SAYFALAR

31 Aralık 2019 Salı

HANİFE VE TAŞÇI ALİ


Çok uzun yıllar önce 1300 yıllarında büyük göçle birlikte Hazar Denizi Kıyılarını terk eden bir gurup Akkoyunlu Türk'ü, Aras Nehrini takip ederek Horasan üzerinden çok zorlu ve uzun bir yolculuktan sonra sağ kalanlar Hemşin'e gelirler. Burada 1870 yılına kadar hep birlikte yaşadıktan sonra Ali ve Hasan Çavuş isimli kardeşler Hemşin'den de göç ederek şimdi ki Ihlamurlu, eski adı Ğayna, sonraları Yukarı Zuğu olan Köye gelerek yerleşirler. 

Esas Okumuşoğulları Kabilesinden ayrılan Ali ve Ataları taş ustası olduğu için kendinden sonra gelenler Taşçıalioğlu olarak tanınırlar. Atalarından gördükleri gibi orada da erkek çocuklarından bir tanesine mutlak babalarının adlarını takarak nesillerini öyle devam ettirmeğe çalışırlar.

O zamanlar sahipsiz olan Zuğu da ki çorak arazileri kendilerine yurt tutarak imar ederler ve o kanunsuz, nizamsız zamanlarda hiç kimsenin işlerine karışmaz, kendi işlerine de kimseyi karıştırmaz, bağ ve bahçe işlerinin yanında, büyük ve küçük baş hayvancılık ta yaparak, kimselere muhtaç olmadan geçinir, kazasız, belasız, namuslarıyla yaşamlarını sürdürürler.

Eskiden Doğu Karadeniz Bölgesinde düğün yaparak pek evlenen olmaz, kız erkek birbirlerini sevdiler mi anlaşır, gençlik aklı işte, birlikte kaçarlar ve evlenir, yuva kurarlarmış. Kaçtıktan sonra araya hatırlı adamlar girerler aileleri barıştırır, öylece hısım akraba olurlarmış. Bazı aileler de barışmaz, aralarında ki husumet ilelebet devam eder gider. Bazen de kaçırılan kızı geri alır, başka birileri ile evlendirirler, bu yüzden birbirlerini öldürme olayları da çok olurmuş. 

Benim iki ağabeylerim Burhanettin ve İrfan da, ben o zamanlar çocuktum, anne babaları vermedikleri için Şükriye ve Meryem Yengelerimi ikisi de zorla kaçırdılar ve sonradan barışarak hısım oldular. Hem de öyle iyi hısım oldular ki her ikisinin de kayınvalideleri diğer eniştelerinden çok benim ağabeylerimi severlerdi.

Zuğu'ya gelip yerleşenlerden Yakup, iki erkek çocuğundan büyüğüne Ali adını koyar. O da Taşçı Ali diye bilinir. Ali sekiz-dokuz yaşlarına geldiği zaman Babası Yakup askere gider, Balkanlarda savaşır ve bir daha geri dönemez, şehit olur. Kardeşi Recep ile birlikte bir müddet yaşadıktan sonra Kardeşi Recep’i de bir kaza neticesinde kayıp eder. Recep ağaçtan düşerek ölür. Bu arada Ali büyür delikanlı olur. İki metreye yakın boyu ile, ince yapılı, esmer, çok yakışıklı, çok çekici, gözü kara, çakı gibi, bir delikanlı. Herkesin yardımına koşar. Herkese iyilik yapar. Kimsenin kalbini kırmak istemez. Düğünlerde, yaylalarda, imecelerde, kısacası her gittiği yerlerde, horonlar oynatıp, hoş sohbetler ve espriler yaptığı için herkes tarafından tanınır, sevilir, aranan bir kişi ve herkesin ilgi odağı olur. 

Katıldığı meclislerde herkesi etkileyip kendine hayran bıraktığı için haliyle genç kızların da hepsi ona ilgi duyarlar. Onu celp etmek için çaba sarf ederler. Taşçı Ali'nin ise kızların içinde, Aşağı Zuğu Köyünde İslamoğlu Mahmut'un Kızı Hanife Hanıma gönlü düşer. Ona aşık olur ve Onu çok sever. Gözleri Hanife'den başka hiç bir kızı görmez. Hanife Hanım on sekiz yaşlarında, o da güzelliği dillere destan, dünya güzeli bir kızdır ve O da Taşçı Ali'yi çok sever. Her gittikleri düğün ve imece yerlerinde türküler yakar, sevdadan yandıklarını, gizli gizli göz göze gelip, ilk fırsatta birbirlerine beyan ederler. Onların sevdaları dillere destan olur, o civarlarda bilmeyen kimse kalmaz.

Bu büyük sevdanın sonunda Taşçı Ali gönlünün sultanı Hanife ile evlenmek için önünde bir engel olmadığını düşünür ve bir elçi yollayarak ailesinden Hanife'yi istetir. Hanife'nin babası Mahmut, kızını bir çok defa istemelerine rağmen Taşçı Ali'ye bir türlü vermez. Bu evliliğe karşı çıkarak hiç sıcak bakmaz ve kızı Hanife'yi başka birisi ile evlendirmek ister. Hanife kendisini başkasına vereceklerini anlayınca, iki gözü iki çeşme ağlayarak, yengesiyle Taşçı Ali'ye haber yollar. Hanife’nin yengesi görümcesinin gizli gizli ağlamalarına hiç dayanamaz, ona çok acır ve kavuşmaları için yardım etmek ister. Kimselere görünmeden, gider durumu Taşçı Ali'ye anlatır. Taşçı Ali sevdiği kız Hanife'yi başkasına vereceklerini duyunca çılgına döner. Bir gece gizlice evlerine giderek, adama saldıran, vahşi köpeklerini et ile kandırıp ahırda hapsettikten sonra Hanife'yi pencereden çıkarıp kaçırır. Mahmut, Oğlu Hasan Çavuş ve adamları, Taşçı Ali ile Hanife'yi her tarafta ararlar fakat hiç bir yerde bulamazlar. Onlar esas evlerinde değil de önceden Ali’nin Okura da ormanda yaptığı, yerini hiç kimsenin bilmediği, sonraları mezra olarak kullandıkları, küçük bir kulübede saklanırlar.

Aradan biraz zaman geçtikten sonra meydana çıkarlar ve evlenirler. Evlenirler fakat bir taraftan da hiç iyi etmezler. Çünkü Hanife'nin babası Mahmut çok onuruna düşkün ve belalı bir adamdır. Af etmeyecek, icabında hem Taşçı Ali'yi, hem Kızını ikisini de öldürecek. Zaten o zamanlar kanun, nizam yok, her şey kaba kuvvet ile halledilirmiş. Oğlu Hasan Çavuş ile birlikte Taşçı Ali'yi öldürmek için bir kaç defa yolunda pusu kurup avlamağa çalışırlar fakat Hanımı Hatice Hanım her defasında kurdukları pusuyu Ali'ye haber verir, bir türlü yakalayamazlar. Aslında Ali'nin kaynanası Hatice Hanım da Eniştesi Ali'yi çok severmiş te Kocası Mahmut'un korkusundan belli edemezmiş. 

Onlar kalabalık ve çok dişli insanlar. Hanife Hanımı geri alabilmek için her yola baş vurur, her türlü tehdidi yaparlar ama başaramazlar. Zavallı Taşçı Ali tek başına garibanın biridir ama ölümü göze alır, karşı durur ve sevdiği kız Hanife Hanım’ı bir daha asla geri babasına teslim etmez. Korku ile ikisi birlikte bir zaman daha yaşamağa devam ederler.

O zamanlar onların Köyü de Zuğu. Yanı Taşçı Ali'nin Köyü Yukarı Zuğu, Hanife’nin Köyü Aşağı Zuğu, ikisi de komşu köylermiş. Şimdi ki Sulak Köyü. Aralarında vurgun olmaması için Aşağı Zuğu Köyü Muhtarı Bayraktaroğlu Kazim ve Köy İhtiyar Heyeti devreye girerler. Taşçı Ali ile kız tarafı Hanife'nin babası Mahmut ve oğlu Hasan Çavuş'u barıştırmağa çalışırlar. Mahmut ve Hasan Çavuş barışmağı asla kabul etmezler. Viçe Bucak Müdürüne olay intikal eder ve Bucak Müdürü at ile Köye gelerek Muhtar ve İhtiyar Heyeti ile birlikte bu işe el atar. O arada Taşçı Ali ve Hanife Hanım'ın 'Veyis' adını taktıkları bir oğulları olmasına rağmen hala düşmanlıkları devam eder ve Hanife'nin ailesi hala daha barışmak istemezler.

Sonunda Bucak Müdürü ve Heyetin ısrarlarını kıramayan Mahmut ve Oğlu Hasan Çavuş bir şartla barışmağı kabul ederler. Taşçı Ali kendilerine oldukça fazla bir başlık parası verecek. Onlarda af edip barışacak Ali'ye bir kötülük yapmayacaklar. Taşçı Ali ise "Param yok. Başlık parası veremem." der ve para vermek istemez. Veya parası olmadığı için veremez. Bunun üzerine barış tekrar bozulur. Bütün ısrarlara rağmen Mahmut başlık parasından vaz geçmez ve para yoksa yerine ‘arazi versin’ der. Taşçı Ali arazi da vermez. Çünkü onlarda babadan dededen kalan arazi kutsaldır, satılmaz ve asla başkasına verilmez. Bütün çapalar boşa çıkınca Bucak Müdürü ve Köy İhtiyar Heyeti düşmanlığın önünü kesmek için yeni çareler ararlar. İyice çıkmaza giren bu olaya sonunda bir çözüm bulurlar ve kayıt altına alarak taraflara bildirirler.

