman Efendinin Ahmet te o zamanlar kanun kaçağıdır ve eski adı Ğere şimdi ki Işıklı tarafında bir yerde saklanmaktadır. Şimdiki Sulak, o zaman ki Aşağı Zuğu Köyünde yaşayan ailesinin durumunu öğrenmek ve ihtiyaçlarını gidermek için bazı geceler gizlice köyüne gelip gider. Ahmet Efendi hiç bir yerde görünmediği gibi, hiç kimsede nerde kaldığını bilmez. Çünkü o kaçırdığı biz kızdan sebep üç kişiyi öldürmüş, kanun kaçağıdır fakat o zamanlarda pek kanunlara filan da uyan yoktur. Bir gece evine gitmek için şimdiki o Kanlıdere denilen yeri geçerken başına bir olay gelir. Ermeni Çeteleri yol üzerinde ki uygun yerlere pusu kurmuşlar gelip geçen bütün insanlara soygun ve işkence ediyorlar ve öldürüyorlar. Osman Efendinin Ahmet Ermenilere teslim olmaz. Elinde ki martini dedikleri mavzerle çok seri bir şekilde ateşler eder, bombalar atar ve yolun sağına doğru zık zaklar çizerek koşar pusu yerini vurulmadan atlatır, öbür tarafa geçer. Geçer fakat 'iyi ki kurtuldum' deyip çekip gitmez. Çetecilerin arkalarından dolanarak bu sefer kendisi çetecilere baskın yapar ve bir kaçını öldürür. Ahmet efendi kendine has bir biçimde tüfek kullanır ve tüfekle tabanca gibi seri ateş edermiş. Bunu gören Ermeni çeteler gecenin karanlığında çok eşkıyanın kendilerine baskın yaptığını sanar ve sağ kalanlar da kaçarlar. Böylece orada ki bir kaç adam da soyulmaktan ve ölümden kurtulmuş olurlar. Osman Efendinin Ahmet bu kurtulanların yanlarına gider. Orada yaralı birisi ile tanışır, Aslan Bey. Aslan Bey de çok güçlü kuvvetli ve gözü pek bir adamdır. Tedavisi olduktan sonra Ahmet Efendinin yanına katılır ve o da eşkıya olur. Aslan Bey bu bölgelerin Beylerindendir. Sonraları Yeğeni Halim Bey Fındıklı da Belediye Başkanlığı yapar. Aslan Bey Halim Beyin Amcasıdır.

Daha artık Aslan Bey ile sırt sırta verirler, birlikte eşkıyalık yaparlar. Hayatları hep birlikte arkadaş olarak geçer. Ta ki Aslan Bey vurulup ölene kadar. İki arkadaş Batum'u kurtarmak için gelen Yakup Cemil'in Sinop Cezaevi Mahkumlarından derleyip getirdiği gönüllü askerlere de katılır ve birlikte savaşırlar. Bir gün Batum taraflarında bir gurup süvari birliği ile karşılaşırlar. Süvari birliği Yakup Cemil'e Türk Eşkıya olduklarını, Ermenilere karşı savaştıklarını söylerler ve onun askerlerinin içine karışırlar. Halbuki onlar Türk değil Ermeni Çetesidir ve askerler samanlıkta yatarken samanlığı yakarlar. Yakup Cemil'in bir çok askeri bu şekilde yok olur giderler. Osman Efendinin Ahmet ile Aslan Bey bu yangından da sağ olarak kurtulurlar ve onlar yine kendi başlarına eşkıyalığa devam ederler.

Ahmet Efendinin evine gittiği ve Aslan Beyin yalnız kaldığı bir gün, Aslan Bey yanında başka bir arkadaşı ile Gümüşhane taraflarında bir çeşme başına gelerek tüfeğini çeşmeye yaslar ve su içeceği sırada, Ermeniler sağlı sollu her iki yönden de Aslan Bey'e yaylım ateşi açarlar. Aslında Aslan Bey de çok çabuk davranan bir insandır, fakat orada tüfeğini eline alana kadar kendisine kurşunlar isabet eder. Yine de çömeldiği yerden ayağa kalkar ve tüfeğine uzanırken "Yetiiiiş!! Osman Efendinin Ahmet!! Beni vurdular. Nerde isen yetiş ! Ölürsem intikamımı bırakma!" diye bağırır ve orada düşer ölür. Hatta o çeşmenin yanında bir de çınar ağaçı varmış. O kadar çok kurşun sıkılmış ki o ağaca isabet eden kurşunlar o ağacı da kurutmuş.

