SAYFALAR

30 Eylül 2013 Pazartesi

şiir O ZAMAN

Zaman geliyor artık, çağıracaklar,
Seni de beni de, zorla ayıracaklar,
Sanmam ki daha, kavuşturacaklar,
Asıl kıyamet olacak, işte o zaman.

29 Eylül 2013 Pazar

ÇOK KORKMUŞ

1985 yılı Ankara Hırsızlık Bürosu. Yakalanan bir hırsız Aktepe de bir adreste gece kondu evinde hırsızlık yaptığını söyledi. Hırsızı Ekip arabamıza aldık ve birlikte bu yere gittik evi gösterdi ve ve yer gösterme işlemlerini yaptık. Ertesi günde gelip çalınan altınlarını getirip teslim ettik. Evde sadece bayanlar vardı. Anne kız kalıyorlardı. Kadının eşi Almanya da çalışıyor, buraya arada bir geliyordu. Kadın üç çocuğu ile birlikte bu evde yaşıyorlardı.

Biz tutanaklar tutarken bayan bir ruhsat ile birlikte bir tabanca parçaları getirdi ve "Ağabey bu tabancayı akrabamız olan bir polis parçaladı, yağladı, bakım yaptı fakat geri takamadı. Sen yapabilir misin?" dedi. Tabanca yeni model Fransız Onlusuydu ve o zamanlar o tabancaya ruhsat almak imkansızdı. Ruhsata baktım başka bir tabanca, Kırıkkale tabancasına ait bir ruhsattı. Tabancayı monte ettim, kendisine verdim ve "Eğer başkaları yakalarsa başına iş açılır. Bu ruhsat, bu tabancaya ait değil. Elinde ki silah kaçaktır. Şimdi ben yakalamam lazım fakat sen burada yalnız başına kalıyorsun. Onun için vicdanım el vermiyor, yakalamıyorum. Götür silahı sakla." dedim. Biz oradan ayrılıp başka yerlerde tekrar yer göstermelere devam ettik.

Bir yıl kadar sonra bir gün bir adam Hırsızlık Bürosuna gelmiş, orada arkadaşlardan beni soruyordu. Onlarda kimsin? Ne yapacaksın? gibi sorular soruyorlardı. Adamın yanına gittim. Hiç görmemiş tanımıyordum. "Benim kardeşim. Sen kimsin? Komiser Recep'i neden arıyorsun?" diye sordum. Bana o bir yıl önceki Aktepe de bayanlarla olan olayı anlattı ve kendisi bayanın eşi olduğunu, Almanya'dan izinli geldiğini söyledi ve beni evine davet etti. Ben de kabul ettim ve evine gittik. Hanımı ve çocukları yemekler hazırlamışlardı. Yedik içtik. Bana iki tane tabanca ve iki tane de ruhsat gösterdi. Yanı o bir yıl önce bıraktığım tabanca ruhsatlı imiş. Sadece ruhsatlar değiştirilmiş, bana başka ruhsat gösterilmiş. Mesele anlaşıldı ve oh vicdanen de rahatladım.

Fakat bir yıl kadar önce, ben silahı monte ettiğim zaman, kadına silah kaçaktır dediğim için neler olmuş kadın anlatıyor.
"Ağabey sen silah ruhsatsız dedin ve gittin. O gece iki minibüs dolusu resmi polisler geldiler. Bizim kapıları hep sardılar. Resmi bir polis arabası tam kapımızın önüne geldi durdu. Biz içerde tır tır titredik. Bizim kapıdan geçtiler. Hemen bitişiğimiz deki eve girdiler. Yarım saat kadar eğleştikten sonra çıkıp buralarda dolandılar ve gittiler. Beni yakalamaları için senin gönderdiğini sandım. Evi şaşırdılar geri gelecekler diye düşündüm. Silahı kömürlükte sakladım olmadı. Tuvalete sakladım olmadı. Döşemeden bir tahta söktüm onun altında sakladım. O gece sabaha kadar korkudan çoluk çocuk hiç yatmadık. Ertesi gün o polislerin girdiği evden polislerin niçin geldiklerini sorduk, öğrendik te, bir nebze rahatladık." dedi.

'Suçluluk duygusu' budur işte. Polis belki seni yakalayamaz, ondan kaçarsın ama sen kendinden kendi vicdanından kurtulup kaçamazsın. Bir yıl sonra izine gelen eşine aynen bu olanları anlatmış. Eşi de bizlere teşekkür etmek için hem de bir tanışmak için Şubeye gelip beni aramış. Ben olayı unuttuğum halde eşi bana hatırlattı ve olay da açıklığa kavuştu.   

26 Eylül 2013 Perşembe

HAKEM HEYETİ

Hakem heyeti en nihayet bu belgeyi yolladı. İfade tarzları da bir haylı sert. Sanki ben Türkcell ı dolandırmışım. Ay maazallah birde öyle olduğunu düşünün. Bir alay jandarma, bir birlik polis ile hakim, avukat, icra memuru kapıma dayanırlar. Burada vatandaşın yapacağı bir tek şey vardır. "Allah fırsat vermesin" diye dua etmek ve ellerine düşmemek. Eeee ben şimdi düşünüyorum "Türkcell e nasıl kazık atabilirim?" Mümkün mü? Mehmet Emin Karamehmet Pamukbanktan mayayı bağladı. Şimdi de devlet içinde devlet kurdu. Ben de Tüketici Hakları Hakem Heyeti kurulduğunu duyduğum zaman ne kadar çok sevinmiştim. Meğersem adamlar devlet içinde devlet kuruyorlarmış. Onlar sevineceğine ben sevinmişim. Yukarda ki yazıyı bana tam sekiz ayda yazdılar. Halbuki iki saatte Türkcell i inceleseler. 'Bu adam hangi pakette dır, değildir. Bir de bilirkişiye sorsalar 'Bir günde 325 adet SMS yi kime çekmiş? SMS çekilen numara kime aittir? Bir günde 325 SMS çekilir mi? Çekilmez mi? Telefonu kapalı mı, açık mı imiş. Telefon kapalı iken SMS çekilir mi, çekilmez mi? Hiç biri incelenmeden Türkcell e "Ne yapalım? Bu fatura sana mı aittir " diye sormuşlar. Profesyonel hırsızlık yapmağı göze alan faturada açık verir mi? İşine geldiği gibi yazmış. Hem zaten ben faturayı sana yollamışım. Anladığım kadarı ile Türkcell e sormuşlar "Suç işledin mi işlemedin mi? Türkcell söylemiş onlar da yazmışlar ve beni korumuşlar.

Bir de sen öbür paketlere girip niçin daha çok yolunmuyorsun? diye bana kızmışlar anlaşılan. 05327572222 gibi Türkcell in dolandırıcı numaralarını görmemezlikten geliyorlar. Sade Türkcell değil bütün kuruluşlar devlet yoluyla soygun yapıyorlar. O Ürdün lünün satın aldığı Türk Telekom; ooo mübarek Ürdün Hükümetini Türkiye de kurmuş. Ev telefonu için 'Akşam saat 19 dan sabaha kadar bedava' dediler. Zaten 15.00tl hiç konuşmazsan makine parası alıyorlar. Bende hiç konuşmadım. 110.00tl fatura geldi. Parası ağırıma gitmedi de üzerine bazı şeyler yazmışlar. Mesela dalga geçer gibi, şunun fiatı şukadar mış ta, onlar indirim yapmışlar, onu şu kadar ucuza bana borç yazmışlar. Ve benim toplam 110.00tl yi ödeyince 60.00tl karim oluyormuş. Bak bak bana ne iyilik yapıyormuş. Gördünüz mü? Aldım faturayı gittim Demette ki bürolarına "Siz bana sormadan benim faturada indirim yapıp beni karlı neden çıkarttınız? Ben karlı çıkmak istemiyordum." dedim ve 40 bela kavgadan sonra zorla telefonu kapattırdım. Altı ay kapatmayıp beni aradılar. Baktılar uyanmışım daha aramıyorlar. Şimdi bunu da kapatayım ne yapayım? İhtiyaç ta oluyor. Fakat hiç farkında olmadan veya bile bile hırsızlar da yoluyor insanı. Daha önceleri de bir kaç defa söyledim. Yolunmak insanın ağırına gitmiyor da, keriz yerine koydukları çok ağırıma gidiyor. Kalın sağlıcakla.  

25 Eylül 2013 Çarşamba

NETİCE

Daha önce Şubat ayında 'UCUZ TARİFE 1-2' adıyla Türkcell in yaptığı küçük yollu bir soygunu ve hakem heyetine müracaat ettiğimi siz saygı değer okuyucularımla paylaşmıştım. Ve sonucunu da paylaşacağımı yazmıştım. Bugün iadeli taahhütlü olarak sonucunu da aldım. Fakat hayal kırklığına uğradım. Bana gelen yazı Yenimahalle Kaymakamlığı başlığını taşıyor. Fakat bu yazıyı sanki Türkcell ın avukatları yazmış. Bana öyle geldi. 325 adet SMS çektiğimi yazmışlar. Telefonum kapalı iken nasıl SMS çekebilirim. Faturada 'internet parası' olarak belirtilmiş. Ben onlardan herhangi bir internet paketi almadım. Velhasıl bizim hakkımızı koruyacak diye güvendiğimiz kuruluşta Türkcell ın bir şubesi çıktı. Allahtan düşünüp te "Sen telefonu yurt dışında kapattığın için 400.00tl daha borçlusun" dememişler. Sağ olsunlar. Hasmane tavır kullanarak "Bir daha şikayette bulunma" der gibi ifadelerle geçiştirmişler. Kendilerine teşekkür ediyorum. Yarın, gelen yazıyı sizlerle paylaşacağım. 15 gün itiraz hakkım var imiş. Nere itiraz edeceğim. Cezalandırıp daha fazla almasınlar da. 

