SAYFALAR

28 Şubat 2014 Cuma

NERDE KALACAKLAR ?

 İsviçre Çin e savaş açmış ve Pekin'e kadar gelmişler. Çin İçişleri Bakanı haberi Çin Devlet Başkanına bildirmiş.
- Efendim İsviçre bize savaş açtı ve şu anda Pekine girdiler.
- İsviçre de kimdir ?
- Avrupa da bir ülke
- Kaç kişi bunlar?
- Nüfusu dört milyon
- Öğrenin bakalım, hangi otelde kalacaklar ?

27 Şubat 2014 Perşembe

ALIŞ VERİŞ

1976 yılı Adana Cinayet Bürosu, genelevin bulunduğu 81 sokakta ki bitirimhanelerde arama yaptıktan sonra yakaladığımız bir iki suçlu ile oradan biraz uzakta bıraktığımız arabamızın yanına dönüyorduk. Caddenin Küçük saat tarafından bir şahsın koşarak bizim tarafa doğru kaçtığını gördük. Biz ne olduğunu anlayana kadar adam bizi epeyce geçtikten sonra aynı hızla kaçmağa devam ediyordu. Üç arkadaş birlikte adamın arkasından koşmağa başladık. Epey gittikten sonra arkadaşlar daha fazla koşamamışlar, geri taraftaki arabamızın yanına dönmüş olacaklar ki ben arkama baktığım zaman arkamdan gelen hiç kimseyi göremedim.

Adam cadde aralarından giderek izini kayıp ettirmek istiyordu. Ben "Polis..Dur.. Kaçma" filan diye bağırdıkça O ölesiye kaçıyordu. Epey gittikten sonra dar dar ve çıkmaz bir sokağa girince üzerine atlayarak adamla birlikte tere yıkıldık ve yakaladım. Keelepçe taktıktan sonra üstünü aradım fakat her hangi bir suç teşkil edecek hiç bir şey yok. Sadece üzerinde o anda sayamadığım lastiklerle tutturulmuş bir tomar para var. Kendisine ne sorduysam hiç cevap vermiyordu. Soygun yapmış olabilir zannıyla şahsı kelepçeledikten sonra paraları elinden aldım ve arabamıza doğru yürümeğe başladık. Beş dakika kadar yürüdükten sonra arkadaşlarım o kısa sokak aralarında bizi kayıp etmişler ve arabanın yanına gelmiş bekliyorlardı.

Biraz yaşlı ve tecrübeli olan Dedektif Giresunlu Ahmet Ağabey her zaman ki gibi bana kızıyordu "Çocuk sen öyle ikide bir başını alıp uğuruna gitme. Sonra leşini bulamayız ha." diyordu. Biraz da haklı söylüyordu tabi. Ne ise arabanın yanına daha gelmeden uzağımda arabayı ve arkadaşları gördüm. Dışarda durmuş beni bekliyorlardı. Yanlarına yaklaştığım zaman fark ettim. Bekleyenler sadece Cinayetten arkadaşlarım değil, Narkotik Büro Amiri Emniyet Amiri Kamil Bey ve dört narkotik polisi de orada durmuşlar bizimkilerle konuşuyorlardı. Benim arkadaşlarımdan Pinkerton Şahin Ağabey'in sırtı bana dönüktü, beni görmüyordu ve onlara şöyle söylüyordu; "Siz hiç korkmayın Recep Onu şimdi yakalar getirir." derken bende gittim. Narkotikçiler zaten beni hiç fark etmediler. Kaçırdıkları adamı eli kelepçeli tam karşılarından geldiğini görünce şaşırdılar.

Meğer yakaladığım adamla bir haftadan beri irtibat halindeymişler ve eroin aliş verişi için pazarlık etmişler. Az evvel de Ziraat Bankasından 15.000,00tl para çekmişler ve seri numaralarını aldıktan sonra eroin kaçakçısına verip eroin alacaklarmış. Adam bunların polis olduklarını anlamış olacak ki parayı aldıktan sonra eroin vermeden ellerinden kaçmış. Üzerinde benim yakaladığım parada alış veriş esnasında polislerden aldığı para imiş. Narkotik Polisleri başta Amirleri Kamil Bey olmak üzere çok sevindiler. Adamı teslim aldılar ve ertesi akşam da bizi ekipçe yemeğe götürüp eğlendirdiler.

26 Şubat 2014 Çarşamba

İMZA GÜNÜ

Geçenlerde yeğenim Secaattin Öztürk'ün imza günü vardı. 'AŞKINA HÜZÜN BANDIĞIM ÖMÜR' isimli şiir kitabını tanıttı. Fevkelade iyi geçen tanıtımda şiirlerinin yanısıra arkadaşları kendisini de güya anlattılar. 

Beni de çağırdılar kürsüye, "Sen amcasısın, Secaattin'i sen de bize anlat" dediler. Yazık hepsi aldanmışlar. Hepsi biz Secaattin'i anlatıyoruz sanıyorlar. Hayır aldanıyorlar. Bir şeyi anlatmak için, önce o şeyi anlamak lazim. Bir şeyi anlamadan nasıl anlatacaksınız. Secaattin'i anlamağa bir ömür yetmez. Ben sekiz yaşlarında iken Secaattin doğdu. Onu hala anlayabilmiş değilim. Dolayısıyla da anlayamadığım bir şeyi başkalarına anlatamam ve öyle oldu. 

Hiç bir şey anlatamadım. Kürsüde şiştim kaldım. Secaattin öyledir. Kırk bilinmeyenli bir denklem gibidir. Kimse onu tanıyamaz, anlayamaz ve anlatamaz. Kendisinin dahi unuttuğu bir muzipliğini anlatacaktım. O da işime gelmedi arkadaşlarına malzeme olur takılırlar diye anlatamadım. Burada anlatacağım. 

Secaattin Fındıklı Orta Okulunda okurken, babası da Çay Fabrikasında çalışıyor ve tuttukları evde birlikte kalıyorlar. Bir pazar günü annesi hastalanınca, babası yeni elbiselerini giyer ve Pazar'a doktora giderler. Ortada bir gariplik olduğunu babası anlar. Zira her gören gülüp geçer. Bir türlü sırrı çözemeyince bir adamı tutup niçin güldüklerini sorar. Adam "Ya ağabey hadi senin kumaş almağa paran yetmedi. O terzi de böyle pantolon dikmeğe utanmadı mı?" der. Telaşelerinden hiç dikkat etmemişler. Babasının giydiği pantolan paçasının biri normal, diğeri dizine kadarmış. 

Secaattin hep aynı pantolon ile okula gitmeğe sıkılınca babasının pantolonunu paçalarını içerden geri kıvırmak suretiyle kısaltarak kendine uydurmuş. Bir de yatak altı ütüsü yaptıktan sonra babası yokken ara sıra giyer okula gidermiş. 

Babası bu durumdan habersiz aynı pantolonunu hızlı hızlı giyerken, bir ayağı dikişi koparmış pantolon bacağı yerine inmiş, normal olmuş. Diğeri kopmadığı için Secaattin'in boyuna göre dizinde kalmış ve babası hastahanelerde, bir paçası normal bir paçası dizinde uzun süre dolaşmış durmuş.    

22 Şubat 2014 Cumartesi

NE OLDUĞUN DEĞİL NE OLACAĞIN

1992 yılı Ankara Emniyet Müdürlüğü Başkomiserim ve Cinayet Bürosunda görevliyim. Kendisini daha önceden görev icabı tanıdığım Emniyet Müdürü Orhan Taşanlar Bey İzmir Emniyet Müdürü iken Ankara Emniyet Müdürü oldu. İzmir den Ankara'ya gelirken yanında Deniz Bey isminde bir Emniyet Müdürü ve bir kaç ta başka personel getirdi.

