SAYFALAR

18 Aralık 2018 Salı

YANMIŞLARI ATMA


Temel ile Dursun İstanbul da gezerlerken çok büyük bir yangın görmüşler. Yanına yaklaştıkları zaman anlamışlar bir fabrika yanıyor ve içinde çalışanlar da fabrika ile birlikte cayır cayır yanıyorlar.

Temel Dursun'a "Sen hemen çık yukarı ve bir bak ki çok mu adam var? Sağ kalanları aşağı at, ben aşağıda havada kaparım ve canlarını kurtaracağız." demiş.
Dursun yukarı çıkmış. Canlı insanların hepsini sıradan aşağı atmağa başlamış. Temel de aşağıda bir bir yakalamış.
Dursun yukarıdan bir zenciyi aşağı attıktan sonra arkasından bakmış ki Temel yakalamamış. İkinci bir zenci daha atmış. Temel onu da yakalamamış.

Temel'e bağırmış "Ula Temel sen ben attuğum adamları niçun yakalamaisen. Adamlar yere vurursa ölür sen onları havada yakala da." demiş.

Temel de aşağıdan cevap vermiş; "Ula Tursun sen de yukardan yanmış adamları atma, onları da yakalarsam zaman kayıbı olii da." demiş.

13 Aralık 2018 Perşembe

HANİ ADALET

Ergenekon Çete Operasyonlarında;
Kuddusi Okkır öldü,
Yarbay Ali Tatar öldü,
Albülkerim Kırca öldü,
Prof. Uçkun Geray öldü,
Prof. Dr. Türkan Saylan öldü,
Albay Berk Erden öldü,
Albay Tarık Akçay öldü
Albay Mehmet  Haşimoğlu öldü
Üsteğmen Nazlıgül Daştanoğlu öldü,
Hapisteyken annesini babasını evladını kaybedenler çok oldu.
Askeriyenin KOZMİK odalarına kadar girilerek gizli planları düşmanlar ele geçirdiler. 

Sonra;
Ergenekon Çetesi olmadığı, bu operasyonların iftira ve kumpas olduğu, mahkeme kararıyla resmen doğrulandı, herkes kabul etti fakat, ortada çok ağır suçlar ve ağır ithamlar var. Benim de yine anlayamadığım bazı konular var. 
1990 lı yıllarda:
1- Bir kilo baklava çaldığı için Gaziantep te bir çocuk 3 ay hapis cezası,
2- Güney Doğu da terörist peşinde iken, sonra hatıralarını canlandırmak için 22 kalibre M16 tüfeğe ait beş adet dolu fişeği saklayıp evine götüren Özel Harekat Polisi 8 ay 10 gün hapis cezası,
3- Atadan deden hatıra kalma eski Çerkez bıçağı dedikleri çember şeklinde ki bıçağı evinde bulunduran emekli Emniyet Müdürüne yine hapis cezası,
4- Vatandaşın cebinde bir adet tabanca fişeği yakalanırsa altı ay hapislik cezası verilirken;
Yine Ergenekon Davası sırasında:
1- İstanbul da bir gecekondu çatısında bulunan el bombaları,
2- Ankara Gölbaşında Belediye ekiplerinin yaptıkları kazıda meydana çıkarılıp sözde Ergenekon Çetesine mal edilen silah ve cephaneler,
3- İstanbul da Ermeni Mezarlığında bulunan ve sözde Ergenekon Çetesine mal edilen çok sayıda çeşitli silah ve cephaneler,
4- Sayın Bedrettin Dalan’a ait arazide bulunan ve sözde Ergenekon Çetesine mal edilen çok sayıda cephaneler ve askeri bombalar, roketatar ve bazukalar,
5- Bazı subayların el ajandalarında ele geçirilen krokiler ve gizli şifreli planları hazırlayanlar ve bütün bunları yapanlar tam olarak tespit edildiler mi, yoksa suç değil midir?
6- Bunları kimler yaptı? O yerlere nasıl gitti? Kimler nasıl kazdı ve gömdüler. Kimler ihbar etti de topraktan çıkarıldılar? Bu işlemler yapılırken güvenlik güçlerinin, siyasi kişilerin veya kimselerin haberleri olmadı mı? Tıpkı PKK Güney Doğu da toprağın altına bombaları yerleştirirken, tüneller yaparken kimsenin haberi olmadığı gibi.
7- Bu malzemeleri taşımak, bulundurmak ve kullanmak çok büyük ciddi suçlardır. Üstelik bu yasak maddelerin nerelerden temin edildikleri ve verenlerin de tespit edilmeleri lazım değil midir? Çünkü Cumhuriyetin yıkılması için ilk adımlardan biridir.
8- 17-25 Aralık ta o zaman ki Sayın Başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan'a ait iddiasıyla, ayakkabı kutularının içinde yakalanan paraların kim veya kimlere ait oldukları, bu paraların geldikleri kaynaklar ve bu kumpasın kimler tarafından kurulduğu, kişilerin tek tek tam olarak tespit edilmeleri ve yargılanmaları gerekir. 
9- Hani failleri bulunup tek tek yargılandılar mı? Bu konu da görev yapan sayın savcıların görüşleri nedir?

Bütün bunlar olurken devlet neredeydi? Savcılar, güvenlik güçleri neredeydiler. Hepsi görevleri başındaydılar ve hepsi de bağlandılar. Hala daha da bağlı duruyorlar. Ne zaman normale dönecekler? Hemen söyleyim, bağlayan adam ne zaman çözerse o zaman normale dönecekler.
Saygılar sunar herkesin Dünya İnsan Hakları Günlerini kutlarım. (Not: Resimler internetten alıntıdır.)

10 Aralık 2018 Pazartesi

TÜRBE

1986 yılı Ocak Ayının çok soğuk ve ayaz bir Ankara günü ve gecesi. Ekip arkadaşlarım; Aziz Ata, Müjdat Arayan ve Cengiz Şutanrıkulu ile birlikte Ankara Hırsızlık Masası Nöbetçi Ekip olarak sabah saat 08.00 sıralarında görev alıp telsizle anons ederek Haber Merkezine nöbetçi olduğumuzu bildirdik. Hemen akabinde saygı değer Asayiş Şube Müdürü Bahri Bey telsizle anons ederek iki kelime ile ; “Bana gel !” dedi.

Asayiş Şube Müdürümüz Bahri Bey mahiyetiyle hiç yüz göz olmaz, kimseye yüz vermez ve haksızlık ta etmez ender bulunur insanlardan birisiydi. Beni birkaç defa haksız yere azarlamasına rağmen kendisini çok severdim ve kendisinin de beni sevdiğini ve her şeyden evvel çok güvendiğini hissederdim. Aynı zamanda da Hopalı hemşerimiz olduğundan hiç çekinmeden kendisiyle konuşur, icabında fikir beyan ederdim. 

Yolda memur arkadaşlar; “Kesin hakkımızda bir şikayet vardır. Ne diyeceğiz, ne yapacağız?” diye dertleşip duruyorlardı. Ben; “Kendinizi yoklayın, eğer yaptığınız bir suç varsa şimdi bana söyleyin. Ben bileyim. Eğer suçunuz yoksa da korkmayın. Bir şey olmaz.” Dedim. Çünkü Müdürün böyle direk ekibi çağırması hem de telsizle, olağan dışı bir şeydi.

Merdivenleri ikişer üçer atlama çıkarak makamın kapısına gittik. Sekreter haber verdikten sonra arkadaşlarım koridorda beklerken beni çağırdı ve içeri girdim. Öyle tedirgin başımla bir selam verdikten sonra hazır ol da beklerken, hemen misafir sandalyesini gösterdi ve “Gel Recep otur.” Dedi. Öyle sinirli bir hali yoktu. Ne ise şikayet filan olmadığını ve bir görev olduğunu tahmin ettim ve biraz rahatladım. 

Çekmecesinden bir kağıt çıkardı ve “Saman Pazarını biliyor musun? At pazarına çıkarken sağ tarafta 200 metre kadar içerde Aslanhane Camii yakınlarında orada kim olduğu bilinmeyen bir türbe varmış. Bu türbenin  kapı kilidi hafta da bir değiştiriliyormuş ve burada teröristler barınıyorlarmış. Hiç kimseye bildirmeden direk bana bilgi vermek suretiyle takip et ve olayı öğren, gerekirse başka ekiplerden de takviye alarak bu teröristleri yakalayacağız.” Dedi.

Hiç fikir beyan etmeden ayağa kalktım, bir selam daha vererek; “Başüstüne Müdürüm.” Dedim ve notlarımı aldıktan sonra geri döndüm, tam kapıdan çıkarken "Dikkat et, bir sakatlık olmasın, şahıslar terörist ve Kaleşinkov tüfekleri var.” Dedi. Tekrar "Baş üstüne." dedim ve oradan ayrıldım.

Buzda kayan kabak tekerlekli mavi renkli plakasız Ford minibüs arabamızla zor şer Samanpazarına gittik. Ekibime beni beklemelerini söyledim ve tek başıma bahse konu yere giderek önce tespit ettim. Oralardan defalarca geçmiş olmama rağmen hiç dikkatimi çekmemiş ve o yeri görmemiştim. Silahçıların oradan sağ tarafa doğru 200 metre kadar ileride, yolun altında Orta Çağdan kalma, bir kale gibi yüksek ve kalın taş duvarlar la çevrilmiş, avlunun ortasında büyük birkaç tane kavak ağacı olan, büyük demir kapılı bir yer vardı. 

Demirden yapılmış eski zaman usulu büyük ve kilitli bir kapısı vardı. Anahtarsız girilmesi de imkansız gibi bir şeydi. Dışarıdan kimseye çaktırmadan karanlıkta etrafında dolaşarak iyice tespit ettim. İçerde yukarı tarafta bir daha demir kapılı bir oda görünüyordu. Anlaşılan o muhterem Zat’ın mezarı, yanı türbe bu oda da bulunuyordu. Çünkü öyle dışarıda görünen mezar filan yoktu. Sadece kavak ağacının dökülen yaprakları süpürülerek bir araya toplanmış, öyle yığın halinde bırakılmış, göründüğü kadarıyla yerler tertemiz duruyordu.

Akşam saat 21.00 sıralarında arabayı uzakta bıraktıktan sonra bu yere arkadaşlarımla birlikte geldik. Karanlık olmasına rağmen yerde ki donmuş karların parıltısıyla bazı yerler bayağı aydınlık olmuş, ışıksız sağı solu görebiliyorduk. Gecenin karanlığında oda gibi gözüken yerin yanındaki kavak ağacının uzun dallarına tutunarak üzerinden iki kişi içeri de ki küçük kulubenin üzerine ve oradan da yere atladık. İçerde ki kulubeninde demir kapısı vardı ve o da kilitliydi, açamadık. Her tarafı iyice aradık. Hiçbir suç unsuru veya emaresi yoktu. Dışarıda da çevresi çevrilmiş, küçük bir çocuk mezarı vardı. Ne ise silahlar bu mezara filan gömülmüş olabilirdi. İki memurlarım Müjdat ve Cengiz'i orada bırakarak karakol kurdurdum. Bekleyecekler ve gelen giden olursa bana telsizle sinyal vereceklerdi. Ben diğer memurumla arabamız gittiği kadar hırsızlık olay yerleri incelemesi ve diğer görevlere devam ettim.