24 Eylül 2013 Salı

RÜŞVET VERDİLER

Bana rüşvet te verdiler.

1974 yılında İzmir Gürçeşme Polis Okulunda altı aylık bir eğitimden sonra polis olduk. Okulda çok değerli hocalarımız, çok güzel dersler anlattılar. 140 a yakın biz polisleri yetiştirdiler ve Türkiye'nin çeşitli illerinde görevler yapmak üzere kadrolara yolladılar. 

Fakat uygulamaların öğrettiklerinden çok farklı olduğunu kadrolara gittikten sonra öğrendik. Birbirlerine pek uymazlar.

Bilhassa polislikte çok farklıdır. Öyle bir zaman gelir ki her şey biter. Kanun, hakim, savcı, avukat, hepsi sen olursun. İşte o zaman kendi inisiyatifini kullanacaksın. Ve sen devletin, milletin, bu vatanın polisi olduğunu hiç bir zaman unutmayacaksın. Her ne pahasına olursa olsun tarafsız olarak delilleri ortaya çıkarıp, adaleti sağlayacaksın. Adaletin ilk basamağı karakoldur. Yanı polistir. Hiç bir zaman hissi davranıp veya o an ki bazı çıkarlar için zalimin garibanı ezmesine fırsat vermeyeceksin. Çünkü ADALET her zaman herkese lazım ve yaşamın ana temellerinden biridir.

Poliste en nihayet insandır. İlle ki etkilendiği olaylar olur. Hata da yapabilir fakat tarafların ortasında tarafsız olacak ve delilleri her iki taraf için de toplayacak. Vatandaş darda kaldığı zaman onun yardımına koşacak. Görevini tam olarak yapan bir polisin HIZIR dan hiç farkı yoktur. Çünkü polis haksızlığa uğrayanlar için vardır. Çünkü polis çaresizler için vardır. 

Yalnız şunu da unutmayacak; görevde karşılaştığı olayları iş yerinde bırakıp eve öyle gitmesi gerekir. Karşılaştığı olayları izinli günlerinde evine taşımayacak. Eğer taşırsa aile hayatı ve kendi hayatı zora girer. Çünkü polis öyle olaylarla karşılaşır ki, bırakın görevli zamanını, emekli olduktan sonra da düşünürse yaşamı yine de zora girer.

Benim de polislik hayatımda etkilendiğim olayların sayısı çok fazladır, fakat etki altına kaldığım olay pek azdır. İşte etki altına kaldığım olaylardan bir tanesi;

Daha bir haftalık kadar bir polistim. Adana Bağlar Karakolunda görev yapıyordum. Akşam üzeri Karakola bir bayan geldi. Kızını kaçırmışlar. Çok ağlıyordu. Benim de şahit olduğum ilk polisiye olaylardan biriydi. Kadına Cumhuriyet Baş Savcılığına gitmesini ve dilekçe vermesini söylediler. Kadın karakoldan ağlayarak çıktı gitti. Çaresizdi. Belkide parası da yoktu. Yok takibi şikayete bağlı suçlar mış ta, önce Savcılığa dilekçe vermesi gerekirmiş te.

Biz gündüz çalışanlar görevi gece gurubuna devrederek saat 20.00 de istirahata ayrıldık. Ziya Paşa Mahallesinde ki tek odalı bekar evime yürüyerek giderken, Mahfesığmaz köprüsünün ayağında aynı kadını gördüm. Adliyeye gitmek için dolmuş bekliyordu galiba. Yanına yaklaştım ve eline 10 tl tutturarak, “Taksi ile git ve gel teyze, zaman geçmesin” dedim. Çünkü bazı olaylarda tehirinde mazeret olabilir. Bir an önce sıcağı sıcağına yapılması gerekir. Kadın hiç konuşmadı. Gözlerime baktı ve parayı da avucunun içine aldı. Biraz geçtikten sonra dönüp bakınca kadın avucunu açmış paraya bakıyor ve ağlıyordu. Ben de olduğum yerde çok duygulandım. Çaresizliği herkes bilmez, çaresiz kalanlar bilir.

Ertesi gün tekrar göreve gelince gördüm, Savcılık şikayet dilekçesini Bağlar Karakoluna yanı bizim karakola havale etmişti. Erzurumlu Mukayit Polis Memuru Ersin kadının ifadesini almış ve Savcılıktan gelen dilekçe ile birlikte bir dosya oluşturmuştu. Merakımdan her şeyi takip ediyor yakından inceliyordum. Hele bu olay beni çok etkilemiş, ne olacak diye sonucunu merak ediyordum.

Her şey yazılıp çizildikten sonra Polis Ersin’e sordum "Ne olacak şimdi Ağabey?" dedim. O bir eliyle bıyıkları ile oynayarak "Şubeye yollayacağız. Hem bu işler göründüğü gibi olmaz. Belki de kadın kızını satıyordu, kız sermayesiydi, şimdi gidince öyle diyor." Dedi. Halbuki o kadının sermayesi olsa öyle fakir gariban mı olurdu? Evrakı Şubeye yolladılar. Ertesi gün kadın tekrar karakola geldi, bir isim veriyor. "Karataş ta filan köydedirler. Namusunuzun bahtına düşmüşüm. Kızım daha küçüktür. Onu kötü yola düşürecekler. Ne olur? Onu bulun ve kurtarın." diye yalvarıyordu. Dört beş gün geçti ses seda yok. Yanı kız bulunamadı. Kızın annesi kadın her gün bir adliyeye bir de karakola gelip gidip ağlayarak bulunması için yalvarıyordu. 

Bir sabah gece görevinden erken ayrıldım. Yanı anlayacağınız görevi terk ettim. Ceza karşılığı meslekten ihraç. Devriye arkadaşım Pütürgeli Mustafa'ya işim olduğunu erken gitmem gerektiğini ve soran olursa idare etmesini söyleyerek 2-3 saat erken eve gittim. Sivil elbiselerimi giydim. Sabahtan Karataş ın Kırhasan Köyüne dolmuşla ve yarı yolu on beş dakika kadar yaya yürüyerek gittim. Çünkü kadın kızının ve kaçıranların orada olduklarını söylüyordu.

Kırhasan Köyünde kadının ihbarda bulunduğu evi buldum. Küçük normal bir köy eviydi. Sabahın erken saatlerinde kapıyı çalar çalmaz hemen kapı açıldı. İçeriden kapıyı açan genç bir delikanlıydı. Belden yukarısı çıplak, sol tarafından etinin üstüne çıplak sokulmuş bir Dokuzlu Belçika tabanca kabzesi görünüyordu. Genç beni görünce birden şaşırdı kaldı ve kapıyı geri kapatmak istedi. Engel oldum ve polis olduğumu söyleyerek tabancamı çektim. “Kaldır ellerini.” Dedim ve o bocalamada hemen sol elimle belinden tabancasını çekip aldım. İkimiz birlikte içeri girerken gence kelepçe taktım. İçeride bazı sorular sorarken kapıya ‘tak tak’ diye dışarıdan tekrar vurdular. Kapıyı bu sefer ben açtım ve bir genç te dışarıdan geldi. Üzerini aradım silah yoktu. Onu da yakaladım. Zaten yer değişeceklermiş, içerde ki genç, o geleni beklediği için, beni o sanıp, kapıyı hemen onun için açmış.

İkisine de kazasız belasız bir kelepçe vurdum. Hemen muhtarı çağırttım. Kız yataktaydı, yatıyordu, onu da kaldırdık. Beni görünce ve polis olduğumu anlayınca ayaklarıma sarıldı. "Beni anneme götür, ağabey" diyordu. Muhtar bana çok yardımcı oldu. Arada bir oraya toplanan köylüler bana soruyorlardı; “Polisler en az iki kişi görev yaparlar. Sen neden yalnızsın?” diye. “Hepsi yolda bekliyorlar. Bir kısmı da çevrede.” Dedim ve bir traktör tutarak muhtarın da yardımı ile iki sanıkla kızı, muhtarla birlikte öğlene doğru Bağlar Karakoluna getirdik.

Bu bir infial oldu. "Amerikan Özel Dedektifleri gibi görev yaptın. Sen suç işledin." dediler. Ben zaten suç işlediğimi biliyordum. Her şeyi göze alarak kadına acıdığım için gittim. Yanı hissi davrandım. Allahtan her şey yolunda gitti de başıma bela almadım. Bu ve bundan sonra ki buna benzer olaylarda şahit oldum ki, vicdanen doğru bildiğini yaparsan hiç bir şey olmuyor. Düşünün bir çatışma olsaydı ve ben sağ kurtulsaydım kendimi kanunların elinden kurtaramaz, hapislerde çürürdüm. Fakat Allah yüzüme baktı ve hiç bir olay olmadı.

Sanık ve müşteki taraftarları, gazeteciler, amirler, polisler karakolu doldurdular. Kızın annesi gazetecinin birine "Hangi polis yakalamış?" diye beni sordu ve o kalabalıkta, karakolda avucunun içinde bana bir şeyler uzatıp duruyordu. Ben de kendisinin yanıma yaklaşmasına izin vermiyordum. Bir ara birden bire yanıma gelerek giydiğim dar kot pantolonumun cebine elini zorla soktu ve hemen çıkarıp yanımdan uzaklaştı. Ben de daha bir şey diyemedim. Cebime bir şeyler koyduğu kesindi. Zaten bakıldığı zaman  paranın kalıbı dışarıdan fark ediliyordu. Çevreme bir baktım ki herkes beni seyrediyorlar ve bıyık altından da gülüyorlardı. Utancımdan yerin dibine indim. Asayiş Şube Müdürü Adil Bey, Yardımcısı Emniyet Amiri Sami Bey, Karakol Amiri Başkomiser Yavuz Bey ve gazeteciler, herkes bana bakıyorlardı. Bekçi başı Okkeş Dayı bir çalım edip yanımdan geçti ve alçak sesle "Al al, o sana helal dir. Hem de kursağına değsin. Lazoğli" dedi.

