SAYFALAR

9 Nisan 2018 Pazartesi

DOĞUKARADENİZ EVLENME ADETLERİ

Her toplumun kendine göre bazı adetleri var. Mesela Almanya da gelin arabasının önünü kessen en az iki sene ceza alırsın. Aynı şeyi Türkiye de yap damattan bahşiş alırsın.

Doğu Karadeniz de bir çocuk dünyaya geldiği zaman erkekse köyler yanar, herkes havaya tüfekler, tabancalar atar, şenlik yaparlardı. Sevindirici haber bu şekilde her tarafa duyurulurdu. Kız çocuğu olduğu zaman hiç kimse de ses yok, hatta erkek olmadı diye anne babası üzülür bazen de ‘kaç çocuğun var?’ diye sorulunca sade erkekleri sayar öyle cevap verirlerdi. Hatta araziler kardeşler arasında bölündüğü zaman, ocakta daha çok çalışmalarına rağmen kızlara hiç pay çıkarılmaz, sadece baba evine geldikleri zaman bazı geçim malzemeleri esirgenmez verilirdi. Halbuki o zamanlardan beri erkek çocuklar anneye babaya daha asi, kız çocukları anneye babaya daha yaranıklı ve yakın olurlardı. Fakat nedense aileler öyle değerlendirmezlerdi. Oralarda örf ve adetler öyleydi.
Erkek ve kız her ikisi de dünyaya geldikten sonra yolda izde görür tanır ve ufak ufak birbirinin kalplerinde yer ederlerdi. Öyle kız ve erkek bir araya gelip yalnız kalmazlar, hele gönül meselelerini kesinlikle konuşamazlar. Nişanlansalar bile açıktan hiç konuşmazlar. Ancak pencerelerden kimse görmediği gibi gizli işaretleşirler veya birbirlerine türkü atarak niyetlerini belli ederlerdi. Kızlar nişanlandıkları delikanlının yakınlarına gelinlik eder, saygı gösterirlerdi. Gördükleri zaman hemen ayağa kalkar, bir daha geri oturmaz, hiç konuşmaz, sesli gülmez, ayakta bekler, onun gözlerine tebessüm ederek bakarlardı. Sonra bir oyunla gelin konuşturulur ve ondan sonra alçak sesle konuşmağa başlardı. Bahşiş verildiği zaman gelin de kavrulmuş fındık veya şekerleme dedikleri kavurarak ve pişirerek elleriyle özel yaptıkları, yumruk büyüklüğünde bir tatlı verirlerdi. Gelin kavrulmuş fındıkları avucunda saklar yeni hısımları ile ‘Çift mi, Tek mi?’ oyunu oynarlardı. Sakladığı fındıklar sayılır çift çıkarsa çift diyen, tek çıkarsa tek diyen kazanırdı ve buna ‘ÇİFTUM TEK’ derlerdi.  Evlenseler de kayınpederlerin yanlarında eşi ile konuşamaz, çocuklarını sevemezlerdi. Damat ta kız tarafına eniştelik eder, konuşmaz ve uzun süre aynı saygı gösterisinde bulunur, hele kayınpederine hiç görünmemeğe özen gösterirdi. Başlık parası adetleri filan yoktu. Yalnız erkek tarafı isterse kendiliğinden kızın ağabeysine veya babasına bir tabanca hediye ederdi.
Evlenme usülleri:
Birinci Usul; Erkek talip olduğu kıza ailesini elçi olarak yollar istetirdi. Tabi erkeğin arazileri ve mali durumu göz önüne alınarak kız tarafı bir karar verirdi. Birkaç defa gitmekle kız tarafı ikna olur kızlarını verirlerse hemen o hafta Perşembe günü her iki tarafta birlikte çarşıya iner, kıza beğendiği şeylerden çeşitli eşyalar ve yüzükler alınır ve bu aldıkları şeylere 'Nişan Takımı' derlerdi. Bu eşyalar bir sandık içerisinde kız tarafına teslim edilir ve yüzükler takılarak kız o delikanlıya büyük bir şenlikle nişanlanırdı. Bu durumda yine silah atmak suretiyle her tarafa duyurulur ve kutlanırdı. Artık geri dönüşü yok ikisi de birbirinin olurlardı. Pek ender de görülse bu nişan bozulursa cinayet bile işlenirdi. Birkaç ay sonra düğünleri, horon, türkü, tulum, kemençe ile erkek tarafının evinde yapılır, silahlar atılarak yine büyük bir şenlikle kutlanırdı. Öyle düğün salonları filan hiç yoktu. Hatta düğün sabahı bir tavuk bağlanır, belli bir mesafeden tavuğu tabanca ile vuran alır ve aynı zaman da büyük bir ün kazanırdı.
İkinci Usul; Pek ender de olsa bazen durumu iyi olmayan erkek evlendiği kızın evine gider artık her zaman orda oturur ve buna da ‘İçgüveysi’ derlerdi. Kendi babasının arazi ve mallarını bırakır, artık aldığı kızın arazileri ve mal varlığı kendinin olurdu.
Üçüncü Usul; birbirlerini tanıyan ve seven gençlere erkek yakınlarını elçi olarak yollar ve istetir. Araya fitne fesat girdiği zaman kız tarafı kızlarını vermez. Kızın gönlü var ise, delikanlıyı seviyorsa eşyalarından bir kaçını bohça edip yanına alarak, bir gece kimsenin haberi olmadan erkeğin peşine kaçar. Kimsenin bilmediği bir yerde bir süre saklanırlar. Resmi nikahları olana kadar kesinlikle ayrı ayrı kalırlar. Kız tarafı şikayette bulunursa Jandarma veya Polis yakalar ve Adli işlem yapılırdı. Kızın yaşı 18 den küçük ise mahkeme kızı yakınlarına teslim eder ki bu çok büyük olaylara sebep olur. Kızı başkalarına vermeğe kalkışınca erkek tarafı namus meselesi yapar ve mani olur. Yaşları dolana kadar beklettikten sonra ya tekrar kaçırılır ya da araya giren adamlar kız tarafının gönlünü yapar ve zor da olsa bir yuva kurarlardı. Yaşları büyükse ve kız “Ben kendi rızamla gittim." derse zaten mahkemeler evlenmelerine karar verir, resmi nikah yaptırıp evlenirlerdi. Daha sonra da gelin damat gidip anne babalarının boynuna sarılır kendilerini af ettirir iş tatlıya bağlanır barışırlardı.