Taşçı Ali başlık parası veremediğinden, Mahmut'un da başlık parasından vaz geçmeyip yerine arazi istediğinden, Taşçı Ali arazi de veremeyeceğini bildirmesi üzerine, kendisine ait olan ve Mahmut'un da almak istediği 'Büyük Fındıklık' denilen arazi Mahmut ve oğlu Hasan Çavuş'a temelli olarak verilmeyecek, bu araziyi her iki taraf ta ortak kullanacaklar. Arazinin bütünü Yazın Taşçı Ali'nin, O kullanacak. Kışın Mahmut ile Oğlu Hasan Çavuş'un. Onlar kullanacak. Yanı araziyi Yazın Taşçı Ali, Kışın da Mahmut ile oğlu Hasan kullanacak. En son bu şekilde karara bağlarlar.

Söylentiye göre bu öneri Hanife'nin babası Mahmut'un çok ağırına gider ve bu yüzden köylerini terk eder. Tek başına Rusya taraflarında tanınmadığı bir yere giderek oralara yerleşir. Bir daha da geri dönmez ve kimseye de yerini bildirmez. Mahmut ortadan kayıp olunca Oğlu Hasan Çavuş bu olayın üzerine düşmez ve pek düşmanlık etmez, başlık parasından da vaz geçer. Arazi da tamamen esas sahibi Taşçı Ali'ye kalır. Her mevsim Taşçı Ali kendisi kullanır. Şimdi ise bu arazı Sarı Hüsnü'nün oğlu, Taşçı Ali'nin Torunu Orhan Öztürk'e aittir.

Barış meselesi sonunda Mahmut'un çekip gitmesiyle yarı buçuk hallolup vurgun işi önlenir ve kız kaçırma konusu az da olsa tatlıya bağlanıp kapanmağa başlar. Zaten aradan beş altı yıl kadar uzun seneler geçmiş, çoluk çocuğa kavuşmuşlar olay özelliğini kayıp etmiştir. Fakat bu sefer başka bir sorun ortaya çıkar. Bu sorun barıştan da önemli bir meseledir. Taşçı Ali kaçırdığı ve o çok sevdalı olduğu, hiç doyamadığı Eşi Hanife'den ayrılmak üzeredir. Evet Taşçı Ali artık Hanife ile rahat yaşayacağım, kurtulduk diye düşünürken, ancak altı-yedi ay daha ve toplam olarak sekiz-dokuz yıl kadar birlikte yaşarlar. Ayrılırlar. Hem de öyle bir ayrılırlar ki, bu dünyada daha hiç kavuşamazlar. Bu sefer o iki genci babaları Mahmut değil de kendi kaderleri birbirlerinden ayırır.

Taşçı Ali, 1913 yılı Ekim veya Kasım Aylarında 37 yaşlarında iken Viçe Bucak Köylerinden toplanan ve Orduya katılacak olan yirmi kişilik bir gurup gençlerle birlikte, Okura Yayla yolu ile İspir dağlarından yaya geçerek, düşmanla savaşmak için askere gider. Kars ta Osmanlı Ordusu Kafkas Cephesine katılır. O savaşarak vatanını kurtarmak için Karakışta karlı dağlardan geçip gider oraya. Hem de yürüyerek. Vatan sevgisi Hanife'nin aşkından daha ağır basar. O dillere destan olan sevdasının sahibi, gönlünün sultanı Hanife Hanımı yanında götüremez. Altı-yedi yaşlarında ki oğlu Veyis, beş yaşlarında kızı Havva, üç yaşlarında kızı Ayşe ve gönlünün sultanı Hanife'nin karnında ki ismini hiç öğrenemediği oğlu Hüsnü ile yalnız bırakarak gider. Sadece kendisi, kemikten etin koptuğu gibi zor da olsa, O ayağında ki çarıkları, bir çift yün çorapları ile, yanına bir çift te yedek çarık alarak, iplerinden omuzuna asar ve evlerinden çıkar gider. 

Gider fakat gidiş o gidiş. Geride çok beklendiğini bildiği halde bir daha geri hiç dönemez. Bir haber de yollayamaz. Geride kalanlar hiç bir haberini alamaz. Sadece o gurupla birlikte gidenlerden, o soğuktan donma olayından bir kaç ay önce çatışmada ağır yaralanıp geri dönen tek kişi, Aşağı Zuğu (Sulak) Köyünden arkadaşı Ömeroğlu Ali anlattığına göre; kendisine verdikleri battaniye ile ayaklarını kapattığı zaman omuzu açık kaldığı, omuzunu kapattığı zaman ayaklarının açık kalıp üşüdüğüdür. Boyu uzun olduğundan battaniye yetişmez, üstünü örtmeğe. Ya Ruslara esir düşerek Hazar Denizinde ki Nargin Adasında şehit olur, etini ekmek bulamayan en yakın arkadaşları veya yılanlar yer. Veya Kars Sarıkamış ta donarak şehit olur, yeri yurdu bilinmez. 

Hanife Hanım'a gelince; O, Ali askere gittikten bir zaman sonra ailesiyle barışır. Barışır fakat Onun gözünde yine de erkeği Ali'sinden başka hiç kimse yoktur. Uğrunda her şeyi göze aldığı, gönlünün efendisi, dünyalara ve anne babasına dahi değişmediği bu erkeğini canından koparıp askere yolladıktan sonra yanında kalan dört çocukları ile her ne kadar sımsıkı hayata ve birbirlerine sarılarak Ali siz uzun yıllar yaşarsa da, O hiçbir zaman Ali'sini unutamaz. 

"Ben yokken babanız gelirse bana hemen haber verin." diyerek her zaman tembihler ve evden ayrılıp çalışmağa öyle gider Hanife Hanım. Her zaman gözleri yaşlı yollara bakarak, Ona yaktığı türkülerle ve içinde bir ümitle geçirir kalan ömrünü. Kavuşmak ümidi. 

Hanife’nin büyük oğlu Veyis te ayni Babası Ali gibi herkesin ilgi odağıdır ve Babası Ali'nin kaderi onu da takip eder. O da dillere destan bir sevdaya tutulur ve bir kız kaçırır, Cuvelek Sabriye. Daha çocuk sayılacak genç yaşta oldukları için Sabriye’nin adamlarından korkar ve Dayısı Hasan Çavuş’a sığınırlar. Hasan Çavuş yeğenine sahip çıkmaz ve Sabriye’yi geri ailesine teslim eder. Belki de Yeğeni Veyis'ten, annesi Hanife'nin yaptıklarının intikamını almak ister. Veya gerçekten çocuklar belaya kalmasın diye öyle davranır. Veyis te Sabriye ile daha hiç kavuşamaz, başkaları ile evlenirler. Onların sevdaları da mahşere kalır. Kızlarından Havva ateşte yanarak ölür. Diğer kızı Ayşe ve Oğlu Hüsnü’yü evlendirir, Onlar yuva kurarlar. 

Uzun yıllar boyunca çektiği cefalar ve sıkıntılar Hanife'yi de sonunda yenik düşürür ve kendisi de, o çok sevdiği adamı Ali ile birlikte kurduğu küçücük, bir zamanların sıcak ve mutlu yuvasında hasta düşer. Oğlu Hüsnü'nün yanında hasta yatağında yatarken zaman zaman 'Ali, Ali' diye adamının adını sayıklar. Nihayet bir akşam üstü, hasta yatağında yattığı yerden birden başını kaldırır. Telaşla doğrulmağa çalışır. Doğrulamaz. Yüzünde önce ağlamak, sonra gülümseme belirtisi görülür ve açık olan evin kapısına gözleri kilitlenir. Kapıya doğru bakarken; "Hoş geldin Ali'm, Hoş geldin Nerelerdeydin? Canım Efendim, Aliii'm?" diye zor sesle bağırır. Kollarını yanlara doğru açar. Sarılacakmış gibi yapar ve yetmiş sekiz yaşlarında, yüzünde tatlı bir tebessümle, büyük oğlu Veyis'in ölümünden yaklaşık üç yıl kadar sonra hakkın rahmetine kavuşur. O esnada orada bulunanların hepsi de hayretler içinde, onlar da kafalarını çevirir kapıya doğru döner bakarlar fakat hiç kimseyi göremezler.

Daha Hanife'den de bir haber yok. Gerçekten Ali si gelip onu, yıllar önce olduğu gibi babası Mahmut'un evinin penceresinden indirip kaçırdığı gibi, kimselere gözükmeden alıp götürdü mü? Eski sevdasına sahip çıkıp, onu unutamayıp yıllar sonra da olsa, ancak fırsatını bulup, gerçekten gelip yanına aldı, sarıldılar ve ikisi birlikte esas yerlerine gittiler mi? Yoksa Hanife’nin gözlerine öyle mi göründü? Yoksa geride kalanlar mı öyle anladı? Belki gerçekten geldi, kavuştular? Belki hala daha ayrı, kavuşmak için mahşeri bekliyorlar? Onu da bilmiyoruz. Tek bildiğimiz gerçek, daha ağlamak yok. "Ali, Ali" diye yanık türküler yok. Özlem yok. Kısacası geriye kalan hiç bir şey yok. Her şey bitti. Sadece bu olayı bilenlerin anlattıkları bir gerçek, bir de arkalarından çok üzülenlerin göz yaşları var.

İşte bu okuduklarınız uydurma hikaye filan değil, sevgili Babaanem Hanife Hanım ve onun çok sevdiği eşi Dedem Taşçı Ali'nin içler acısı, yürekler burkan, tamamen gerçek yaşadıkları hayatlarının bilinen bir parçasıdır. Herkese saygı ve sevgiler sunarım.




19 Aralık 2019 Perşembe

İBN-İ ARABİ

İbn-i Arabi. Ya da tam adı ile Muhyiddin Muhammed bin Ali bin Muhammed el-Arabî et-

Tâî el-Hâtimî. Şeyhü'l Ekber unvanı ile de bilinir, nasihat; 
1200 lü yıllarda bakın bu islam düşünürü ne demiş;

BAK EVLAT;

Üç kişiden korkma
1- Baban,
2- Annen,
3- Kardeşin.