Sonra tuvalette baktım; bir yüz lira, dört tane de on lira iç içe katlanmış ve kadın cebime toplam 140 tl koymuştu. Durumları müsait olsa belki o parayı yerdim. Veya daha fazlasını kendisi bana verirdi. Kadının kocası ölmüş, bahçesinde yetiştirdiği sebzeleri filan satarak geçinmeğe çalışıyorlarmış. Çok fakir oldukları hallerinden belliydi. Ertesi gün hemşerisi olan Polis arkadaş Mustafa ile haber yollayarak kendisini karakola çağırdım ve parayı zorla geri verdim. Kadın ağlayarak yürüye yürüye evine gitti. 

Her hafta yeşil soğan, maydanoz, marul v.s poşete koyar ben almayacağımı bildiği için, karakolda olmadığım zaman, benim için Karakola bırakırdı. Ben Karakoldan tayın olup Cinayet Masasına gittikten sonra da kadının haberi olmadığı için o hala daha bu sebzeleri benim için karakola bıraktığını karakolda ki arkadaşlarım söylerdi.

Uzun bir zaman sonra Asayiş Şube Müdürü "Recep o kadın o zaman sana kaç lira vermişti? Öyle tahmin ediyorum ki sen o parayı yemedin, geri iade ettin galiba." diye sordu.

Olay Adliyeye intikal ettirildi. Kızı kaçıranlar 'zorla kız kaçırmak, küçük yaşta birini alıkoymak ve 6136 Sayılı Kanuna Muhalefet' suçlarından tutuklandılar. Kız annesine teslim edildi.


22 Eylül 2013 Pazar

şiir DEMİR CAN


Nerde bir ses duysam, döner bakarım,
Göremem ki, sen değilsin, Demir Can.
Ankara'da her yerde, seni arar sorarım,
Bulamam ki, sen değilsin, Demir Can.

Geldinde, geçtin gittin, bir melek gibi,
Büyüledin hepimizi, uçan kelebek gibi,
Sen bizleri bıraktın da, özlemedin mi?
İnanmam ki, sen değilsin, Demir Can.

Bekledim gelemedin, yoksun yanımda,
Nereye gitsem, sesin çınlar kulağımda,
Sanki birisi var, tutmuşum kucağımda,
Öpemem ki, sen değilsin, Demir Can.

Alışmıştık sabahları, sesinle uyanmağa,
Mis kokan saçlarını, öpüp te koklamağa,
Hiç imkan yok, seni sevip te bırakmağa,
Duramam ki, sen neredesin, Demir Can?
                                    Recep Ali Öztürk


21 Eylül 2013 Cumartesi

SUSHİ


Küçüklüğümden beri kedileri çok severdim. O zamanlar bir kedim vardı. Ama onun adı yoktu. İki yaşlarındayken yeni konuşmağa başladığım zamanlar 'hisi, hisi' diye çağırırdım onu. O daha yavruydu ve çok iyi arkadaşımdı. Annemle onun köyünde gittiğimiz tanımadığım bir evde 'Al götür' demişlerdi ve yavruların içinde güçlükle yakalamıştık. Yakalamağa çalışırken o, benim ellerimi hep tırmalamış, ısırmıştı. Çuvalın içine koyup getirmiştik bizim eve.

İlk zamanlar devamlı kaçmış ama sonraları bana alışmış, her zaman birlikte oynar, hatta geceleri koynuma girer, yatağımda beraber uyur, hiç ayrılmazdık. O uyurken 'pığ,puğ' diye sesler çıkarınca çok hoşuma gider ben de o seslerle uykuya geçerdim. Yolda birlikte yürürken birileri kovalasa, gelir benim kucağıma atlar, ben uzaksam o hızlı bir şekilde ağaçlara tırmanır, kendini sağlama aldıktan sonra döner geri, telaşlı bir şekilde bakardı. Otların başaklarını koparır onu yerlerde gezdirirdim ve o da hiç dayanamaz hemen onu yakalamağa çalışırdı. Elimde ot olmasa da o sırt üstü yere yatar, elimi ön ayaklarıyla tutar ağzına alır ısırır ve arka ayaklarıyla da yaralamadan hızlı bir şekilde tırnaklardı. Sonraları o ne oldu bilmiyorum.

Emekli olduktan sonra Azerbaycan-Bakü den bir kedi getirdi, büyük oğlum Murat. Yine bir kedim daha oldu. O çok kibar ve güzel bir hanımefendiydi. Onun pasaportu ve bir adı vardı 'SUSHİ'. Kendisi de adı olduğunu biliyordu. Çağırdığım zaman nerde olursa olsun hemen yanıma gelirdi. Veya 'Mav, mav' diye cevap verir, bana nerede olduğunu bildirirdi. Sushi da çok iyi arkadaşımdı. Ben ona sevdiğimi belli ederdim, onu öperdim ama o beni sevdiğini pek belli etmezdi. Her zaman gelip kucağıma çıkmaz. Hep uzak dururdu. Ben isterdim ki her zaman oynayalım, ama hayır. O öyle yüz vermezdi bana. Sadece sabah saat altı sıralarında yataktan kalktığım zaman kendi gelir kucağıma çıkar. Yarım saat kadar hırlayarak o pamuk gibi başını bana sürer, beni sever, kendini de bana sevdirirdi. Onunla her türlü oyunu oynardık.

Yanaklarından ve çenesinin altından, boynundan öperdim. O da beni ısırır gibi yapar, elimi, kolumu ağzına alır fakat asla ısırmazdı. Kesinlikle tırnaklarını çıkarıp zarar vermez. Bazen patisini yumruk yapar bana öyle vururdu. Bayağı da ağır eli var, acıtırdı. Eğer eve geldiğim zaman elimde market çantası varsa kendisine mutlaka sevdiği bir şeyi aldığımı bilir. Ben o poşeti açana kadar yakamı bırakmaz. İlle açtırır içine bakardı. Royal Conın mamadan başka mama yemezdi. Onu yediği zaman dudaklarını yalayarak gelir benim gözlerimin içine bakar ve teşekkür ederdi. Bilgisayar kullanırken üzerine oturduğum, açılır kapanır bir sandalye vardı evimizde. Üstünde minder vardı ve bilgisayar kullanırken ona otururdum. Ben o sandalyeye oturduğum zaman Sushi gidip gelip gözlerime bakar, bana bir şeyler anlatmak ister fakat ben bir türlü anlayamazdım.

Bir gün o sandalyede oturup bilgisayar ile uğraşırken yanıma geldi. Gözlerime bakarak bağırdı fakat yine anlamadım. Sağ ön ayağıyla ayağımdan tuttu ve beni çekmeğe başladı. Bir yere götürmek istiyor sandım ve yerimden kalktım. Öyle yapardı. Bana bir şey göstereceği zaman tutar beni çekerdi. O önde ben arkada beraber gider göstereceği şeyi gösterirdi. Bu sefer hiç bir yere götürmedi. Ben sandalyeden kalkar kalkmaz boşalan sandalyeye atladı ve ben kızıp aşağı atmayım diye de iki ön bacaklarını sandalyenin koluna sarıp kenetledi. Meğer sandalyeyi sahiplenmiş, beni kaldırıp sandalyede kendisi yatacaktı. Yaptığı hareket çok hoşuma gitti. Hemen yattığı yerde kafasını yukarı kaldırdım ve yine boynundan öptüm. O beni hala itiyordu. Kaldırır diye uzaklaşmamı istiyordu. Bazen kendisi yokken otursam dahi hemen gelir beni kaldırırdı ve kendisi aceleyle çıkar yatardı. Zaten o sandalye daha artık onun oldu.

Balkondan filan bakarken bahçede kuşları ve güvercinleri gördüğü zaman 'bıdı, bıdı, bıdı' diye çenesini oynatır, kendi kendine bir şeyler konuşurdu. Bir akşam üzeri bir muhabbet kuşu bağırarak havadan geldi balkonumuzun demirine kondu. Eşim kuşu yakaladı ve biraz sevdikten sonra havaya atarak salıverdi. O sırada Sushi yanımızda yoktu. İçerden sesimize hızla geldi ve eşimin kuşu saldığını görünce ona saldırdı, ayaklarını kanatmıştı. Kuş yakalamağı çok istiyordu fakat bir türlü beceremiyordu. Bazen askeriyenin uçakları bizim sitenin üstünden geçerken, o uçağı kuş sanıyordu ve balkonda arka ayaklarının üzerine şaha kalkıp öyle seyrediyordu.

Sushi çok akıllı anlayışlı karşı beri anlaştığımız bir hayvandı. Bir yaramazlık yapacağı zaman ‘Hayır Sushi.’ Dediğim zaman yapmazdı. ‘Hani Sushi?’ dediğim zaman yakalamağa çalışırdı. Dışarı çıktığı zamanlar yakaladığı çekirge başka canlıları da eve getirir, benim önümde bırakır. ‘Mağu, muğu’ diye sesler çıkarır galiba nasıl yakaladığını bana anlatırdı. Kutuların içine girmek çok hoşuna giderdi. Gördüğü her şeyi inceler bilgi sahibi olurdu. Eve bir misafir geldiği zaman mutlaka gelir uzaktan bakar onu bir kontrol eder, sonra gider yatardı. Yalnız bırakıp ta bir yere gittiğimiz zaman geri gelince evde bulamazdık. Hatta kayıp oldu diye telaşa kapıldığımız da olurdu. Biraz arayıp çağırdıktan sonra bir yerlerden usulca çıkar gelirdi. Bir gün takip ettik ki o yatak odasında örtünün altına girip orada saklanıyormuş. Bir sefer de dolapların başına çıkmış orada saklanmıştı.