Gece saat 02.00 e kadar karakol kuran memurlarımdan hiçbir ses çıkmadı. Aynı şekilde kavak ağacının dallarından faydalanarak avluya atladım ve yanlarına gittim. Çünkü ihtiyaçları olabilirdi. Çok soğuk olduğu için memurların üşüdüklerini fark ettim. Artık kurduğumuz karakolu kaldıracaktım. Kendimize ait ceplerimizde ki anahtarları aldım. O kilitli olan hiç penceresiz odanın demir kapısında ki kilit üzerinde anahtarların her birini deneyerek kapıyı açabilmek için kapı kolunu da aşağı yukarı hareket ettirirken arkadaşlarımda ellerinde el fenerleri ile ışık tutuyorlardı. Ben kilitli bu kapı kolunu yukarı doğru kaldırırken içerden birisinin kolu aşağı bastığını hissettim. Yanı biz dışarıdan kapıyı açmağa çalışırken içeride yatırın yanında bir veya bir kaç kişi adam vardı. Orada karanlıkta bekliyorlardı ve onlarda içerden kapı kolunu tutarak açmağa veya bize açtırmamağa çalışıyorlardı. Biz gece saat 21.00 sıralarında oraya gittiğimize göre demek ki onlar daha erken gidip içeri girmiş saklanmışlardı. Arkadaşlara bağırarak birden yanlara doğru açıldık ve silahları doğrultarak; “Polis teslim olun.” Diye bağırdık. 

Kapı içerden içeri doğru açıldı. İçerisi zifiri karanlıktı. El fenerinin ışığı ile gördüm, sakallı genç bir tek kişi ellerini kaldırmış, hiç sessiz kapının önünde içeri tarafta duruyordu. Genci kollarından kaptığım gibi dışarı çektim ve yere yatırdım. Üstünü aradık hayret üzerinde silah filan yoktu. Hiç konuşmasına fırsat vermeden kelepçe vurduk ve kaç kişi olduklarını sordum. O da şaşırmış bir şekilde tır tır titriyordu; “Tek kişiyim ağabey.” Dedi. “Arkadaşların nerede?” dedim. “Hiç arkadaşım yok Ağabey.” Dedi. Yalan söylüyordu. 

Terörist olur da hiç arkadaşı olmaz mı? Orada her tarafı aradık . Hakikaten hiç kimse yok. Kaleşinkov tüfek, silah filan da yok. O kapalı olan ve gencin içerden açtığı yerde öyle güzel yapılmış sarıklı birkaç mezar, mezarın yanında ise duvara diklenmiş bir adet mızrak, bir adet kırık mızrak, bir kaç tane ok ve bir de yay ve tespihler vardı. O mızrağın ucu o kadar keskindi ki arama esnasında elime sürünmüş ve küçük bir yara etmişti. O yara üç dört ay iyileşmedi elimde kaldı. 

Bu gençte ki anahtarlarla dışta ki normal giriş kapısını açtık ve sokak lambasının altına gelince gencin kimliğine baktım. Tunceli Mazgirt nüfusuna kayıtlı Hüseyin. Büromuza geldik ve ‘Yakalama Üst Arama Tutanağı” tanzim ederken bir taraftan da arkadaşlar bu gence bir şeyler soruyorlardı. 

Hüseyin, Ankara Dil Tarih Coğrafya Fakültesinde öğrenciydi. Abidinpaşa da bir bekar evleri vardı ve üç arkadaş orada kalıyorlardı. Abidinpaşa da ki evlerinde de arama yaptık. Terörist filan değil hepsi temiz çocuklardı. Kısma bile getirmedik. 

İfadesine göre Hüseyin bize şöyle anlattı; 

“Ağabey benim memleketim Tunceli ve Aleviyim. Bu gördüğünüz mezar Hazreti Ali’nin mezarıdır. Dünya da Hz. Ali’nin mezarını bilen kimse yoktur. Hazreti Ali öldürüldüğü günün sabahı camiye giderken oğulları Hasan ve Hüseyin’e ‘Beni bugün öldürürlerse cesedimi almağa bir adam gelecek, ona teslim edin ve sakın takip etmeyin beni de merak etmeyin.’ diye vasiyet etmiş. Hakikaten o sabah camide sabah namazı kılarken şehit edilmiş. Cenazeyi camiden eve getirdikleri sırada iki at koşulu at arabasıyla bir adam kapılarına gelmiş ve cenazeyi istemiş. Adamın kafası tanınmamak için kapşonla örtülüymüş. Hasan ve Hüseyin babaları Hz. Ali’nin cenazesini bu adama teslim etmişler. 

Adam oradan uzaklaştıktan sonra pişman olmuşlar ve atları ile dört nala giderek adamdan babalarının cenazesini geri almak istemişler. Tam yakalamışlar cenazeyi geri alacakları zaman at arabasında ki cenazeyi bunlardan alan adam birden geri dönerek yüzünü bir açmış ki, babaları Hz. Ali’nin kendisi. Çocukları cesedi geri alamamışlar ve kendi cesedini Hz. Ali kendisi almış gitmiş. Nereye götürdüğü belli değil. Onun mezar yeri bilinmiyor. Ben haftada bir bu zat'ı rüyamda görürüm ve beni çağırır ben de gelir buraları temizler ona hizmet ederim. Bazen gelen ziyaretçilerden rahatsız olduğunu bana söyler, ben de giremesinler diye kapının anahtar göbeğini değiştirdim. İçeri giremeyen mahalle kocakarıları da tekrar kilidi değiştirdiler. Ben tekrar değiştirdim. Bu böyle birkaç kez devam etti.” Dedi. Zaten mahalle sakinleri de devamlı kilit değiştirildiğinden şüphelenmiş ve Asayiş Şube Müdürümüze teröristler olabileceği şeklinde ihbar etmişlerdi. Müdürümüz Hüseyin ile görüştükten sonra terörist olmadığı anlaşıldı ve Hüseyin'i serbest bıraktık.

Hüseyin’in hiç parası de yoktu. Ertesi gün arkadaşlardan toplayıp biraz harçlık verdim ve salıverdik. Başka zamanlarda da ara sıra yanıma gelir ben yine para toplar harçlık verirdim. Sonra ben tayin olup Asayiş Şubeden gittikten sonra uzun süre buluşamadık. 9-10 yıl önce emekli olunca aklıma geldi ve Kuyumcu arkadaşım Uğur ile birlikte o yere gittik. Hüseyin hala orada, ihtiyar olmuş, saçları dökülmüş, ziyarete gelenlerin bahşişleri ile geçiniyor ve burada kalıp bekar yaşıyordu. Beni tanımadı. Ben de tanımadım. Olayı anlatınca hatırladı ve boynuma sarılıp ağladı. Okulu bitirememiş bırakmıştı. “Ağabey teröristler Tunceli de halkı toplar Polisin faşist ve düşman olduklarından bahsederlerdi. Halbuki ben sizlerden gördüğüm iyiliği hayatımda hiç kimselerden görmedim.” Diyor ve yüksek sesle ağlıyordu.

Geçenler de aynı yere ziyarete tekrar gittim. Olay sırasında 24 yaşlarında olan, daha sonra da gördüğüm zaman ihtiyarlamış, saçları dökülmüş olan Hüseyin orada yok. Uzun süre bu Zat’a hizmet ettikten sonra hakkın rahmetine kavuşmuş. Bu Türbe Kültür Varlıkları Eski Eserler Yüksek Kurulunca koruma altına alınarak ve Hz. Ali değil de TİRİTZADE HACİ HÜSEYİN Türbesi olduğuna karar verilmiş. İçinde ben gördüğüm ve benim elimde yara açan mızrak, yay, oklar ve tespihler de yok. O heybetli göğe doğru yükselen kavak ağaçları da yok, kesilmiş. Hüseyin den sonra hemen karşısında ki aile türbenin bakımını üstlenmiş. Yaa yalancı dünya işte. Bir daha da gitmem zaten oralara.


9 Aralık 2018 Pazar

BASKIN

Şimdi haberlere bakıyorum da hep köşe bucak depo basıp kuru soğan arıyorlar. Aslında mal benim değil mi? Saklarım da, suç değil fakat suç olması için yakında hakkında kanun da çıkarırlar. Benim aslında anlatmak istediğim, sizlerin belki de ilgisini hiç çekmeyecek fakat benim için çok önemli olan başımdan geçen bir olay;
Ankara Emniyet Müdürlüğünde iken bir ihbar mektubu gelmişti. Adres verilerek Maltepe de bir bakkalın el altından kaçak olarak sigara satttığı ve kaçak sigaraları orada bakkalında sakladığı bildiriliyordu. Hakikaten de Marlboro, Kent, Camel gibi kıvır zıvır sigaralar çok yasaktı. Tombalacılar bile bu sigaralara gizlice köşe başlarında tombala çektirirlerdi. Hatta iskambil kağıtları da yasaktı yakalanırsa çok fazla cezası vardı.
Öğlen üzeri bahsekonu bakkala gittik. Bir kişi dükkan sahibi ile ilgilendi. Diğer memurlarım o küçük iş yerini altını üstüne getirdiler. Terekte duran sigaralardan başka sigara yok. Dükkan sahibi arada soruyor; "Ağabey ne arıyorsunuz? Hiç birimiz adama ne aradığımızı söylemiyoruz. Cevap bile vermiyorduk.

Hiç bir şey bulamadık. Sıra tutanak tutmağa geldi. Dükkanda tutanak tutup, belki evinde saklar düşüncesi ile dükkanı kapatıp, dükkancı ile birlikte evine gidip bir de orada arama yapacaktık. Öyle ya ciddi bir suç, doğmamış yetimlere bile bu adam kazık atıyordu.
İş Yeri Arama Tutanağı tanzim ederken, bakkalcının yanında ben söyleyip bir memur arkadaş yazıyordu. İşte "Bahse konu ihbar mektubunda adı geçen falana ait bakkal dükkanında söz konusu kaçak yabancı sigaralara aranmasına rağmen, sigara ve suç teşkil edecek hiç bir şeye rastlanmamış olup" derken dükkan sahibi "Hop, hop, bir dakika dur Ağabey, siz bana sormuyorsunuz ki söyleyim, kendiniz de bulamadınız. Sigaralar şurada kapının arkasında fakat kaçak değildirler. Bir aydan beri kanun çıktı, satışı yasaldır. Herkes satıyor" dedi. Haydaa bir araştırdık ki gerçekten doğruymuş Turgut Özal yasa çıkartmış ta bizim haberimiz yokmuş. Bilmem sizler de şaştınız mi?

Aslında tecrübenin sonu yoktur. Ondan sonra her gittiğim baskında mekan sahibine; "Dükkanında veya evinde ne var, ne yok? Suç teşkil eden eşyaların varsa getir veya bana göster. Yanında suça bulaşmış kişiler varsa onları da bana göster. Ben arayıp ta bulmayım." Diye ikaz erdim ve inanın çok daha iyi neticeler alırdım. 

 

 

23 Kasım 2018 Cuma

ÖĞRETMEN OLDUM

Rize Lisesini bitirdikten sonra 1967 yılında Rize’li İdris isminde liseden bir arkadaşımla birlikte Erzurum da tek odalı bir ev tuttuk ve Atatürk Üniversitesine kayıt olduk. Kış geldi çattı, evde soba yok, odun yok, kömür yok, tezek yok, elde avuçta para da yok. Hep yorganın altında bu kış çıkmayacak. Doğrusunu isterseniz aslında doğru dürüst bir yorgan da yok.