Üç şeyden şaşma
1- Kur-an,
2- İman,
3- Dua.

Üç şeyi yapma
1- Hırsızlık,
2- Arsızlık, 
3- Hayasızlık.

Üç şeye yaklaşma
1- Yalan,
2- Zina,
3- Riya.

Üç şeyden kaçın
1- Gıybet etme,
2- Kötü söz etme,
3- Görmeden duyduklarına inanma.

Üç şeyi dinle
1- Baba sözü,
2- Ata sözü,
3- Usta sözü.

Üç şeyi gütme
1- Küsme,
2- Sövme,
3- Kin gütme.

Üç şeye sahip ol
1- Eline,
2- Beline,
3- Diline.

21 Kasım 2019 Perşembe

TELEFON SATTILAR


Gündüz (0212 9180384) numaralı telefondan telefonuma mesaj geldi. Büro telefonundan nasıl mesaj çekildiğini merak etmeme rağmen kulak asmadım. Akşamdan aynı numaralı telefonla parazitli olarak kendini 'GÖRKEM' diye tanıtan birisi aradı. "Burası Atatürk Hava Alanı Kayıp Bürosu. Buluntu mallar satışa çıkarıldı. Sana da 199 tl ye bir adet eski Samsung Galaksi 8 cep telefonu yollayalım." dedi. "Telefon numaramı nereden buldunuz?" dedim. "Hava Yolu Seyahat şirketlerinden aldık. Parayı paketi alırken PTT de ödeyeceksin." dedi. Allah Allah hiç tanımadığım adamlar beni niçin sevmiş ve böyle ucuz telefon yolluyorlar. Çok ısrar edince bende 'yollayın' dedim.

İstanbul Üsküdar'da öyle kafadan bir adres attım. Üç gün sonra paketin postaneye geldiğini gelen mesajdan anladım. Tekirdağ'dan postaya verilmiş. İçinde ne var? Hala bilmiyorum. Paketi almam için, aşağıda ki bir sürü mesajlar bana çektiler. Kaç telefon numaraları var? Anlamak için bir çok numaralarını engelledim. Ha bire yeni telefon numaraları alıp bana mesajlar çekiyorlar. Anlamak mümkün değil. PTT de paketi, parayı almadan açtırmıyorlar. Önce parayı alıyorlar, ondan sonra paketi açtırıyorlar veya paketi sana teslim ediyorlar. Eğer paket içinde telefon yoksa parayı geri sana değil, o kandıran dolandırıcıya veriyorlar. Sağlamlığa bakın. Ben bu paketi almadım ve almayacağım. Şimdi bir de korkuyorum paketi 'NİÇİN ALMADIN' diye bana ceza verirler mi? Çünkü bu adamlar bu kadar telefon numaralarına nasıl sahip olmuşlar. Şu ana kadar kullandıkları 12 adet telefon numaralarını engellememe rağmen her gün yeni bir numara ile mesaj çekiyorlar.

Geçen Ankara dışında olduğum için adresime gelen nüfus cüzdanlarımızı alamamıştım. Bir hafta sonra geri yollamışlar. Nüfus Müdürlüğünden aldım. Bu dolandırıcının yolladığı paketi 15 gündür PTT de ellerinde tutuyorlar ve almam için günde 2-3 mesaj geliyor. Mesajları hem PTT, hem de dolandırıcılar çekiyor. Paket hala Altunizade PTT sinde bekliyor. İçinde ne olduğunu da çok merak ediyorum fakat yaklaşamıyorum, oralara işim düşse de hep uzaklarından geçiyorum. Elim dokandığı an elimde kalır, parasını hemen tahsil ederler diye. Göndereni bulamazlarsa ne yapacaklar bilmem. Bir de düşünüyorum, acaba bana zorla satarlar mı? 22 Kasımda göndereni bulurlarsa geri yollayıp teslim edecekler güya. Yaşasın, hele hayırlısı. Şimdi bu adam yakalanmaz mı? Çok basit. 199 tl yı PTT de ki hesap numarasına yatırıp kontrol altında tutacaksın. Elbet parayı birisi çekecek. Gerisi çorap söküğü gibi gelir. Ama nerde? Şimdi bunu nereye ve kime şikayet edeceksen?

Eylül 2014 yılında ben memleketim Rize de iken Ankara da ki evimden hırsızlık olmuştu. Çalınan antika kol saatım bir ay kadar sonra Trabzon dan bir antikacı tarafından satışa çıkarıldığını internette tespit ettim. Her şeyi ile bütün delilleri ile tespit ettim. Doküman olarak dört dörtlük internetten indirip, kağıt üzerine aktardıktan sonra, dilekçe ile polise bir 'Ek Müracaat' vererek bildirmeme ve hatta bunu böyle nasıl bulduğuma Ankara Hırsızlık Bürosunda ki polislerde hayret etmesine rağmen, altı ay bekledim, hiç bir haber çıkmadı. Hakkımı aramak için defalarca baş vurmama rağmen bana müspet bir cevap verilmedi. Aynı delil belgeleri ile aralıklarla iki defa da Ankara Cumhuriyet Başsavcılığına Adliye içerisinde Müracaat Savcıları vasıtasıyla yazılı müracaat ettim. Savcılar tarafından defalarca bu hususta ifadelerim alındı. Bir kaç defa neticeyi öğrenmek içim C. Savcılığına gittiysem de kimse doğru bir cevap vermedi. "Senin dosyan tahkikattan kaldırılmış." dediler. O zaman 'BİMER' vardı. Başbakanlığa Müracaat yeriydi. Oraya da hem internetten hem de yazılı dilekçe ile müracaat ettim. Oradan da bir netice alamadım. Geçen sene, yanı dört sene sonra Savcılıktan bir cevap geldi. Bayan bir Savcı bana bildiriyordu. Adı geçen Trabzon da bana ait saatı satışa çıkaran adam antikacı olduğundan her çeşit malları alıp satabilir miş. Suç değilmiş. Ve tabi bizim saat ve hırsız da bu güne kadar bulunamadı, kaynadı gitti. Şimdi sizlere soruyorum; Namuslu bir vatandaş olarak ne yapmak lazım?" Bir türlü cevap bulamıyorum ve altı sene geçmesine rağmen bu olay da aklımdan hiç çıkmıyor.

1990 lı yıllarda Ankara Hırsızlık Bürosu Amiri iken, ki on sene Hırsızlık Bürosunda görev yaptım. Bir defasında vatandaşın birinin evine giren, mallarını çalan bir hırsızı yakalamıştık. Evinden çalınan malların bütünü değil de bir kısmını bulmuş kendisine teslim etmiştik. Anladığım kadarıyla bu da namuslu vatandaşlardan birisiydi. Bir gün Kısma bana ziyarete gelmiş. Önce ben kendisini çıkartamadım. Sonra anlatınca tanıdım. "Ağabey senden bir şey öğrenmek istiyorum." dedi. "Nedir? dedim. "Benim evime ki hırsız girdi, ben mi suçluydum, yoksa o evime giren hırsız mı?" dedi. Allah Allah, elimde ki bütün işlerimi bıraktım ve başımı kaldırıp kendisine baktım; "Sen niçin suçlu olasın elbette ki hırsız suçluydu." dedim. "Yok ağabey bu işte bir terslik var. Sizin ekipleriniz hırsızla beraber benim evime gelip yer gösterme yaptıktan sonra, hırsızın yemeğini yedirip çayını içirttiler. Hatta bana ısmarlattılar. Beni de "Yarın Kısma gel." diye tembihleyip gittiler. Hırsızı arabalarıyla bedava götürdüler. Ben de arabamla buraya geldim. En az 30-40 lira masrafım oldu. Memur arkadaşlarınız hırsızı oturttular, beni ayakta beklettiler. Hırsıza 'Söyle canım kardeşim' dediler, çay içirdiler, bana bırak çay içirmeği, hakaret edip sert konuştular. O olaydan dolayı iki üç gün iş yerimi kapattım Adliye ye ve size geldim gittim işten güçten oldum. Adliyede de hakimler hırsıza bey diye hitap ettiler bana bağırıp azarladılar. İnanın ki ben bu işten çok zararlı çıktım. Bir daha başımdan böyle bir olay geçse ben şikayetçi olmam ağabey." dedi. Adam haklıydı. Ben o zamanda anlamıştım, biliyordum da şimdi çok daha iyi anlıyorum, o adam çok haklıymış. YAŞASIN ADALET.

AŞAĞIDA GÖRDÜĞÜNÜZ MADDELER HALİNDE Kİ METİN AŞK MEKTUBU VEYA BİR GÖREV EMRİ FİLAN DEĞİLDİR. NEDİR ÖYLEYSE? BUNLAR DOLANDIRICIDAN GELEN MESAJLARDIR. GÜYA BEN KANACAĞIM VEYA KORKACAĞIM VE ONLAR İÇİN PTT YE PARA ÖDEYECEĞİM.