Aslan Beyin ölümünden sonra Osman Efendinin Ahmet'in de yıldızı düşmüş fakat yine de yalnız başına yoluna devam etmiş. Ondan sonra bir düzen tutturamamış ve beş altı sene sonra O da kayıp olmuş gitmiş. Osman Efendinin Ahmet köylere geldiği zaman kimsenin şüphelenmediği eski bir hasmının evinde gizlice kalırmış. Kimselere görünmeden sonra gideceği yerlere gidermiş. Şimdi Sulak köyünde ki evlerinin yeri bile belli değildir. Kanlıdere hala daha yerinde duruyor. Yukarıda anlattım ya, sadece şekli biraz değiştirilmiş. O dereler, ırmaklar doldurulmuş, viraj düzeltilmiş çok geniş ve düz bir yol yapılmış. Şimdi oralar da soygun yapacak, adam öldürecek ne Ermeniler var, ne Osman Efendinin Ahmet ile Aslan Bey ve nede başka bir eşkıyalar. Ama Kanlıdre duruyor yeli yerinde. Hem de daha güzel.


.   

15 Kasım 2013 Cuma

ESKİ HASIM



Askerler her tarafta Osman Efendinin Ahmet'i ararken Onun kendi evine gitmesi herhalde delilik olurdu. Köyleri Sulağa yakın O zamanlar Abu şimdiki Beydere Köyünde, daha önce kavga ettiği bir adam varmış. O zamanlar Haydar adında ki bu adam hatta kendisini bir kavgada bacağından bıçaklamış. Daha sonra Osman Efendinin Ahmet'in dağa çıkıp eşkıya olduğu her tarafta duyulunca Haydar da çok korkmuş. Korkudan evinde duramaz olmuş. Çünkü onun ne yapacağı, ne zaman meydana çıkacağı hiç belli olmazmış.
Gece gelir habersiz evime girer ve beni öldürür diye düşünüp bir çift adama saldıran köpekler almış. O vaziyette yine çok korkulu olarak evinde kalır, doğru dürüst uyku uyumazmış. Osman Efendinin Ahmet'in de bir mahareti daha varmış. Hiç umulmadık beklenmedik bir anda düşmanlarının karşısına dikilir, hesap sorar, yapacağını yapar, çeker gidermiş. Onun için 'Görünmez Adam' da derlermiş. Eski hasmı olan Haydar evinde çoluk çocuğu olmadığı bir zamanda uyurken birden uyanmış. Çünkü köpekleri havlıyorlarmış. Biraz kuşkulanmış ve elinde silah gece karanlıkta etrafı kolaçan etmiş. Bir şey göremeyince de yine uykuya dalmış. Ne zaman uyandıysa artık, yastığının altında ki tabancayı almak isterken Osman Efendinin Ahmet Haydar'ı tutmuş. Meğer köpekler ona havlıyorlarmış. Çoktan gelmiş evin içine girmiş. Haydar'ın yanına gelmiş ve; "Hiç sesini çıkarma ben seni öldürmeğe değil, buraya seninle barışmağa geldim. Çık kapıda köpeğinin biri armut ağacının çatalından asılıyor. Onu aşağı indir. Diğeri de ahırda hapistir, salıver." demiş.

Köpekleri et ile kandırmış, birini sepete koyduktan sonra sepetin içinde sepeti ip ile ağacın dalına çekmiş. Öbürünü de ahıra attıktan sonra kolaydan eve girmiş. Yıllarca herkes Haydar ile Osman Efendinin Ahmet'i düşman bilmişler. Halbuki Onlar dost olmuşlar. Ahmet köylere geldiği zaman, gizlice hep Haydar'ın evine gider orada saklanırmış. Kimse de şüphelenip ihbar etmezlermiş. Başka kimseye güvenip görünmezmiş. Köylerde olup biten haberleri bu adamdan alır, bir ara da kendi evine uğrar çoluk çocuklarını görür, daha sonra da çekip gidermiş. Her zaman kaçak tütün getirir bu adama verirmiş. Böylece eski düşmanlık iyi bir dostluğa dönüşmüş ve uzun süre dost olarak yaşamışlar.

14 Kasım 2013 Perşembe

BİR MECİDİYE

mecidiye (alıntı)
Dudğe olayından sonra Osman Efendinin Ahmet Fındıklıya gelmiş fakat köyüne yaklaşamamış. İşlediği olay daha çok taze aradan bir gün ancak geçmiş. O zamanlar bir olay olduğu zaman öyle bir iki asker değil, ıslahat kalkmış, elli, yüz asker bir den köye çıkarmış. Çarşıdan Sulak Köyüne kadar her taraf asker kaynıyor bunu arıyorlarmış. Ahmet'in evi de Sulak Köyünde Hanımı Raife ve Kızları Nadiye ile Meryem orada yaşıyorlarmış.

Osman Efendinin Ahmet evine gidip ailesini göremeyince onlardan haber alabilmek için Fındıklı (Viçe) da bir askere yanaşmış ve neler olup bittiğini sormuş. Asker de "Sana ne be adam. Şu yukarı köyden bir adam Dudğe'yi yaktı, yıktı, Onu arıyoruz. Bu taraf köylerde bir olay olmadı ama suçlu bu köylü." demiş. Böylece ailesine bir zarar verilip verilmediğini anlamış ve askerin yanından ayrılarak oradan uzaklaşmış.