O zamanlar bizim gibilerin çalışmaları da adet değildi. Yoksa adetti de biz mi bilmiyorduk onu da bilmiyorum. Gündüz soğuk, akşam soğuk, gece durulmuyor çok soğuk, sabah soğuk, bir tarafımız donmuş olarak kalkıyoruz.

Biraz canlanayım diye memlekete yanı Fındıklı’ya geldim. Daha geri gitmek istemedi canım. Kısa yoldan ne yapayım diye düşündüm. Rize de Turist otelin karşısında tepede Rize Erkek İlköğretmen Okulu vardı. Bu okul hem yatılı hem de gündüzlü eğitim veriyordu. Arkadaşlarım oradan mezun olmuşlar, bir kaç yıldır öğretmenlik yapıyorlardı. 

Bir sabah erkenden Rize'ye gittim, Müdür Yardımcısının kapısını çalarak içeri girdim. Kimse yoktu. Ben zaten çekinerek girmiştim ve beklemeyip o işten de vaz geçecektim. Çünkü ümitsizdim. 

Tam dışarı çıktım ki kısa boylu, dolgun yapılı sevecan tipli bir adam rast geldi ve galiba beni yabancı görünce; “Ne var? Ne arıyorsun?” diye sordu. Müdür Yardımcısını sordum. Kendisi olduğunu söyledi. Birlikte içeri odasına girdik. Masada sandalyesine oturdu, beni de misafir yerine oturtmak istedi. Ben önüm ilikli ayakta beklemeğe devam ettim ve kendisine lise muzunu olduğumu, ilk okul öğretmeni olmak istediğimi, bunun bir yolu olup olmadığını sordum. 

Masasının çekmecesinden bir dosya kağıtı çıkardı, masasına koydu ve kendisi söyledi ben yazdım. Çok kısa; Rize Lisesi mezunuyum. İlk okul öğretmeni olmak istiyorum. Gereğinin yapılmasını arz ederim. İsim, tarih, imza. Dilekçemi aldı paraf filan etti ve sumenin altına koydu. Galiba dilekçeyi kayıt filan daha sonra kendisi yaptırdı. Eğitimle ilgili birkaç kitap ismi yazdı. Bunların çoğunu bulamazsın fakat arkadaşlarından sor temin et, güz dönemi imtihan zamanlarında gel imtihanlara gir, kazanırsan öğretmen olursun.” Dedi ve kendi çekmecesinde bulunan üç-dört kitaba ait ders notlarını da bana verdi. Allah razı olsun eğer “Senden öğretmen olmaz.” Deyip te kovsaydı kesinlikle daha devlet dairelerine bir daha uğramazdım.

Sorumlu olduğum ders kitaplarından çoğunu öğretmen arkadaşlardan temin ettim. Bir ikisini bulamadım fakat onların sorularına da mantıki cevaplar vererek o güz yanı, 1968 yılında bir ay içinde bütün ders imtihanlarını kazanarak okulu bitirdim. Rize Merkez Atatürk İlkokulunda Uygulama yaptım ve öğretmen oldum. En son uygulamam 1. Sınıflara idi. Milli Eğitim Müdürü de bu uygulamaya dinleyici olarak katıldı. 

O yıl eğitim sistemi değişmiş, 'tümden gelim.' dedikleri Cümleden gelerek, kelime, hece ve harf öğretme sistemi başlamıştı. Öğretmen harfleri önce ismi ile değil de çevrede bir nesneye benzeterek çocuklara kavratıyordu. Ben de 'Y' harfini sapan kayaya benzeterek çocuklara anlattım. Dersin esas öğretmeni ve Milli Eğitim Müdürü çok memnun kalıp beni defalarca tebrik etmişlerdi. Bazı uygulamalarım o minik yavruların dikkatini çekmiş, ben öğrencileri kontrol ederken 'Y' harfini yapamayanlarla ilgilenip yaptırırken, çocuklardan biri ben öğrenciye yardım ettiğimi görünce, yerinden bir kaç defa sormasına rağmen ben cevap vermeyince, kalkmış, yanıma gelmiş ve ceketimin ucundan tutup çekerek, "Öğretmenim, sen bizum ha bu Yusuf'un nesisun?" diye soruyordu. Tabii ki çocuğun bu hareketine Milli Eğitim Müdürü ve yanındakiler katıla katıla gülmüşlerdi.

Rize Erkek Öğretmen Okulu Müdür Yardımcısı Ahmet Bey bu iyi insan; “Diploman Valilikten geç gelir. Sen bu yazı ile git ve hemen göreve başla.” Diyerek, kendi imzasıyla ‘Okulumuzdan, girdiği imtihanda bütün dersleri başarıyla vererek İYİ derece ile mezun olmuş ve öğretmen olmağa hak kazanmıştır’ diye bir yazı verdi. Çünkü Eylül geçmiş okullar başlamıştı. 

Ben Rize İlköğretim Öğretmen Okulundan Rize Valiliğine yanı Milli Eğitim Müdürlüğüne nasıl gittim bilemiyorum. Merdivenleri üçer beşer çıkarak Milli Eğitim Müdür Yardımcısına gittim. Müdür Yardımcısı Ekrem Bey elimden yazıyı aldı evirdi çevirdi. “Nerde askerlik belgen?” dedi. Haydaa . “Askerliği yapmamışım ki, tecilliyim filan.” Dedim. “Olmaz git askerlik şubesinden sakınca olmadığına dair bir yazı al gel.” Dedi. O zamanlar öyle sabıka kaydı filan istemiyorlardı. “Efendim, ta Fındıklı’ya gitmem gerekir. Başlatın sonra askerlik tecil belgesini getiririm.” Dediysem de yok, anlatamadım. İlle askerlik belgesi dedi. Canım askerlik belgesi de ne ki, Fındıklı’ya gitmek gerekir yoksa askerlik şubesinden bir dakika da alacağım. Bu kadar imtihanları hiç zorlanmadan verdik, sınıfı geçtik te yanı bir belge herhalde zor bir iş değil diye düşündüm.

Günlerden Cuma olduğundan yetişebilmek hemen dolmuşa bindim ve Fındıklı’ya geldim. Şimdi ki Sağlık Müdürlüğünün yanında bir yerde olan askerlik şubesine girdim. Orada ki askere derdimi anlattım. Asker kimliğimi aldı, geniş, uzun ve kalın bir defter getirip bankın üzerine koydu. Kütük Defteri imiş. Sayfalarını açtı, parmaklarını gezdirerek ismimi buldu. Bana bir şey demeden önünde ki defteri, orta yerde oturan Yüzbaşı’ya götürdü. Yüzbaşı orasının komutanıymış. O da defteri biraz inceledikten sonra kalktı yerinden yanıma geldi ve ”Sen liseyi bitirmişsin. Üniversite de tecil istememiş. Tecilin olmamış, asker kaçağı görünüyorsun. Ben nezarete atıp askere göndermem gerekir fakat öyle yapmayım, nezarette kalma da, sen şimdi git, Pazartesi gel askere yollayalım. Asker dönüşü öğretmenlik yaparsın.” Dedi. 

Bir daha haydaaa. Ben asker kaçağıymışım. Biz ne için uğraşıyoruz, adam bize ne diyor? Kimliğimi istedim vermediler. Artık yapacak bir şey kalmadı. Köye çıkmak için arabalara doğru giderken Halamın oğlu İlkokul Müfettişi İsmet Ağabeyi gördüm. Okul hayatımdan filan bir şeyler sorunca, o çünkü beni Erzurum Üniversitesinde okuyor biliyor, öğretmen okulunu bitirdiğimi bilmiyordu. Kendisine durumu anlattım. Mesailer de tam bitmeğe yakındı. “Yüzbaşı benim arkadaşım. Sen burada beni bekle hele.” Dedi ve koşarak Askerlik Şubesine gitti. Ben de karşıda durdum izliyordum.

On dakika kadar sonra elinde bir kağıt ile Askerlik Şubesinden çıktı. Ben karşıdan elinde kağıdı görünce çok sevindim. Yanıma gelince anladım ki bu ben istediğim kağıt değil örnek bir kağıtmış. Alel acele Kaymakamlığa gittik. Orada bir daktilo da o yazının aynısını yazdı. Kendi müfettişlik mührü ile mühürledi ve uyduruk bir imza attı. Güya okuldan Askerlik Şubesine yazı yazılmıştı. Ben çok korktum. Kendimden değil de İsmet Ağabeyden korktum. Bütün meslek hayatı yanardı. "Ağabey anlaşılırsa bizi hapse atarlar." dedim. Çünkü bir nevi sahtekarlık yapıyorduk. "Yok sen korkma, yüzbaşı böyle istedi." dedi. Bu arada da mesai bitmiş daireler kapanıyordu. Ben yine karşıda bekledim. İsmet Ağabey o yazıyı Askerlik Şubesine götürdü. Yüzbaşı gitmemiş onu bekliyordu. Yarım saat kadar sonra İsmet Ağabey Şubeden elinde bir yarım kağıt ve benim kimliğimi sallayarak çıktı geldi. Kağıt ta ‘benim kimliğim ve iki yıl askerlik tecili yapılmıştır.’ Diye yazıyordu.

İki gün sonra Pazartesi günü erkenden Rize Milli Eğitim Müdürlüğüne gittim. Bu sefer iş tamam fakat bazı belgeleri doldurmamı istediler. Yine acaba ne engel çıkacak diye korka korka belgeleri doldurdum. Artık başka bir aksilik çıkmadı. “Özel İdareden maaşını al, sonra da Güneysu Adacami Köyüne git göreve başla.” Dedi, Rize Milli Eğitim Müdür Yardımcısı Ekrem Bey. 1968 yılının Eylül veya Ekim ayları, ilk maaşım 449 lira 35 kuruş. Onun 249,50 lirasını bana verdiler. 200 lirasını Emekli Sandığına kestiler. Bir defaya mahsus herkesten kesilirmiş. Ve Rize Güneysu Adacami Köyünde ilk okul öğretmeni olarak ilk göreve başladım. 



21 Kasım 2018 Çarşamba

DENİZDE BALIKLAR

1968 yılında Rize Güneysu Adacami Köyüne İlk okul öğretmeni olarak ilk tayinle gittiğim zaman, Okul Müdürü Naci Bey vardı. O büyük tecrübelerinden az zaman da çok şeyler aktarmıştı bana. Ama arkadaşlığımız çok uzun sürmedi, o yıl sonunda ayrıldık. 

Ertesi yıl Nacı Bey kendi memleketi Hopa da bir köye tayin oldu gitti. Ben 120 öğrenci ile tek başıma eğitim ve öğretim yaptım. Bekardım ve orada çay alım evinin üstünde köy evinde kalıyordum.

Köylü de beni hakikaten çok severlerdi veya bana öyle geliyordu, asker dönüşü istek bile yapmışlardı ve arada türkü filan da atarlardı,
·         “Beyu kızlağaç beyu, cöğe mi değeceksun?
·         Evlen Recep Öğretmen, beçar mı duracaksun?” diye.

Köylü, okulun temizlik işleri için para vererek tuttukları Mustafa Mercan isimli genci de bazı zamanlar 4. ve 5. Sınıflara sokar ders anlattırırdım.