Tatil yapmak için denize giderken veya bir kaç günlüğüne bir yerlere giderken yanımızda lazımlığıyla birlikte onu da götürürdük. O bize bakar aynen biz yaptıklarımızı taklit ederdi. Biz yokken geldiğimiz zaman görürdük. Yorganın altına girer, başını da dışarı çıkarır ve yastığa koyar adam gibi yatardı. 

İlk zamanlar 'gider evi bulamaz, aç kalır, ölür' diye hiç bahçeye çıkarmazdık. Bir gün bizden gizli balkondan atlayıp dışarı çıkmış. Bir daha geri dönmemişti. O akşam komşularla birlikte her tarafı aradık. Hiç bir yerde bulamadık. Ertesi günde akşam saatlerine kadar aradık, Sushi yoktu. Komşularımız bile onun için ağladılar. Daha ertesi gün evimizin balkonundan bakarak acaba nereye gittiğini düşünürken gördüm. Sitenin yol tarafından yukarı doğru telaşlı telaşlı geliyordu. Balkondan Sushi diye bağırdım. O orada durdu ve yukarı bana doğru baktı "Mağu, muğu, maw, muw" diye uzun uzadıya yine bir şeyler anlattı. Başına neler geldiğini kendi dilince bana anlattı fakat ben anlayamadım. Galiba Sitenin önüne gelen arabalardan birinin içine girip bir yerlere gidebildi ve sonra da geri zor gelebildi. Bana onu anlatmış olabilirdi.

Sushi evden bir daha kaçtı. O zaman üç dört gün bulamadık. Yine her tarafta aradık. Mahalle de bütün çocuklara duyurduk ve resmini dağıttık. Bulana 100 Dolar verecektik. Mahallenin çocukları 100 dolar alabilmek için Sushiye benzer bir çok kedi getirdiler. Ama o yok. Bulamadık. Dördüncü gün evimizin arka tarafında yangın merdiveni boşluğunda Susshiyi baygın buldum. Yaralıydı ve kuyruğunun yarısı yoktu. Elime aldım ve hemen Veterinere götürdüm. Ameliyat ettiler, boynuna boyunluk taktılar. O boyunluğu hiç sevmiyordu. On on beş gün sonra iyileşince boyunluğu çıkardığım zaman, o ön patileri ile boyunluğa bir kaç defa vurmuş, tırnaklarıyla delmişti. Sushiyi ya sokak kedileri veya köpekler yaralamıştı. Onun için daha bahçeye hiç bırakmıyorduk.

Bir gün evin arka balkonunu temizlerken Sushi de yanımızda sinekleri yakalamağa çalışıyordu. Birden balkondan aşağı atladı ve ağaçların arasından hızlı bir şekilde koşmağa başladı. O dışarı çıkmağı çok seviyordu. Bizi bir telaş aldı ve Hanım da Ben de, "Hayır Shuşi. Geri dön. Gitme. Kayıp olacaksın" diye arkasından bağırıyorduk. Onun biz görürken ilk defa bahçeye çıkışıydı. Biz daha hiç gelmez diye düşünüyorduk. Shuşi düşüncemizi anlamış olacak ki, ta ilerde olduğu yerde durdu. Geri döndü, bize baktı baktı ve koşarak balkonun altına geldi. Yerden zıpladığı gibi balkon demirlerine tutunarak içeri girdi. Bize ne anlattıysa "Mau, mavu, mauuuu" diye hızlı hızlı yine bir şeyler daha söyledi. Dili yok ya galiba geri geleceğini bize o şekilde anlattı. Yakalayıp sevmek istedim, yakalayamadım. Tekrar aynı yerden atlayarak çıktı gitti.

O günden sonra her gün yarım saat kadar çıkar dışarıda gezer, ot yer ve geri gelirdi. Sonraları yaşlandığı için artık balkon demirlerine atlayıp tutunamıyordu. Ben onu kapıdan çıkarıp, kapıdan içeri alıyordum. Bir zaman sonra Sushi dışarıdan geldi öyle telaşlı telaşlı kendi diliyle bana yine bana bir şeyler anlattı. Anladım, bir şikayeti vardı fakat ne? Ertesi gün kapıyı açtım ve dışarı çıkmasını istedim. O gitmedi. Gözlerime bakıyordu. Yalnız gitmek istemiyordu. Birlikte çıktık. Ben yanındayken O bahçede oturdu ve otları koparıp yemeğe başladı. Yandan üç tane sokak kedileri koşarak yanına geldiler ve ona saldırdılar. O kedileri kovdum. Sushi de benden arkalanınca arkalarından kovaladı. O günden sonra da dışarı hep birlikte çıktık. Biz ikimiz birbirimizi anlıyor, çok iyi bir şekilde anlaşıyorduk. Onu bilmem, fakat ben onu çok seviyordum.

Sushi bir zaman sonra topallamağa başladı. Biraz uğraştıktan sonra yakaladım ve ayağına bakınca anladım. Ön bacağının birinde tırnağı ters dönmüş, etine batmıştı. Ne kadar uğraştıysam bana elletmedi. Kıyametler kopardı. Her tarafımı tırmaladı. Ben de kendisine biraz bağırdım ve öyle küs Kızımla birlikte veterinere götürdük. Orada da herkese saldırdı. Bir türlü ayağını tutturmuyordu. Havlulara sardılar ve zorla, bin meşakkatle o etine batan tırnağını kestiler. Ayağı iyileşti. Topallaması geçti. Beş altı ay kadar geçtikten sonra tekrar aynı ayağı topallamağa başladı. Ben, o yine kıyametler koparacağını bildiğim için, öyle korka korka yakaladım. Kucağıma aldım ve ayağını tutunca, hiç ses çıkarmadı. Başını öbür tarafa doğru çevirdi ve o topalladığı ayağını bana uzattı. Kendisi ayağının ve benim tarafıma hiç bakmıyor öylece dinliyordu. Yine tırnak uzamış etine batmıştı. Makasla etine batan tırnağını kestik ve ayağı iyileşti.

Torunlarım geldikleri zaman onları kucağıma alıp sevmem çok ağırına giderdi. Onların yanında hiç yerinden kalkıp yanıma da gelmezdi. Yerinde yatar sadece gözleriyle takip ederdi. Torunlarımla ilgilenmemi hiç istemiyordu. Hem de evimiz de onun en çok sevdiği Kızım Yeşim'in düğünü olmuş o da evden gitmişti. Onu da hiç hazmedememişti. Sushi onları hep dert edip içine atıyordu. Ben halinden anlıyordum fakat intihar edeceğini hiç düşünmüyordum. 

Bir sabah yine her zaman olduğu gibi bahçeye birlikte çıkıyorduk. Kapının üstünde durdu. Geri döndü ve yine bana "Mavu, mau, mavu" diye bir şeyler anlattı. Ön ayaklarını havaya kaldırıp işaretler etti. Daha önce hiç öyle etmezdi. Anlaşılan bana vedalaştı. Dışarı çıktık. Ben yola arabanın yanına kadar gittim. Siteye, içeri getirip park edecektim. O zaten benim arabamı tanıyordu. Kapısını açtığım zaman, gelir, içine girer, kurulur ayaklarını da uzatır ve dışarıları seyreder, öyle gezerdik. Bu sefer hiç öyle yapmadı. Benim peşimden gelip arabaya binmediği gibi, arabanın yanına da hiç gelmedi. Oradan geçmekte olan kara büyük bir köpeğin birden önüne atlayıp ona saldırdı ve ben yanlarına koşana kadar o intihar etti. Olay beni çok etkiledi. 

 
   

20 Eylül 2013 Cuma

HOP İLE TOP

Ermeni Agop iki evliymiş. Eşlerinden birinin adı Hop, diğerinin adı top imiş.
Agop ikisine de ayrı ayrı ev tutmuş, kendisi de bir gece Hop'ta, ertesi gece Top'ta kalırmış.
Bir zaman geçtikten sonra Agop kimde kalacağını şaşırmış.
Hop'un kapısını çalınca, "Sen bu gece Top'un sun. Niçin bana geloorsun?" demiş ve içeri almamış. Agop ta geri dönmüş karanlıkta sıkıntılı sıkıntılı Top'un evine doğru giderken birden ayağı kaymış, lağım çukuruna düşmüş.
Lağım çukurundan kurtulmak için çabaladıkça, kurtulamamış daha da batmış.
Agop kendi kendine söylenirmiş;
"Ey vah, Hop biloor Top ta dır. Top biloor Hop ta dır. Kimse bilmoor Agop boğazına kadar b....ta dır." 

19 Eylül 2013 Perşembe

İNDİRİM

1977 yılında ağabeyim İrfan Adana ya yanıma geldi. Beş-on gün kaldıktan sonra geri Rize ye dönecekti. Neden yazıyorum durup dururken. Yanı bir insanın ağabeyisinin yanına gelmesi büyük bir olay mıdır? Hayır bir defa değil belki yirmi defa geldi de, bu gelişinde enteresan bir olay oldu. 

Onun için yazıyorum. Akşam görevden dönerken taş köprü de bir olay gördüm. Neler oluyor diye bakarken ağabeyimi gördüm. Hemen arabadan indim. Yanlarına gittim. Kavga varmış meraklılar da karışarak sulh etmişler. Konu ne imiş? Anlatayım. 