Dördüncü ve En Zor Usulu bir örnek vererek anlatayım; Ben 4-5 yaşlarında iken merze evimiz olan Okura da Annem, Babam ot biçerlerken ben de çocuk yanlarında oynuyordum. İkindi zamanlarında yukarıda çok yakınımızda birkaç el silah sesleri duyuldu. Rahmetli Babam rozasına sarıp yan tarafa koyduğu Nagant marka tabancasını hemen kaptı ve bizlere "yere yatın" dedikten sonra havaya doğru bir, iki el ateş etti. Yukarıdan birisi seslendi. “Biziz Veyis ateş etme.” Dedi. Ben adamları tanımadım. Piçhala Başköyden imişler ve bir tanesi askerde babamla arkadaşmışlar. Babam “gelun, gelun” diye çağırdı. Üç erkek bir kadın fakat kadın saçı başı dağınık her tarafı kan revan içinde, elleri ve ağzı bağlı, erkeklerde perişan vaziyette geldiler, ayakta duramıyorlardı. Arkadan kovalayan adamlara Babam aşağıdan bağırdı “Burası benim arazimdir, giremezsiniz. Kızınız kaçırılmışsa evlenmek için kaçırılmış ve şu anda onlar bana sığınmışlar. Eğer sizlere karşı bir yanlış yaparlarsa onlar da karşılarında beni bulurlar. Siz şimdi öfkeniz geçene kadar evinize gitin. Yarın kızı benden isteyin.” Gibi laflar etti. Onlar da Babamı tanırlarmış galiba ki “Tamam Veyis, biz seni tanırız.” dediler ve sesleri kesildi.
Adamların orada anlattıklarına göre; O kızı dokuz yıl önce istemişler, kızın anne babası vermemiş ve o güne kadar davalı bekar beklemişler. Üstelik galiba kızın da gönlü yokmuş. O gün yaylaya giderken erkek tarafı üç kişi zor kullanarak kızı arkadaşlarının arasından kaçırmışlar. Az  ilerde yürüyen kızın ağabeyleri ve babası da çığlıkları duyunca peşlerine düşmüşler ve bunlar kaçarak onlar kovalayarak buraya kadar gelmişler. Kız peşlerine gitmemek için direnmiş, ağaçlara sarılmış. Ağaçtan koparamayınca ellerini kesmişler ve kızla birlikte oraya kadar orman içinden ve patika yollardan bir saat ta, yarım canda ancak gelebilmişlerdi.
Bu nasıl Olur? Kız erkeği sevmez veya sever anne babasını geçemez, sonra araya fitne fesat ve dedikodular girer. Hocalara gidip ayırma veya sevdalanma muskaları yaptırırlar. Her iki tarafta inatlaşır. Kız tarafı ille vermem, erkek tarafı da ille alacağım iddialarına tutulur. Erkeğin vaz geçmesi gerekirken zorla almağa kalkar ve kaçırır. Aslında amaçları kötülük değil, en nihayet eş etmek, bir yuva kurmak için kaçırılır fakat işin içine inat ve dedi kodu girdiği için kötü sonuçlara yol açar. Tabii ki sonra araya adamlar girer barıştırmağa çalışırlar. Bazıları mutlu olarak neticelense de, çoğu cinayetlerle ve hüsranla neticelenir ve ocaklar yıkılırdı. Onun için demişler ki; “Sev seni seveni çölde ki kurbağa olsun, sevme seni sevmeyeni Mısırda ki Vali olsun”   
Böyle zor olduğundan mı bilmem, o zamanlar eşler arasında ayrılma hiç olmaz, hatta eşlerin biri eceliyle ölse de sağ kalan eş genç yaşta olsa dahi kesinlikle evlenmez, eski eşinin anısına evinde çocukları ile birlikte namuslu bir şekilde beklerdi. Şimdi bu örf ve adetlerin hemen hemen hiç biri uygulanmıyor. Herkese mutluluklar…Saygı, Sevgi ve Selamlar.