GELEN SMS MESAJLAR:

1- 4 Kasım 2019 Pazartesi  (68858735526) MutluReklam  Kayıp Eşya Bürosu  Sayin; RECEP ALI OZTURK Kayip Esya Burosu SAMSUNG S8'leri 199 TL'den satisa cikardi, Sizde siparis vermek icin hemen tiklayin; https://ko.tc/MhF3 B370

2- 5 Kasım 2019 Salı (788) MUTLU CAGRI HIZ.REKLAM VE tarafindan adiniza, 2751849679244 barkod nolu gonderi kabul edilmistir. www.ptt.gov.tr adresinden gonderinin durumunu takip edebilirsiniz. PTT AS B001--'---------

3- 8 Kasım Cuma  (788) 2751849679244 barkod numarali gonderiniz ALTUNIZADE-ALTUNIZADE PTT Subesine ulasmistir.Bizzat muracaatiniz halinde teslimi saglanacaktir. B001

4- 8 Kasım 2019 Cuma (08507850214) Sayin; RECEP OZTURK KAYIP BURO'dan vermis oldugunuz SAMSUNG GALAXY S8 MODEL TELEFON siparisiniz, ALTUNIZADE PTT subesine ulasmis olup, 2751849679244 numarali barkod kodunuz ile gun icerisinde almaniz onemle rica olunur. https://gonderitakip.ptt.gov.tr/  B370

5- 13 Kasım Çarşamba (02129950257) SN RECEP OZTURK KARGO PAKETINIZ ALTUNIZADE DE BEKLEMEKTEDIR 199,00 TL ODEYEREK ALMANIZ ONEMLE RICA OLUNUR YANLIS PAKET ALMAMAK ICIN BARKOD NUMARANIZI MUTLAKA PTT CALISANLARINA BILDIRIN 2751849679244 SAYGILARIMIZLA https://gonderitakip.ptt.gov.tr/  B370

6-13 Kasım 2019 Çarşamba KARGO TAKİP (527 468 25 47) SN. RECEP OZTURK SIPARIS VERMIS OLDUGUNUZ SAMSUNG GALAXY S8 ICERIKLI KARGO PAKETINIZ ALTUNIZADE PTT SUBESINE ULASMIS OLUP 199 TL ODEMESINI YAPARAK TESLIM ALABILIRSINIZ HERHANGI BIR SORUN YASAMAMAK ADINA KARGONUZU 2751849679244 NUMARALI BARKOD KODU ILE ALINIZ gonderitakip.ptt.gov.tr B370

7- 15 Kasım 2019 Cuma (90212 9180390) {SN isim KARGOPAKETİNİZ onsonuc PTTDEBEKLEMEKTEDİR tutar TLÖDEYEREK ALMANIZ ÖNEMLE RİCA OLUNUR YANLIŞ PAKET ALMAMAK İÇİN BARKOD NUMARANIZI MUTLAKA PTT ÇALIŞANLARINA BİLDİRİN cikisno SAYGILARIMIZLA https://gonderitakip.ptt.gov.tr/

8- 18 Kasım 2019 Pazartesi 14:20 (282 827 27 46) CTB TASARIM  SN RECEP OZTURKMUTLU CAGRI FIRMASINDAN GONDERILEN KARGO PAKETINIZ ALTUNIZADE PTT DE BEKLEMEKTEDIR 199 TL ODEYEREK ALMANIZ ONEMLE RICA OLUNUR YANLIS PAKET ALMAMAK ICIN BARKOD NUMARANIZI MUTLAKA PTT CALISANLARINA BILDIRIN 2751849679244 ALICI CAYMA HAKKI ALICI TUKETICI HIC BIR GEREKCE GOSTERMEKSIZIN 14 GUN ICINDE KOSULSUZ IADE EDEBILIR CAYMA HAKKININ KULLANILABILMESI ICIN FATURANIZI SAKLAYINIZ 2751849679244 SAYGILARIMIZLA https://gonderitakip.ptt.gov.tr/ B013

9- 18 Kasım 2019 Pazartesi 07.57 (282932) CTB WEB  Sayin; RECEP OZTURK siparis vermis oldugunuz AKILLI CEP TELEFONU siparisiniz ALTUNIZADE subesine ulasmis olup, 2 YIL GARANTI islemlerinin baslatilmasi icin ve PTT'deki yogunluktan dolayi telefonunuzun zarar gormemesi adina, gun icerisinde 2751849679244 numarali barkod kodunuz ile teslim almaniz onemle rica olunur. https://gonderitakip.ptt.gov.tr/ PTT B013

10- 19 Kasım 2019 Salı 13.32 (282932) CTB WEB Sayin; RECEP OZTURK siparis vermis oldugunuz AKILLI CEP TELEFONU siparisiniz ALTUNIZADE PTT subesine ulasmis olup, 2 YIL GARANTI islemlerinin baslatilmasi icin ve PTT'deki yogunluktan dolayi telefonunuzun zarar gormemesi adina, gun icerisinde 2751849679244 numarali barkod kodunuz ile teslim almaniz onemle rica olunur. https://gonderitakip.ptt.gov.tr/ PTT B013

11-19 Kasım 2019 Salı (788) 2751849679244 barkod numarali gonderi ALTUNIZADE-ALTUNIZADE PTT Isyerinden en gec 3 gun icerisinde alinmaz ise gonderi IADE ya da ELDE KALMIS islemine tabi tutulacaktir. PTT A.S B001

12- 20 Kasım 2019 Çarşamba  (282932) CTB WEB Sayin; RECEP OZTURK siparis vermis oldugunuz AKILLI CEP TELEFONU siparisiniz ALTUNIZADE PTT subesine ulasmis olup, 2 YIL GARANTI islemlerinin baslatilmasi icin ve PTT'deki yogunluktan dolayi telefonunuzun zarar gormemesi adina, gun icerisinde 2751849679244 numarali barkod kodunuz ile teslim almaniz onemle rica olunur. https://gonderitakip.ptt.gov.tr/ PTT B013

13- 20 Kasım 2019 Çarşamba 01:47 (282 827 2746) CTB TASARIM  SN MUTLU FIRMASINDAN ISTEDIGINIZ KARGO PAKETINIZ ALTUNIZADE PTTDE BEKLEMEKTEDIR 199,00 TL ODEYEREK ALMANIZ ONEMLE RICA OLUNUR YANLIS PAKET ALMAMAK ICIN BARKOD NUMARANIZ PTT CALISANLARINA BILDIRIN 2751849679244 KAMU BILGILENDIRMESI TUKETICI KANUNU 1417 SAYILI KANUN GEREGINCE SATIN ALDIGINIZ URUNLERI 14GUN ICINDE HIC BIR GEREKCE GOSTERMEKSIZIN IADE EDEBILIRSINIZ IADE HAKKINIZI KULLANABILMEK ICIN FATURANIZI MUTLAKA SAKLAYINIZ SAYGILARIMIZLA https://gonderitakip.ptt.gov.tr/ 2751849679244 B013

14- 20 Kasım 2019 Çarşamba 23:21(282 827 2746) CTB TASARIM  9 SN RECEP OZTURK KARGO PAKETINIZ ALTUNIZADE PTTDE BEKLEMEKTEDIR 199 TL ODEYEREK ALMANIZ ONEMLE RICA OLUNUR YANLIS PAKET ALMAMAK ICIN BARKOD NUMARANIZI MUTLAKA PTT CALISANLARINA BILDIRIN 2751849679244 KAMU BILGILENDIRMESI TUKETICI KANUNU 1417 SAYILI KANUN GEREGINCE SATIN ALDIGINIZ URUNLERI 14GUN ICINDE HIC BIR GEREKCE GOSTERMEKSIZIN IADE EDEBILIRSINIZ IADE HAKKINIZI KULLANABILMEK ICIN FATURANIZI MUTLAKA SAKLAYINIZ SAYGILARIMIZLA https://gonderitakip.ptt.gov.tr/ 2751849679244 B013

15- 21 Kasım 2019 Perşembe (282932) CTB WEB Sayin; RECEP OZTURK siparis vermis oldugunuz AKILLI CEP TELEFONU siparisiniz ALTUNIZADE PTT subesine ulasmis olup, 2 YIL GARANTI islemlerinin baslatilmasi icin ve PTT'deki yogunluktan dolayi telefonunuzun zarar gormemesi adina, gun icerisinde 2751849679244 numarali barkod kodunuz ile teslim almaniz onemle rica olunur. https://gonderitakip.ptt.gov.tr/ PTT B013

16- 22 Kasım 2019 Cuma 11.43 (282932) CTB WEB Sayin; RECEP OZTURK siparis vermis oldugunuz SAMSUNG GALAXY S8 urununuz ALTUNIZADE subesine ulasmis olup teslim almadiginiz tespit edilmistir, Urununuzu bugun saat 17:00'a kadar ALTUNIZADE subesinden 2751849679244 numarali barkod kodunuz ile teslim alabilirsiniz. Almadiginiz taktirde adiniza 418 TL tutarinda is yerini zarara ugratmak (sahte siparis olusturmak) sucundan yasal cezai islem uygulancaktir. Kargonuzu gun icerisinde almaniz onemle rica olunur. PTT B013

17- 22 Kasım 2019 Cuma 11.52 (282932) CTB WEB Sayin; RECEP OZTURK siparis vermis oldugunuz SAMSUNG GALAXY S8 urununuz ALTUNIZADE subesine ulasmis olup teslim almadiginiz tespit edilmistir, Urununuzu bugun saat 17:00'a kadar ALTUNIZADE subesinden 2751849679244 numarali barkod kodunuz ile teslim alabilirsiniz. Almadiginiz taktirde adiniza 418 TL tutarinda is yerini zarara ugratmak (sahte siparis olusturmak) sucundan yasal cezai islem uygulancaktir. Kargonuzu gun icerisinde almaniz onemle rica olunur. PTT B013

18- [isim onsonuc] 25 Kasım2019 (0212) 995 03 28) PTT DE BEKLEYEN KARGONUZU ALMANIZ ÖNEMLE RICA OLUNUR 6502 TÜKETICI KANUNU MADDE 18 GEREGI ÜRÜNLERDEN MEMNUN KALMAZSANIZ IADE HAKKINIZI KULLANABILMENIZ IÇIN FATURANIZI SAKLAYINIZ https://gonderitakip.ptt.gov.tr/
B187


19- 25 Kasım 2019 (0212) 985 08 21) Sayin; RECEP ÖZTÜRK siparis vermis oldugunuz SAMSUNG GALAXY S8  urununuz ALTUNIZADE subesine ulasmis olup teslim almadiginiz tespit edilmistir, Urununuzu bugun saat 17:00'a kadar ALTUNIZADE subesinden 2751849679244 numarali barkod kodunuz ile teslim alabilirsiniz. Almadiginiz taktirde adiniza 418 TL tutarinda is yerini zarara ugratmak (sahte siparis olusturmak) sucundan idari para cezasi uygulanacaktir. Kargonuzu gun icerisinde almaniz onemle rica olunur. PTT  A.S
B187

6 Eylül 2019 Cuma

BİR KARA GÜN ÖYKÜSÜ

2019 yılının 1 Ağustos sabahı, çocukluğumun tamamını ve gençliğimin ilk yıllarını geçirdiğim Rize Fındıklı Ihlamurlu Köyünde ki evimde sabah erkenden uyandım. Torunum Demir Can ben daha uyanmadan önce uyanmış ve yanıma gelmiş, koynuma girmiş. Dede hasreti işte benim yatağımda yatıyordu. O genel de her zaman öyle yapar. Uyanır uyanmaz yatağından kalkar benim yatağıma gelir, koynuma girer, biraz da benimle birlikte yatardı. Altı yaşlarında olmasına rağmen yurt dışında yaşadığından Türkçeyi tam olarak konuşamaz; “Dede, ben biliyor, sen polis. İkimiz kotu adamları yakalayacak ve iyi adamları kurtaracağız.” Diyordu. Bu şekilde biraz zaman geçirdikten sonra saat sekiz sıralarında yataktan kalktık.