Ağabeyim evden çıkmış gezerken taş köprünün oralarda deri mont satan bir seyyar satıcı ile karşılaşmış. Adam buna "Deri mont al. Ağabey." demiş. Bu da gayrı ihtiyarı "Kaç lira" diye sormuş. "120,00tl demiş." Ağabeyim pahalı bulmuş ve oradan ayrılmak istemiş. 

Adam artık ne düşünmüşse; ağabeyimin peşine takılarak "Ne olur al ağabey sana 100,00tl" demiş. Ağabeyim hiç oralı olmamış. Montçu gene peşinden giderek 90, 80, 70, diye 30,00tl ye kadar fiyatı düşürmüş. Ağabeyim durmuş, geri dönmüş ve "Ciddi bir fiyat söyle, alayım." demiş. Adam toka etmek için elini uzatmış ve "20,00tl ver al, ağabey" demiş. Ağabeyim "10,00tl veririm."demiş. Satıcı "tamam ağabey" demiş ve montu sararken, Ağabeyim de "Eşşek oğlu eşşek. Madem 10,00tl kurtarıyor. Sen baştan bana niçin 120,00tl dedin?" demiş ve adama vurmuş. 

Adamı çok kötü benzet mişti. Şimdi de bakıyorum adam paketin üzerine yazmış "24 rulo tuvalet kağiti al. 4 rulo kârın olsun." Yine "On litre zeytin yağı al, iki litre kârın olsun." Şimdi gelde kızma. Yanımda olsa bende döverim belki de. Sanki üç yaşında bebek kandırıyorlar. 

Aslında halk bilinçli olacak ve böyle kandırıldıkları malları almayacak. İnsanı keriz yerine koyuyorlar. Onun için en azından böyle malları ben almıyorum.



18 Eylül 2013 Çarşamba

AHLAKLARINI BOZAR

Temel Adalet Bakanı olmuş. Bazı hapishaneleri dolaşmaktadır. Ankara Ulucanlar Ceza ve Tutukevine gelir. Bakanlık görevlileri ve hapishane görevlileri ile hapishaneyi dolaşarak mahkumların dertlerini dinler. Bütün mahkumlar 'Suçsuz olduklarını, haksız yere içerde tutulduklarını iddia ederler. Sadece bir tutuklu 'Suçlu olduğunu, cinayet işlediği için içerde tutulduğunu' söyler. Bunları iyice dinledikten sonra Temel döner Hapishane Müdürüne "Ola ha bu suçlu adamı bu uşakların içine niçun attunuz? Onların da ahlakını bozacak. O cinayet işleyeni dışarı çıkarun da" der.

17 Eylül 2013 Salı

ONUN BUNUN

Eski zamanlarda eski memurlar veya Orta 'K' lı başkomiserler gördükleri olaylar nedeniyle mi, yoksa başka bir sebepten mi, bilemem çok sinirli olurlar. En ufak bir şey de karşısında kine küfür bile ederlerdi. Bu gibi insanları amiri, müdürü hepsi bilir, dalga geçer, hatta bazen gider kendilerine sövdürürlerdi. Bu insanlar küfür etmeği alışkanlık ettikleri gibi, karşısında kiler de küfür ettirmeği alışkanlık haline getirmişler di. Mesela Ankara Atiş Poligonunu kuran Giresun lu Başkomiser rahmetli Hurşit Şimşir alışkanlık yaptığı için sövmediği üst düzey yetkili veya personel yokmuş. Vali, hakim, savcı ona sövdürmek için poligona gelirler. Ateş etmeği öğrenirler. Kalayı yeyip giderlermiş. Hatta atış esnasında enselerine vurduğu bile olurmuş. 12 Eylül 1980 den sonra Sayın Kenan Evren Atış Poligonuna  geleceğini o zamanın Emniyet Müdürüne bildirmişler. Müdür Bey de koşa koşa Hurşit Bey'in yanına gitmiş. "Durumu bildirmiş ve kendine mukayıt ol. Sakın küfür etme demiş." Gün gelmiş Kenan Evren Generaller ile Ankara Atış Poligonuna gelmiş. Kendisine de yaverleri tarafından durum anlatılmış ve böyle bir ortam olursa bu yaşlı adama tolerans tanıması söylenmiş. Fakat durum hiç te öyle olmamış. Yanı Hurşit Başkomiser küfür etmeyip, kendilerine müthiş bir izzet ikramda bulunarak, çok ciddi davranması ve yerine göre herkese fırça atması, Kenan Evren'in çok hoşuna gitmiş. Poligondan ayrılırken "Senin için çok küfürbaz diyorlar. Hâlbuki sen çok iyi adama benziyorsun." demiş. Başkomiser Hurşit Şimşir de "Sayın Paşam, bu şerefsiz onun bunun çocukları hep beni böyle kötülerler, işte." demiş.

16 Eylül 2013 Pazartesi

ECEVİT DİYE

1974 yılında Şanlıurfa dan Mahmut Ş. (Topal Mahmut) adında Sivas lı bir arkadaşımız Adana ya tayın olmuş geldi. 1975 yılında bir görev için üç arkadaş Urfa ya gittik. Urfa da çalıştığı için arkadaşımız Mahmut ta bizimle birlikte Urfa ya geldi. Urfa sokaklarında dolaşırken bir fotoğraf stüdyosunun vitrinin de bu arkadaşımızın çerçeveli resmini gördüm. Hemen Mahmut'a sordum "Sen ayrıldın geldin resmin vitrinlerde ne geziyor? Yoksa artist mi olacaksın?" dedim. "Ya hakikaten bir ara burada resim çektirmiştim. Bu böyle çerçeveli büyük resmimi niçin yapmış?" dedi ve içeri girip kendisine sorduk. Fotoğrafçı zaten bizim Mahmut u tanıdı. Çay filan ikram etti. Mahmut bu çerçeveli fotoğrafını almak istedi. Fotoğrafçı "Alma kardaş, ben senin resimlerini bu beyinsiz adamlara 'Bülent Ecevit' diye satıyorum. Çok para kazandım. Hala daha kazanıyorum. Bu resmi yaptıran adam da biraz sonra gelecek" dedi. Hepimiz şoke olduk. Hakikaten Bülent Ecevit'e çok benziyordu. Urfalılar vitrinde gördükleri zaman "Hele biye de yapiysen Karaoğlan ın yesminden." deyip satın alıyorlar mış. Mahmut hemen tepki gösterdi. Mahkemelik oldular. Gazeteler bu resimleri bastılar ve olayı anlattılar. Bülent Ecevit bu arkadaşımızı koruma olarak yanına almak istedi, Mahmut gitmedi.   

15 Eylül 2013 Pazar

MEMLEKETTEN HABER

Dünya süper güçlerinden vatanımızı kurtarmak için savaştığımız zamanlarda, askerlerin yoğun olduğu yerlerde bazı uyanıklar fal bakar paralarını alırlarmış. 
İnzibatlarda bu konunun üstüne dururlar, fal bakılmasını engellemek isterlermiş. 
Bir gün Çanakkale de bir komutan fal baktıran askere yaklaşır ve "Fal yalandır. Hiç kimse geleceği bilemez. Boşuna paranızı bu dolandırıcılara kaptırmayın." der. 

Asker; "Komutanım yalan olduğunu bizlerde biliyoruz. Fakat bizlere memleketimizden haberler veriyorlar ya, onun için baktırıyoruz." demiş.

13 Eylül 2013 Cuma

SELAM

Eskiden Adana Emniyet Müdürlüğü Vilayet adı ile tanınan Eski Valilik yanında bir birine dikey, küçük iki binadan müteşekkil taş binalardı. Osmanlı İmparatorluğu zamanında polis okulu olarak yaptırılmış, Cumhuriyet döneminde Emniyet Müdürlüğü olarak kullanılıyorlardı. Küçük fakat çok sağlam bir yapıya sahiptiler. Sağ taraf binanın alt katında Siyasi Şube Müdürlüğü ve Pasaport Şube Müdürlükleri vardı. Üst katta Özel Kalem Amirliği, Baş Müdürün makamı ve Sağlı sollu Baş Müdür Yardımcılarının makam odaları vardı. Tam karşımıza gelen diğer binada Asayiş, Personel ve İkmal Şube Müdürlükleri vardı.

Bu binanın alt kat sol tarafı arşiv. Sağ taraf Teknik Büro Amirliği ve dışarıda kulübede iki gece bekçisinin çalıştırdığı küçük bir çay ocağı vardı. Bu çay ocağının tam kapısında da 'KORELİ' diye tanınan kimsesiz bir Kore gazisi olan ayakkabı boyacısı bulunur, genelde boya parası ve polislerin yaptıkları yardımlarla geçinip giderdi. Merdivenleri çıkıp girişe göre sol tarafta en sonda karşılıklı Cinayet ve Hırsızlık Büro Amirlikleri ki daha sonra beş altı yıl burada Cinayet Masasında çalıştım. Peşinden Mali ve Narkotik Büro Amirlikleri bulunurdu. Sağ tarafta Asayiş Şube Müdürü ve Asayiş Ekipler Amirliği vardı. Tekrar merdivenlerden bir üste çıkınca orta katta boylu boyunca yine uzun bir hol ve bankolarla ayrılmış uzun bir salon bulunurdu. Bu salonda masalarda oturan 20-25 polis memurları bulunurdu. Sağ taraf Asayiş Şube Müdürlüğünün İdari Bürosu, sol taraf ise Personel Şube Müdürlüğünün İdari Bürolarıydı. Burada masalarda oturan Asayiş ve Personel şubelere ait resmi polis memurları ve tam ortalarında ki bir masada oturan birer amirleri teşkilat mensuplarına hizmet verirler, her iki şube de buradan idare edilirlerdi. Salonun tam ortasında kış aylarında büyük bir varilden özel yapılmış soba yanar ve her iki idari büro da bu sobadan ortak ısınırlardı. En üst katta da Personel Şube Müdürü makamı vardı.