6 Nisan 2018 Cuma

OYUNCAK ARABA

Yine bir unutulmaz okul hatırası. Fındıklı Kaymakam’ının oğlu vardı, Alper. Ben onunla da çok iyi arkadaştım. Arkadaşlığımız şöyle başlamıştı.

1958 yılı Fındıklı Ortaokulu Birinci Sınıfta okurken, köyde boş zamanlarımda, ağacı bıçakla oymak ve delmek suretiyle çok güzel 15-16 cm büyüklüğünde bir oyuncak araba yapmıştım. Bu arabanın camları yoktu fakat açılır kapanır kapıları, direksiyonu olan, Rolls Royce tipinde, emsali olmayan oyuncak bir araba modeliydi. 

Arka tekerlekleri ağaçtan uzunlamasına kesilerek boşta dönecek şekilde yapılmış, ön tekerlekleri büyük makara şeklinde bitişik yine ağaçtan kesilip oyularak, delindikten sonra içinden lastik geçirilerek bir mekanizma ile tutturulmuş, elle ön tekerlek çevrildiği zaman lastik kuruluyor, yere bırakılınca, lastik boşalmağa başlayınca tekerlekler kendiliğinden dönüyor ve bayağı bir uzak yol gidiyor, hatta rampaları bile çıkabiliyordu. Kendim yaptığım bu oyuncak arabayı çok sevdiğim için hep yanımda taşıyor ve hep onunla oynuyordum. Zaten öyle hazır bir oyuncak alacak durumum da yoktu. Çünkü haftanın yedi gününde iki buçuk, beş lira parayı yettirmeğe çalışıyordum.

Bir gün okulda zil çalıp sınıfta çocuklar sıralara oturduktan sonra, kapının önünden gelip öyle kurulu vaziyette bırakınca bu oyuncak araba 'dır dır' diye ses çıkararak ta karşı duvara kadar gitti ve hala daha gitmek için yol arıyor kendi kendine hareket edip duruyordu. Sınıfta ki öğrencilerin çoğu yerlerinden kalkarak başına toplandı ve hiç kimse elini sürmeden büyük bir hayretle ve sessizlik içinde bu güzel oyuncak arabayı öyle seyrediyorlardı. Bilmiyorum belki de o zamanlar zaten öyle kendiliğinden yürüyen araba hiç satılmıyordu. Çünkü eminim bugüne kadar hiç biri böyle bir şey görmemişlerdi.