Okula gittiğim ilk zamanlar odun filan muhafaza edilen ve depo olarak ta kullanılan okulun zemin katına girdiğim zaman bir bir üzerlerine yığılmış çok miktarda çimento torbalarına benzer içi dolu torbalar olduğunu görünce, bunların ne olduklarını Naci Bey’e sordum. “Amerika’nın yolladığı süt tozları olduğunu, ta okul ilk yapıldığından beri ‘YOĞALTILDI’ yanı çocuklara içirildi gösterilip kayıtlardan düşüldükten sonra buralara koyup saklandığını ve saklı tutulması gerektiğini söyledi. Hakikaten inceledim ki haklarında hiçbir kayıt yok. Hemde ‘çocuklara içirildi’ diye düşümü yapılmış, çocuklara içirilmemiş ve süt tozları ilelebet saklanıyor. Hala daha yeniden süt tozları geliyor ve çocuklara içirilmesine devam ediliyordu.

Çocuklar okula gelirken bardak filan getirir ikinci 45 dakikalık derste ‘BESLENME EĞİTİMİ’ adı altında Amerika’nın bedava yolladığı bu süt tozları süt yapılır, kaynatılır ve çocuklara içirilirdi. Hatta daha önceleri peynir, kuru üzüm ve un da gelir, bunlardan üzümlü ekmekler yapılıp öğrenci çocuklara tükettirilirdi. Türk Milli Eğitimi de bu işin üstüne çok düşer, müfettişler tarafından ilk önce bu faaliyetler incelenirdi. Halbuki benim duyduğum 'Bedava peynir fare kapanında olur.' Amerika bütün bunları niçin bedava yapardı bilmem fakat Türkiye’nin bütün ilk okullarına bu kadar malzemeyi babasının hayrına gönderdiğini sanmıyorum.

Biz de ilk zamanlar ‘şikayet olur’ diye aynen yönetmeliğe uyup süt tozlarından süt yapıp çocuklara bir zaman içirdik fakat ertesi yıl ben yalnız kalınca, o çok önce ki arkadaşlar yaptığı gibi defterde ki çizelgeye işleyerek, çocuklara içirildi diye gösterdim ve elde kalan süt tozlarını zemin katta ki öbür yığınların üzerlerine koydurdum. Depomuz o kadar doldu ki artık yer olmamağa başladı. Ben zaten bu süt tozlarının Türk çocuklarına faydalı olacağına inanmıyordum. İlerde etkisini gösterecek gizli zehir karışık olduğunu bile düşünüyordum. Onun için de pek çocuklara içirmek istemiyordum fakat bir şikayet olup ta, içirmediğimi tespit etseler maazallah insanı hapise bile atarlardı. Bu işin üzerine çok duruyorlardı. Ondan korkuyordum.

O yıl çocuklara hiç ABD sütü içirmedim. Bir gece vakti okulun temizlik işlerini yapan Mustafa’yı çağırdım ve okulda ki depo da bulunan o süt tozu torbalarını eşeğe yükleyip bir kaç seferde Güneysu deresine taşıdık. Dere kıyısında torbaları bıçakla keserek süt tozlarını suya döktük, Güneysu deresi ile birlikte denize doğru aktı gitti süt tozları. Bu işi köprü üzerinden yapsaydım daha hayırlı olacaktı fakat düşünemedim, ben derenin kıyısından suya döktüm. 

Üç beş gün sonra bir gece Mustafa evime yanıma geldi ve heyecanlı bir şekilde anlatmağa başladı; “Hocam, biz dereye döktüğümüz süt tozlarından kenarlarda kalanları köylüler topluyorlar ve hayvan yavrularına içiriyorlar.” Dedi. Hemen dereye döktüğümüz yere gittik. Hakikaten gece göremediğimiz için süt tozları kıyı kenarlarına da dökülmüş ve orada taşların üstlerine yapışmış hala daha duruyorlardı. Hay Allah, hemen sorarlarsa ne söyleyeceğini Mustafa’ya sıkı sıkıya tembihledim.

Çok büyük bir sıkıntı oldu bende. “Köylüler toplayıp hayvanlara içiriyorlar mış.” Diye duydum fakat insanlarda içerler ve olumsuz sonuçlar olabilirdi. Çünkü velilerden gelip okuldan süt tozu isteyenler çok oluyordu. Hemen okulda bütün çocukları topladım ve dere kenarında ki süt tozlarının vaktı geçtiği için döküldüğünü, zehirli olabileceğini, kesinlikle kimsenin hayvanlarına dahi içirmemelerini anlattım.

O haftanın son Cuma günüydü. Cuma namazı için camiye gitmiştik. Beşinci sınıf öğrencisi Ahmet Mercan bir iki arkadaşı ile tek nefes koşarak camiye geldiler; “Öğretmenim, dört beş kişi geldiler seni acele çağırıyorlar.” Dedi. “Beklesinler, veya kendileri buraya gelsinler. Ben Cuma dan sonra gelirim.” Dedim. Tam içeri girecektim ki çocuklar koşarak tekrar geldiler; “Öğretmenim, gitin söyleyin, kafamızı bozmasın ha. Öğretmeniniz çabuk buraya gelsin diyorlar.” Dedi. Anladım. İş değişik, hemen döktüğüm süt tozları aklıma geldi.

Okul zaten camiye üç dört dakikalık mesafedeydi. Okula gittim, beş kişi var, gelmişler ama hiç birini tanımıyordum. Kendi ellerimle yaptığım mevsimler şeridi ve Osmanlı Sülalesi köşesini inceliyorlardı. Selam verdim. Selamıma bile pek sevinmediler, öyle isteksiz aldılar. Birisi “Ben Milli Eğitim Müdür Yardımcısı Ekrem Bey.” Dedi. Birisi beslenmeden sorumlu Müdür, birisi Amerikan temsilcisi, biri Müfettiş Ömer Lütfi Bey, birisi bilmem kim.

“Hoş gelmişsiniz efendim.”  Dedim. Odama geçtik. “Savunmanı almağa geldik.” Dediler. Ben daha savunma nedir? Bilmiyorum. “Buyurun alın efendim.” Dedim. Süt tozu yoğaltma defterlerini istediler. Hemen Mustafa getirdi. Baktılar, incelediler. Sözlü olarak sormağa başladılar. “Sen süt tozlarını ne yapıyorsun?”  “Hepsini çocuklara içiriyorum.” dedim. Hepsi öyle manalı bir şekilde yüzüme baktılar ve bir de birbirlerine bakıp gülüştükten sonra dosyanın arasından bir resim çıkardılar. Güneysu deresinin Adacami Köyü’nden geçtiği yer. Akan suyun kıyısında döktüğüm süt tozlarından kalanlar gözüküyordu. “Bu resim nedir? Sen süt tozlarını dereye dökmüşsun ve bir de kötü propaganda yapmışsın. 'Süt tozları zehirlidir. İçmeyin.' demişsin. Hakkında ihbar var. Dilekçe vermişler.” Dediler. 

“Efendim defterlerde incelediniz. Ben bütün süt tozlarını gereği gibi yoğaltıyorum. Dereye dökülen süt tozlarına gelince; evet doğrudur, ben döktüm fakat okul açılalı beri biriktirilen, yıllar önce ki süt tozlarıdır. Kıyıda kalanların toplandığını duyunca toplamasınlar, diye dökülen süt tozları zehirli olabilir diye öğrencilere söyledim.”  Diye olayın aslını doğru olarak anlattım. Anlaşılan biri üşenmemiş fotoğraflar bile çekerek beni şikayet etmişti. “ Yok. Sen Amerikayı kötülemişsen. Sana işlem yapacağız. Ucunda hapislik bile var.” Dediler.
“Valla ben hayatımda hiç kimseye kötülük düşünmem, yapacağınız işleme de engel olamam. Eğer karnınız aç ise dün bir çorba yapmıştım, hepimize yeter buyurun gidip odamda içelim.” Dedim. “Sen bekar yaşıyorsun, köylülere yemek getirtmiyor musun?” dediler. Ben buradan gidince kimseyi arkamdan konuşturtmak istemiyorum. Onun için hiç kimseden bir şey kabul etmiyorum.” Dedim. 

Tam o sırada Rize de Ses sineması sahibi Celal Ağa kimden haber aldıysa elinde baston ve yanın da birkaç gençle birlikte gelerek, bu adamların karşısına dikilip tehdit ettiler. “Senelerden beri okulumuza doğru bir öğretmen gelmiş, onu kimseye ezdirmeyiz. Defolup gidin beyler.” Dediler. Celal Ağa ve adamlarını zor ikna ettim, yatıştırdım ve evlerine yollamak istedim fakat evlerine gitmediler, onlar gidene kadar orada oturup beklediler. 

Milli eğitim Müdür Yardımcısı Ekrem Yangın okulda biraz daha incelemeler yaptıktan sonra; “Köylüler seni çok sevmekte haklıymışlar. Sana ceza vermeğe geldik fakat aslında sen takdirlik bir öğretmensin. Bir daha yaptığın işi böyle yüzüne gözüne bulaştırma.” Dedi ve yazıp, çizip çekip gittiler. O öyle kaynadı gitti, ceza filan vermediler. Zaten ben askere gittim. Sonra da öğretmenlikten ayrıldım. Ceza almadım fakat bana büyük bir ders oldu. 

Rize küçük bir yer olduğu için bu olay Rize nin her tarafında ve bütün okullarında duyulmuş, toplantılarda filan ‘o dereye dökülen süt tozlarından denizde bütün balıklar ölmüş’ diye öğretmen arkadaşlar espriler yapıyorlardı. Hatta bir gün arkadaşımla birlikte dolmuşla Rize'den Fındıklı ya giderken tanımadığımız adamlar dolmuşun içinde konuşuyor; “Geri zekalı bir öğretmen Güneysu deresine Amerikan süt tozlarını dökmüş te, süt tozları zehirliymiş, deniz de ki balıkların bir çoğu ölmüşler. Bir çoğu da aptallaşmış, yemsiz oltaya takılıyorlarmış. Bu sene hamsi de yiyemeyiz.” Diyorlardı ve gülüşüyorlardı.

İki sene sonra asker öğretmen olarak tayınım Fındıklı ya çıktı ve orada görev yaptığım sırada, saygı değer öğretmen arkadaş Osman Köröğlu, O çok komik ve espriler yapan, fıkralar anlatan bir arkadaştı. Bu olayı duymuş ve bir toplantıda söz hakkı alıp ayağa kalkarak Müfettiş İsmet Bey ve Kaymakam Kadri Bey'e; “Efendim önerge veriyorum. Amerikan süt tozlarını dereye döküp te denize gitmesini sağlıyarak, denizde ki balıkların zehirlenmesine, sağ kalanlarında aptal olmalarına sebep olan, öğretmen arkadaş Recep Ali Bey şu anda aramızda bulunup, hala daha öğretmenlik görevine devam etmektedir. Hakkında ne gibi bir cezai işlem uygulandı? Öğrenmek istiyorum.” Demişti ve bir an da gülmekten ortalık yıkılmıştı.

Düşünüyorum da; 'Amerikan süt tozlarından etkilenip, deniz de yemsiz oltaya takılan veya kendiliğinden karaya sıçrayan balıklar' gibi sözler o zaman espri ile söylenmişti fakat acaba doğru muydu? Şimdi o balıklar gibi, kafası çalışmayıp, körü körüne kandırılan insanlar var. Uyanık gibi durup ta uyuyanlar. Görür gibi yapıpta görmeyenler. Kuyruk gibi birinin peşine takılıp ta gidenler. Acaba o zaman ki, o Amerikan süt tozu sütünü içen çocuklar midirler? ABD o zaman bize neden bedava süt tozu yolluyordu? Herkese SAYGILAR, SEVGİLER ve SELAMLAR. Ayrıca o günlere de selamlar.