Adana Emniyet Müdürlüğünün diğer birimleri her bölgede ki karakollar ve bu karakollarda çalışan 50-60 civarında birer başkomiser, komiser, komiser yardımcısı ve polis memurlarından ibaretti. Bir karakolda bir suça el konulduğu zaman tarafların hepsi toparlanır, ifadeler alınır, varsa bütün deliller eklenir, bir 'FEZLEKE' veya 'SUÇ ÜSTÜ' tutanağı tutularak olay adli mercilere intikal ettirilirdi. Suçlu ve evrakları adliyeye götüren memurlar önce Asayiş Şube Müdürlüğü İdari Büro Amirliğine uğrayarak kayıt yaptırır, ceraim numarası alırlardı. Veya bir evrak başka birimlere gönderilecekse yine önce burada yanı İdari Büroda kayıt yaptırılırdı.

Bağlar Karakolunda ki altı aylık polisliğimin ilk günlerinde bir kavga olayının evrakları hazırlanmış. Olayı Suçüstü Savcılığına intikal ettirecektik. Karakol Yazıcısı Ersin Terzi evrakları tekamül ettirdikten sonra Karakol Amiri Yavuz Bey imzaladı ve iki suçlu ile evrakları benim gibi on günlük Polis Memuru olan Trabzonlu Ali Kemal Bozlar'a teslim ederek Cumhuriyet Savcılığına götürmemiz istendi. Evraklar arkadaşım Ali Kemal'in elinde bende elleri kelepçeli iki suçluya refakat ediyordum. Bir taksi durdurarak Bağlar Karakolundan yukarıda anlattığım Adana Emniyet Müdürlüğü Asayiş Şube, İdari Büroya gittik. Kış ayları olduğu için o tarif ettiğim varil sobada tam ortada yanıyor her tarafı ısıtıyor arada bir de içinden 'çat çut' diye sesler geliyordu. Bizler yeni olduğumuz için kimseyi tanımıyorduk. Suçlular aramızda, şapkamız elimizde merdivenlerden çıkıp uzun koridorda bir kaç adım ilerledikten sonra ben suçlularla birlikte koridorda bankonun kapılı girişi önünde bekledim. Arkadaşım Ali Kemal giriş yerinin kapağını kaldırarak içeri girdi ve orada ki bu evrakları kayıt edecek olan Polis Memuruna yüksek sesle; "Devrem şunu bir filim et te biz adliyeye gidelim." dedi. Yalnız o sırada fark ettim, burada olağan üstü bir hal vardı. Çünkü resmi sivil bütün amir ve memurlar ayakta bekliyorlar, hiç kimse konuşmuyor, sadece iri yarı, oldukça yaşlı sivil bir adam oturuyor ve hayretle bizi süzüyordu. Yine bir sivilde yanında oturuyordu. Bir memur oturduğu yerde, o oturan adamların yanında alel acele bir şeyler yazıyor, bir komiser de bir kayıt defterini karıştırıp duruyordu.

Bu sırada da orada bulunan herkes bize bakıyorlardı. O zamana kadar da kimseden en ufak bir ses çıkmıyordu. Oturan adamlardan biri bize; "Siz memur musunuz, soytarı mısınız? Bu ne biçim polislik?" diye bağırdı. Arkadaşım Ali Kemal "Resmi elbiseli polisleriz. Görmüyor musun? Siz kimsiniz? Bize hakaret edemez siniz" dedi. 

Oranın havası birden değişti ve o adam konuştukça biz de cevap vermek mecburiyetinde kaldık. Ben değil de adam genelde Ali Kemal'i hedef aldığından genelde cevapları da Ali Kemal bağırarak veriyordu. Komiser arkadan o adam görmediği gibi bize vaz geçmemiz için işaretler ediyordu. 

Adam yerinden fırladı kalktı ve daha bir sürü şeyler söylüyor, bir taraftan da arkadaşım Ali Kemal'in  üzerine yürüyordu. İlk etapta arkadaşımda onun üzerine yürüdü. Suçluları bankonun önünde başıboş bıraktım ve bende içeri girerek aralarına girdim. Arkadaşım Ali Kemal'ın ağzını kapatıp dışarı çıkarmak istedim. Çıkaramadım. Baktım kimse laf dinlemiyor, onları baş başa bırakarak tekrar dışarı, geri suçluların yanına geldim. 

Artık o adam vurmak için arkadaşım Ali Kemal'ın üzerine yürüyor, arkadaşım Ali Kemal de geri geri kaçıyordu. "Efendim ben sizleri tanımıyorum. Ne yaptım ki beni dövmek istiyorsunuz?" diye o adama soruyordu. Ali Kemal de adamın tehlikeli olduğunu anlamış elinden kaçıp kurtulmak istiyor, bu yüzdende yalvarırcasına hep alttan alıyordu. Ortada ki yanmakta olan büyük varil sobayı adamla kendi arasına alıyor, adamın kendisine yaklaşmasını engelliyor, sobanın etrafında dönüp duruyorlardı. 

Ben de anladım, bu adam çok büyük bir adam "Efendim suçumuz nedir? Biz evrak sevk ettirmek istedik. Adliyeye gideceğiz. Onun için buraya geldik. Daha beş on günlük polis memurlarıyız. Eğer bir hata işlediysek özür dileriz. Bizi af edin." dedim. Adam bana döndü; "Siz teşkilatımızda 'selam nedir' Duymadınız mı? Laubalı bir şekilde 'bunu bir filim et' demek, hangi polise yakışır he?" dedi. Ali Kemal adamın önünde geri geri kaçarken birden şapkasını başına taktı ve "Efendim bütün bunlar bir selamdan sebep mi oluyor? Al sana bir selam! İki selam. üç selam" diyerek üst üste üç defa eli ile selam verdi ve kendisini salondan dışarı atarak merdivenlerden indi kaçtı gitti. Ben de bankonun üzerinden uzanarak kavga esnasında masanın üzerinde duran bize ait Savcılık evraklarını alıp merdivenlerden kaçarken bir memur yollayıp geri çağırttılar. 

Adam küplere biniyordu. Hiç kimsede ne kötülük ne iyiliğimize hiç bir şey söylemiyorlardı. Kemal sırra kadem bastı o artık yok, kaçtı. Geride ben yalnız kaldım. O sırada kendisini orada tanıdığım ve sonradan Asayiş Şube Müdürü olduğunu öğrendiğim Adil Yazıcıoğlu "Sayın Müdürüm çocuklar daha yenidirler. Onları bağışlayın." deyip yatıştırmağa çalışıyordu.

Evrakları kayıt ettiler ve suçluları alarak aşağı indim. Ali Kemal aşağıda beni bekliyordu. Adliyeye intikal ettikten sonra karakola gittik. Bir kaç gün korkuyla bekledik fakat hiç bir şey yapmadılar.

Meğer kendisi Baş Müdür Nihat Bey miş. Bir olayı incelemek için orada bulunuyormuş. Ondan sonra o yerin alt katında Cinayet Masasında çalışırken her gün o adam yine gelecek ve karşılaşacağım diye korkuyordum. Az kalsın bizlere dünyayı iğnenin deliğinden seyrettirecekti. Hepsine saygılar, hürmetler...Dünyanın en iyi insanları!  

12 Eylül 2013 Perşembe

DANA PİSLEDİ

Yine Kadıların mahkemeye baktığı devirler. İki kişi mahkemelik oluyorlar. Şahıslardan birisi demircidir. Kadı hazretlerine rüşvet olarak bir adet balta yapıp verir. Karşı tarafta kadı hazretlerine rüşvet olarak bir adet dana verir. Bu nedenle dava da bir türlü bitmek bilmez. Uzadıkça uzar. Her iki taraftan da rüşvet alınınca, davada hiç birinin aleyhine sonuçlanamıyor. Taraflarda diğer tarafın rüşvet verdiğini bilmiyor. Baltayı rüşvet olarak veren demirci, verdiği rüşvetin unutulduğunu sanır ve verdiği baltayı hatırlatmak için "Kadı hazretleri, sizlerde anladınız ki ben bu davada yerden göğe kadar haklıyım. Yalnız dava çok uzadı. Balta ile keser gibi kesiniz ve benim haklı olduğumu bildiriniz." der. Kadı da pişkin pişkin cevap verir "Kesmesine keseceğim fakat baltanın sapını tutamıyorum ki. Baltanın sapına dana pisledi." der. 

11 Eylül 2013 Çarşamba

PANTOLON YOK


Başkomiser Orhan Behiç Beyden sözlü nakildir

Polisin bir kıyafet tüzüğü var. Resmi elbiseli personel belirtilen kıyafet dışında keyfi bir kıyafet değiştirip, bu kıyafete bir şeyler ilave edip te görev esnasında giyemez. 

Bırakın elbiseyi kokart ve amblemlerde de değişiklik olmaz. Tüzükte nasıl yazıyorsa her şey ona uygun olmalı. Giyenler hakkında da ciddi cezalar verilir.   

Eskiden Adana Emniyet Müdürlüğü Lojistik Şube de bir Başkomiser var, Mardinli Mazhar Bey. Bu adam olayların etkisinden mi ne, çok sinirli yanına gittin mi adamı hiç konuşturmaz. Hele biz yeni polislere "Behice Boran ın piçleri" derdi. Bu Başkomisere memuru, amiri ve müdürü özel olarak yanına gelirler, bir şeyler söyler kızdırırlar yerine göre küfürü yerler ve rahatlayıp geri yerlerine dönerlerdi. 