Çok aksi Termik Çobanı dedikleri, Nurettin Dekelli isimli Yozgatlı Almanca öğretmenimiz aniden içeri girdi ve toplanmış kalabalığı görünce, hemen uzun palto şeklinde ki ceketinin eteklerini sallaya sallaya koşarak kalabalığın arasına daldı. Bu oyuncak arabayı o da gördü ve görünce o da şaşırdı, seyretmeğe başladı. Biraz seyrettikten sonra eline aldı, evirdi, çevirdi, kurdu yürüttü ve iyice inceledikten sonra kimin olduğunu sordu. Ben korkudan “Benim” diyemediğim gibi, hiç kimse de bir şey söylemediler. Zaten bir çoğu benim olduğunu bilmiyorlardı belki de. Hoca biraz sesini yükselterek üsteleyince Kaymakamın oğlu vardı, Alper ben korktuğumu ve onun için sahip çıkmadığımı anladı ve “Benimdir, hocam.” Dedi. Hoca biraz daha bu oyuncağı inceledikten sonra “Aferin oğlum, sen mi yaptın? İlerde büyük bir mucit olacaksın.” Dedi ve oyuncak arabayı isteksiz bir şekilde Alper’e uzattı. Alper de alıp cebine koydu. Belki de bu araba benim olduğunu bilseydi vermeyecekti. Alper’i bilmem fakat ben mucit olamadığım gibi bir baltaya sap ta olamadım. Sadece ondan sonra Alper ile çok iyi arkadaş olduk.

Teneffüse çıktığımız zaman Alper'den istedim ve bu oyuncağımı geri aldım fakat derste bu oyuncak araba kendisinde iken arada bir eline alıp gizli gizli hep bu arabaya baktığını görmüştüm. Sonraları da hep bu oyuncak arabayla oynamak için sık sık benden istediğinden bu oyuncağı çok sevdiğini ve ona gözü kaldığını hissettim. Ben yine yaparım düşüncesiyle bir hafta kadar sonra bir akşam üstü, evlere giderken bu oyuncak arabayı Alper’e hediye ettim. 

Alper çok sevindiydi. Evine giderken içine koyduğu kapaklı kitap çantasından sık sık çıkarıp biraz baktıktan sonra tekrar çantaya koyarak öyle evine doğru yürüyordu. Ertesi gün yine bu oyuncak arabayı okula getirir birlikte oynar sonra geri götürürdü. Artık çok iyi arkadaştık. Öğlen olduğu zaman evlerine gitmem için çok ısrar ederdi. “Annem çağırıyor.” Derdi fakat ben ayağımda kara lastik ve tabanı yırtık yün çoraplarım olduğu için utanır evlerine gidemezdim. Kendisi de köye benim evime gelmek isterdi fakat ben getiremedim. Yalnız bir kez "Müdür çağırıyor." dediler ve odasına gittiğim zaman Müdürün yanında oturan siyah takım elbiseli, kravatlı adamın Kaymakam Bey olduğunu sanıyorum. Çünkü Müdür hiç konuşmadı. O adam bana çok yakınlık gösterip, köyümü ve Annemi, Babamı sormuştu. Ben de belli etmemiş fakat ilgilendiği için çok sevinmiştim. Ben annesini ve ailesini hiç tanımadım, evlerini de hiç görmedim. Sadece teneffüsler de beraber oynardık.

Okula kayıt olduğum ilk zamanlar amcamın oğlu Ali Ağabeyim Ankara dan geldiği zaman bana bir kravat vermişti. Sonra bağlayamam diye öyle bağlı olarak kravatı saklamıştım ve nasıl takılacağını bilmediğimden birkaç defa gömleksiz etimin üzerine kafamdan boynuma geçirip okula öyle gitmiştim. Zaten belki de kravat takacak gömleğim de yoktu. Hiç kimseler de ‘gömleğe takılır, böyle takılmaz’ diye söylememişlerdi. Ve zaten anladıktan sonra da öyle etimin üstüne daha hiç takmadım.

Ondan mı bilmiyorum, Alper bana bir bayram arifesi günü naylon içerisinde hiç giyilmemiş beyaz renkli yakası kolalı çok güzel bir gömlek getirdi ve hediye etti. Önce almak istemedim, ben alırsam bu güzel gömleği kirletirim diye düşünmüştüm. Hem o gömleği alırsam ben de bir hediye vermem gerekirdi ve ne varabilirdim? Onun için almak istemiyordum. Çok zorlayınca da aldım. 