Diğer Torunum Melodi ile de salonda biraz daha boğuşup oynadıktan sonra bilgisayarın başına oturup Facebooku açtım. Aaa bugün 1 Ağustos 2019 Cuma Günü ve benim doğum günümmüş. Ankara'da oturan yeğenim Reşat Kara'nın doğum günümü kutlaması üzerine doğum günüm olduğunu bende hatırlayarak Facebookte kutlayanlara tek tek teşekkür edip nezaket iadesinde bulundum. Daha sonra ailece harika bir kahvaltı ettikten sonra Oğlum Murat yaya olarak Okura ya gitmeği önerdi. Yürüyüş için faydalı olacağını düşünerek ben de bu öneriyi uygun buldum.

Okura, Ihlamurlu Köyündeki evimizden yaya bir saat tan daha fazla uzaklıkta ve yarı yolu çok yokuş olan, orada da arazilerimiz bulunan bir mezra yeridir. Saat 11 sıralarında ben, oğlum ve gelinim birlikte yola koyulduk. Derelerden geçerken su sesleri, ormanlardan geçerken kuş seslerini dinleyerek ve resimler çekerek, yeşil ağaçlar aralarından yokuş yerin altına Mandermos'a geldik. Ben çok yorulmuştum ve terden sırılsıklam ıslandığım için gömleğimi çıkardım. Çıkardım ve daha önce eşimle aramızda geçen gömlek meselesi tartışmasını abartılı bir şekilde oğlumla gelinime anlatarak, gömleğimi çıkardığımı sakın kendisine söylememelerini tembihlediğim sırada, çok güldüler ve Oğlum Murat telefonla hemen resimlerimi çekip, gömleksiz resimlerimi annesine Watshaptan yolladı.

Birkaç yıl önce eşimle gömlek tartışması şöyle olmuştu: İkimiz birlikte Okura ya aynı şekilde yaya olarak giderken, yine çok terleyip su içinde kaldığımdan gömleğimin önünde ki düğmeleri açtığım sırada Eşim hemen müdahale etmiş “Yok atletin görünür, düğmeleri kapat.” Demişti. Halbuki eşim öyle tutucu filan olmamasına rağmen nedense itiraz etmişti. Bende “Hayatım burası insanlardan uzak ikimizden başka kimsenin olmadığı bir yer. Müsaade et biraz böyle gideyim. Üstelik bir ses duyar birisini görürsek ben hemen kapatırım.” Demiştim. O da "Adabı muaşeret kurallarına uy, düğmeleri kapat, yoksa ben geri dönerim. Bu şekilde yanında yürümem.” Diye beni tehdit etmişti. Ben de nasılsa erkekliğim tutmuş; “Dönersen dön!”  deyip ilk defa karşısına dikilerek, inat olsun diye gömleğimi tamamen çıkarmış, atletle yürümeğe başlamıştım. Eşim çok sinirlenmiş, münakaşamız ilerledikçe ben bir adım daha ileri giderek atletimi de çıkarmış, belden yukarı tamamen çıplak olarak yürümeğe başlamıştım. Eşim geri dönmüş, ben yalnız yürürken o da benden çok geride tek başına yürümüş, gizli gizli beni takip ederek Okura ya kadar ikimiz de ayrı ayrı gitmiştik. Hatta bu olayı Kayınım Metin Ağabeye anlattığım zaman o da hayretler içinde kalmış çok gülmüştük. Hatta bazıları eşime arka çıkmış, "O haklı." demişlerdi.

Merakla Oğlum Murat'ın eşime gönderdikleri resme tepkisini beklerken, O nedense bu sefer gömleğimi çıkardığıma hiç kızmamış, sadece oğlunun gönderdiği benim gömleksiz resmimin altına oğluna bir mesaj yazmıştı; “Oğlum Baban çok yorulmuşa benziyor. Dikkat edin hasta olmasın ha.” diye Mesajı okuyunca ben de çok hayretler etmiş ve sevinmiştim. Çünkü ilk defa Eşim beni düşündüğünü ağzından çok net olarak duymuştum.

Biz hiç soluksuz ta tepelere çıktık. Orada çeşitli resimler çektik ve yeşil vadilerden, tepelerden, her tarafı dolaşıp seyrettikten sonra geri dönüş yaptık. Ben çok yorgun ve bitkin olduğumu hissediyor fakat dışarı hiç belli etmiyordum. Çok halsiz ve devamlı uykum vardı. Fakat  zoru başarmış, yokuşun sonundan aşağı geri dönüş yapmış, yine mutlu bir şekilde dereye doğru inmeğe başlamıştık. Oğlum buraya yeşilliklerin ve kuş seslerinin içine küçük ahşap bir ev yaptırmağı düşündüğünü söyledi. Komşumuzun yeni yaptığı ahşap evi göstermek için yoldan ayrılarak yan tarafa doğru biraz yürüdük. Bakacağımız evi gördükten sonra hemen yolun üstünde akmakta olan soğuk buz gibi pınar suyundan elimi oluğuna dayadıktan sonra kana kana içtim. Çocuklarda içtiler.

Saat 14'e geliyordu. Bir iki adım attıktan sonra yürüyemediğimi, hatta ayakta durmakta bile zorlandığımı hissettim. Yolun yukarı tarafında ki bir taşın üzerine üç-beş dakika kadar çökerek durduktan sonra tekrar ayağa kalkarak yürümeğe çalıştım, fakat imkansız. Birden bire sanki ayaklarım vücudumdan ayrılmışlar adım atmam imkansızlaşmıştı. Hiç hastalandığım veya kötü bir şey aklıma gelmedi. Oğlum sırtına almak istedi. Ben dinlenirsem düzeleceğimi söyledim. Oğlum koltuğuma girdi ve ona dayanarak üç yüz metre kadar beraber yürüdük. Yolun altında ki boş bir evde tahtaların üzerinde yarım saat kadar uzanarak dinlendim. Yerimden kalkarak tekrar yürümeğe çalışmama rağmen yok, yürümek imkansız. Hiç ambülans veya yukarıda mezrada bulunup bana yakın olan Yeğenim Adnan’ı çağırmak ta aklımıza gelmedi. Zor bela Mandermos Çay Alım Evinin önüne geldik. Oralarda hiçbir Allah kulu veya araba yoktu. On beş dakika kadar duvarın üstüne oturdum. Ben hala kalan bir saatlik yolu yürüyerek gidebileceğime inanıyordum. Oğlum oturmamı ve gidip arabayı getireceğini söyledi. Ben kabul etmedim. İyi olduğumu söyledim ve yürümeğe çalıştım. Yine yürüyemedim.

Tam o sırada yukarıdan kırmızı bir, çift kabin Isuzu marka araba geldi. Güneş gözlüklü, saçlarını dik taramış, sol kolu arabanın penceresinden dışarı sarkan yakışıklı bir genç arabayı kullanıyor, yanında da orta yaşlı bir bayan oturuyordu. Kendilerini tanımadım. Ona hasta olduğumu hiç belli etmedik. Yanımıza gelince durdu ve; “Köye gidiyorsanız gelin götüreyim, ağabey.” Dedi. Ben teşekkür ettim ve yok dedim. Dört beş metre gittikten sonra tekrar durdu ve başını camdan çıkararak “Gelin ağabey, arabam müsait, ben sizleri tanıyorum ve gelirseniz çok büyük bir memnuniyet duyacağım.” Dedi. Ben yine yok sen git derken, Oğlum bana bağırdı “Sus be Baba. Hadi binelim.” Dedi. Bir kaç adım yürüdükten sonra ben yalpalayarak düşmeden arabaya zor gittim ve bindim fakat koltuğa oturmadım, adeta yıkıldım. O genç hala hasta olduğumu anlamamıştı. Yolda bir şeyler konuştuk ben hala mantıklı cevaplar veriyor veya sorular soruyordum.

O genç arabayla çarşıya doğru gitti. Biz evimizin aşağısında arabadan indik ve o genç delikanlının hala daha kim olduğunu bilmiyorum. Bazı isimler verdi fakat ben o verdiği isimleri bile tanımıyorum. Evimize 200-300 metrelik bir yol kalmıştı. Bu yolu bir türlü yürüyüp eve gidemedim. Daha doğrusu ayakta duramadım. Millet işinde gücünde olduklarından oralarda hiç kimseler yoktu. Çay Alım Evinin kapısında ki çay bohçalarının üzerine 15-20 dakika kadar yattım. Biraz daha yürüdükten sonra caminin önünde duvarın üzerinde oturdum. Çocuk arabayı getirmek için koşarak eve gitti fakat anahtarı bulamamışlar. Arabasız geri geldi. Koltuğuma girdi. Evin altında ki merdivenlere kadar gittik. Orada bir süre istirahat ettikten sonra Oğlumun yardımlarıyla eve çıktık. Biraz dinlendikten sonra sendeleyerek banyoya gittim ve banyo yaptım. Salonda divanın üzerinde bir saat kadar uyudum. Evde de hadi doktora diye başımın etini yiyorlardı. Onları dinlemedim. Uyumak için yatağa gittim. Bir türlü hastalandığıma kendimi inandıramıyordum.