Deniz Bey Ankara Asayiş Şube Müdürü oldu. Mecbur kalmadıkça hiç karşılaşmak istemezdim. Kendisi saati saatine uymaz, ne yapacağı hiç belli olmayan bir insandı. Zaten o geldikten sonra bana da Cinayet Bürosunda pek görev vermezler, Nöbetçi Amirliğinde nöbet tuttururlardı. Cinayet Masasının Amiri görünüşte Emniyet Amiri Erdal Bey fakat onu hiç bir işe karıştırmazlar, bütün işleri Amir Yardımcısı olan İzmir den getirdikleri Başkomiser Halim Bey çevirirdi.

Bir gün Asayiş Şube Müdürlüğü Nöbetçi Amirliğinde Nöbetçi Amiri olarak sabah saat 08.00 de görev aldım. Müdür Deniz Bey ile karşılaşmamak için bu görevi hiç sevmezdim. Asayiş Şube Müdür odası ile Nöbetçi Amirliği karşı karşıyadır. Bazen sabah makamına gelirken karşılaşmak kaçınılmaz olurdu. Birgün saat 10.00 sıralarında Müdür bey geldi. Daha makamına oturmadan İdari Bürodan bir memur yollamış beni çağırıyordu.

Gittim odasına girdim, gayet ciddi bir selam verdim. Sekreteri Rahime Hanım da odasının kapısına geldi, durdu. Herhalde bazı notlar verecekti veya olacakları yakından izlemek istiyordu.

Kendisi tabancasını masanın üstüne koymuş, kemerini açmış pantolonunu düzeltiyordu ve sarhoş olduğu da her halinden belli oluyordu. Ben gider gitmez eline masasından üzerinde yazılar bulunan bir kağıt aldı, bana doğru uzattı ve "Sen bu olayı bana niçin haber vermedin? Soygun olmuş." dedi. Allah Allah ben görev alalı iki saat oluyor böyle bir olay olmadı. Bana görevi devreden arkadaşın zamanında da olmadı. Çünkü böyle bir olay hem raporla hem de şifai olarak bilgilendirilir veya olsa mutlaka notlarına rastlardım. 

Hafızamı tam olarak yokladıktan sonra gayet kesin "Hayır Müdürüm şu ana kadar hiç bir olay intikal etmedi." dedim ve belanın geldiğini de anladım. "Hayır, olmuş." dedi. Benim de bir huyum var görevimi tam yapar, kimseye eyvallahım olmazdı. "Sayın Müdürüm elinizde ki nota bakabilir mıyım?" dedim. "Sen notu filan boş ver. Gasp olayını bana niçin bildirmedin? Onun hesabini ver!" dedi. Notu bana vermedi. Gayrı ihtiyarı anlamak için başımı uzatarak önünde masada duran nota baktım ve anladım. Olay, Mitatpaşa Caddesinde Gasp iddiası.

On gün kadar önce vukua gelmiş ve polise intikal etmişti. Bir bayan evine zorla giren iki kişinin bıçak tehdidi ile bileziklerini aldıklarını iddia etmiş. Ben bayanın çelişkili ifadelerinden şüphelenerek sonunda ikna etmiş ve konuşturmuştum. Bayan bilezikleri dostuna vermiş ve kocasına karşı iki kişi tarafından gasp edildiğini yalan söylemişti. Sonra her şeyi itiraf etmiş. Dostu yakalanmış. O da her şeyi itiraf etmiş. Bilezikler bulunmuş. Taraflar Adliyeye intikal ettirilmişti. Kendisi de evraklar Savcılığa gönderilirken imza atmış haberi olmasına rağmen bu olayı benden tekrar soruyordu. Ayrıca ta olay evrelerinde de o zaman Kısım Amirimiz Erdal Bey tarafından benim yanımda kendisine bir kaç defa bilgi verilmişti. Olayı kendisinin bilmemesi mümkün değildi. "Sayın Müdürüm siz on gün önceki olaydan bahsediyorsunuz. İntikal eden yeni hiç bir olay yok." dedim. "Yaptığınız ışı" gibi küfürlü konuştu. Bende söylediklerini kendisine aynen iade ettim ve çıktım yerime geldim. Bir saat kadar düşündüm. Nasıl cinayet işlesem? Aklım biraz başıma geldi. Tam o sırada adamı olan Başkomiser Halim Bey yanıma geldi. Anlaşılan olup bitenleri veya fikrimi anlamak için kendisi yanıma yollamıştı. Onu pencereden aşağı atıyordum, oradaki memurlar elimden aldılar.

Bir dilekçe yazdım.

'Müdüriyet Makamına sunulmak üzere, Asayiş Şube Müdürlüğü kanalıyla Personel Şube Müdürlüğüne Ankara;

1973 yılından bu güne kadar Asayiş Şube'nin çeşitli birimlerinde çalışıp çok yıprandığımdan emekli oluncaya kadar Hassas Bölgeleri Koruma Şube Müdürlüğünde çalışmak isiyorum.

Gereğini tensiplerinize arzederim.' diye.

Ve İdari Büro dan yazdırdığım üst yazıyı da ekleyerek imzalaması için tekrar yanına gittim. Bana "Bırak yarına kadar dursun, düşünelim." dedi. "Hayır elden takip edeceğim. İmzalayın" dedim ve zorla imzalattım. Bu bir müdürün mahiyetinde çalışan bir memura suç isnat etmesi ne demektir? Ben seninle çalışmak istemiyorum fakat tayın de ettiremiyorum. Sen tayınını yaptır git demektir. Dilekçemi Personel Şube Müdürlüğüne verdim. Bir hafta kadar sonra Cinayet Bürosundan Polis Memuru Muhittin arabasıyla evime geldi, tayınım çıktığını ve üzüldüğünü bildirdi. 

Yağmurlu bir gündü. Öğleden sonra Göreve başlamak için Hassas Bölgeleri Koruma Şube Müdürlüğüne gittim. İdari Büro Amiri Abdil Bey tayınımın oraya çıkmadığını söyledi. Hassas Bölgeler Emniyet Müdürlüğünden uzakta Esat ta olduğundan tayın yazım daha ulaşmamış. Ben görev için diretince mecburen Müdürlerine sormak zorunda kaldı. Durumu anlatınca Müdürleri de "Hassas sürgün yeri. Burada çalışmamak için herkes millet vekillerinden torpil ederken, çalışmak için ısrar eden geri zekalı bu başkomiser kimdir? Çağır gelsin bir göreyim." diyor. İçeri girdim. Kendisini komiserliğinden tanıdığım Emniyet Müdürü Mahmut Bey, sarılıp bana biraz takıldıktan sonra, oturtup çay ısmarladı ve "Resmi elbise giyme. Günde iki saat personele 'Silah Bilgisi' dersi vereceksin. Her yaptığın işte tamamen serbestsin. Ayrıca İş Ocaklarından da sen sorumlusun. Orayı düzelteceksin." dedi.

Altı aya yakın orada çalıştım. Sade Hassas polisleri değil kadrodan da gelip derslerime girip dinleyenler oluyordu. Hassas Bölgeleri Koruma Şube Müdürlüğünde ki bütün silahların bakımını yaptım. Memurların hassas noktalarda, ellerinde nöbet tuttukları MP5 makineli tabancaların altı adetinin iğneleri kırık çıktı. Onları Kademeye göndermek veya iğneleri getirtmek suretiyle tamirlerini yaptım. Hassas Bölgeleri Koruma Şube Müdürlüğünün arka tarafında ki park yeri çamurdan bataklık gibiydi. Belediye Başkanı Melih Bey'e giderek durumu anlattım ve burasını asfalt döktürdüm. O günden sonra araba bakım yeri olarak kullanılmağa başlandı. 