Saniye Hanımdan kalan kadın elbisesini giymiş ve kendisine barınacak bir yer bulmak için, tenha yerlerde, deniz kıyısında dalgın dalgın giderken, karşı taraftan gelen sakallı bir ihtiyar adam, tam yanında durmuş ve elini uzatarak "Delikanlı çok ihtiyacım var. Senin de cebinde bir mecidiye paran var. Onu bana verir misin?" demiş. Bu kendi sıkıntılarını düşünürken, ihtiyar ile ilgilenmediği gibi para da vermemiş ve "İşine git git ihtiyar diyerek, ihtiyarı geçmiş. Üç beş adım gittikten sonra aklı başına gelmiş. 'Ben tanınmamak için kadın elbisesi giymişim. Delikanlı olduğumu bu ihtiyar nasıl anladı? Cebimde bir mecidiyem olduğunu nerden biliyordu?' diye düşünmüş. Hemen geri dönmüş. Bu sakallı adamı tutup bazı merak ettiği şeyleri soracakmış. Arkasında bu beyaz sakallı dedeyi görememiş. "Amca amca" diye sağa sola bakmışsa da ihtiyar kayıp olmuş gitmiş. Bir daha da bu dedeyi görememiş.

İhtiyara vermek için elinde tuttuğu bir mecidiye para elinden fırladığı gibi denize atılmış ve kayıp olmuş. O paranın hayrını görememiş. Ondan sonra da parasının çok bereketsiz olduğunu söylermiş. Bu olayı kızları ve yakınları çok anlatırlatdı.

8 Kasım 2013 Cuma

İŞTE O KÖPRÜ


 
Geçen Osman Efendinin Ahmet'ten bahsederek, 'Edalı Yarım' yazısı ile yaptığı hatayı ve başına gelenleri anlatmıştık. Saniye'yi zorla alıp götürürlerken kapı perdesine yaslanarak; o acıklı sahneyi seyrettiğini ve arkasından türkü söylediğini, o zamanlar 5-6 yaşlarında bir çocuk olan ve yanlarında bulunan kızı Meryem Hanım dan duymuştum. 

Hatta komşularından hiç kimsenin kendisine yardım etmediğini, tamamen yalnız başına bırakıldığını anlatmıştı. O zaman kapı eşiğinde durup öbür eşi Raife Hanım duymayacağı gibi gizliden gizliye şöyle türkü söylemişti, fakat o türküyü kızı Meryem duymuştu.

"Edalı yarım, belalı yarım, 
Gizli haber eyle, gene duyarım.
Sen hiç merak etme, seni ararım, 
Senin için kıyamete yanarım,
Senden sebep öldürürüm, ölürüm."

Bir haber gelip gelmediğini, veya bir tuzak kurulup ta çağrılıp çağrılmadığını bilmiyoruz. Ancak Sonbahar aylarının aydınlık bir gece vakti, geç saatlerde Osman Efendinin Ahmet, belinde kesik pire Rus Nagant (lagan) tabancası. Sürmene yapısı ikili karakulak saldırma bıçağı. Üç adet el bombası. Elinde Rus Berdan filinta tüfeği ve kalemlik dedikleri üzerinde iki yüz adet beşli desteler halinde fişek bulunan kemer göğsüne takılı olarak, elinden aldıkları kadın, Saniye'nin bulunduğu köye Dutğe'ye doğru, Onu bulmağa veya hesap sormağa veya ziyaret etmeğe tek başına yaya olarak, şimdi adı Sulak Köyü olan o zaman ki Zuğu Sufyan Köyünden yola koyulur. Daha önce de gelip gittiği için Ahmet oraları ve yollarını iyi bilmektedir. Kadının bulunduğu köye gitmek için Tunca deresinden karşı tarafa geçmesi gerekir.

Aydınlık berrak bir Sonbahar gecesinin geç saatlerinde sadece taşlara çarpan su sesleri yankılanırken, Tunca deresi üzerinde ki tek geçit olarak kullanılan ve her tarafı birbirine bağlayan, tarihi, 30 metre yükseklik ve 50-60 metre uzunluğunda ki ne zaman yapıldığı bilinmeyen bu taş kemer köprünün yanına, Osman Efendinin Ahmet iki saat kadar süren yaya yolculuğundan sonra gelir. Her şey normal, sadece akan suyun sesi duyulmakta ve gecenin o sessizliğini bozmaktadır. Sanki bu köprü gecenin o sessiz saatlerinde herkese kan kusturacak olan bu yolcu adamın buraya gelmesini beklemektedir. 

Köprüyü geçmek için adımını atar ve köprünün üstünde yürürken tam ortasında ki tümseğe geldiği zaman, karşı tarafta köprünün başında birinin elinde tüfek olan üç adam görür. Ahmet kuşkulanır ve geri dönmek ister. Bir bakar ki arkasında da köprünün öbür ucunda biri tüfekli üç adam daha var. Gecenin o saatinde, o yerde, altı kişi adam ne yapar? Hem de hepsi silahlı. Acaba daha başka saklı olanlar da var mı? Ahmet yere çöktüğü gibi elindeki tüfeğiyle üstlerine doğru peş peşe ateş etmeğe başlar. 