20 Kasım 2018 Salı

VİAGRA ETKİSİ

Genç bir Karadenizli Samsun da bir eczane açmış ve eczacılık yapmağa başlamış.
Bir sabah adamın biri eczaneye gelmiş;
“Abi bana bir viagra verirmisin?” demiş.
Karadenizli eczacı vermiş viagrayı.
Adam sormuş;  
“Kaç para?”
Karadenizli eczacı;  “10 tl.” demiş. Adam bozuğu yokmuş 100 tl uzatmış.
Karadenizli eczacı, bu adama;  
“Sabah sabah bozuk yok, sana zahmet, git karşıdaki çerezciden bozdur gel.” Demiş.
Adam;  
“Abi çerezci beni tanımaz ki.” Demiş.
Karadenizli eczacı;
“Olsun, ben buradan işaret ederim. Sen git.”  demiş.
Adam karşıdaki çerezciye gitmiş;
“Abi beni karşı ki Karadenizli eczacı gönderdi, şu 100 tl yi bozacakmışsın, bir de 1000 TL para verecekmişsin."  demiş.
Çerezci kapıya çıkıp Karadenizli eczacıyı çağırmış. Karşıdan Karadenizli eczacı bakmış ve başını sallayarak onay vermiş.
Adam gelmiş ezcacıya 10 tl yi vermiş, viagra ve 1000 tl parayı alıp gitmiş.
Akşam üzeri cerezci gelmiş eczacıya;  
“Benim şu 1000 TL yi alayım.” Demiş.
Eczacı şaşırmış;
“Ne 1000 tl si?”
Çerezci;
"Sabah adamı gönderdin 100 tl bozdurdun, hem de 1000 tl istedin. Hatta sana sesledim, sen de onayladın ya” demiş.
İşte o an anlamış Karadenizli eczacı başına geleni ve;
“Kabahat sende de var. Vermeseydin.” diyerek, çerezciye 1000 tl nın yarısını ödemiş, yanı zararı ortak çekmişler.
Ertesi gün yaşlı bir amca gelmiş yine Karadenizli'nin eczanesine.
“Oğlum, ben viagra alacam ama nasıl, etkili midir acaba, bana bilgi verir misin?” diye sormuş.

Karadenizli Eczacı;
“Amca hiç korkma al. Yalnız şu kadarını söyleyim ki, dün birisine bu viagradan verdim, adam daha kutusunu açmadan, hem beni, hem de karşı ki çerezciyi, ikümüzi da bir dakika da becerdi gitti.“  demiş.

16 Ekim 2018 Salı

ALLAHSIZ DİN ADAMLARI

Eğer Türkiye tarihine bakacak olursak atalarımızın kılıçla ve kavgayla mertçe aldıkları toprakları hep din adamlarının çalışmaları neticesinde kayıp etmişiz. Anlaşılan savaş ve kavga yoluyla topraklarımızı geri almağı göze alamayan düşmanlar, din kispeti altında ülkemize ajanlar sokarak veya ülkemizde ki sivrilmiş dini kişileri elde ederek bu işi başarmağa çalışıyorlar ve başarılı da oluyorlar. 1900 yıllarında Osmanlının yıkılması için, kiliseler, papazlar, rahipler ve din adamları nasıl kullanıldıklarını Ermeni Rahip Gevond Turyan anlatmış ve bu sırları açıkladığı için kendisi İngiltere de bir kilisede ayın sırasında bıçaklanarak öldürülmüştür.

Hatırlarsak İstanbul İşgal edildiği zaman İşgal Kuvvetleri Başkomutanı General Charles Harington’un İstihbarat subayı yüzbaşı John Benette’nin sağ kolu Papaz Robert Frew, diğer adları; Rahip Fru, Albay Emiling İngiliz Kraliyet misyoneri, Daha İstanbul işgal edilmeden İstanbul’a gelmiş ve ordularının kazasız belasız gelmelerine zemin hazırlamıştı. Yine aynı tarihlerde İstanbul’da bulunan Osmanlı Şeyhulislam’ın yeğeni İngiliz Muhipleri Cemiyeti Başkanı Sait Malla birlikte çalışmışlar ve İstanbul halkına kan kusturmuşlardır.

Daha sonraları da İskilipli Atif Hoca, Saidi Nursi, Şeyh Said, Manisa da Nakşibendi tarikatını yaymak için Şeyh Esat’ın İzmir Menemen de Giritli Derviş Mehmet, Şamlı Mehmet, Sütçü Mehmet Emin, Nalıncı Hasan ve Küçük Hasan gibi müritleri ile isyan başlatması ve Fetullah Gülen ve bunlar gibi yüzlercesi, bu kişiler din kispeti altında kendilerini Müslüman göstermiş, cemaatler ve tarikatlar kurarak Müslüman Türk milletini elde edip kendilerine çekmiş güçlenmişler ve sonraları da malum. İsyanlar çıkartarak düşman askerlerinin ülkemize kadar gelerek işgal etmelerine bile olanak sağlamışlardır. İşte çok eskilerden beri Türkiye üzerine oynanan oyunlar bu şekilde din üzerinden uygulanmaktadır. Bu tuzaklara düşmemek için halkımız uyandırılmalıdır. Bu tür kuruluşlar kapatılmalı, kiliseler ve faaliyetleri de uzaktan takip edilerek kontrol altına alınmaları gereklidir.

Şimdi ise bir Papazdan sebep nerde ise Amerika Türkiye ye savaş açacaktı. Bu Papaz, Pastör Andrew Brunson çok önemli bir AJAN olduğu belli oldu. Trump’ın omzuna elini atarak tam samimiyeti bütün dünyaya göstermektedir. On-on beş sene sonra Thomas Edward Lawrence, Casusluk yapıp ta Arabistan alemini Osmanlı dan ayıran adam, gibi tarihler yazar. Ne ise, bu halen Türkiye'yi parçalayamadı fakat geri kalan ve bilinmeyen arkadaşları tüm hızla parçalama operasyonlarına devam ediyorlar. Kendisi bir defa ‘TÜRKİYE Yİ SEVİYORUM’ Dedi ve bütün cezaları indirildi. Yurt dışı yasağı filan kaldırıldı. Sağ salim ülkesine gönderildi. Hepsi iyi güzel çokları kabul etmese de ben kabul ediyorum.


Fakat en önemlisi; tahminime göre ERGENEKON, BALYOZ vesaire gibi bütün bu uydurma davaların tezgahlanmasında baş mimar olduğudur. Belki de 15 Temmuz darbe girişiminin de. Peki şu anda Türkiye de kendisi gibi başka kaç ajan daha var? İsimlerini verdi mi? Beşir Atalay Bey in İçişleri Bakanlığı zamanında bu ajanların 31 kişi oldukları ve olayları tezgahladıkları söylenmişti. Bence o zamana göre artmadılarsa hala en az 30 üst düzey Amerikan Ajanları başka kispetler altında kamuflajlı olarak Türkiye de bulunuyorlar ve faaliyetlerini sürdürerek Türkiye Cumhuriyetini yıkmağa çalışmaktadırlar.

Acaba var mı bizim dış ülkelerde ajanlık yapan imamlarımız veya o ülkelerden elde edilmiş papazlarımız? Ülkemizde aleyhimize ajanlık yapan imamlarımız var tanıyoruz da. Anlamak istedim. Saygılarımla.

8 Eylül 2018 Cumartesi

HAKARET

Temel'i komşusuna 'HAYVAN' dediği için mahkemeye verirler ve 'Hakaret etmek' suçundan mahkeme olur. 

Hakim kendisine sorar;

- Sen komşuna hakaret etmişsin. 'Hayvan' demişsin doğru mudur?

- Hayır haçim bey, ben hakaret etmedum. Çendusuna sadece hayvan dedum!


Hakim;
- E..İyi de hayvan demek hakaret etmek değil mi?


Temel;
- Yook. Hep yanlış anlaşiliyi haçim bey.. Hayvan demek hakaret etmek değildur. Kaleci topu yakaladığı zaman PANTER cibi. 


Adam; kurnaz olursa TİLÇİ, akıllısına KURT, yürekli ve cesur ise ASLAN, uzun ise ZÜRAFA, kuvvetli ise FİL, ğirsuzluk yapayise ÇAKAL, sesi çıkmaise KUZI, boynuzlu ise GEYİK, korkaksa TAVŞAN, ko ko ko ko edenlere ĞOROZ cibi dememiyuz. 

Sesi güzel ise BÜLBÜL,  şekilsuzi DOMUZ, inatçı ise EŞEK tur. Ayruca; bazı insanlarun soyadları KURT, ASLAN, KARTAL, KAPLAN vesauredur. Kısacası haçim bey, sen hiç hayvan olmayan insan cördün mi da?

6 Eylül 2018 Perşembe

MEĞER BAYILMIŞ

1950 lı yıllarda Ihlamurlu Köyünde aşağı yukarı her kapıda bir fino köpek, keçi sürüsü olanlar da, bir tane de mal köpeği dedikleri büyük köpek bulunurdu. Mal köpekleri genelde kangal, pek azı da kurt olurdu. Fino köpekler mısır tarlalarını ayı, domuz, çakal gibi yabanı hayvanlardan , mal köpekleri ise keçi ve koyun sürülerini yabanı yırtıcı hayvanlardan korurlardı.

O zamanlar bizim iki tane köpeğimiz vardı. Biri küçük sarı renkli adı BULUT. Beni çok sever, hep yanımda gezer, derede aynı gölden birlikte su içerdik ve çok hoşuma giderdi. İnsanlara bir şey demez sadece korkutmak için havlar kapıya kimsenin yaklaşmasını istemezdi. Başka köpeklerden veya sevmeyip te havladığı insanlardan korktuğu zaman benim yanıma kaçar onları kovalamamı isterdi. Kendisini kızdırdığım zaman bana yalandan saldırır, kavga etsek bile, hemen barışır, sanki de hiç yanımdan ayrılmaz, yolda izde hep beraber gezerdik. Ben küçük baltamı omuzuma aldığım zaman, o da bir yere gideceğimizi anlar kuyruğunu bir kaç kat kıvırır ve önüme geçer yürürdü.

Geçenlerde ‘MAL’ isimli yazımda bahsetmiştim, bir de kangal mal köpeğimiz vardı adı KAPTAN. Kaptanı burada sizlere tam olarak anlatamam. Çok heybetli , kendi gri, kara bir yüzü vardı. Zaten gören canlı, heybetinden korkardı. Aynı zamanda çokta meziyetleri vardı. Onun meziyetlerinin hepsini hatırlayıp ta anlatmam imkansız. Hiç inanamayacağınız bir meziyetini söyleyim; mesela köpek çok uzaklarda olsa bile, bizler tehlikeye düştüğümüz zaman nerden haber alıyorduysa eğer bağlı değilse, hemen yanında olur ve kurtarırdı. Eğer bağlıysa inler bağırır, huysuzluk eder bir şeyler anlatmak isterdi.