Hassas Bölgeleri Koruma Şube Müdürlüğünün pürüzlü bütün yerlerini düzelttim. İş Ocaklarını disiplin altına alıp çalışır duruma getirdim. Huzur içinde her türlü sahada çalışmalarıma devam ederken altı ay kadar sonra Emniyet Müdürü Orhan Taşanlar makamına çağırdı ve "Seni Poligon Amiri yapıyorum. Git orayı düzelt." dedi. Eğitim Şube Müdürlüğüne bağlı olan Atış Poligon Amiri oldum. Daha önce Asayişte iken gecem gündüzüm olmadan, hiç izin yapmadan tam bir orta çağ kölesi gibi çalışmıştım. Yedi sene filan bir memur gibi rahat çalışarak Atış Poligon Amirliği yaptım. Orayı düzene sokup her yıl on altı bin kişiye silah bilgisi dersleri verip silah atışı yaptırdım. Sekiz sene kadar müstakil Müdürler gibi burada Amirlik yaptım. 

Emniyet Müdürü Cevdet Saral Ankara Emniyet Müdürü olunca nerden ismimi duymuşsa beni tekrar Asayiş Şube Müdürlüğüne alıp Ahlak Büro Amiri yaptı. İki yıl kadar Ahlak Büro Amirliği yaptıktan sonra tekrar Eğitim Şube Müdürlüğüne geçip tekrar Atış Poligon Büro Amiri oldum ve buradan da emekli oldum.

Orhan Bey İstanbul Emniyet Müdürü olarak giderken İzmir den Ankara ya gelirken peşinden getirdikleri Müdür Deniz Bey ve Başkomiser Halim Beyi de yanında tekrar İstanbul'a götürdü.

Biz zaten burada çalışırlarken de yaptıkları kanunsuzlukların, işledikleri suçların bir çoğu kulağımıza geliyordu. Duyuyorduk. Onlar iki sene kadar İstanbul da çalıştıktan sonra bir adam öldürülme olayıyla ilgili olarak İstanbul da göz altına alındılar. Ankara da çete kurdukları ve işledikleri suçlardan dolayı, ayrıca İstanbul da Söylemez Kardeşler Çetesi ile birlikte çalıştıklarından biri sekiz, diğeri dört, başkaları da iki şer sene gibi cezalar aldılar. Emniyet Amiri Erdal Bey de suçsuz yere onların sebebine hapislere girip meslekten ihraç oldu. Sonra tesadüfen rastladım, İstanbul da yanılmıyorsam Belediye Hastanesinde Güvenlik Amiriydi. Orada çalışıyordu.

Kısacası bunlar para için her şey yaptılar. Fakat sonra emekli bile olamadılar. Diğerlerini bilmiyorum da Başkomiser Halim cezaevinden çıkmış Ankara İsmetpaşa semtinde bir kahvede garson olarak çalışıyordu. Zor durumlarda idi. O zaman ben Ahlak Büro Amiriydim ve yine de kendisine el tuttum. İnsan 'Ne olduğunu değil, Ne olacağını' düşünmeli.

Gazete haberleri:

HABER / GÜNCEL

Eklenme Tarihi: 29.01.2010 12:04 Güncellenme: 03.02.2019 22:07

SÖYLEMEZ KARDEŞLER ÇETESİ

İşte bir döneme damgası vuran o çete

Cezaevinden çıktıktan sonra hakkında yakalama kararı çıkartılan ünlü çete bir döneme böyle damga vurmuştu.

Azerbaycan’ın başkenti Bakü’de yakalanan Söylemez Kardeşlerin büyük kaçışı on dört yıl önce başladı. Kamuoyu Söylemez kardeşler ismini 1996 yılında yapılan bir operasyonla duydu.

Taraf Gazetesi'nden Sadık Güleç'in hazırladığı Söylemezler Çetesi dosyası bir döneme ışık tutuyor

ESKİ ASKERDİLER

Kamuoyunda “Söylemez Kardeşler Çetesi” olarak anılan Dr. Mehmet Sena Söylemez ve Faysal Söylemez kardeşlerin isimleri Haziran 1996 yılında Adana-Pozantı karayolunda meydana gelen bir çatışma ile duyuldu. Çatışmaya girenler Emekli Astsubay Başçavuş Mehmet Faysal Söylemez, Jandarma Üsteğmen Can Köksal, Dr. Mehmet Sena Söylemez ve Fevzi Şahindi.

ASKER VE POLİSLERİN İSİMLERİ YER ALDI

Bu olayda yakalanan isimlerin orduda görev yapmış kişiler olması kamuoyunun bir anda dikkatini çekti. Bu çatışmanın ardından başlayan soruşturmada 11’i asker ve polis 24 kişinin ismi geçti. Açılan davada Söylemez kardeşler ve arkadaşlarına Bucak aşiretinin lideri daha sonra Susurluk kazası ile gündeme giren Sedat Edip Bucak’a Ankara’da helikopterden lav silahları ile suikast hazırlığı içinde oldukları suçlaması yöneltildi. Söylemez kardeşlerin ayrıca o dönemin Eminönü Belediye başkanı Ahmet Çetinsaya’ya Ataköy’de lav silahı ile saldırı planladığı iddia edildi. Söylemez kardeşlere yardımcı olduğu gerekçesiyle İstanbul ve Ankara eski Asayiş Müdürü Sedat Demir, İstanbul eski emniyet müdür yardımcısı Deniz Gökçetin, Baş komiser Halim Apaydın, Emniyet Müdürü Erdal Durmaz’a çeşitli davalar açıldı.

SEDAT BUCAK VE MEHMET AĞAR’I SUÇLADILAR

Bu davaların başlaması ile birlikte Söylemez Kardeşlerde Mehmet Ağar ve Sedat Bucak’ı devlet desteğini alarak kendilerine karşı komplo kurmakla suçladılar. Askeri doktor olan Mehmet Sena Söylemez kendi el yazısıyla 63 sayfalık bir açıklama yaptı. Bu açıklamada dönemin Adalet Bakanı Mehmet Ağar’ı ve Sedat Bucak’ı 12 Mart 1996 yılında Eskişehir yolunda öldürülen ağabeyleri Emir Söylemez, Resul Söylemez ve şoförleri Ercan Akyol’un öldürülmesinden sorumlu tuttular. Sena Söylemez ifadesinde şu suçlamaları yöneltti. “ Onları öldürenler her şeyi baştan sona planlayan ve yürüten o zamanki Adalet Bakanı Mehmet AĞAR, BUCAK ve onlarla işbirliği içinde olan kirli polislerle, kirli koruculardır… Ağar ve Bucak’ın emrinde kiralık katillerden oluşan çeteler var. Bizi de AĞAR ve BUCAK’ın tertiplediği komplolar sonucu tutukladılar.”

2002 AFFI İLE ÇIKTILAR

Açılan davalar sonucunda Söylemez Kardeşlere silahlı saldırı, haraç, tehtid gibi suçlamalardan dava açıldı. Davalar süresinde kendilerinden haraç istendiğini ileri süren birçok tanık davadan çekilmişti. Bu arada bazı tanıklara yapılan silahlı saldırıların Söylemez Kardeşler tarafından gerçekleştirildiği ileri sürülmüştü. Süren birçok davadan beraat kararı çıkmasına rağmen Aralık 1997 Kadıköy 2. Ağır Ceza mahkemesinde süren bir davadan Mehmet Sena Söylemez ve Faysal Söylemez hakkında hapis cezası çıktı. Ancak 2002 yılında Rahşan affı olarak bilinen yasa değişikliğinden faydalanan Söylemez Kardeşler cezaevinden çıktılar.