Hiç uyuyamadım. Yarım saat kadar yatakta durdum fakat sol tarafımın ağrısı ve baş dönmesine artık dayanamıyordum. Saat 22.00 ye geliyordu. Yataktan kalktım ve hazır bekleyen hanıma ve Oğluma doktora gideceğimizi söyledim. Hemen arabayı hazırlayıp Pazar da Kaçkar Hastanesine gittik. Birkaç tahlillerin neticelerini beklerken bende sendeleyerek dışarı çıkıyordum. Birden koridorlarda doktorlar koşarak beni arıyorlardı. Eşim dışarda olduğumu söyleyince Doktorun biri; “Kalp krizi geçiren hastayı nasıl dolaştırırsınız?” diye bağırdı ve kolumdan tutup beni önümde bekleyen ambülansa yatırdılar. Ambülans hareket etti. Arada ön tarafta oturan eşimin sesini duyuyordum. “O çok su içer, şu suyu ona verir misiniz?” diyordu. Ben hemen anladım durumumu anlamak için görevlilere numara yapıyordu. Ben arkada yattığım yerden seslendim; “İyiyim ve suyum da var. Sen merak etme.” Dedim. Yaklaşık 25-30 dakika sonra Rize Araştırma Hastanesine geldik. Orada da bazı tahliller yaptılar ve doktorun biri “Amca sen kalp krizi geçirmişsin. Şu anda tehlikeyi atlatmışsın. Gerekirse bu gece veya yarın anjiyo yapacağız.” Dedi.

Moralımız çok bozuldu. Saat 01.30 sıralarında beni yoğun bakıma yatırdılar. Diğer çocuklarıma ağabeyleri haber verdi. Bir türlü sabah olmuyordu. Eşim dışarda koridorlarda bekliyor, ben yoğun bakımda yatıyordum. Gece doktorun biri geldi kontrol etti ve bir şeyler sordu. Giderken kendisine saat kaç olduğunu sordum ve 05.00 olduğunu öğrendim. Zaten bir şeyler olmuş gözüme uyku gelmiyordu. Hiç uyumadan sabah oldu. Ertesi gün 2 Ağustosta saat 11.00 sıralarında tersten giyilen yeşil renkli bir ameliyat önlüğü verdiler ve her şeyimi çıkararak onu giymemi söylediler. Daha sonra hasta arabasına oturtup anjiyo odasına götürdüler.

Cam bir kapıdan içeri girdik. Odanın sağ tarafında büyük bir cam bölüm vardı ve tam ortasında da çok büyük bir cihaz duruyordu. Kare şeklinde naylon sarılmış, her tarafa dönebilen ve kamera görevi yapan bir parça ile hemen karşı tarafta da dört parça halinde ekranlar vardı. Beni bu aletin altında, dar ve uzun yeşil renkli masaya sırt üstü yatırdılar. Yanıma bir hemşire geldi ve beni hazırladı. Ellerimi kalçamın altına koymamı ve hiç çıkarmamamı söyledi. Sonra bir hemşire daha ve bir doktor geldi. Saat 11.30 sıralarıydı. Doktor bana korkmamamı, uyuşturmak için iğne yapacağını, işin zor tarafının da bu olduğunu, her konu da bana bilgi vereceğini söyledi. Doktora teşekkür ettim ve bana yapacakları anjiyonun işleminin kaç dakika süreceğini sordum. Damarların durumuna göre en fazla 20 dakika süreceğini söyledi. Oh rahatladım.

Sağ kasığımdan bir müdahale iğnesi taktı ve anjiyo şırıngaları ile çalışmağa başladı. Hemen üstümde ki cihazın kamerasını sol tarafımda gezdirdiği zaman, karşı taraftaki cihazın bir ekranında bütün damarlarım görünmeğe başladı. Doktor damarlarım üzerinde çalışmalar yaparken sağ tarafta ki camekanın arkasından, kimse görünmemesine rağmen benimle uğraşan doktora devamlı müdahaleler edip  “4,5 e 16-18 ver.” gibi öneriler yapıyorlardı. Ben de bütün çalışmalarını ve olup bitenleri pür dikkat izliyor ve takip ediyordum. Benim iki damarım ve bir kılcal damarım tıkanmış. Yanımda ki doktor bir damarı hiç zorlanmadan açtı ve “ Amca seni buraya getiren yeni tıkanan işte bu damar.” Diye bana gösterdi. Eskiden tıkanmış olan başka bir damar içerisinde pıhtı kas halini aldığı için açamadı. O damara ha bire basınç yapıyor, damar incelip kalınlaşıyor fakat bir türlü açılamıyordu.

Camekanın arkasından o müdahale eden doktorlardan bir tanesi yanımıza geldi. Önceki doktor geri çekildi. Uğraşmasına rağmen o da açamadı. Yine camekanın arkasında bulunup müdahale eden doktorlardan biri daha geldi. Ona da arkadan müdahale edip talimatlar veriyorlardı. O da açamadı. Hocam dedikleri bir doktor daha geldi. Bütün doktorlar geri çekilerek ekranı izlemeğe başladılar. O da bir hayli uğraşmasına rağmen damarı bir türlü açamadı. Sol kasığımdan da damara girdiler ve oradan da anjiyo şırıngaları uygulamağa başladılar. Ben tabi ne olup bittiğini anlamıyor sadece doktorların konuşmalarını dinliyor, yaptıkları çalışmaları izlemekle yetiniyordum. Hocam dedikleri doktorda bir hayli uğraştıktan sonra “Zorlamayalım arkadaşlar damar çatlayabilir.” Dedi. Karşı tarafta duvar da asılı duran ve ‘tık-tak’ diye çalışan, büyük saate baktım. Saat 14.30 ü gösteriyordu. Tam üç saat geçmişti. Bana bu arada iki kapalı damarımı açıp stent takmışlar ve çok eskiden tıkanan bir damarımı da açamamışlardı. O damarın görevini sağ taraftaki başka bir damar yaptığından tehlikeli olmadığını söylediler ve açamadan bıraktılar. Vücudumda ki taktıkları kateterleri bir daha anjiyo uygulaması yaparız diye çıkarmadılar. Beni tekrar yoğun bakıma getirerek yatırdılar. Ben 'acaba öldüm de bu olanlar gözlerime mi görünüyor' diye düşünüyordum.

Ama yok ben ölmemişim. Çünkü Kızım İstanbul’dan uçakla ertesi gün anjiyo olduktan sonra geldi. Hastanede yoğun bakımda görüştük. Boynuma sarıldı. Güya ağlamayacaktı fakat kendini tutamadı. Islak yaşları boynuma döküldüğü zaman ağladığını anladım. Ben de gizli ağladım. Yanı gözlerim ıslandı. Ağlamak kalp krizini tetiklermiş. Doktorlar ve Oğlum uyardılar. Beş gün yoğun bakımda yattım. İkinci bir anjiyo yapmadılar ve vücudumda ki kateterleri çıkarıp kasıklarıma ağır kum torbaları koydular. Her iki bacaklarımda morardılar ve uzun süre uyuşuk kaldılar. Sonra servise çıkardılar ve bir günde serviste yattıktan sonra taburcu ettiler. Öbür Oğlum İspanya da imiş. O da apar topar geldi. Hep birlikte evimizde bir araya geldik. Her ne kadar moralimiz bozuk olsa da, şimdilik ölümden kurtulmamın sevinci ile kendimiz mutlu olduğumuzu göstermeğe çalıştık veya en azından öyle göründük. Bu yaşıma kadar bana ve aileme çok büyük bir acı göstermediği için ve üçüncü kez beni ölümden geri çevirdiği için Allahıma çok çok şükürler olsun.

Çok eskiden beri doktorların nasıl fedakarca çalıştıklarını bilmeme rağmen, bir kez daha kendi başımdan geçtiği için şahit oldum. Rize Araşt
ırma Hastanesi Kardiyoloji Servisinde görev yapan doktor, hemşire ve bütün hastane personeline çok çok teşekkür ederim. Hepsi seferber olup evelallah benim hayatta kalmamı sağladılar. Allah onlara dert keder göstermesin.

29 Temmuz 2019 Pazartesi

SEMERCİ


Vaktiyle köyün yaşlı semercisi Hasan Usta ölmüş. Tüm eşekler köyün meydanında toplanarak, tepinmeğe, anırmağa, oynamağa başlamışlar. Çünkü artık onlara hiç kimse semer yapmayacak ve onlarda yük taşımaktan kurtulacak, özgür olacaklardı.

Bu sırada yaşlı ve hasta bir eşek duvar dibinde durmuş onları endişeli bir şekilde seyrediyormuş. Diğer eşekler o yaşlı eşeğin yanına gelirler ve aralarında şu konuşma geçer;

- Haberin yok herhalde, semercimiz öldü. Onun için oynayıp eğlenip kutluyoruz.

Yaşlı eşek;

- Ne olmuş öldüyse?

- Artık sırtımız yara bere olmayacak, özgür olacağız.

- Nasıl bir özgürlükmüş bu?

- Semerci olmayınca artık sırtımıza semer yapılmayacak. Kırda bayırda istediğimiz gibi dolaşacağız.