Kullandığı tüfek beş fişek kapasitelidir. 200 fişekte kalemliğine takılı üzerinde taşımaktadır. Kaç fişek attığı belli değil. Ahmet tüfeği de başka büyük bir maharetle, kimsenin bilmediği ve kullanamadığı bir şekilde kullanırmış. 

Nasıl mı? Onu da anlatalım. Tüfeği sol eli ile el kundağından sıkıca tutar. Sağ elinin baş parmağı ile işaret parmağı arasında ki boşluğa mekanizmanın topuzunu sıkıştırarak, hiç bırakmaz. Devamlı yaprak gibi sağ elini açıp kapayarak mekanizmayı bu şekilde ileri geri çalıştırır. Sağ eli her ileri gittiği zaman da mekanizma fişek yatağını doldurur. Küçük parmağı ile devamlı tetik çekerek, tabanca gibi seri bir şekilde tüfekle ateş edermiş. Tüfekte fişek bittiği zaman sol eli ile hala el kundağından sabit tutmuşken, beşer tane desteler halinde kütüklüğünde bulunan fişekleri, sağ eli ile çıkararak, mekanizma açıkken hazinenin üstünde ki yerine yerleştirir. Üstten basınca fişekler hazineye dolar. Boşalan desteyi ileri sürülen mekanizma kafası fırlatarak atar ve yeni dolu fişeği, fişek yatağına sürer böylece otomatik tabanca gibi, tüfeği ile ateşe devam edermiş.

Bir yerde bu şekilde seri tüfek sesleri duyanlar hemen anlarlar ve "Osman Efendinin Ahmet geri döndü" derlermiş. Başka kimse bu şekilde seri atış etmeği beceremediği için hemen anlaşılırmış. 

Gelelim bu köprüye kaç fişek atıldığını kimse bilmiyor. Öbürüler de her iki taraftan hep birlikte çok sayıda tabanca ve tüfeklerle ateş ediyorlar. Az evvel sadece su sesleri duyulurken, bu sefer tüfek ve tabanca sesleri taşlara vurup yankılanıyor orada. Tunca köprüsünün üzerinden Tunca deresini sabaha karşı yarım saat kadar mavzer ve tabanca sesleri inletiyor. 

Sonunda bir kaç adamın yere düştüğünü gören Osman Efendinin Ahmet resimde görülen bu köprüden, 30 metre yüksekten, üzerinde ki teçhizatları ile birlikte suya atlıyor. Bir an kadar bir sessizlik hakim oluyor. Ahmet'e pusu kuranlar arkasından suya bakıyorlar fakat Osman Efendinin Ahmet'i artık suyun içinde göremiyorlar. Suyun akıntı istikametine doğru tekrar ateş ediyorlar. Silah seslerine uyanan insanlar arasında bağrışmalar ve koşuşmalar oluyor. Artık sabah olmak üzeredir. 

Osman Efendinin Ahmet epey bir yere kadar suyun dibinden gittikten sonra ilerlerde kıyıya çıkar ve hiç yara almadan ufak tefek sıyrıklarla kurtulur. Üzerinde ki elbiselerini sıkıp suyunu çektirdikten sonra tekrar giyer ve elinde ki tüfeğini ve kalemliğini viran bir değirmende o an için saklar. Geri o atladığı köprüye doğru gelir. Görünce kendisi de dehşete kapılır ve inanamaz. "Ya ben buradan mı atladım?" der kendi kendine. 

Herkes toplanmış kıyı boyunca kendisinin cesedini arıyorlarmış. "Ya bu azgın su cesedi denize kadar götürmüştür. Kurtulmasına hiç imkan ve ihtimal yoktur." diye kendi aralarında konuşuyorlarmış. Zaten bu dere Fırtına deresine karışır ve oradan denize dökülür. Hele biraz da taşkınsa o zamanlarda cesedin bulunması mümkün değildir.

Bir taraftan da o dar ve yokuş yollarda Osman Efendinin Ahmet'in yaraladığı insanları götürmek için uğraşıyorlarmış. Osman Efendinin Ahmet'e pusu kuranlar galiba yanlışlıkla kendi arkadaşlarını da vurabilmişler. Osman Efendinin Ahmet olup bitenleri, Saniye'yi öldürdüklerini, kendisini de yakalayıp işkence ederek öldüreceklerini, orada olan kişilerin konuşmalarından her şeyi öğrenmiş. Her şeyi anlamak için de kendi cesedini bir süre güya onlarla aramış tabi. 