Cezaevinden çıktıktan sonra 2004 yılında tekrar başka bir olaydan dolayı tekrar gözaltına alınan Dr. Mehmet Sena Söylemez ve Faysal Söylemez çıkarıldıkları mahkemeden serbest bırakıldılar. Ancak Savcılığın itirazı üzerine nöbetçi hakimlikten tekrar haklarında tutuklama kararı çıkartıldı.. Bu davadan dolayı haklarında uluslararası arama kararı çıkartılan Söylemez Kardeşler altı yıldır aranıyorlardı.

KUZEY IRAK’TADA TUTUKLANDILAR

Haklarında çıkan tutuklama kararından sonra Kuzey Irak’ta yaşamaya başlayan Söylemez Kardeşlerin ismi Erbil’de gözaltına alınmaları ile tekrar duyuldu. İddialara göre bu ülkedeki Türk işadamlarından haraç istediği ileri sürülen Söylemez Kardeşler polis tarafından tutuklandılar. Söylemez kardeşlerin serbest kaldıktan sonra Azerbaycan’a gittikleri ve burada Türk polisinin kaldıkları adresi Azerbaycan polisine bildirmesi üzerine yakalandığı açıklandı.

21 Şubat 2014 Cuma

İLAÇ İÇECEK

İzmir'den Kamil Koç otobüsuna binen yaşlı teyze, muavine; "Menemene gelence beni haber et yavrıııım, unutma ha" der.
Gecenin ilerleyen saatlerinde muavin unutur ve otobüs Menemeni geçer. Bir saat kadar gittikten sonra yaşlı teyzenin Menemen'de ineceği muavinin aklına gelir. Hemen kaptana gidip durumu anlatır. Yaşlı teyzenin Menemen de ineceğini, fakat unuttuğunu söyler. Kaptan "Gecenin bu saatında yaşlı teyzeyi buralarda bırakamayız." der ve oradan dönerek geri Menemen'e gelirler. Muavin gidip teyzeye haber verir "Teyze Menemen'e geldik!" der.
Teyze "Sağol yavrıııııııııım. Kadanalıyım hele bir bardak ta su ver." der ve çantasından ilacını çıkarır yaşlı teyze. Durum anlaşılır. Meğer teyzeyi yolcu edenler "Öbür ilacını üç saat sonra, Menemen'e gidince içeceksin" demişler.

20 Şubat 2014 Perşembe

TAZEYİMDİR

Galatada bir balıkçı bağırıyor:
- Canlı balık, canlı balık !
Yaşlı bir Ermeni teyze yaklaşır ve ermeni aksanıyla sorar:
- Evladim baliklar tazedir?
Balıkçı yine devam eder
- Canlı balık, canlı balık!
Ermeni tekrar sorar:
- Evladim baliklar tazedir?
- Teyze canlı diyoruz ya işte! Duymuyor musun?
- A evladim ben de canliyim fakat tazeyimdir?
Yanı taze miyim ? Demek istiyor.

19 Şubat 2014 Çarşamba

SAF

Bizim Karadeniz insanı çok safız. İnandık mı bir şeye bütün sırlarımızı dökeriz ortaya. 1974 yılında Adana da Valilik Makamına verilmiş ve Cinayet Masasına havale edilmiş bir ihbar dilekçesi geldi. Buna göre 'Laz Osman' diye tanınan filanca şahsın silah kaçakçılığı yaptığı, elinin altında çok sayıda kaçak silah olduğu yazıyordu. Kısım Amiri "Recep sen de Karadenizlisin. Bunun dilinden ancak sen anlarsın." dedi ve ihbar mektubunu ismime havale etti. Ben de ihbar mektubunu dosyama koydum ve adamla tanışmak için yollar aramağa başladım. Öyle kuru kuruya gidip te bir insana sen silah kaçakçısısın denmez. Önce onu takip edip iyice delillendirmek lazım ve eğer gerçekse de çok iyi bir iş olurdu.

Oturduğu Reşatbey Mahallesinde evinin çevresinde yaptığım araştırmada adam büyük bir muteahit. Bar, pavyon gibi hiç bir kötü ayağı ve en ufak bir sabıka kaydı da yok. Kendisi işinde gücünde 65 yaşlarında bir adamdı. Ne ise daire alım satımı ve hemşerilik ayağına tanıştık. Satılık bir dairesi için pazarlık ettik. Daha sonra konuyu silahlara getirdik ve kendisine; "Sen Karadenizlisin. İyi bilirsin. Bana bir tabanca lazım. Bulabilir miyiz?" dedim. "Hemşerum, benum haburaya bir ondörtlüm var kasada duriir, lazım olunca al kullan. Başka türlü tabancayı ne yapacaksun da.?" dedi. "Sen ne yapacaksun ki kasana koydun? Sat onu bana da." dedim. "Yok hemşerim." dedi.

Ve anlattı; çakalın biri haraç istemiş. Vermeyince rahatsız etmeğe başlamış. Laz Osman da polise müracaat etmiş. Polisten de bir netice alamayınca adamı adamları bir güzel dövmüş ve hastanelik etmişler. Adam bakmış bir şey yapamayacak bu şekilde ihbar mektubu yazmış. Osman da bu sebepten güvenliği için tabanca almış ve kasasında saklıyormuş. Durumu tam olarak tespit ettikten sonra Laz Osman'nın yanına tekrar gittim ve dedim ki "Durum belli oldu sen o adam değilsin ama hakkında ihbar var. Ben Cinayet Masasında Polis Memuruyum, hakkında dilekçe olduğundan, dilekçeye cevap yazılacak. İfadeni almalıyım. Şubeye kadar gitmemiz lazım" dedim. "Uyiii, ola sen hemşerim ha burayasun da şimdiye kadar niçun hiç yanıma gelmedun da?" dedi ve birlikte Kısma geldik. Diğer polis arkadaşlardan da tanıyanlar çıktı. Sarmaş dolaş oldular. Cinayet Bürosunda Amirimiz Başkomiser Cihat Yalım'ın karşısında oturttum. Ben ifadesini alıp evraklarını tekamül ettirmek için çalışma yaparken Cihat Bey de kendisine bir şeyler soruyor, muhabbet ediyorlardı. "Kaç silahın var?" diye sorunca "Benum mi? Bir tane 14 lüm var o da yazıhanede duriyur. Hamşerum Recep'e teslim edecektum, ay anassını hiç akluma da celmedi da." dedi.

Başkomiser başını kaldırdı ve "O silahı olayda kullandın mı?" dedi. "Helbet ya kullanmazmıyım. O adamı döverçen çıkardum, kafasına onunla vuracaktum da vurmadum da." dedi. Hayda hepimiz şaşırdık. Hemşerim bize öyle güvenmiş ki nerde ise çocukluğunda bahçeden çaldığı salatalıkları da anlatacaktı.

Başkomiser döndü bana "Ya Recep bu adamlar bu aptal kafa ile nasıl zengin oluyorlar anlamıyorum." dedi. "Başkomiserim, o yazıhanede bahsettiği silahı getirtip işlem yapıyım. Bunun gibilere öylesi gerek.?" dedim. "Yok Recep. Bu zaman da herkesin silahı var biliyoruz, fakat niçin silahın var diye kimseyi yakalamıyoruz. Bu salak ta canını korumak için bir silahı var. Onu da yakalarsak ayıp olur" dedi. Adam zorla kendini de bizi de suçlu duruma düşürüyordu.