- Yaşlı eşek gülmüş;

- Şaşarım sizin aklınıza. demiş ve devam etmiş;

- Bugün sevinip tepineceğinize aslında yas tutmalısınız. Hasan Usta iyi kötü sırtımızın ölçüsünü biliyor, bizi rahatsız etmeyecek semerler yapmaya çalışıyordu. Yarın bir acemi semerci semer yapmağa başlayınca sırtınız yaradan bereden kurtulamaz. İyisi mi siz semerciden değil, eşeklikten kurtulmanın yollarını arayın. Siz eşek kaldıkça, ille ki sırtınıza iyi kötü bir semer yapan bulunur. demiş o yaşlı ve tecrübeli eşek.

3 Nisan 2019 Çarşamba

EHLİYET ALDIM

1974 yılında Kısımda bütün arkadaşların ehliyetleri vardı ve araba kullanırlardı. Bir gün Kısım Amiri Cihat Bey “Hadi Recep al arabayı seninle bir yere gidelim.” Dedi ve çıktık. “Ehliyetim yok.” Diyemedim ve o gün geri gelinceye kadar çok korktum. Arkadaşlar ehliyetim olmadığını biliyorlardı ve almam için devamlı ikaz ediyorlardı. Bazı belgeleri zorla kendileri çıkartmışlar bir dosya tanzim etmişlerdi. Fakat nedense ben bu konularda çok tembel davranırdım ve o dosya bir yıla yakın ekip arabamızın göğsünde beklemiş, ha bugün ha yarın derken aradan bir yıl geçtiği için aldığım bazı belgelerin günü dolmuş, bazıları da durduğu yerde güneş ışınlarının etkisiyle yazıları silinmişti.

Evrakların bazılarını yeniden tekamül ettirip dosyayı yeniledim ve ehliyet almak için kesin karar vererek Adana Trafik Şube Müdürlüğüne gittim. Ohoo..beş yüz metreden uzun kuyruk vardı. Herkes ehliyet alacak dosyalar ellerinde kuyrukta bekliyorlardı. Benim o kuyruğu beklemem imkansızdı. Zaten öyle şeylerden sıkıldığım için de daha önce biraz ağırdan alıp tembel davranıyordum. O ilk sırada ki bekleyen vatandaştan izin aldım ve bankın arkasında oturmuş dosyaları alıp inceleyip kabul eden trafik polisinin önüne gittim. O Polis Memuru hiç kimsenin yüzüne bakmıyor, sadece elini uzatıp karşı taraftan dosyayı alıyor ve inceleyip sağ tarafa doğru diğer dosyaların üzerine savurup atıyordu. Elimde ki dosyayı polis memuruna uzatınca, memur yüzüme dikkatlice baktı. Hem beni bir şeye benzetemedi, hem de uzun saçlarımdan gıcık kapmış olacak ki; “Geç sıranın en arkasına, beni yerimden kaldırma ha.” Dedi. “Ayıp oluyor, devre. Öndeki arkadaştan izin aldım. Ayrıca ekip bekliyor. Bende Cinayet Masasında polisim.” Dedim. “Gel kardeşim dışarda ne duruyorsun?” dedi ve beni içeri yanına aldı. “Polis profesyonel ehliyet almaz." dedi ve dosya üzerine kırmızı kalemle 'ağır vasıta' diye yazdı. Dosyamı inceledikten sonra yan tarafa öbür dosyaların yanına atarak; “Bir hafta sonra gel, yazılı imtihana gir ve polis olduğunu söyle.” Dedi. Allah Allah bir de yazılı imtihan varmış. Bana birde kitap verdi. “Sorular bunlardan çıkacak, çalış gel.” Dedi. İyi ilk defa bir kere şansımız yaver gitmiş işlerimi kolayca halletmiştim. Zaten bütün memur suçlarına biz baktığımız için Adana da her kademedeki memurlar aslında bizden biraz çekinirlerdi.

Bir hafta sonra saat sekizde arkadaşlar Trafik Şube Müdürlüğü önüne beni bırakıp gittiler. Ben hiç çalışamadığım gibi verdikleri kitabı da imtihana giderken bulamadım. Belki kopya çekerim diye yanıma alacaktım. Artık nereye bıraktıysam bulamadım. İmtihan heyetinde hiç birinin yüzü gülmediği ve muhatap olmadıkları için polis olduğumu da söyleyemedim. Bizleri ‘L’ şeklinde bir salona aldılar. Beni de salonun ortasına oturttular. Motor, Karayolları, İşaret ve levhalardan bir şeyler sordular. Ben sadece okul bilgilerime dayanarak bir iki soruya cevap verdim. Öbür soruların cevaplarını bilmiyorum. Salonda bir Emniyet Amiri, iki Komiser, bir tanımadığım sivil Karayollarından görevli ve bir de benden o ilk müracaatımda dosyamı teslim alan Polis Memuru vardı. Polis Memuru ile biraz konuşmak istediysem de o pas vermedi. Anlaşılan beni tanımamıştı. Biraz sonra Emniyet Amiri masanın üzerinde sıra sıra dizili duran kitapçıklardan bazılarını sayarak o Polis Memuruna verdi. Bende kaş altından takip ediyordum. O Polis Memuru da benim arkamda oturan ve ehliyet almak için imtihana giren insanlara tek, tek dağıttı. Yerimden kalktım. Yanlarına gittim. Masanın üzerinde duran o kitapçıklara baktım. Üzerinde ‘Karayolları Ehliyet İmtihanı soru ve cevapları’ diye yazıyordu. Emniyet Amiri de “Ne oldu? Bitirdin mi?” diye bana soruyordu. Ben ona hiç cevap vermedim. O kitapçıklardan bir tane aldım ve yerime oturup açtım kitapçığı cevapları yazmağa başladım. Salonda ki denetçiler hepsi bir araya geldiler ve gizlice konuştular. İlk müracaatımda benden dosyayı alan Polis Memuru beni galiba söyledi ki kimse ses çıkarmadı. Tam yerimden kalktığım çıkacağım zaman Emniyet Amiri yanıma geldi ve “Bizleri açığa mı aldıracaksın?” dedi. “Eğer şikayet üzerine görev yapmağa gelseydim, doğrudur. Hapse bile girerdiniz, ama ben ehliyet almağa geldim. Ehliyet alacağım.” Dedim. Kağıdımın üstüne 92 puan yazdı ve “On beş gün sonra, direksiyon imtihanı için Baraj Yoluna gel." Dedi.

On beş gün sonra Baraj Yolunda direksiyon imtihan yerine gittim. Trafik Başkomiseri, Komiser ve Karayollarında görevli sivil bir adam beni eski, kaportası çürümüş bir Murat 124 arabanın içine oturttular. Komiseri o yazılı imtihan salonundan tanıyordum fakat o bana tanışlık vermeyince bende kendisine tanışlık vermedim. Hiç biri de polis olduğumu bilmiyorlardı. O kullanacağım Murat araba çok eski ve bozuktu. Arabayı boşta olup olmadığını kontrol ettikten sonra çalıştırdım. Anahtarı bir kaç defa çevirmekle marş bastı, çalıştı. O sivil Karayollarında görevli olan adam bana" Geri vitese tak ve geri geri gel." dedi. Debriyaja basıp biraz uğraştım. Araba bir türlü vitese geçmedi ve bazı dişli sesleri geldi. "Bu arabanın geri vitesi yok." dedim. Hepsi de gülüştüler. İçlerinden birisi "Geri vitesi yoksa sende ileri git kardeşim." dedi. Arabayı birinci vitese atarken şanzımandan yine acayip sesler geldi ve güç bela birinci vitese taktım. Gaz verip biraz götürdükten sonra bana "Dur." dediler. Frene birden bastım ve galiba debriyaji unuttum. Araba durdu ve istop etti. Arabada bulunan imtihan heyeti hızla öne doğru geldiler. Yanımda oturan Karayollarında ki görevli adam kafasını 'küt' diye ön cama vurdu. Ön cam kırılmadan olduğu gibi yerinden çıktı, büyük bir gürültü ile motor kaputunun üstüne düştü. Orada imtihana giren herkes başımıza toplandılar. O Karayollarından olan adam kafasını tutmuş, bir taraftan da bana; “Kardeşim bilmeden ehliyet almağa nasıl geliyorsun? On beş gün sonra öğren ve gel ehliyetini al. Ama sen benim sağlığımda sürücü belgesi zor alırsın. Bunu da bil ve hadi git şimdi.” diye bağırıyordu. 

Ben daha bir şey demeden, beni tanıyıp ta tanışlık vermeyen o Komiser gülerek “Sen ne yapıyorsun, arkadaş? Kanına mı susadın? Yarın öbür gün rüşvet aldın diye bu adamın karşısına dikilirsen ne cevap vereceksin? Bizim çoluk çocuğumuz var. Bu gördüğün ve hippiye benzettiğin genç Cinayet Masasında çalışıyor. Dedektiftir. ” Dedi o kafasını çarpan adama. Adam iki eli ile benim bir elimi tuttu ve “Sen Başkomiser Cihat Ağabeyin yanında, Cinayet Masasında mı çalışıyorsun? Tamam ehliyet aldın ama, kurban olayım, sakın şoför oldum diye trafikte araba kullanma ağabey.” Dedi. Ve böylece bende Sürücü Belgesi sahibi oldum. Sene 1975. Bu güne kadarda hiç kaza yapmadım. Sadece durduğum yerde birisi bana arkamdan vurdu. Onunda güneş gözlerini almış benim arabamı görmemişti. Ama şunu da söyleyim ki, o günden sonra, araba kullanmak için her arabaya bindiğim zaman korkudan dizlerim titrer.

15 Mart 2019 Cuma

HEP AYNI OYUN


Osmanlı İmparatorluğu yıkılmadan önce Tekke ve Zaviyeler gibi İslami ilim yuvaları da yabancıların ellerine geçmiş, hatta cami imamları bile Ermeni ve İngiliz Kilise görevlileri tarafından atanmışlar. Cami vaizleri Hıristiyan ajanların ellerine geçmiş, İmparatorluğu yıkmak için her türlü yollara baş vurmuşlardır.