O sırada zaten vakit geçmiş kuşluk vakti olmuş. Sakladığı yerden tüfeğini ve malzemelerini almadan oradan uzaklaşmış. Başka bir komşu köyde otlayan bir inekten çarığının içine süt sağmış ve o süt ile açlığını gidermiş. Zaten akşam olmak üzereymiş. Olayın olduğu o günün akşam üzeri askerler gittikten sonra doğruca Saniye'nin ve Kocasının evine gitmiş. Saniye'yi öldürmüşler ya O yok artık. Evin içine bir el bombası atmış. Dışarı çıkan veya oraya koşan erkeklere de mavzeri ile yaylım ateşi ettikten sonra kargaşadan faydalanarak oradan da kaçmış. 

Bu olayda söylenene göre toplam dört kişi ölmüş. İlerlerde başka bir yerde kurutmak için astıkları yerden peçeli bir kadın elbisesini alarak giymiş ve o bölgeyi terk etmiş. Artık o günden sonra da kanun, savcı ve hakim Osman Efendinin Ahmet yani kendisi olmuş. Her şeye kendisi karar verip uygulamağa başlamış. 

Güvenlik Kuvvetlerine hiç yakalanmamış. Sadece milis kuvvetlere gönüllü katılarak vatanın kurtarılması için savaşmış. Diğer zamanlar yakalandığı zaman, ille ki bir kolayını bulup kaçmış. Bir daha da böyle dere ve nehirlerden geçerken asla köprü kullanmamış. O köylere de Saniye den sebep bir kaç defa daha gitmiş. Fakat daha sonralarda herhangi bir vurgun işi olmamış. 

Aslında galiba o köprüde pusuya düşürmeseler vurgun yapmazdı. Mecbur kalınca canını kurtarmak için yapmış olabilir. Zaten yakalayıp işkence ederek öldüreceklerini sonradan kendi kulakları ile duyduğunu, evinde saklandığı o eski hasmına anlatmış. Artvin ve Erzurum taraflarında çok arkadaşları varmış. Hatta oralarda ismini duymayan pek az adam varmış. Çok pusulara düşmüş, çok çatışmalara girmiş ve öylelikle hayatını bitirmiş.

Bu şekilde on beş yıl kadar acılı, üzüntülü kısa bir kaçak hayatı yaşamış. Evine gizlice uğrar azamı bir veya iki gün kimseye gözükmeden durur, gidermiş. Her sabah 'Ayetül Kürsü' Süresini okumadan evden çıkmazmış. Nerede olduğunu kimseler bilmezmiş. 

Altı çocuğu olmuş. Beş kız bir erkek. Oğlu Osman bir oyunla kendi ölümünden sonra öldürülmüş ve faili meçhul kalmış. Oğlu Osman'ın hanımı Mülime Hanım evden kovulmuş. O zaman ki adı Zuğu Sufya şimdi ki Sulak Köyünde bulunan evlerinin yeri bile belli değildir. Kendisi daha ziyade Rusya taraflarında barınırmış. İlk zamanlar soygun filan kesinlikle yapmazmış. Sadece yakalanmamak için meydana çıkmaz. 

O zamanlar zaten moda olduğu gibi hiç bir zaman silahsız gezmezmiş. Çok iyi silah kullanırmış. Dostlarına çok sadık, düşmanlarına çok hain ve acımasızmış. Hiç bir zaman haksızlığa tahammül etmezmiş. 

Rusya'ya gidip gelirken defalarca Ermeni çeteleri, Rum çeteleri ve Rus askerleri tarafından çok kere pusuya düşürülerek çatışmalara girmişler. Bazen kurtulmuş, bazen yakalanmış, her seferinde bir kolayını bulup ellerinden kaçmış, kurtulmuş. Uzun süre bu çetelerin ve Rus askerlerinin korkulu rüyaları olmuş. Hopa Sancak Beyi Ali Rıza Beyin birliğine katılarak bir süre Rus ve Ermenilere karşı savaşmış. Teşkilatı Mahsusa dan Yenibahçeli Yakup Cemil ile Şavşat ta tanışır. Yakup Cemil'in Sinop Cezaevinden oluşturduğu kuvvetlere arkadaşları ile öncülük ederler. Ve bir çok savaşlara katılırlar. Rusya da çalışır, çabalar, evine para getirirmiş. Büyük kızı Nadiye yi de Rusya'ya getirmiş. 

Daha sonraları kızı Nadiye orada evlenmiş. 1917 Komünizm İhtilali olmuş. Sanırım Sibirya'ya gönderilen vagonlarda ki yolculardan biri de Nadiye Hanımdır. 

En son Laz ve Hemşinlilerden oluşan 50 kişilik gönüllü bir kuvvet ile Ermeni isyanlarında Ermenilerle savaşmak için Erzurum'a gitmiş. İçlerinden sadece Sulak Köyünden Ömeroğlu Ali sağ olarak geri dönmüş. Kendisi ve diğerleri kırk dokuz kişi geri dönememişler. Şimdi evinin yeri belli olmadığı gibi mezarı da belli değildir.