17 Şubat 2014 Pazartesi

KÖR

İki kör oturmuşlar dolma yiyorlarmış. İkisi de gözleri görmediği için sözle anlaşmışlar, dolmaları tek tek alıp yiyecekler. Öyle ya biri fazla yemesin!
Biraz yedikten sonra bir kör elini ağzına götürürken, diğer kör birden bire o kör arkadaşının elini yakalamış ve kontrol etmiş.
Öbürü sormuş:
"Elimi neden yakalayıp kontrol ettin?"
Yakalayan cevap vermiş:
"Sen dolmaları çift çift mi yiyorsun? Yoksa tek tek? Onu anlamak için yokladım." demiş.
Öbürü tekrar sormuş:
"Çift çift yediğimden niçin şüphelendin?" 
"Ben çift çift yiyorum da, onun için senden şüphelendim." demiş.

14 Şubat 2014 Cuma

SİVİL DARBE

1980 yılında 12 Eylül darbesinden önce ki aylarda hiç tanımadığımız polisler gelirler. Arabamızı alırlar. Biz Cinayet Masasında çalışacağız. Siz gidin." derlerdi. Korsan olarak bu polisler amirleri ile birlikte Cinayet Bürosunda çalışırlardı. Biz Cinayette on bir kişi olmamıza rağmen, onlar 20-25 kişi gelip çalıştıkları da olurdu. Bizler olup bitenlerden habersiz Emniyet Müdürlüğünde oturur onlar ne yaparlardıysa güya bir hafta on gün görev yaparlardı. Kayıp olur giderler, on, on beş gün kadar sonra yine bir başkaları ile gelirlerdi.

 Bu durum bir kaç defa tekrarlanınca bir kaç polis durumu belirterek cinayet masasından ayrılmak için dilekçe verdik. Zaten 1979 yılının sonlarında ben yurt dışında iken Emniyet Müdürü Cevat Yurdakul öldürülmüştü. Gece ve gündüz faili meçhul cinayetler hızla çoğalıyordu. Bu korsan polislerin ya kendileri Türk değildi veya akıl verenleri dışardandı. Çünkü onların yaptıklarını bir adamın düşünüp yapması olanaksızdı. Bırakın adamı onların yaptıklarını şeytan bile düşünüp yapamazdı. Birlikte gittiğimiz bazı baskınlarda sağcı suçlular hakkında 'Polisleri öldüreceklermiş' filan gibi söylentiler çıkartarak onların vurulmaları sağlanırdı. Onlar zaten "Bu terörist çok tehlikelidir." dedikleri zaman biz o suçlunun sağcı olduğunu anlardık. Veya sağcı bildikleri bazı kişiler hakkında kendileri isimsiz dilekçeler yazar Valiliğe, Genel Müdürlüğe bu dilekçeleri gönderirler. Kendi gönderdikleri isimsiz veya uyduruk bir isimli dilekçeler havaleli olarak 'Gereğinin yapılması' emriyle geri ellerine gelirdi. Ondan sonra tam yetki ile istedikleri rezillikleri yaparlardı. Polis olup olmadıkları da belli değildi. Sadece tabancaları vardı. Ne işler çevirdikleri zamanla ortaya çıktı.

Yandaş militanlar tarafından verilen bilgiler doğrultusunda, ev kurşunlama ve kundaklama yaptıkları ortaya çıktı. O devreye ait suçlulardan yakalanan silahların hepsi Adli emanettekilerde getirtilerek tekrar balistik incelemeye gitti. Yakalanıp Adli Emanete gönderilen silahların çoğu önceki balistik incelemeden sonra ağır suç olaylarında tekrar kullanıldığı tespit edildi. Emniyet Müdürlüğü kuvvesinde bulunan zimmetli silahların bir çoğunun ağır suç olaylarında kullanıldıkları tespit edildi. Kendi yerlerine suçsuz gariban bir iki polis yandı. Bu Polis Memurlarından biri de Konyalı Himmet Deniz dir. Hatta ilginç olduğu için anlatayım. Ülkücü takma adı 'Ceset', esas adı Mervan Ç. olan bir terörist vardı. Bu terörist uzun süre yakalanamadı. Alnının ortasından başka bir terörist vurulduğu zaman polis anlardı. 'Onu Ceset vurdu' Ceset in sadece eşgalı bilinirdi. 14 lü tabancasının kabzasını tek eli kavramadığı için silahı iki elle tutar ve hasmını tam alnının ortasından tek kurşun ile öldürürdü. İşte bu polisler Ceset in çok saf olan babasını göz altına almışlar. Oğlunun yerini biliyorsun, ille söyleyeceksin diye dövmüşler, ceyran vermişler. Adam söylememiş veya bilmiyormuş.

 Bırakıldığı zaman doğru Savcıya gitmiş. Savcı Bey adamın haline acımış doktora gönderip rapor aldıktan sonra dava açmışlar. O korsan polisler meydanda yok ya, Cinayet Masası olarak bizleri çağırdılar. Adam ifade verirken hakime şöyle anlattı. Ülkücülere KURTÇU diyordu. "Hakim Bey, ben ayaklarımla yürüyerek kurtçulara bir şeyler taşıyıp yardım ettim. Polisler ayaklarıma vurdular kabul ediyorum. Ellerimle de bir şeyler tuttum kurtçulara yardım ettim. Ellerime de vurdular onu da kabul ediyorum. Hakim Bey, ben pipimle ne ettim ki ona ceyran verdiler. İşte onu bir türlü kabul edemiyorum" diyordu. 

13 Şubat 2014 Perşembe

AKSİLİK İŞTE

Bir tanıdığımız adam Adana Karaisalı yolunda ki evine bizleri ekipçe davet etti. O zamanlar Emniyetin böyle imkanları hiç yoktu ve her şeyi kendi imkanlarımızla hallederdik. Bu adam da ismi Vergi Usta ve  bizim büromuz Cinayet Masasının arabalarını tamir eder para filan almazdı. Emniyette herkes tanır fakat polise de hiç işi düşmezdi. Yoldan biraz içerde ki, iki katlı teraslı oldukça güzel yapılmış evine dört arkadaş gittik. Terasta oturduk. Yenge dolma filan yapmış. Salata filanda yapıldı ve sıra sofranın kurulmasına geldi. Yenge duvarda ki yüklükten sofra bezini bazı eşyaların arasından çekti. Sofra beziyle birlikte simsiyah bir şey 'küt' diye ses çıkararak yere önümüze düştü. İngiliz malı Webley Skott marka 45 kalibrelik toplu tabanca. Yenge, Vergi Usta ve biz hepimiz bir göz göze geldik. Hiç kimse bu düşen silahı ellemedi. Aradan on dakika kadar geçti silah hala yerde duruyor, soğukta olsa muhabbet devam ediyordu. Vergi Usta ve yenge hanım silahı kaldırmağa cesaret edemediler. Bizler de hiç oralı olmadık. Ordan burdan konuşmağa devam ediyorduk. Vergi Usta "Ağabey bu silah burda durmasın gelen giden olur. Ya yakalayın siz kaldırın, yahutta müsaade edin kaldırıp saklayım." dedi.