Adama çok saldırdığı için mal köylere indiği zaman mutlaka bağlar gece yarılarına kadar hatta bazen sabaha kadar zincirde dururdu. Eve misafir geldiği zaman eğer bağdan bozuk ise, misafirin kalkacağı zamanları tahmin eder, kapıya gelir, sesli olarak inlemeğe başlar ve doğruca ya bağlandığı yere, yahut ta ahırın kapısına gider beklerdi. Yanı bizi bağlamamız için uyarırdı. Misafirler de bilir, “Zamanımız geldi hadi gidelim.” derlerdi. Zaten adama saldırmasına rağmen, şimdiye kadar hiçbir kimseyi ısırmamış, hiç kimseye bir zarar vermemiş, hatta derede boğulmakta olan bir yabancı adamı bile yüzerek kurtarmıştı.

İnsanları sadece yere yıkar, teslim alır üzerinde öylece beklerdi. Evin en küçükleri ben ve tüm ailemiz o köpeğin yanında kendimizi çok güvende ve huzur içinde hissederdik. Ben her ikisini de çok sever bazen yiyeceklerimin hepsini onlara verirdim. Boyunlarına sarılır burunlarını öperdim. Ancak Bulut ile Kaptan hiç anlaşamaz, Bulut devamlı havlayıp kendisini rahatsız ettiği için arada bir kafasını tutar sallar ve yere atardı. Karşılaşmamaları için mal köylere indiği zaman, kış aylarında bir tanesi devamlı ahırda hapis olurdu. Genel de adamlara saldırdığı için Kaptanı hapis ederdik.

O zamanlar araba yolu olmadığı için evler arasında ve hatta çarşıya gitmek için Çınarlı ya kadar patika yollar kullanılırdı. Bir de dilenciler çok olurdu. Genel de Erzurum ve İspir taraflarından insanlar gelir bir şeyler toplarlardı. Bizim köyde fakirdi fakat yine de az da olsa fındık, mısır ve eski elbiseler verirler, boş çevirmez onlarında gönüllerini ederlerdi. Bu toplayanlara da çoğunluk İspirli olduğu için 'İSPİLLİ' derlerdi. Hele kış aylarında karlar yağdığı zaman çok gelirlerdi. Bir de o taraflardan KALAY cılar gelirlerdi. İki ayakları ile kapların içine girer, elleri ile bir yeri tutar ve bir o yana bir bu yana çalkalanarak bakır kapların içini parlatmağa çalışırlardı. Bunlarda çok hoşuma gider, kışın o soğukta sabahtan akşamlara kadar zevkle seyrederdim. Hele bakır kapları körükle ısıtıp ta üstüne beyaz tozu serpip üstüpü ile sildi mi kalaylanır, bembeyaz olurdu. Ne ise o başka bir konu benim şimdi anlatacağım bir Dilencinin başına gelenler . Başta dedim ya ‘her kapıda bir köpek var’ diye, bir kış o kadar çok kar yağdı ki, evler arasında ki patika yol dışına hiç çıkılmıyor, herkes sadece açılan izlerden giderek işlerini görüyorlardı. Biz ineklere ve keçilere daha önceden yaptığımız bardiler de ki otları güçlükle getirip yediriyorduk. Evimizin ahırında sığırlar ve keçiler, ‘MANDRE’ denilen ot evinin ahırında da ‘ÇONÇİ’ dediğimiz hayvanların altına serilen kurumuş yapraklar (gazeller) ve kaptan isimli o çok adama saldıran mal köpeğimiz bulunuyordu. Mandre ot koymak için yapılmış lalettayin bir yerdir. Üstünün etrafı açık, hatta zemin kısmında döşeme yok. Ağaçlara basarak gezilebilir, dikkatsiz basarsan ahır kısmına düşülebilir. Çoklarının kapısı da olmaz, sadece ot kurutmak ve muhafaza etmek için kullanılırdı.

Karakışın bir ayaz ve kar dolu gecesinin geç vakitlerinde, Rahmetli Annem ile bu mandre tarafında ki evimizin odasına giderek yattık. Isınmak için tam birbirimize sarılmıştık, daha uykuya geçmemiştik ki, mandrenin ahırında ki mal köpeğimiz Kaptanın sesini duyduk. Köpek hapis olduğu yerde aralıklarla kesik kesik havlıyordu. Zaten dışarda bir sürü kapı köpekleri havlayıp duruyorlar bizlerde duyuyorduk fakat onların havlaması normal. Kaptan öyle vara yoğa havlamazdı. Genelde bir şey yakaladığı zaman bize haber vermek için öyle kesik kesik havlardı. Gece soğukta kalkmağa da biraz üşendik fakat kesin bir olay var. Kaptan bizi kandırmazdı. Annem gaz lambasını yaktı. Bende ağabeyim tütün tabakasının yanında bıraktığı muhtar çakmağını aldım ve düşe kalka gittik mandrenin ahırının kapısını açtık. Sol tarafta tam duvarın dibinde Kaptan dört bacağı gerilmiş, kulakları dikilmiş, kuyruğunu sallıyor ve kesik kesik havlamağa hala devam ediyordu. Çonçi denen gazellerin içinde, Kaptan ın hemen önünde gömülmüş siyah çuval gibi bir şey de ancak görünüyordu. Korktuk ve ne olduğunu anlayamadan yanına gidemedik. Kaptan bizi görünce inlemeğe başladı fakat gözünü de bu yaratıktan ayırmıyordu. Ben 6-7 yaşlarında idim. Köpekten cesaret alarak annemin karşı çıkmasına rağmen bu görünenin yanına atlayarak bir hamlede gittim. Kuru yaprakların içine gömülmüş, başı ve bazı yerleri dışarıda kalmış, önümde bizim mandrenin ahırında yatan bir ölmüş adam vardı.

Ölmüş. Tanımadığımız hayatımızda hiç görmediğimiz, eski yamalı elbiseleri tamamen ıslanmış, yırtık, pırtık bir adam. Adam da hiç ses seda yok. Kaptan boğmuş, ölü olarak köpeğin önünde uzanmış yatıyor. Annem köpeğe bağırınca geri çekildi inlemeğe başladı. Bizim bağrışmalarımıza Ablam ve Ağabeyim Burhanettin de kalkıp yanımıza geldiler. Ağabeyim adamı tuttu, çonçilerin içinden çekti çıkardı. Adam normal bir adam fakat hiç canı yok. Ayağa kaldırdı ki adam geri yere düştü, yığıldı. Ağabeyim arkasına aldı ve bizlerinde yardımımızla eve çıkardık. Kar da lapa lapa yağıyor çok soğuk vardı. O zaman öyle soba kuzine filan da yoktu. Açık ateş vardı. Sabaha kalsın diye yatarken ‘KOROĞ’ denilen közleri külle kapatmışlardı. Tekrar evin içinde büyük ateşi yaktık. Ateşin yanına üzerinde namaz kılınan tahtadan yapılmış ‘NAMAZGAH’ı uzattık. Adamı da namazgahın üzerinde uzattılar.

Ben ölmüş adamın her tarafını yokladım, kontrol ettim. Hayret Kaptan ın diş izine hiç rastlamadım. Çünkü biz ilk etapta Kaptan boğdu adamı öldürdü diye düşünmüştük. Onun eline düştükten sonra da hiç yaşama şansı yoktu zaten. Kaptan adamı 1-2 saat misafir edecek, ona hiçbir şey yapmayacak, bu olağan dışı bir şeydi. Adam ölmeğe ölmüş fakat biz şimdi bu kar da, kış ta ne yapacağız? Adam da hiç diş izi ve kan emaresi de yok. Buna sevindik ama acaba ne olmuş tu? Adam kim di? Buraya kadar nasıl gelmişti? Ne zaman gelmişti? Muammalarla dolu bir ölüm olayı. Tam bunları düşünürken, bir iki saat sonra adam uyandı, hareket etmeğe başladı fakat dili tutulmuş konuşamıyordu. Hepimiz çok sevindik, ölmemiş. Ağabeyim adamın elbiselerini çıkardı ve kendi kuru elbiselerini adama giydirdi. Adamı bir daha kontrol ettik üzerinde hiç yara bere yok. Yanan açık ateşin önüne toprağın üzerine bir döşek serip, adamı tekrar döşeğin üzerine uzattılar ve sabaha kadar ateş yakıp bekledik. Sabah şafak sökerken adam sadece ‘Celle, Celalühü’ diyordu. Gün açtığı zaman “Ben neredeyim? Bana ne oldu?” diye bize soruyordu.

Adama sıcak süt içirdiler. Karnı da doyunca adam canlandı, çözüldü ve her şeyi hatırlayıp anlatmağa başladı; Adam yine Erzurum taraflarından gelmiş. Fakirlik işte bir şeyler topluyormuş. Kış günü kimseyi rahatsız etmeyim diye düşünmüş. Sırtında ki topladığı çuvalla birlikte yollara düşmüş. Karda izleri takip ederek gece çarşıya gidiyormuş. Avni’nin kapısında fino köpek peşinden havlamış. Bu havlama o sırada ki bütün köpeklerin uyanmasına sebep olmuş. Bir çare burasını geçmiş. Bizim kapıda bekleyen Bulut yukarıdan havlamış. Bizim ev yoldan biraz uzaktadır. Burayı da geçmiş. Öbür taraflarda bütün köpekler saldırmasına rağmen zor bela Muhtar Hasan Amcanın kapısına kadar gitmiş. Patika yol da onun tam kapı önünden geçiyor. Onun kapısından köpek müsaade etmemiş ve geçememiş, adam geri dönmüş. Kaçtığını görünce o köpek havlayarak arkasından kovalamış. O sırada ki diğer köpekler de onun sesine yola inerek arkasından koşmağa başlamışlar. Biraz sonra ilk geçtiği taraftan da Avni nin ilk rastlayan köpeği koşunca, adam bizim kapıyı liman bulmuş ve bizim eve doğru yoldan yukarı kaçmış. Tam merdivenleri yukarı çıkınca, bizim fino köpek Bulut kapıdan havlayarak saldırıya geçmiş.

Arka tarafında bir sürü köpek. Yukarıda bizim Bulut. Adamın kaçacak yeri kalmayınca, birden hemen sağ tarafında kapısız bacasız mandreyi görmüş. İçine girip saldıran köpeklerden kurtulayım diye düşünmüş. Mandreye girmiş ve ‘Oh kurtuldum. Bu gece de burada otların içinde rahat bir uyku uyurum.’ Diye düşünerek ileri doğru gidince, ayağı karanlıkta tahtasız boş yere denk gelmiş ve küt diye mandrenin ahırına çonçilerin üstüne, fakat esas o adam parçalayan mal köpeğimiz Kaptan ın olduğu yere, onun yanına düşmüş. Kaptan göğüs vurarak adamı yere yıkmış veya adam zaten yerde iken bayılmış daha sonrasını hatırlamıyor. Adam da ki talihe bakın ! Biz de Kaptan ın havlama sesine gidip adamı bularak kurtardık.

Yanımızdan ayrılıp memleketine giderken bize çeşitli dualar edip yokuş yoldan aşağı karda koşup, düşüp, kalkarken; “Acaba daha maceralarla karşılaşacak mıyım? Yoksa evime sağ salim gidebilecek miyim?” Diyordu. Ben bu olayda bazı şeyleri merak ediyorum. Acaba adam hakikaten gidip evini bulabildi mi? Gittiyse bu olayı memleketinde nasıl anlattı? Ve bir de iyi ki benim başımdan böyle bir olay geçmedi. Gözü kör olsun işte bu fakirlik insanın başına neler getiriyor. Herkese Saygılar..

13 Ağustos 2018 Pazartesi

TERÖR VE TERÖRİST

Hep merak ederdim 'Örgüt aynı anda nasıl bir kaç yerde birden eylem koyar?' diye. Çünkü genel de ifadeler hep aynı yönde idi. Bir yüksek örgüt mensubundan birine sordum. O zaman ki şartlara göre şöyle anlattı.