6 Kasım 2013 Çarşamba

AZGIN KARADENİZ

baksana tam karadeniz
Karadeniz ile ilgili bir çok hikayeler duymuşum. Aslında olay olmuşta bize anlatılınca hikaye gibi gelmiş. Mesela geçen sene dalgaları seyreden bir üniversiteli Giresunlu kızı dalgalar kapmış ölü veya diri bir daha bulunamamıştı. Ondan daha önce deniz doldurulurken bir kaç tane arabaları almış ve götürmüştü. Kaç tane iskeleden denizi seyreden adamları dalga kaptı götürdü. Bunlar kıyılarda olan olaylar. Birde Karadeniz e taka veya teknelerle veya gemilerle açılıp ta bir daha hiç geri gelemeyenler var. Kimisi zevkine açılır denize, kimisi mecburen açılır çünkü geçimini denizden temin eder. Düşünün fırsatını bulduğu zaman avını kıyıdan kapan bir canavara benzetirsek Karadenizi, kendi kucağındakine ne yapmaz ki? Resime bakarsanız gece filan değil ha. Heybetinden öyle görünüyor. Bir şeyi ille alacağım derse, kurtuluş olmaz ters çevirir içinde ne bulursa hepsini alır. Hatta ta evine bile gelip kapından alır. Kafaya koyduysa kurtuluş olmaz. Hatta Titanik gibi bir gemi olsa bile onu da alır. Onun için Karadenizin inadına inat etmeyeceksin. Onunla başa çıkamazsın. Ne demişler 'Bükülmeyen bilek öpülür." Ya denize açılmayacaksın veya açıldıysan da Karadeniz e yalvaracaksın. Gene de olmazsa ölümü göze alacaksın.
  

5 Kasım 2013 Salı

KEDİ İÇİN

2013 Eylül ayının yağmurlu bir günü Kızımın acı feryatları ile uyandım. "Baba, Shusi (benim kedim, kraliçe) içerde mi? Köpekler bir kediyi boğuyorlar." dedi.
Elime bir sopa kaptığım gibi dışarı fırladım. Araba parkımızın önünde altı tane kocaman köpekler bir kediye saldırmışlar. Kedi bir köpeğin ağzında köpek karnından kediyi sıkıp duruyordu.
Kedi benim kraliçe değildi. Apartman önünde geçinen sokak kedilerinden biri idi. Köpeklere elimde ki sopayı sallayarak kediyi ağzından aldım. Köpekleri kaçırttım.
Kedi ölmemiş fakat arka bacaklarını kullanamıyordu. Can havli ile bağırıp pığlayarak iki ön tatlarını kendine siper etmiş, gözleri cam gibi olmuş ve sonuna kadar açılmış olarak kendi dilince bana yalvarıyor veya bir şeyler anlatmağa çalışıyordu.
Böyle bir manzaraya yürekler dayanamazdı. Evden aldığım poşet içine eldivenle tutarak kediyi sırt üstü yerleştirdim. Doğruca Batıkent te Atlantısın önünde ki özel veterinere son sürat getirdim. "En azından yaşamayacaksa ilaçla öldürülsün. Acı çekmesin" dedim.
Orada bulunan ırı kıyım kütük gibi bir veteriner hekim "Arka ayakları kırıldığını, tedavi olabileceğini" söyledi. Bende kendilerine teşekkür edip ayrılacağım sırada '800,00tl masrafı olduğunu, bu parayı ödememi' istedi. Bir an için düşündüm. Kendi dişlerimi param olmadığı için yaptıramamıştım.

"Sokak kedisi olduğunu, para ödeyemeyeceğimi" söyledim. "Bey efendi muayene ücreti ödemeniz lazım." dedi. Ben sinirimden onlara ne dedim bilmiyorum. Para ödemeden kediyi kaptığım gibi dışarı fırladım.
Yenimahalle Belediyesine giderken Lalegül de bir veteriner tabelası gördüm. Oraları hep aramama rağmen bulamadım. Orada çalışan işçilere sorunca oradan taşındığını öğrendim.
Belediyeye gittim. Bu zaman zarfında da çok şiddetli yağmur yağıyordu. Yenimahalle Belediye görevlileri İstanbul yolunda bir yere taşındığını söylediler. Ne ise uzattık, gittim orayı da buldum. Daha yeni yapılmış yerde bahçeli bir bina. Çamurlanmamak için taşlara basarak içeri gittim. Orta yaş bir beyefendi ile genç bir kız vardı. "Biz bakmıyoruz. Falan yere götür." demeleri üzerine yine zıvanadan çıktım.
Onlara da neler dedim hatırlamıyorum. Vurdum mu da hatırlamıyorum. Oradan da yola revan, deli dana gibi Ostim e doğru gelirken bir, çift kabin belediye arabasını seyir halinde gördüm. İçinde üç kişi vardı. Hemen durdurdum. Polis olduğumu söyleyerek ruhsatı aldım. "Ben başkomiserim. Hemen Başkanınızı bana çağırın" dedim.
Bir ekipleri daha geldi geçtiler önüme ve birlikte 'Out City' inin arkasında Hayvan barınağı yerine geldik ve oraya teslim ettim. Arabama baktığım zaman 270 km. yol kat etmiştim. İyi ki de evden çıkarken pijamalarımı çıkarmış kimliğimi filan yanıma almıştım. İki gün sonra aradım, kedi iyileşmiş. Bir kaç gün sonra kendi bölgesine getirip bıraktım.