Benim de dikkatimi çekmişti. Emniyet Müdürlüğünün bahçesinde ve çay ocağında dolanıp dururdu, resmi elbiseli bir başkomiser, önüne gelene küfür ederdi. Belinde kemerinden kocaman Turalı Polis tabancası sapı aşağı namlusu yukarı asılırdı. Anlayacağınız tabanca kılıfı o kadar eskimiş ki dengesini kayıp etmiş, kendiliğinden belinde tabanca ters dönüyor, sapı aşağa, namlusu yukarı oluyordu. 

Böyle sıyırmış deli insanlar ara sıra teşkilatımızda görülürler fakat belli başlı bir branşları yoksa geri hizmetlerde istihdam ettirilirlerdi. Bu Başkomiserimiz de işte bunlardan biriydi. Karşıyaka da Çingenelerin mahallesinde oturduğu için genelde göreve sivil gelir, bürosuna gelince resmi elbisesini giyer, akşam giderken de resmileri çıkarır, tekrar sivil elbiselerini giyerek giderdi.

Kendisi yaşlı ve çok babacan bir görünüme sahipti. Dedim ya millet takıla takıla onu delirtmişlerdi. Hatta tüm teşkilatta onu tanımayan ismini duymayan yoktu. Herkes onu kızdırmak için yanına gelirler ve kadronun hepsi de Mazhar Baba diye kendisini tanırlar ve severlerdi.

Bir sabah yine sivil elbiseleri ile göreve gelmiş. Mazhar Baba Eşini hastaneye götürecek, sıkıntılıdır. Elalem onun dertlerini ne bilsin? 

Bir gün önce yengeyi hastaneye götürmüş, işlemler uzayınca  sen bekle geleceğim deyip eşini hastanede bırakıp Emniyet Müdürlüğüne gelmiş, geri gitmeği unutmuş. Akşam eve gidince bakmış ki hanım ev de yok. Aklına gelmiş hastanede olduğu. Gece gidip hastane parkında bankların üzerinde uyurken bulmuş hanımını ve evine getirmiş. O gün de yine bazı tahlilleri var hastaneye gidecek. 

İşlerinin hastanede kolay hallolması için resmi gidecek. Emniyet Müdürlüğünde resmi elbiselerini giyerken bazı amir arkadaşları takılır, memurlar da destek verir kendisini kızdırırlar. O bir birini, bir öbürünü söverek tabanca elinde kovalar fakat yakalayamaz. Hepsi bir tarafa kaçarlar. Resmi elbiselerini öyle kızgın kızgın giyer ve gider Emniyet Müdürlüğünün önünde Lüks Otel in karşısında otobüs durağında, otobüs beklemeğe başlar.

Eskiden Adana Emniyet Müdürlüğü Valilik Binasının hemen arkasında Lüks otelin az ilerisinde, önünde otobüs durakları olan tam bir merkezi yerdeydi. Adana da her taraftan gelen dolmuş ve otobüsler bu duraklara uğrar oradan gidecekleri yerlere giderlerdi. 

Vakit sabah tam saat 09.00 sıraları. Mazhar Baba resmi elbiselerini giymiş orada belediye otobüsü bekliyor. Vali de o yoldan tam göreve geleceği saatler. Ve en nihayet Adana Valisi arabasıyla oradan geçerken Mazhar Baba Valinin arabasını görünce hemen toplanıp, elini şapkasına götürüp ihtiyar olmasına rağmen Valiye çakı gibi bir selam verir. Vali de farkına varır ve arabanın içinden elini kaldırıp selamına karşılık verir, memnuniyetini bildirir fakat hayret gözlerine de inanamaz hemen elini geri indirir.

Makamına gider gitmez daha yerine oturmadan Emniyet Müdürünü arar ve çok acele durağa adam yollayıp orada bekleyen Başkomiseri çağırtmasını ister. Emniyet Müdürü de odacıyı yollayıp Başkomiseri yanı Mazhar Babayı çağırırlar. Odacı da bakar Başkomiser çok sınırlı bir şey söyleyemez fakat o da için için çaktırmadan güler. Odacı, Başkomiser Mazhar Beyle birlikte Emniyete geri gelirler. 

Yalnız bu sırada Başkomiseri gören herkes gülmektedir ve kendisine garip garip bakmaktadırlar. O da onlara küfürler etmektedir. Durakta da herkes ona bir acayip bakmakta idiler, acaba anormal bir şey mi var? Yok canım ne olacak? Mazhar Baba biraz ihtiyar ama resmi elbiseli çakı gibi Başkomiser. Başmüdürün makamına girerken şapkasını çıkarır, sol eline alır, içeri girer girmez başı ile bir selam verir ve "Beni emretmişsiniz, Sayın Müdürüm" deyip esas duruşta beklemeğe başlar.

Müdür Bey Mazhar Beyi üstten aşağı iyice süzüp inceledikten sonra; "Başkomiser, poliste kıyafet tüzüğü ne zaman değişti?" diye sorar. "Değişmedi Müdürüm" der. "Öyleyse senin bu vaziyetin nedir? Giyim kuşamını bir kontrol et." der. Mazhar Baba yukarıdan aşağı kendi üzerine bir bakar ki, hem kızgınlıktan, hem de telaşeden pantolon giymeği unutmuş ve pantolonsuz gitmiş durağa. Her tarafı resmi, hem de nizami fakat üzerinde pantolon yok, giymemiş. Vali rastlamasa hastaneye de öyle gidecekmiş. 

Kravatı takılı, montun üzerinden kemer takılmış, tabanca filan hepsi tamam, sadece pantolon yok. Alt tarafında pantolon yerine beyaz uzun bir iç donu var. Vaziyetini kendi gözleri ile görünce daha bir şey söylemeden “Müdürüm müsaade et o beni bu sabah kızdıranların iki tanesini öldüreyim.” Der ve oradan fırlar, gider. 

Kendi memurları bir kaç gün göreve gelememişler ve ceza almışlar. Kendisi de o sıralar zaten emekli olup gitti. 

İnsan bir işe sinirli veya vesveseli başlarsa her şeyi eline yüzüne bulaştırır. Her zaman soğukkanlı ve sakin olmakta fayda var.

 

10 Eylül 2013 Salı

EN GÜZEL


(Önce MAŞALLAH deyiniz)
Zengin bir bayan malikanesinde yaşarken, bir gün hizmetçisini çağırır ve eline bir sefer tası vererek "Bunu okula getir torunuma ver, yesin" der. Hizmetçi kadın da işe yeni başladığı için çocuğu tanımamaktadır. Ve hanımına "Torununun adı nedir? Nasıl bulacağım?" diye sorar. Hanım "Okula gittiğin zaman sağa sola bak. En güzel çocuk hangisi ise, O benim torunum dur. Sefer tasını ona ver." der. Hizmetçi kadında okula gider. Sağa sola bakar ve en güzel çocuğa sefer tasını verir. Akşam olunca malikanenin çocuğu eve gelir. Kendisine niçin yemek göndermediklerini sorar. Babaannesi ve dedesi de hizmetçi kadını çağırıp O na sorarlar. Hizmetçi Kadın şöyle cevap verir "Efendim siz okulda "En güzel çocuğa verin dediniz. Bende okulda bütün çocuklara baktım. En güzel çocuk benim torunum du. Onun için sefer tasını benim torunuma verdim. der. Bütün çocuklar çok güzeldirler. Hepsini çok seviyorum. Allah hepsini bütün kötülüklerden, savaşlardan ve nazardan korusun. Dokuz aylık olmasına rağmen, peçete ile ağzını silerken acıtabilmişiz ki; daha sonraları elimizde peçete gördüğü zaman, alıp oturduğu yerin altına sokarak saklıyor. Babası da öyleydi. Bir yaşını geçtikten sonra kendisine bozuk para verdiğimiz zaman avucuna alır, parmaklarını yumardı. Çünkü o zamanlar kocaman olan beş lira demir para da parmakları arka tarafa ulaşmazdı. Diğer demir paralarda parmakları arka tarafa ulaşırdı. Öyle ölçerek anlar ve ulaşırsa beğenmez geri iade eder. Ulaşmazsa beş lira olduğunu anlar, alır kabul ederdi.
.

9 Eylül 2013 Pazartesi

AYI

Avcılar oturmuşlar bir birlerine palavralarını anlatıyorlar. Bir tanesi "Geçenlerde İstanbul da Belgrat ormanlarında ava çıkmıştım. Dört metre boyunda bir ayı vurdum." der. Diğer avcılar kendisini heyecanla dinledikten sonra bir avcı "Hadı canım sende, İstanbul da Belgrat ormanlarında ayı ne gezer?" der. Palavrayı anlatan avcı "İyi de arkadaş. Allahın ayısı, orasının İstanbul Belgrat ormanları olduğunu nerden bilsin ki?" der.

7 Eylül 2013 Cumartesi

VIZ

Mahkemelere kadılar baktığı dönemde, kış aylarında akşamdan iki kişi hırsızlık yaparlar. Karda izini takip eden askerler hırsızları yakalar ve kadı huzuruna çıkarırlar. Kadı hazretleri ile hırsızlar arasında şu diyalog geçer. "Nasıl çaldınız anlatınız? Hırsızın biri kadıya anlatır. "Kadı hazretleri, karanlıkta gittik aysız, düşündük kar yağar kapatır iz, kar yağmadı yakalandık biz." der. Kadı hazretleri de "Hırsızlık yaptınız siz, çok ağır suç işlediniz, sarı liraları masamın üstüne diziniz, sizlerde arka kapıdan vız ınız."  