Ben de eve götürene kadar zaten elimde olan o gömleğe defalarca bakmıştım ve o gecede naylondan hiç çıkarmadan gömlekle beraber yatmıştım. Çünkü böyle bir şey hiç beklemediğim için çok hoşuma gitmişti. Aynı gömlekten kendisi de giyiyordu. Anlaşılan bayramlık iki gömlek aldırmış, birini kendisi giyiyor, birini de bana hediye vermişti. Yalnız anlamadığım bir şey vardı; bu kadar başka çocuklar varken o bana bu gömleği niçin vermişti? Ben o gömleği okul bitene kadar ve daha sonraları da giydim. Giydim deyince her zaman değil eskimesin diye arada bir giydim. Hatta köyde resim çektirip asker yakınlarına göndermek isteyen komşu çocuklar da o gömleği alır, bazıları da almak için yoldan çağırırlardı "Kaymakam verdiği gömleği verir misin? Akşam geri getireceğim." diye, alır ve çarşıya iner resim çektirdikten sonra geri bana iade ederlerdi. Gömlek geri gelene kadar yatmazdım hep aklımda beklerdim. İnanın o benim gelmiş geçmiş en kıymetli hediyem olmuştur.

Okullar tatil olduktan sonra o yaz ben yaylalarda annemle birlikte çobanlık ettim. Alper hiç aklımdan çıkmazdı. Oturduğum yerde hemen aklıma gelirdi. Acaba şimdi ne yapıyor? diye düşünürdüm. Tatilden sonra okula gittiğim zaman ilk işim hemen Alper’i aramak oldu. Aradım ama Alper’i bulamadım, okulda o kalabalık öğrencilerin arasında yoktu. Aslında o da beni araması gerekirdi fakat aramamıştı. Acaba aradı da o da beni bulamadı mı? Yoksa hasta filan mi olmuştu?

Sonra öğrendim ki babası başka yere, Trabzon'un bir ilçesine Kaymakam olarak tayın olmuş ve kendisi de galiba o ilçe de ki orta okula gitmişti. Ona yaylalarda toplayıp getirdiğim çam sakızını da veremedim. Çok üzülmüştüm. Bir daha da hiç görüşemedik fakat benim aklımdan hiç çıkmadı. Kendisini o zaman ki sevgi ve saygılarımla yad ediyorum.




2 Nisan 2018 Pazartesi

TASARRUF

Bazen insan elinde olmadan düşünebiliyor. Saygı değer hükümet yetkilileri emekliye ve memura ilaç vermeği zorlaştırdınız ve kısıtladınız. Emekliden muayene ve ilaç parası alıyorsunuz. Devamlı kullandığımız ilaçlar, gününe bir gün dahi kalsa eczacı o ilacı ‘günü gelmemiş’ diye vermiyor. Hatta tatil günlerine veya bayramlara denk gelirse birkaç  gün ilaçsız kalınıyor. Kimsenin pek sesi çıkmıyor. Çıksada zaten bir şey değişmiyor. Çünkü siz bu uygulamayı yüce milletin çıkarları için yapıyorsunuz.

Şimdi başka bir örnek verelim: Postane dağıtım merkezinden mektup alıp, metro, otobüs ile bedava götürüp mahallede sahiplerine dağıtan postacıların altına birer tane sıfır araba verdiniz. Adamlar devletin arabası ve benzini ile her türlü işlerini gördükten sonra, öyle arada bir de ikinci planda posta dağıtıyorlar. Yanı anlayacağınız esas görevi posta dağıtıcılığını ikinci sırada yapıyor ve bazıları arabadan sebep emekli bile olmuyorlar.

Şimdi soru:
Siz kendinize göre düşünceniz bu vatana hizmet midir ve bu vatanı seviyor musunuz?
Hastaların üç kuruşluk ilaçlarını kesip, bir de muayene parası alarak güya tasarruf mu ediyorsunuz?
Öbür taraftan o arabaları PTT de posta dağıtıcısının altına  tasarruf olsun diye mi verdiniz?

Sahiden siz bu uygulamaları iyi düşünüp devletin çıkarları için mi yaptınız?

Eğer gerçekten öyle ise diyecek sözüm yok. Vatandaş olarak bizleri düşünen vekillerimize teşekkür ediyorum; ama kusura bakmasınlar, hakkımı da helal etmiyorum. Ne olacak yani benim hakkım filan da yok, fakat olsun, benim inancım var. Her şeyi Allaha havale edip sabırla bekliyorum.