ESKİ GÜNLERDE

Eskiden bizim köylerde mecler (imece) yapılır, karşı beri türküler söylenir, herkes birbirlerine dostça yaklaşırlardı. Gittikçe insanları maddiyata yönelten bu hayat, köylerde eskisi gibi bırakın türkü demeği konuşmağa kimse kalmadığını görüyoruz. Sonra eski insanlar yok olmuşlar yerlerine hiç tanımadığımız bazı insanlar gelmişler. Tabii ki bu yenilerde eskilerin neslidirler fakat hiç eski atalarına benzemiyorlar. Veya eskisi gibi hiç bir araya gelemiyorlar. Gelseler de eskisi gibi hoş görülü ve neşeli değiller. Şimdilerde mec (imece) yapıldığını sanmıyorum. Çünkü çoğu işlerinin yapılması için ya yarıcı tutmuş veya işçi tutmuş. Onlarda şimdi ataları böyle yaparmış diye türkü söyleyemezler herhalde. Kendi çocuklarımız bile söylemiyor, veya söylemeğe fırsat bulamıyor. Başkalarından duyduğuma göre böyle bir ağaç taşıma mecinde (imece) yorulup soluk almak için durdukları zaman orada ki erkeklerin hepsine birer türkü atmışlar. Hepsini toparlamak mümkün değil arada noksan olanlarla birlikte bir kısmı şöyledir. Ve ismi geçen insanların hiç biri şu anda hayatta değildirler. Hepsine rahmet diliyorum.

"Şukri çıktı yaylaya sığır otlatamadı,
Yusuf İstanbullarda bir mesken tutamadı,
Mevlüt yaptı evini içinde kalamadı,
Canfer keçilerini terbiye edemedi,
Muğammet ğaşil etti oturup yeyemedi,
Yanı sıra Veyis te çocuk okutamadı,
Gelgelelim Feyiz'e bir evlat edemedi."

4 Kasım 2013 Pazartesi

ÇEKTİRME AV


Av yasağı kalkar kalkmaz sanki avcıymışım gibi Rize'ye gittim. Beni motorla denize açıldırdılar. Sağ olsun Bacanağım Yüksel Varlı bacanak olmasak ta birbirimizi tanısak yine böyle sever miydik? Hep düşünüp durmuşumdur. Rize ye gittiğim zaman uğramadan geçmek olmaz. Her uğrayışımda da bir sürprizi ile karşılaşırım. Bu sefer ki sürprizi pek ender sürprizlerdendi. 

Kendisi Allah şifalar versin, biraz rahatsız olduğundan küçük oğlu Bülent ve Baldızım Gülten ile balık avlamak için denize açıldık. Öğleden sonra karanlık olana kadar Karadenizin o azgın dalgaları arasında balık tuttuk. Benim hanımı deniz tuttuğu için gelemedi. Biz tehlikeli şartlarda azgın dalgalar arasında dümen çevirdik ve balıklar yakaladık, daha da yakalamağa çalıştık. 

Amatör işi genelde misina ile iki türlü balık tutulur. Bir kayıkla hareket ederken çoklu olta denize atılır ve bir taraftan ilerlerken suyun içindeki oltalara balıklar takılır. Bunun adı biz kullandığımız usul 'Çektirme av' dır. Genelde palamut avlanır. Biz 8-10 tane tuttuk. İkinci usul Çaparı dedikleri usuldür. Bu da kayık denizde dururken, yanı durmaz da, beşik gibi sallanırken ucunda çok oltalar olan misina suya atılır. Bu şekilde de çinekop, istavrit ve sargan yakalanır. Biz bu usulle çok az yakaladık. Siz 'bulamayız' diye merak etmeyin. Sizler yakalamak isterseniz bu şekilde hazırlanmış oltalar hazır satılmaktadır. 

Bu görmüş olduğunuz tam doğal Karadenizin yarı azgın halinde ki kendisidir. Daha sinirlenmemiş fakat sinirlenmek üzeredir. Bütününü kayıt edemedim fakat bir kaçını cep telefonum ile kayıt ettim. Herkesin aynı duyguları yaşamasını isterim. Hele denizin dibi görünmezken, deniz ile kendi aranda bir santimetrelik bir tahta parçası olması insana daha çok endişe veriyor. Beşik gibi sallanan motor, içindekileri dışarı atacakmış gibi oluyor. Eh boşuna dememişler "Kumarcının parası pul, denizcinin karısı dul." diye  

30 Ekim 2013 Çarşamba

EDALI YARIM

1890 lı yıllardan bir hayat hikayesi anlatacağım. Esmer, uzun boylu, ince yapılı, türkücü ve oldukça iyi horon oynatan çok çekici bir insanı. Gençliğinde yapmış olduğu bir hata, Onu hayattan koparmış ve ömrünün sonuna kadar yaptığı bu hatanın etkisiyle yaşamış. Hiç huzurlu ve mutlu olamamış. Hayatı dışarıda, dağlarda hep korku içinde geçmiş. Erzurum yollarında Palandöken Dağlarını geçerken Ermenilerin kör bir kurşunu ile öldüğü söylenen, mezar yeri filan belli olmayan Osman Efendi'nin Ahmet'i anlatacağım sizlere.