6 Eylül 2013 Cuma

GERİDE

 tıklayın ve büyütün
Ağustos ayında vakit geçirmek için memleketim Rize ye gittim. Dr. Ahmet Maranki den 'Karadeniz suyunun insan vücuduna daha faydalı olduğunu' duymuştum. Bu nedenle kıyı boyunda denize girmek için yer ararken bakın nere rastladım. Nasrettin Hocanın memleketi olduğu iddia edilen Akşehir de Hoca nın büyük bir evini yaptırmışlar. Her tarafı açık. Kocaman sağlam bir kapısı. Ve bu kapının de büyük bir kilidi varmış. Hep duyardım hemşerilerim "Kendin pişir kendin ye 100 metre geride." diye yollara ilan yazarlardı. Ve durum gülünç değerlendirilir, fıkralara konu olurdu. Fakat bu sefer iyi bakın Karayolları da aynı şeyi yapmış. Rize de bu resmi çektim. Yoksa resimsiz anlatsam inanmazdınız. Galiba Trabzon Hava Alanını kastediyor. "56 kilometre geride" Hah aklımda iken söyleyim. Nasrettin Hocanın Eskişehir Sivrihisarlı, Kayserili, Kırşehirli, Nevşehirli olduğu iddia edilir. Azerbaycan da Türbesi vardır. Kısacası dünya devletlerinin bir çoğu da Nasrettin Hocayı sahiplenirler. 1996-97 UNESKO tarafından Uluslar arası Nasrettin Hoca Yılı ilan edilmiştir. Bence de bana sorarsanız Nasrettin Hoca Rize de doğmuştur. Rizeli dir. Temel ve Dursun ların akrabasıdır. Eğitim almak için sonradan Konya ya gitmiş olabilir.
   

5 Eylül 2013 Perşembe

şiir GELMEZ MİYDİN

Gönül sevdiğini, her zaman görmek ister,
Olmazsa uzaktan, haberini almak ta yeter,
Hasret ile birini beklemek ölümden beter,
Sarılıp giderken bana, sen demez miydin?

Çok bekledim seni, yollar da kaldı gözüm,
İnan karanlık duruyor, her gün gündüzüm,
Dünya hevesim kalmadı, ben ki sensizim,
Hep ismini çağırdım, sen duymaz mıydın?

Paylaşırız lokmayı, yarım benimle yersen,
Başka bir şey istemem, sevdiğini söylesen,
Yerin değişti sanma, kalbimde bir ateşsen,
Senelerdir yakıyorsun, sen bilmez miydin?

O yüzünü görmeden, kör olsam duramam,
Anasız çocuk gibiyim, ben sensiz olamam,
Demiştin ki giderken, öyle uzun kalamam,
Benim gibi sevseydin, sen gelmez miydin?
                                             Recep Ali Öztürk  


4 Eylül 2013 Çarşamba

HANGİSİ NİN ?

Mecliste bakanlardan biri ölür. Boşalan bakan yerine başka bir millet vekili atanır. Bu millet vekili beklemediği bu sürprizi telefon açarak karısına bildirmek ister. Yeni bakan hemen eşini arar ve müjdeyi vermek ister "Bakan karısı olmak ister misin ?" diye sorar. Karısı düşünür ve cevap verir "HANGİSİ'NİN ?"

2 Eylül 2013 Pazartesi

HİNDİ ŞALVARA GİRERSE

Adana da 1973 lü yıllarda Karaisalı dan Ahmet isimli bir köylü, köyde topladığı bir miktar canlı hindiyi yılbaşında satmak için Adana'ya indirir. Sokak sokak bütün mahalleleri hindilerle birlikte dolaşan Ahmet bu indirdiği hindilerin hepsini yıl başına kadar satar. Yalnız bir tane hariç. Büyük bir hindiyi satamaz, elinde kalır. Tek kalan hindiyi satmak için ne kadar uğraşırsa da, nafile satamaz.

Artık son gecedir. Ertesi gün yeni yıl olacak. Elinde kalan son hindiyi satmaktan vaz geçer ve akşamda hayli zaman geçtiğinden sinemaya gitmek ister. Sular da sinemaya bir bilet alır. Vakti gelince sinema salonuna girmek için aldığı sinema biletini biletçiye uzatır. Bilet kontrol eden adam, bu adamın koltuğunun altında koca hindiyi görünce sinema salonuna sokmaz. "Hindi ile sinemaya girmek yasaktır. Giremezsin." der. Adam para vermiş bilet almış. Bileti iade etmek ister. Onu da almazlar. Adam içeri girmek için ısrar edince teşrifatçılar toplanır, hatta adamı dövüp kovarlar. Adamın çok ağırına gider. Kara kara düşünürken aklına parlak bir fikir gelir. Zamanı gelmiş filim de artık oynamak üzeredir. Sinema olduğu binanın dışına çıkar ve şalvarının uçkurunu çözer. Kimse görmediği gibi hindiyi zaten bol olan şalvarının içine hapis eder ve gelir biletini verir içeri sinema salonuna girer. Filim başlamış ve içerisi karanlıktır. Teşrifatçı gösterdiği yere kimseyi rahatsız etmeden usulca oturur.

Ne ise oldukça heyecanlı olan Eşref Kolçak'ın filmi oynamağa başlamıştır bile. Ahmet oturduğu yerde sağında bir bayan solunda erkek oturmaktadır ve sinemada bütün koltuklar ful doludur. Yarım saat kadar filim seyrettikten sonra hala daha şalvarının içinde duran hindi aklına gelir ve havasız kalmasın diye şalvarının uçkurunu çözerek hindinin başını şalvardan dışarı çıkarır. Bu sırada sağ tarafında oturan bir genelev kadını filim seyrederken çerez olarak leblebi yemektedir. Sol el avucunda tuttuğu leblebileri sağ eli tek tek alıp ağzına atıp yemektedir ve olacaklardan habersiz bir taraftan da filim seyretmektedir.

Vucudu şalvarın içinde kafası dışarıda duran hindi kadının elinde ki leblebileri görünce başını uzatarak bir kaçını bayanın avucundan kapar ve yer. Bayan bu duruma bir anlam veremez. Bir kaç kez tekrarlanınca kadın merak eder ve takip etmeğe başlar. Ahmet'in şalvarının içinde ki bir şeyin kafasını uzatarak elindeki leblebileri kaptığını anlar. Fakat karanlıkta hindi olduğunu anlayamaz. Ne olduğunu da anlayamaz. Bayan bu her ne ise yakalamak ister. Kadın bir elini birden uzattığı gibi hindi başını kaçırır ve şalvarın içine çeker tekrar saklanır. Kadın yakalayamaz ve ne olduğunu yine anlayamaz.

Kadın hiç kimseye de bir şey söyleyemez fakat bir taraftan da merakından çatlayacak. Acaba bu nedir? Filim arası on dakika mola verilir. Kadın göz ucuyla her tarafı kontrol eder, hiç bir şüpheli durum yok. Her şey normal. Herkes yerlerine otururlar. Filim tekrar oynamağa başlar ve kadında geçmişte olduğu gibi leblebi yemeğe başlar. Ahmet hava alması için hindinin kafasını yine şalvarından dışarı çıkardığı için hindi tekrar kadının elinden leblebileri kapmağa başlar. Kadın bu sefer iki eliyle bu bilmediği yaratığı yakalamağa çalışr. Hindiyi kafasından yakalar fakat hindi yine kafasını şalvarın içine çeker. Bu sırada bağrışmalar olur ve ışıklar yanar, filime ara verirler.

İlk etapta görlen şey, kadın iki eliyle Adamın uçkuru açık olan şalvarının içinde bir şey tutmaktadır. Kadın leblebiyi elinden kapanı yakalamış bırakmıyor, bütün seyircilerde yuh çekip bağırıyorlar. Hindi hala şalvarın içinde saklanmaktadır fakat kafası kadının elindedir. Birbirlerinden ayrılmayan bu kadın ile erkeği sinema seyircileri merakla seyretmektedirler. Herkes hayretler içindedirler. Adamın şalvarının içine de kimse bakamaz. Kadın bıraksa bu sefer leblebilerini kapan her ne ise kayıp olacak. Kadın çıldırıyor ve her çeşitini gördüm de leblebi yiyeni görmemiştim, şimdi onu da gördüm diyor. Polisler gelip te olay karakolluk olduktan sonra her şey anlaşılır. İfadeleri Komiser Hakkı Bey aldı. 

KEMALETTİN ERÖGE

Kemalettin Eröge
1968  yılında Taksim de otosu ile dolaşan ABD li gangster 'Camgöz Gary' olarak tanınan Ralph Gary Bauladın sevgilisi Patrica ile göz altına alındı. 

Arabasında 4-5 kilo uyuşturucu bulunan bu ırı kıyım adam, üzeri aranmadan getirildiği Mali Şube Bürosunda çift silahını çekerek polislere yaylım ateşi açtı. Bir Polis Memuru öldü. Kendisi Liman lokantasına kaçtı ve rasgele ateş etmeği sürdürdü. Teslim olmasını söylemek için İngilizce bilen Emniyet Amiri Kemalettin ERÖGE oraya geldi. 

Pislik gangster O nu da öldürdü. Lokanta görevlisi ve orada bulunan bir banka memuru da vuruldu. Gary da iki Amerikan Elçilik görevlisi tarafından makineli tabanca ile vurularak, gebertildi. Beş saatten çok süren çatışmada üç kişi de yaralanmıştı.

Yaralı Emniyet Amiri Kemalettin ERÖGE ambülansa bindirilirken şoförüne şöyle diyordu: "Burhan senden ricam, benim küçük oğlanı pazar günleri yine gezmeğe götür. Olur mu?"