1) Televizyonda ki normal bir konuşma. Mesela örgütün lider diye kabul ettiği adam veya bağlı olduğu parti lideri normal bir konuşma yaparsa bunu gören örgüt mensupları ya banka soyarlar veya bir cinayet işlerler fakat biri Adana, biri İzmir, biri de Mersin de aynı zamanda bu eylemleri gerçekleştirirler. O liderin konuşması onlar için bir sinyal, bir paroladır..

2) Traji yüksek bir gazeteye verilen yalan ölüm veya doğum ilanlarıyla örgüt elemanlarının eylem koyması sağlanır. Mesela çok okunan bir gazeteye verilen yalan ölüm ilanlarından örgüt elemanı liderinin ne yapılmasını istediğini anlar ve hemen eleman görevlendirip bir cinayet veya banka soygunu ile eylem koyar.

3) Doğrudan doğruya lider tarafından verilen emirlerle eylem koyar ve seslerini duyururlar. Bu tür olaylarda posta veya gazeteler kullanılarak kurulmuş olan beş kişilik hücrelere görev verilir ve direk eylem konulur. Eğer çok büyük bir eylem konulacaksa, mesela tanınmış biri veya lider öldürülecekse örgüt içinde 'KOD' adları ile tanınan elemanlar dan biri yakalandığı zaman öbürünü ele verememesi için, başka illerden eylem konulacağı ile teröristler çağrılır. Dolayısıyla teröristler o an için kod adları ile birbirlerini tanırlar. Esas isimlerini ve nereden geldiklerini bilmezler. Eylem konulduktan sonra herkes asıl kendi iline gider, normal işine gücüne bakar böylece de eylemi gerçekleştiren teröristler birbirlerini tanımazlar. Biri yakalanırsa diğerlerin yakalanması mümkün olmaz. Şimdi ise bütün bunlar internet aracılığı ile yapılır. Örgüt hücrelere ayrılır. Her hücre beş üyeden oluşur. Hücre üyeleri birbirlerini kod adları ile tanırlar, gerçek adlarını asla bilmezler. Hücreden bir kişi, bir üst görevliyi tanır. Diğerlerini asla tanımazlar. En üstteki hepsini tanır. Kendisini sadece bir kişi tanır.

4) Örgüt liderleri sempatizanlarına devamlı suç işlemelerini sabıka almalarını, sözle veya yazı ile emir verirler. Herkesin suçlu olmasını isterler.

5) Ayrıca hasbel kader basit bir suçtan cezaevine düşenleri sonra ziyaret ederler, hatta yardımlarda bulunur kandırırlar. Eğer kişi suç işlemeye meyilli değilse, suç işlemeği istemiyor, ‘ben artık namusumla yaşayacağım’ diyorsa, ona daha başka tanımadığı bir örgüt elemanı yollarlar ve bu seçilen adamla muhabbeti ilerletir. Onu suçun içine düşürür, suçlandırır ve mecburen örgüte üye yaparlar. Örneğin ikisi birlikte bir otomobil ile giderken, kurban seçilen adam benzin istasyonunda araba içerisinde olacaklardan habersiz bekletilir ve öbürü içerde soygun yapıp, gelir arabaya biner, hiçbir şey olmamış gibi seyretmeğe devam ederse, ikisi birlikte araba içinde yakalanır ve polise suçsuz, soygundan habersiz olduğunu söylese de inandıramaz. Polis değil hiç kimse inanmaz. Böyle olaylar çok vardır. Her ikisi de örgüt üyesi olur ve şahsı zorla terörist ederler.  

Örgüt elemanının soru sorma hakkı yoktur. Alınan emir tartışılmaz sadece yerine getirilir. Hele hele lider tarafından verilen bir emir yerine getirilmez safsaklanır, sorgulanır veya ifşa edilirse o üye kesin infaz edilir.

Sonra örgüt üyeleri öyle başka yerlerin adamları değildirler. Bir çoğu vatanın kandırılmış ve bazı sorunları olan evlatlarıdırlar. Bir evden iki düşman örgüt elemanı çıkabiliyor. Çünkü kandırılıyorlar. Birini o kandırıyor, diğerini öbürü.

1981 yılında bir ihbar üzerine Adana Hürriyet Mahallesinde yaşayan ayrı bir anne ve baba çocukları olan iki kardeş yakalandılar. Erkek olan Ali Çökük, Dev-Sol Örgütünün Güney İlleri Silah sorumlusu. Kız kardeşi Mentize Çökük ise Ülkücülerin Adana İli silah sorumlusu. Her ikisi de yakalandılar ve her şeyi samimi olarak itiraflarıyla anlattılar. Saklamak için kamyon lastiklerinin içinde gömüp te gösterdikleri yerlerden çok sayıda çeşitli marka, model ve çapta uzun ve kısa menzilli silahlar ve cephaneler, hatta örgütte kullandıkları daktilolar topraktan çıkarıldı. En son ikisini de, karşılaştırdığımız zaman bir birlerine sarıldılar, koklandılar ve ağlayarak uzun süre birbirlerinden ayrılmak istemediler. Çünkü bu kardeşler beş sene kadar birbirlerini hiç görmemişlerdi. Hatta bizler de çok duygulandık. Keşke böyle insanları kurtarmak için bir formül olsa da kurtarabilsek. Fakat suç işleyeni cezasını çekmekten başka kurtarmak için başka bir formül maalesef yok. En azından bizim zamanımızda yoktu. 

İki kardeş uzun yıllar düşman iki örgüt adına liderlik yapmışlardır. Bunları böyle yapan hangi güçtür ve devlet güçleri nerededir? Bu olayın yegane sorumlusu devlet ve içinde beslediği kişiler değil midir? Bir devletin yasaları ulusal güvenliği için çıkarılır. Halbuki bizde ki yasalar örgütlerin ve yıkıcı güçlerin iyi çalışabilmeleri için yine bu örgüt destekleyicilerin dayatmaları ile çıkarılır.

Kesinlikle okullarda MİT elemanları öğrenci gibi okumalı veya her Türk genci bu tur olayları yetkililere bildirmeli. Bu zihniyette ki ajan hocaları tespit ederek işlerine son verilmeli, en ağır bir şekilde cezalandıracak kanunlar çıkartılmalı. Türkiye de adam üniversiteyi bitiriyor ya solcu oluyor ya sağcı yahut ta dinci. Ayıptır yahu. Yunanistan da Üniversite bitiren, Amerika da Üniversite bitiren, İngiltere de Üniversite bitiren, Fransa, Almanya, İtalya, Hollanda, daha hatırlayabildiğiniz her hangi bir ülkede üniversite bitiren bir insanın solcu veya sağcı olduklarını duydunuz mu? Veya sağcı ve solcu olup okullarını yarım bırakarak terörist olan bir kişi gördünüz mü? Akli selim olarak bir düşünün ki bu ne demektir? Bu biz Türk Milletinde niçin vardır? Çok basit, ülkeyi yıkmak için vardır. Bu adamlara ben bir şey desem veya yazsam mesela benim bu yazdıklarımın tamamen doğru olduklarını bildikleri halde niçin inanmıyorlar da elin gavurları 'git şu bankayı soy' dedikleri zaman nasıl kanıyorlar. Daha önce anlatmıştım; MANKAFA, MANKUT. Ben kimseye akıl vermiyorum. Sadece gerçekleri anlatıyorum. Lütfen anlattıklarımı tarafsız olarak bir düşünün. Doğru değil midirler? Ben bunları söylemekle insanları kandırıyor muyum? Lütfen alınmayınız. Hepimizin de başka bir vatanımız yok.

Bu ülkede herkes yan yana yaşamak mecburiyetinde. Herkes bugüne kadar olanları unutmalı ve hasretle birbirine sarılmalıdırlar. Kurtuluş birleşmekte, felaket ayrışmaktadır. Herkes bunu böyle bilmeli. Ha sonra unutmayınız ki üzerlerimizde kara bulutlar dolanmaktadır. Esas büyük patronlar ülkemize iyi rüya görmüyorlar. Solcu, sağcı ve dincilere, herkese Sevgi, Saygı ve Selamlar

31 Temmuz 2018 Salı

KAVGA ETTİK


Geçen 28 Temmuz 2018 de bir kaç tane güçlü kuvvetli polisler Giresun da 82 yaşında ki Yusuf Topal Amcayı, bir ihtiyar adamı dövdüler, gazladılar, büyük bir zafer kazanmış gibi yakaladılar ve adamı arkadan kelepçelediler, ellerinde zorla öldü. Adam ne suç işlemişti? Eşi hasta olduğu için bir hastaneden ilaç yazdırmak istemişti. Polisler bu amcanın öleceğini tahmin etmediler, fakat kaplan gibi bir ihtiyarın üzerine saldırıp şiddet kullanarak yakaladılar, halkın kin ve nefretini kazandılar. Bu olay bilinçli olarak örgütlenmiş kendi halkını düşman olarak gören terörist polislerdir ve terör hareketleridir. Bunlar ve bu cins polislerin hemen tespit edilerek örgüt üyeliğinden de yargılanmaları lazım. Böyle polislerin müşfik ve şanlı Türk Polisinin içlerinde yeri yoktur. Asıl Türk Polisi kendini kanıtlamış halkın mal ve can güvenliğini koruyan, güçsüz ve alil acizlere yardım eden iyilik seven kişilerdir. Vatan haini, millet haini kişilerde tabii ki içlerine karışmışlardır. İşte o kansız ve alçak polislerin ayıklanması lazım. Bu sadece bizim gördüklerimiz. Buna benzer olup ta bizlere intikal etmeyen ve yerinde kapanan bir çok olaylar da vardır. Halihazırda ki Cumhuriyet rejimine karşı halka kin ve nefret duygularını aşılama ve mevcut düzene karşı halkın ayaklanmasını sağlamak için bilinçli olarak yapılan hareketlerdir. Halkın nefretini kazanmak için ne lazımsa onu yaparlar FETÖ örgütünden daha tehlikelidirler belki de FETÖ cu durlar. Bunlar Güvenlik, Kolluk kuvvetlerine, Adliye, Sağlık ve diğer devlet kurumlarına nasıl girdilerse incelenip olaya sebep olanların ve bütün sorumluların cezalandırılmaları gerekir. Zira Polis ve Jandarmanın tarifleri çok açık olarak belirtilmiş ve bellidir. Bunlar gibi merhamet, vicdan ve insanlıktan yoksun kişiler polis olamazlar. Üstelik bu polisler belki de  üniversite bitirmiş kültürlü polislerdir. Bugün Türkiye ne çekiyorsa böyle insanların yüzünden çekmektedir. Ben bu polisleri şiddetle kınıyorum.

Yıl 1973 Yer Adana Baraj yolu, bir Kasım ayı gecesi. Yeni polis olmuş Adana Bağlar Karakolunda çalışıyordum. O zaman öyle siyasi olaylar pek yok fakat olması için gerekli ortamların hazırlandığını hissediyordum. Mitingler filan oluyor fakat siyasi eylemler pek az olarak meydana geliyordu.