10 Şubat 2014 Pazartesi

ANTİVİRÜS

2011 yılından beri bilgisayarlarla uğraşırken söküp, takıp bozarak kendi kendime bir şeyler yaptım ve bilgisayarların format atmaktan tutunda ufak tefek tamiratlarından da anlar oldum. Hard disklerin 'Sata, İde' gibi çeşitlerini öğrendim. Hatta SSD hard disklerin 20 kat daha hızlı olduklarını ve az ısındıklarını da öğrendim. Bazen de tabi 'yapacağım veya çok daha iyi yapacağım' zihniyetiyle uğraşırken bazı bilgisayarları temelli bozarak attığım da oldu. Güya ustalar gibi veya ustasından daha iyi yapacağım derken, bu elektonik cihazlarda her şey çok ince ayarlar üzerinde yürür ve o ayarlar bozulursa eğer yapamazsın tabi. Anlatmak istediğim geçenlerde elimde ki kendime ait Sony marka çok güçlü bir bilgisayar bozuldu. Format attım, sürücüleri yükledim. Bir türlü düzen tutturamadım. Ben 'google' açılsın derken ille 'Yandex' veya bazen de başka bir şeyler açıldı. Üç gün gece ve gündüz yeni formatlar atarak uğraştım. Programı kurduktan sonra internetten bir program veya sürücü indirirken yanına takılmış (Yok işte Kromu da indirin. Tavsiyemizdir. İyidir, filan) En kızdığım şeyler. Sanki ben işimi bilmiyorum da bana akıl veriyor. Ben onları iptal ettikçe o kötücül programlar nasıl girdilerse bilgisayarıma girdiler ve basbayağı işgal ettiler. Ben inat ettikçe onlar da inat ederek ille bir taraftan bilgisayarda başka programların içine saklanarak bana gıcık vermeğe devam ettiler. Hiç beklenmedik bir zaman da pat diye ortaya çıktılar. Bu durumlar bana tabi cinnet getirtti. Bütün antivirüs programlarını denedim. Bütün Windowsu onaran programları denedim.

Hepsi fasarya. En son hard diski değiştirmeğe karar verdim. Üzerinde ki 500 gb lık orijinal hard diski de pek değiştirmek istemiyordum. Bilgisayarda ki bütün programları sildim. En son bir format daha attım. Bilgisayarın içinde yine aynı hayaletler cirit atmağa devam ediyordu. Ben yazı yazarken 'şaak' diye Yandex, Zinio gibi bu ecüc mecücler çıkıyor bana ne yazdığımı şaşırtıyorlardı. Bazı anlayan kişilere sordum "Uğraş sen yaparsın." dediler. Biraz araştırdıktan sonra ESET NOD32 antivirüs programı buldum. Bu programın bedavası olmadığından bir aylık deneme sürümünü ümitsizce indirdim ve çalıştırdım. Gizli simgelerin olduğu yerde küçük mavi bir dairenin içinde kuyruklu bir siçan hiç durmadan devamlı koşmağa başladı. Bu program sadece bilgisayarı değil, beni ve böbreklerimi bile temizledi. İki saat içerisinde on bir tane virüs buldu. Bu virüsleri silmekte silemedim. Hepsi kendiliğinden kayıp oldu gittiler. Bugün onuncu gün, şeytan kulağına kurşun, bilgisayarım sanki yeni dükkandan alınmış gibi oldu. Bilgisyarı her açtığımda bu ANTIVIRUS programının amblemi kel bir biyonik adam ekrana çıkıyor ve bana keskin gözlerle bakıyor. 'Saldıracak' diye oturduğum yerde etkileniyorum. Eğer benim karşılaştığım durumla karşılaşırsanız ki, ille de karşılaşıyorsunuzdur. Mutlaka tavsiye ediyorum. Ha en büyük virüs Google Chrome arama motoru ve Yandex tir. Bunlar zamanla tamamen virüse dönüşüyor. Veya bütün zararlılar bunların adları altında cihaza giriyorlar. Tesbit edebildiğim kadarıyla Valfe Apps, Search Prodect ve Counduit programları da zararlı virüslerdir. Zaten virüsleri yapanlarda büyük bilgisayar şirketlerinin kendileridir. Adamlar kurnaz işte bir taraftan yapıp kullanın diye veriyorlar. Diğer taraftan da aynı kişiler para kazanmak için bozuyorlar. 

8 Şubat 2014 Cumartesi

ERMENİ KURBAN KESERSE

Erzurum'da Ermenilerin isyan döneminde, Türklere mahçup olan bir Ermeni Türk komşularına sadakatini göstermek için kurban bayramında kurban kesmeğe karar verir.
Bir inek alır ve ineği keser. Fakat daha ineğin canı çıkmadan yarım canlı iken kalkar ayağa. Ne kadar uğraşırsa işin içinden bir türlü çıkamaz. Uğraştıkça bütün üstü başı kanlar içinde kalır.
Bir arkadaşı rastlar ve akıl verir:
"Sen bu işi beceremezsin. Şu karşı ki kahvede müslümanlar var. Git Onlara rica et, onlar bir dakikada hallederler." der.
Ermeni Müslümanlardan yardım istemek için elinde kocaman kanlı bıçak, üstü başı kan revan, kahveye girer ve orada oturanlara sorar;
"Siz Müslüman mısınız?”
Kahve de oturanlar çok korkar ve;
"Biz Müslüman değiliz." derler.
"Peki Müslümanlar nerdedirler?" der.
İçlerinden biri kekeleyerek;
"Ca..ca..camiye gittiler, burada hiç müslüman yok" der.
Ermeni aynı şekilde camiye gider ve arkada oturan camaatten birine sorar;
"Sen Müslüman mısın?"
Adamda hiç ses yok. Korkudan dili tutulur.
Ermeni biraz sinirlenerek tekrar sorar.
Yanındaki  cemaatlerden biri “Yok yok biz Müslüman değiliz.” Der.
Ermeni “Peki ya Müslüman kimdir? Der.
Sırtı dönük dua okuyan hocayı gösterirler ve “Müslüman o dur.” Derler.
Ermeni gider, aynı vaziyet hocanın karşısına dikilir ve;
"Sen Müslüman misin?" der.
Hoca bir Ermeniye, bir elinde ki kanlı bıçağa bakar ve;
"Çim? Ben? Bene müslüman deyenin anasını, çelmişini, ceşmişini" der.

7 Şubat 2014 Cuma

şiir DEYİŞ

Yaşadığımız ömürü, bitmez sanarlar,
Halbuki hayal gibiydi, durmadı geçti.
Unuturlar sanma recep, seni anarlar,
Derler ki bir dost aradı, bulmadı geçti.

6 Şubat 2014 Perşembe

DOĞRI GİT

1975 yılında bir olayın devamı olarak Gaziantepli bir şahsı silah kaçakçısı olarak tespit ettik. Ali K. isimli bu şahısla irtibata geçerek kendimizi kumarhane sahibi tanıttık. 

Gaziantep te Suriye pasajında saatçi dükkanı olan Ali yaptığımız pazarlık neticesinde bir kamyon dolusu tabancaları bize satacaktı. Biz de kendisine yirmi bin Türk lirası para ödeyecektik. İlle paranın yarısın hemen isterim diye tutturdu. Daha silahları görmeden Ziraat Bankasından emaneten çektiğimiz on bin lira parayı ödedik. Kalan borcu da silahların teslimi esnasında ödeyecektik. 

Biz iki polis arkadaşı öğleden sonra sepetli motosikleti ile kamyonun yanına götüreceğini, kesinlikle araba kullanılmayacağını, bize kat kat tembihledi. Anlaşılan polisten korkuyordu. Motosikletine bindik. Bizi tarlaların içerisinden, yolsuz yerlerden yarım saat kadar uzaklara götürdükten sonra, uzaktan bize bir kamyon gösterdi ve bizi orada bıraktı. "Ağam doğri gidin. Kamyon işte orada. Silahlar onun içindedir." dedi. Kendisi kaçtı, gitti. Ne ise geride ki arabalı iki arkadaşımız da motorun izinden takip ederek arkamızdan geleceklerdi. Gelmeseler zaten biz yolları bulup ta oralardan çıkıp kurtulmamız mümkün değildi. 