Osman Efendinin Ahmet 25-26 yaşlarında iken, eski adı Dudğe olan Ardeşen in köylerinden birine arkadaşları ile düğüne gider. Evli ve o zaman iki çocuk babası iken bu köyden Saniye isimli bir kızı görür ve yıldırım aşkına tutulurlar. Bu köyün insanlarının aksı olduklarını bilmesine rağmen, o zamanların modasına uyar ve Saniye yi o tanıştığı gece kaçırıp ikinci eş olarak evine getirir. On beş gün kadar sonra anlaşılır. Saniye de köyünde zaten evliymiş. Yanı Osman Efendinin Ahmet başkasının karısını bilmeden kaçırmış. Bu durum hiç hoşuna gitmez fakat artık ne yapsın iş işten de geçmiş. Kadını geri vermek te işine gelmez. Her türlü kazasına belasına razı olarak saklamağa karar verir. Kaçırdığı kadın Saniye'nin kocası ve adamlarının kurdukları pusuların hepsini atlatır. Ta gelirler evinin aşağısında, şimdi ki çay alım yeri olan yerde tüfek çatarlar, Ahmet'in evini sorarlar fakat kimse söylemez. Bu şekilde bir yıl kadar zaman geçer. Bir sonbahar gecesinin uğursuz sabahında, evine baskın yapan çok kalabalık askerler ve Saniye'nin adamları Osman Efendinin Ahmet ile Saniye'yi evinde yakalarlar. Eski eşi ve iki çocuklarının yanında döverek Saniye'yi zorla elinden geri alırlar ve Dudğe de ki eski evine götürmek isterler. Saniye evden çıkarılırken yerlere yatarak direnir. Yanı gitmek istemez. "Onlar beni işkence ederek öldürecekler. Sen burada öldür de beni onlarla gönderme" diye Osman Efendinin Ahmet'e, yanı peşinden kaçtığı erkeğine çok yalvarır. O zaman ki şartlara göre Ahmet'in eli kolu bağlı, hiç bir şey yapamaz. Elinden zorla alırlar ve kapıya çıkarırlar.

Adamları Saniye'yi omuzlarının üzerinde taşırlarken, O hala çırpınarak feryatlar ediyor ve bir taraftan da yalvarmağa devam ediyor. Osman Efendinin Ahmet çaresiz üstü başı dağınık vaziyette evinin kapısının üstünde durur. Eskiden açık ateş yanan evlerde kapının içinde bulunan ve rüzgarı kesmesi için yapılan yarım kapı şeklinde perde denen ikinci küçük kapının üzerine dirseklerini koyarak durur ve sevdiği kadın Saniye'nin bu şekilde götürülüşünü arkasından acı çekerek seyrederken gizliden gizliye de kendi kendine şöyle türkü der:

"Edalı yarım, belalı yarım,
Gizli haber eyle, gene duyarım.
Sen hiç merak etme, seni ararım,
Senin için kıyamete yanarım,
Senden sebep öldürürüm, ölürüm."

Daha Saniye haber yollamış mı? Hiç buluşmuşlar mı? Yoksa hep hasret mi kalmışlar? Bilmiyoruz. Çünkü kendisi de bu konuda kimseye hiç bir şey anlatmazmış. Ancak bilinen bir tek şey var. Ondan sonra hakikaten öldürmüş ve ölmüş. Yanı sözünde durup kadını Saniye'nin hesabını herkesten sormuş. Düzgün bir hayat yaşamamışsa da, vicdani rahat olarak bu dünyayı terk etmiş. Çünkü Onun kadınını, Saniye yi köyünde adamları işkence ederek öldürmüşler. Osman Efendinin Ahmet te onlardan öldürmüş.

Bir olayda Aslan Bey ile tanışarak arkadaş olmuşlar ve dağa çıkıp birlikte eşkıyalık etmişler. Kanuna hiç teslim olmamışlar. Vatan için milis kuvvetlere katılmışlar. Diğer eşkıyalardan farkları var. İlk zamanlar hiç soygun etmemişler. Onlar genelde mazlum ve mağdur insanların yanlarında olmuşlar. Bir haksızlık yapıldığı zaman meydana çıkmışlar. Vurup kırıp kayıp olmuşlar. Bir daha haksızlık olana kadar hiç kimseye görünmemişler. Romanlara konu olacak bir kaç gerçek macerasını daha sonra yine anlatacağım. Ancak zamanla soygun da yapmağa başlamışlar.