Bir gece aynı karakolumuzda ki benden biraz eski bir Mardinli Polis Memuru ile devriye çıktık. Karakol Nöbetçisi Erzurumlu Polis Memuru Ersin saatte bir arayıp rapor vermemizi söyledi. Gece saat 01.00 sıralarında Baraj yolunda baraj istikametine doğru yürümeğe başladık. O benden biraz eski polis olduğu için bana “Benim üç adım arkamdan geleceksin. Ben senin amirinim. Ne dersem harfiyen yerine getireceksin.” Gibi bazı mesnetsiz öneriler anlatıyordu. Biraz sıkıldım ama hiç belli etmedim. O zamanlarda Sıkı Yönetim ilan edilmiş, gece saat 12.00 den sonra sokağa çıkma yasağı vardı. Bu şekilde boş sokaklarda biraz dolandıktan sonra ben Karakola döneceğimi söyledim. Çünkü bazı açık kahvelere giriyor, bağırıp çağırıyor ve hiçbir işlem yapmadan çıkıyordu. Dolayısıyla ben de suçlu oluyor ve zan altında kalıyordum. İnsanlara karşı da yanlış veya doğru polis arkadaşımı desteklemek zorunda olduğumdan her an için başıma bir bela alabilirdim. “Şu sokaktan da dolaşıp öyle dönelim kardaş” dedi. Öyle yaptık fakat benim o arkadaş üzerinde ki güvenim hiç kalmadı. Bazı ayarsız konuşmaları ve hareketleri hiç hoşuma gitmiyordu ama hiçbir zaman herkes istediğin gibi olamaz. İlişkilerin devam etmesi için herkesi olduğu gibi kabul etmek lazım. Biz de zoraki görev arkadaşlığını kabulleniyorduk. Bazen bir yerden bir şey satın alsa “Vay beh..Cüzdanı unutmuşuz, sen öder misin? Ben sana sonra öderim.” Ayakları yapardı.

Ne ise tam karakola döneceğimiz sırada 79-80 yaşlarında biraz şişmanca bir adam üzerinde pijamalar olduğu halde bisikletle Baraj Yolunda o boş sokakta bize doğru geliyordu. Arkadaşım düdük çaldı ve ben bisikletin önüne geçtim. Adam bana çarpmamak için bisikletini yere düşürerek zor bela durdu. Yere düşmemesi için ben adamı havada tuttum. Adam eli yüzü düzgün, öyle sıradan bir adam ve suç işleyecek bir tipte olmadığı belli oluyordu. Polis arkadaşım hemen tabancasını çıkardı, adama uzattı ve bana adamın üstünü arattı  “Gece sokağa çıkma yasağı var bilmiyor musun? Sen kanunları ihlal ettin seni tutukluyorum. Nereyi bombalayacaktın?” gibi laflar etti ve adam biraz dirense de koluna kelepçeyi vurdu. Ben de bu arkadaşımla birlikte hareket ediyordum fakat bu arkadaşın vatandaşa karşı bazı hareketlerini de hiç tasvip etmiyor ancak aramız açılmasın diye mecburen onun yaptıklarına katılıyordum. O na uymam  ve desteklemem lazım dı. Çünkü ikimizde aynı karakolda çalışıyorduk ve o akşam devriye arkadaşıydık.

Adama bağırıp çağırıp hiç konuşturmadan Karakola doğru yürüdük. Tabi ben de Polis arkadaşıma yardımcı oluyordum. Adam kimdir? Zoru nedir? O saatte pijamalı bisiklet ile gitmesinin sebebi nedir? Hiç sormadan adamı kelepçeledik. Fırsat elimize geçmiş ya biz bir Azrail olduk adamı hiç dinlemedik bile. Ben yaptıklarımızdan biraz rahatsız oluyorum fakat adamın yanın da arkadaşıma bir şey diyemiyordum ve haliyle arkadaşımı destekliyordum. Adam bir şeyler anlatmak istiyor fakat "Sus. Karakolda anlatırsın." deyip adama vuruyordu. Adam da daha konuşmuyor ve öylece yürürken ben dayanamadım adama “Amca ne işin vardı bu saatte dışarı neden çıktın?” diye sertçe sordum. “Evladım, hanım ve ben kalp hastalarıyız. Hanıma kırız geldi. Şu anda evde yerde kıvranıyor belki de öldü. Dil altı hapı bitmiş. Ben onu almak için nöbetçi eczaneye gitmek istiyordum, siz yakaladınız.” Dedi. Bir den sanki delirdim, aslında delirmedim aklım başıma geldi. Polislik sağlam insanları hasta etmek, hastaları da öldürmek için mi vardır? Polisliğin birinci kuralı alil ve acizlere yardım etmek değil midir? Diye düşündüm. Saat 03.00-03.30 sıralarında bu ihtiyar adam başka ne için yasağa rağmen sokağa çıkabilirdi?  Hemen anahtarımı çıkardım, ellerinden kelepçeyi çözdüm ve “Amca şu anda sana yardımcı olmamız lazım fakat imkanımız yok. Allah hastana şifalar versin. Serbestsin. Git işlerini hallet” Dedim ve adamı salıverdim.

Adam önce ellerimi tutmak bana bir şeyler anlatmak istedi fakat arkadaşımın bağırmalarından korkarak onu yapamadı. Tam o sırada bir ticari taksi hastaneye hasta getiriyordu. Durdurdum ve adamı bindirerek yolladım. Bisikleti orada kaldı. Adam kurtulunca bisiklet zaten hiç gözünde yoktu. Bisikleti yolun kenarına çektim. Ben adamı taksiye bindirirken arkadaşım Polis Memuru bana çeşitli tehditleri söylenip duruyordu. ‘Adamı niçin bıraktığımı, hesabını veremeyeceğimi,’ söylüyordu. Ne dediyse hep sabırla hareket ettim. Ve Karakola doğru yürürken o bağırarak konuşuyor. Hala tehditlerini sürdürüyordu. Ben sessizce söylediklerini dinlediğim için cesaretlendi ve bana küfür edip vurmağa kalkıştı. Vuramayınca da tabanca çekti. Tabancasını elinden aldım ve ben önde o arkada öyle kanlı manlı Karakola gittik. Nöbetçiye ikimizde kendimize göre olayı anlattık. Karakol Nöbetçisi Karakol Amirini aradı. Karakol Amiri Başkomiser Yavuz Bey uykudan kalktı ve geldi. Bizleri dinledikten sonra “İkiniz de ihraç olursunuz, olayı kimse duymadan hemen kapatın.” Dedi. Hakikaten de öyleydi. İşlem yapılsa hemen ihraç olurduk. Nöbetçiye teslim ettiğim bu arkadaşımın tabancasını geri ona teslim etti ve bize biraz fırça atıp azarladıktan sonra sarılarak barıştık.  Memur arkadaşım bana "Kusura bakma, özür dilerim kardaş." dedi. Barıştık ama ben kendisi ile daha hiç konuşmadım. Zaten pek az bir süre bir arada kaldık. Ben Cinayet Masasına gittim. O da sonra Trafiğe gitmiş ve açığa alındığını duydum. Ankara da Hırsızlık Bürosunda iken yanıma geldi. Dolandırmışlardı ve bazı konularda kendisine yardımcı oldum. Kendisi sonra başka siyasi olaylardan bir kaç sene hapis yatıp ihraç olduğunu anlattı. Kömür alıp satıyordu.

O bisikletle gelen pijamalı adam karı koca emekli hakim imişler. O akşam aldığı ilaçla eşini kurtarmış. Polis Arkadaşım hakkında şikayetçi olmuştu fakat benim ısrarlarım üzerine dilekçe vererek şikayetinden vaz geçti. Arkadaşım Adli ve İdari ceza almaktan kurtuldu.

Şimdi analiz ediyorum da; Polis Arkadaşım da Ben de Türkiye Cumhuriyetine bağlı iki Polis Memurlarıyız. Aynı kanunlarla hareket ediyoruz. İkimizde aynı kanunları uyguluyoruz. Neden karşı karşıya geldik? Görüş ayrılığı neden oldu? Polis böyle durumlarda kendi taktirini kullanamaz mı? Kanunlar uygulayan kişinin görüşlerine göre değişmeli mi? Nasıl oluyor da onun tutukladığı insanı ben salıverip gönderebiliyordum. Her zaman kanunlar vicdana uygun ve insanıdır. Hiçbir kanun gaddarca uygulamaları içermez ve polis kendi halkına düşmanca davranmaz. Mesela değiştirdiler mi bilmem fakat polis okulların da verdikleri derslerde, hiç uygulandı mı onu da bilmem, ‘Hiçbir olanak yoksa, böyle bir acil durumlarda polis orada ki taksiyi düz kontak yaparak sahibinden habersiz kullanır ve suç olmaz.’ Bir olay karşısında iki ayrı uygulamayı siz okuyucularımın taktirine bırakıyorum. İşte bu kötü uygulamalar halkı mevcut düzene karşı kin tutmağa ve nefret etmeğe dolayısıyla devlete düşman olmağa sürükler ve terör olayları baş gösterir. Onun için gerçek güvenlik güçleri çok dikkatli ve titiz davranmak mecburiyetindedirler ki vatandaş iyi yönetildiklerine inansın ve devlete saygı duysun. Saygı ve Sevgilerimle


25 Haziran 2018 Pazartesi

O SENİN ELİNDE

Eski zamanlarda İran taraflarında bir Bilge Varmış. Adama ne sorarlarsa hep doğru cevaplar verirmiş.
Kimler ne kadar uğraşmışlarsa, hiç yanıltamamışlar.
En son bir akıllı çıkmış ve demiş ki:

"Bakın ! Ona öyle bir soru soracağım ki göreceksiniz kesinlikle bilemeyecek."
"Ne soracaksın?" diye sordukların da;

“Avucuma canlı bir kelebek alacağım. Ölmüş mu yoksa canlı mı?” diye soracağım. “Canlı derse, elimi sıkıp öldüreceğim ve ölü kelebek göstereceğim. Ölü derse elimi açıp canlı bırakacağım, kelebek uçup gidecek ve yanıldığı anlaşılacak." der.
Kalabalık bir topluluğun karşısında adam gidip, bir elini uzatarak bilgenin karşısına durur ve sorar;

"Avucumun içinde ki kelebek ölü mü, yoksa diri mi?"
Bilgenin Cevabı ise müthiştir;

“O, SENİN ELİNDE !”

21 Haziran 2018 Perşembe

şiir GÖL

O yaz birlikte gelip, serin yamaçlarında yatardık,
Şu yerde oturup, suyuna uzatırdık ayaklarımızı,
Papatyanın yapraklarını, bir o bir ben kopardık,
Ey göl biliyorsan söyle, bulmağa geldim, o kızı.

Gölge gibi el ele dolaşıp durmuştuk, kıyılarında,
Kuşlar bizi gözetliyordu, ağaçlarının dallarında,
İkimiz de sarhoş olmuş gibi, yüzerken sularında,
Utanıp saklamak isterdik, kızaran yanaklarımızı.
 
Köpüklü sularından eli ile, bana atmış, kaçmıştı,
Ben onu yakalamak isterken gün akşam olmuştu,
Sen şahitsin, burada yeni ilk aşkımız başlamıştı,
Baktıkça birbirimize, ayıramamıştık gözlerimizi.
 
O da gelip beni sormuş, yaş düşmüş yanaklarına,
Eğer haber bıraktıysa, sonra bildiresin diye bana,
Geç kalmadan çabuk söyle, unutursun anlatsana,
Ben o kızı soruyorum işte, eğer hatırladınsa bizi.
Ey göl sonra geldi mi, bir daha gördün mü o kızı?
                                Recep Ali Öztürk