Kamyonun yanına gittik fakat kamyon dediği, içi boş, üstü açık, sadece bir kamyon karoseri. Dört büyük bidon üzerine oturtulmuş, arabanın motor kısmı yok. İçinde silah filan da yok. Verdiğimiz para da gitti. Biz silahtan vaz geçtik, parayı kurtarmak için ne gerekirse yapacaktık. Gaziantep'e geri gittik. Ali kayıplara karışmış yoktu. Ali'nin kardeşini aldık. Yarı sertlikle, yarı da dostlukla ikna ettik. Verdiğimiz parayı geri bize ödedi. Biz de Ziraat Bankasına ödeyip borcu kapattık. Kendisini yakalayamadık. Adana ya döndük. 

Bir sene kadar sonra Ali yi Adana da arabasında on bir adet tabanca ile birlikte yakaladık. Ben hemen o olayı ve polis olduğumuzu nasıl anlayıp, bizden kaçtığını sordum. "Eğer yakalanacaksam veya kötü bir şey duyacaksam sağ kulağım; yok yakalanmayacaksam veya iyi bir şey duyacaksam sol kulağım devamlı kaşınır ve çınlar. Böyle işaretlerim var. Ben bu şekilde, önceden başıma geleceğini anlarım. O zaman devamlı sağ kulağım çınlamış ve kaşınmıştı. Ben de polis olduğunuzu anlamıştım. Bu seferde sağ kulağım yine devamlı çınladı fakat gafil avlandım, kaçamadım." dedi. 

Aynı adam daha sonra düğünde kardeşini öldürenleri öldürdü ve kaçakken Gaziantep te yakalanacağını anlayınca üç polisi de öldürdü ve yine kaçtı. Daha sonra başka bir çatışmada kendisi de öldürüldü.


   

4 Şubat 2014 Salı

KONUŞAMADI

1982 yılı Adana Cinayet Masası, İlk Bahar ayları. Türkiye de darbe olmuş, ben İsveç Büyükelçi Koruma görevinden yeni dönmüş ve yine Adana Cinayet Bürosunda göreve başlamıştım. 

Adana ya geldiğim zaman tamamen hayal kırıklığına uğradım. Çünkü ben giderken bıraktığım Adana kayıp olmuş, yerine Başka bir Adana gelmişti. Başta Güvenlik güçleri olmak üzere hiç kimse sokağa çıkamıyor. Çıkanlar da geri evlerine döneceklerine garanti veremiyorlardı. Büyük bir kargaşa ile birlikte tam bir belirsizlik vardı. Terör her şeye hakim olmuş teröristler şehirde istedikleri gibi at oynatıyorlardı.

Ben yurtdışından yeni döndüğüm için neler olup bittiğine alışmağa çalışıyordum. Bize yeni tayın olan Komiser Ali Özdemir, Polis Memuru Sadullah Teymur ile Kanal semtinde bir gecekondu evi için gelen ihbarı değerlendirip suçluyu yakalamak için o belirtilen adrese gittik. Böyle konularda isimsiz ihbar mektupları çok gelir, genelde vatandaşlar kavga edip te bir şey yapamadıkları insanları, bu şekilde polise bildirip göz altına aldırmak ve cezalandırmak isterlerdi. Veya polisleri tuzağa çekip öldürürlerdi. Biz üç kişi de tedbirli bir şekilde bahse konu adrese baktık. İhbar asılsız.

Yurt dışı görevimden yeni döndüğüm için arkadaşlarımı yeteri kadar tanımıyor ne yapıda olduklarını bilmiyordum. Hele o zamanlar siyasi suçlulardan sebep polisler de birbirlerine silah çekip taraf tuttukları için herkes arkadaşlarına karşı temkinli davranıyor, kimse kimseye güvenemiyordu. Genelde Bürolar temiz, bu tür olaylar Çevikkuvvet Şube Müdürlüğnde ki polisler arasında çok oluyordu. Aslında olması gereken eğer bir suç işlenmişse sanık kim olursa olsun mutlaka yakalanıp cezasını çekmesi gerekirdi. Her insanın kafasında bir fikir olabilir, fakat o fikri görevini etkilememeliydi, ama herkes aynı düşünmüyor. Bazı polisler örgüt arkadaşları ile bir olup polisin evini taradığı olaylarda vardı. Polis Memuru Emir Aybı, Komiser İbrahim Tepebaşi'yı Dev-Yol militanı ile nezarette görüştürmediği için, 3-4 gün sonra Polis Memurunun evi kurşun yağmuruna tutulmuş, çatışma uzun süre devam etmiş. Olay çözülüp anlaşıldıktan sonra Polis Memuru başka yere tayın edilmiş. Komser suçlu olduğu anlaşılınca firar etmişti.

O zamanlar polisliğin bir zor tarafı daha vardı. Sağcıyı yakalarsan "Bu polis solcudur." Solcuyu yakalarsan. "Bak bu polis sağcıdır." derlerdi. Hiç sağcı solcu olmayanlarda kendini siyasetçi gösterirlerdi. Bazı gazeteleri okumak ve taşımak ta onlara göre çok büyük suçtu. Bazen elinde ki gazeteye göre adam öldürdükleri de olurdu. Bizlerde kimseye kulak asmaz kim suç işlerse onu yakalardık.

Tam kuşluk zamanlarıydı, ihbar asılsız olunca geri Kısma gitmek için yolda bıraktığımız arabamızın yanına giderken Sadullah "Firari sanık Osman B.'in evi buralardadır. Gelmişken bir bakalım mı?" dedi. Maşallah kod adlı firari sanık Osman B. çok tehlikeli, çok kişiler öldürmüş, bir çok baskınlarda polisin elinden kaçarak kurtulmuş sağcı bir terörist. Kendisini yakalamağa giden jandarmalarla girdiği çatışmada ellerinden kaçmış. Sadullah bu şekilde bizi bilgilendirdikten sonra ümitsiz bir ihtimal olsa bile Komiserimiz "Bakalım." dedi ve arabalarımızın yanına gitmekten vaz geçip, geri döndük. Bahçelerin içinden aksi istikamete doğru, bir taraftan da tarlada topladığımız marulları yiyerek on-onbeş dakika kadar yürüyerek gittik.

Daha gideceğimiz eve varmadan ilerde bahçenin ortasında tek katlı yerde öyle külüstür başkasına ait bir gecekondu ev vardı. Biz o evin yanından geçip esas suçlunun evine gidecektik. O evin yanına doğru giderken arka balkon demir korkuluğu üstünde oturan bir gencin, oturduğu yerden atlayarak evin içine doğru kaçtığını gördük. Biz üçümüz de o tarafa doğru koştuk. 

Evin kapısı bize göre arka tarafta kalıyormuş. Biz bilmediğimiz için arkadaşlarım evin arkasına doğru, yanı ön tarafına kapı olduğu yere doğru koşarak gittiler. Ben de o gencin yaptığı gibi balkon demirinin üzerinden atlayıp, bir odaya ve odadan da geçerek evin içinden evin kapısına geldim ve kötü bir manzara ile karşılaştım. 

Giriş kapısının tam önünde, kapının iç tarafında duran genç bir delikanlı, elinde ki 14 lü tabancayı Ali Bey'in göğsüne dayamış. Komiser Ali Bey bir elinde telsız, iki elini de havaya kaldırmış, tabancası da yerde, öyle duruyorlardı. Benim arkadan yaklaştığımı Ali Bey gördü, elinde silahı olan o genç göremedi. Arkadan tabancamı gencin kafasına dayadım ve sol elimle elinde ki silahını havaya doğru kaldırıp alırken, "Delikanlı buraya kadar. Direnme, teslim ol artık." dedim. Hiç direnmedi. Hemen koluna kelepçeyi vurdum.

Sadullah ta geldi. Ali Bey bağlanmış hala daha ağzında ki ısırdığı marul ile hareketsiz, kaskatı duruyordu. Meğer bizim evine bakacağımız terörist komşusunun evine gelmiş. Hiç kaçmasa biz kendisini tanımayıp evine bakıp yok diye çekip gidecektik. Kaçınca şüphelendik ve yakaladık. Birlikte evlerine gittik. Annesi ve küçük kardeşleri vardı. Hiç taşkınlık etmediler. Kötü söz de söylemediler. Annesi ağlıyordu ve bize söyleniyordu; "Benim çocuğumu yaktılar evlatlarım. Şimdi de önce Allaha sonra sizlere emanet ediyorum." diyordu. Evinde arama yaptık bir kutu tabanca fişeğinden başka bir şey yoktu. Ben annesinin durumuna ve söylediklerine çok üzüldüm..

Keşke kimse suç işlemese de bizler de peşlerinden koşturup yakalamasak diye düşündüm. Kelepçe vurduktan sonra dördümüz birlikte yola arabamızın yanına kadar yürürken "Ya ağabey siz sadece üç kişi misiniz? Ben kaç defa bir alay askerin elinden kaçtım." dedi. "Sağcı mısın, solcu musun?" diye sordum. Onlarda o zamanki polisin durumunu anlamışlar, güvenemediği için neci olduğunu ilk etapta söylemeğe çekiniyordu. 20 kişi den fazla adam öldürmüş bir sağ teröristti. 

Arabada biz biraz gaz verince; "Ben Ülkücüyüm. Ağabey" dedi. Ve dediklerine göre de silahla parayı havada vururmuş. Ben tabi o para vurma işine inanmam da. İstese bizim Komiser Ali Beyi kesin vururdu. Fakat Allah razı olsun vurmadı. Bizim Ali Beyin ölü rengi bir saatte ancak normale döndü fakat dili tutulmuştu. Tam altı saat konuşamadı. İşaretle anlaştık.   

  

3 Şubat 2014 Pazartesi

KAÇUN

Bizim komşu köyde, Sulakta bir usta varmış. Allah ganı ganı rahmet etsin. Hasan Usta eski zamanlarda yaşamış ben de tanımadım sadece anlatılanları duydum. Çok meşhur bir taş ustası olduğu için Onu tanımayan yokmuş. O zamanlar tuğla, briket gibi malzemeler bulunmadığından kırma taşlar birbirine uydurulur, kireçten yapılan harc ile düz duvar yaparlarmış. Bütün eski evlerin ahır kısmları ve bazı yerler bu şekilde yapılmıştır. Hala daha kullanılan bu duvarlar biraz kalın fakat çok dayanıklıdırlar. Bu duvarlar yapılırken en az iki kişi çalışırlar. Biri duvarı yaparken, çırak denen diğeri de yerdeki taşları ve harcı ona verir. Buna da el verme denir. Bu kadarını bildikten sonra gelelim Hasan Ustaya. O kadar çabuk çalışarak duvar yaparmış ki, Rahmetli Hasan Usta'nın yanında sekiz çırak çalışırmış. Yanı Hasan Ustaya sekiz kişi birlikte yerden taş ve harc el verirlermiş. Yinede malzeme yetiştiremezlermiş.  Hasan Usta sabahtan duvar yapmağa başlar, duvarın üzerinden el veren bu sekiz çırağa ha bire bağırırmış: "Taş verun, harc verun. Taş verun, harc verun."  Duvar biraz yükselince "Duvar gelii Uşaklar, KAÇUN" diye bağırır, kendisi de yıkılan duvarın üzerinden atlar gidermiş. 

1 Şubat 2014 Cumartesi

PAPAZI DÖVDÜRTMEK

Osmanlı döneminde bir İngiliz Tekirdağ taraflarında büyük bir arazi satın alır ve oraya yerleşir. Çünkü bir üzüm bağı kurup üzüm yetiştirecek ve Trakya topraklarında büyük bir şarap malikanesi kurup, buradan  dünyaya şarap satacakmış. Bu vesileyle çok bakımlı ve iyi verimli bir üzüm bağı yapar.

Bir Ermeni Papaz, bir Türk ve bir Kürt, üç arkadaş birlikte bir yere giderlerken tesadüfen bu İngiliz'e ait üzüm bağının önüne gelirler.
İyice yorulup acıken üç arkadaş bağda olgunlaşmış üzümleri görünce canları çeker, ağızlarının suyu akar ve bağa girip bu üzümlerden toplayıp yemeğe başlarlar.
Bu sırada bağın sahibi İngiliz uzaktan bağına üç kişiyi görür ve bir hışımla koşarak yanlarına gelir. Bu adamlara fena halde kafası bozulur fakat üçüne birden gözü kesmez, ses çıkaramaz.

İngiliz üzüm bağına giren bu üç kişiyi biraz konuşturduktan sonra Türk, Kürt ve Ermeni Papaz olduklarını az zamanda anlar.
Önce Ermeni Papaz’a

"Bu adamlar Müslüman biz Hristiyaniz ama, ben Müslümanları daha çok severim. Üstelik bir de Türkiye de yaşıyorum. Yesinler, Türk ve Kürt'e helali hoş olsun. Sen üstelik papazsın, nasıl olurda bir din kardeşinin malını çalarsın" der ve Ermeni Papaza girişerek döver komaya sokar.

Kürt ile Türk'ün hoşlarına gider. İki Hristiyan birbirlerine düştüler diye gizli gizli de gülerler, hiç seslerini çıkarmazlar. Hatta hareket ve bakışları ile adeta İngiliz e yardım ederler.
Biraz sonra İngiliz, Ermeni Papazı yerde uzatır ve Türk'e döner.

"Kürt yedi ise benim dostumdur, kardeş sayılırız. Ona helal olsun, yesin. Sen kim oluyorsun da benim üzümümü yiyorsun? Hem Müslümanlıkta çalmak günah değil mi?" der ve Türk'ü de aynı Ermeni Papaz gibi döverek komaya sokar onun yanına uzatır.
Bu durum bu sefer Kürt'ün hoşuna gider, yine için için de güler.

Türk’ün işi de bittikten sonra bağ sahibi İngiliz, Kürt'e döner:
"Sana dostum dediysem ‘sen benim bağıma gir, üzümümü ye’ demedim. Bir de pis pis sırıtıp duruyorsun ve arkadaşlarını da satıyorsun." der ve Kürt'e de vurur. Kürt te yere Türk ve Ermeni Papaz'ın yanına düşer. İngiliz her üçünü de yerde boylu boyunca uzatır, yanda oturup piposunu dumanlamağa başlar. O sırada Papaz ın yanında yerde yatan ve aklı biraz başına gelen Türk kendinde konuşma gücü bulur ve Kürt'e alçak sesle seslenir:

"Yaaa.. Kürt kardeş.. Biz baştan yanlış yaptık. Papazı dövdürtmeyecektik." der.
Ey Türkiyeli, düşmanın sözüne uyup ta, kendi vatanında acı ve tatlı günleri, yıllarca birlikte yaşadığın, savaşlar kazandığın, aynı örf ve adetleri paylaştığın komşularını, kader arkadaşlarını sakın satma. Eğer satarsan er geç pişman olacaksın fakat iş işten geçmiş olacak.