Mustafa Kemal Atatürk bu durumları çok yakından ve çok iyi bildiği için böyle hocaları idam etmiştir. Bu idamlardan sonra ise bu durum bile bilmeyenlere yanlış anlatılarak halkı Atatürk ten soğutmak için yine düşmanların espiyonaj çalışmaları devam etmiş ve başarılı da olmuşlardır. Aslında Atatürk yeri geldiği zaman içki filan içmesine rağmen hutbe okuyup vaiz verecek kadar da dini bilgiye sahip Müslüman bir anne babanın çocuğu, Müslüman bir subaydır ve Erzurum kongresi sırasında Cuma hutbesini cami de kendisi okumuştur.

Anlaşılıyor ki savaş ile Osmanlı İmparatorluğunu yıkmayacağını anlayan düşmanlar, Türk halkı nere inanıyorsa onu ellerine geçirip, bir Müslüman Türk gibi görünerek içerden inançlarını kullanarak kandırmış, yıkmağa çalışmışlar ve başarılı da olmuşlardır. Bütün Arap Ülkeleri, Yunanistan, Bulgaristan ve Ermenistan Ülkeleri aynı yolla kurulmuşlar ve yine aynı yolla ülkemizin bütününe el koymak istiyorlar. İşte kendi ağızlarından yazılan gerçekler.

Gevont Turyan isimli Ermeni Rahip’in 1917 de yazdığı kitap ve daha önce haftalık dergi olarak çıkardığı ‘DADJAR’ da açıkladığı bazı gerçeklerden dolayı 1933 te Newyork ta bir kilisede ayin sırasında Taşnak Ermeni militanlarca bıçaklanarak katledilmiştir. İşte bazı ajanların ta eskilerden beri dini alet ederek ülkemizi esaret altına almak istediklerinin ve bu durumu hala daha sürdürdüklerinin kanıtı ve o dönemde Ermeni Papazın yazdıklarının bazıları:

"Dinî cemaatler, uzun zamandan beri, Ermeni İhtilâl Partileri'nin inkılâp ocakları olmuş ve en şeytanî programlar buralardan hazırlanmıştır. Dinî merkezler, silâh depoları ve komplo ocakları olmuştur. Dinî liderler, söz ve yazı ile, kendilerine güvenmiş olan halkı isyana teşvik ediyorlardı. Artık vaazlarda yüce sözler ve İncil'in doktrini zikredilmiyordu. Sadakat ve doğruluk yerine isyan; insanlık yerine kin ve intikam; ahlâk yerine alçaklık ve rezillik vaaz ediliyordu... Dinî liderler, komiteler tarafından organize edilmiş bayramlara, toplantılara, törenlere başkanlık ediyorlardı." (Sayfa 111)

"Ne Ermeniler'in en yüksek dinî lideri Eçmiyazin Katogigosu, ne Ermeniler'in kaderini omuzladığını iddia eden en yüksek Kilise yetkilileri, ne bu ihtilâl partilerinin yetkili şefleri, ne diğer Ermeniler, Türkiye dışında, bizim diğer hiçbir otoritenin hâkimiyeti altında varlığımızı korumaya muktedir olmadığımızı ne açıklayabildiler, ne de kavrayabildiler." (Sayfa 112)

"Ermeniler, 600 yıldan beri, başka hiçbir millet tebaasının ne gördüğü, ne tanıdığı geniş bir sosyal ve dinî hürriyetten istifade ederek Türkiye'nin toprağında Türkler ile yanyana yaşadılar. Bu hain nankörler (Komiteler), bu densizler, gerçekleri inkâr etmişler ve en itibarlı tebaa olarak, şanla, şerefle yaşama imkânı bağışlayan bu ülke üzerinde, kin, nefret ve ayrılık tohumları ekmişlerdir.” (Sayfa 113

10 Mart 2019 Pazar

DEĞİŞİM

Adana  eski Em. Md.lüğü.  Osmanlı
döneminde polis okulu
1973 yılında Adana Cinayet Masasında göreve başladığım zaman Adana halkı kendi aralarında çok vurdulu kırdılı fakat polise askere karşı da çok saygı duyarlar, asla karşı gelmezlerdi. Bir olay işledikleri zaman telefon açarlar; “Ağabey ben teslim olacağım ama ne olur beni dövmeyin.” Derlerdi. Biz de “Pazarlık yok. Sen teslim ol da o zaman düşünürüz, ister teslim ol ister olma biz yakalamasını biliriz der, hiç taviz vermezdik ve yakalandıkları zamanda hakikaten çok insaniyet gösterir, bir misafir gibi davranır öylece yolcu ederdik.

Cinayet Masası diğer masalara benzemez. Mecbur kalıpta cinayet işleyen adam, birisini öldürmüşse mutlaka bir sebebi vardır ve kendisi de ölmüş sayılırdı. Onun için kimsenin incinmesini istemezdik. Bir sefer Gafur adında bir adam kız kardeşini ve onun dostunu Mersin Yolunda bir evde öldürüp firar etmişti. Pasaport filan çıkartmış yurt dışına kaçacaktı. Bu şahsı Tarsus'ta bir bağ evinde saklanırken yakaladık. Tabancası ve fişekleri ile Kısma getirdik. Gazeteciler haber almış gelmişler resim çekeceklerdi. Gafur lavaboya gitmek için benden izin istedi. Lavaboya götürdüm. İçerden çıktığı zaman, saklamasına rağmen ağladığı bayağı belli oluyordu. “Kız kardeşini öldürdüğün için mi ağlıyorsun?” diye sordum. “Yok ağabey Onu şimdi yine tekrar öldürürüm. Ben sizleri böyle bilmiyordum. Sizin insanlığınıza ağlıyorum.” Demişti.

Hakikaten öyleydi. Birisi cinayet işleyip kaçtığı zaman çeşitli kılıklara girer, Türkiye'nin her tarafına gider, ne yapar yapar onu mutlaka yakalardık. Faili meçhul hiç bir olay kalmazdı. O zamanlar şimdiki gibi kameralar filan da yoktu. Olay yeri inceleme ekipleri de yoktu. Sadece parmak izi ekibi vardı. Biz bütün delilleri toplar, değerlendirir ve bütün olayları çözerdik. Yakalardık, ama böyle insanlara hiçbir zaman bırakın dövme işini kötü bile davranmazdık. Bizimle birlikte yemeğini yer, çayını içer öyle mahkemeye çıkardı. Halk bizleri böyle tanıdıkları için kesinlikle bizlerle çatışmaya filan girmezler, hatta korku ile karışık saygı ve sevgi de duyarlar çoğu yerde de tanıdıkları zaman ne pahasına olursa olsun bize yardımcı olurlardı. Sonra biz hiç bir surette menfaat gözetmez asla haksızlık yapmazdık.

Halbuki 1980yılının sonlarında yurt dışı görevinden dönerek tekrar Adana Emniyet Müdürlüğünde göreve başladığım zaman, üç senelik kısa bir zamanda her şey kökünden tamamen değişmiş, Adana sanki bir devrim yaşamış gibiydi. Adana'nın görünen görünmeyen her şeyi değişmişti. Aslen Merkezde, Valilik yanında bulunan Adana Emniyet Müdürlüğü yeri bile değişmiş, Ceyhan Yolunda yeni yapılan binalara, Çevik kuvvet Şube Müdürlüğü olduğu yere şehir dışına taşınmıştı. Emniyet Müdürlüğü yanında bürosu olan ve iş takipçiliği yapan boğazı delik aletle konuşan Nadir'in yeri de orada ki kebapçılar da tamamen  yıkılmış yok olmuşlardı.

İl Emniyet Müdürü Cevat Yurdakul 1979 yılında öldürülmüş, diğer Emniyet Müdürleri bütünü değiştirilmişti. Asayiş Şube Müdürü değişmiş, Emniyet Amiri olarak bıraktığım bazıları üç sene gibi kısa bir zamanda terfi etmişler, Mehmet Canseven ve Kamil Tecirlioğlu Baş Müdür Yardımcıları olmuşlardı. Onların devresi olan Salih Dost terfi edememiş, Asayiş Şube Müdürüydü. Cinayet Masası Amiri de değişmişti. Cinayet Masası eski memurlarından pek az kişi kalmışlar, bir çok yeni memurlar alınarak mevcut çoğaltılmıştı. Eski arkadaşlarımın çoğu teröristler tarafından şehit edilmişler, bu polis öldürme olayları hala daha devam ediyordu. Bir çok halk polise ve askere düşman edilmişlerdi. Mahallelerde kurtarılmış bölgeler oluşturulmuş, kimse kimsenin bölgesine giremiyor, yanlışlıkla girebilen olduğu zaman o giren kişiler sorguya çekilip infaz ediliyorlardı. Bir kişinin elinde 'Tercüman Gazetesi' olduğu zaman sağcı bilinir ve ilk fırsatta öldürülürdü. Diğer taraftan bir kişinin elinde 'Cumhuriyet Gazetesi' varsa solcu olarak bilinir bir fırsat olduğu zaman o da öldürülürdü. Kurtarılmış bölgelere baskınlar yapılır, umuma açık yerler, kahve ve pastaneler silahlarla taranarak bir çok masum insanlar ve 8-10 yaşlarında çocuklar öldürülürdü. Her gece sağcı ve solcu guruplardan beşer altı şer kişi öldürülüyordu. Otobüs ve servisler silahlarla taranıyor, evler kundaklanıyor, insanlar diri diri yakılıyor, günde iki üç bankalar soyuluyor, bir çokları faili meçhul kalıyordu. Adana Numune Hastanesine yaralı veya tedavi için polis gittiği zaman doğru tedavi edilmiyor, genelde kasıtlı olarak öldürülüyorlardı. İki doktor ve 3-4 hemşire örgüt elemanları olarak yakalandılar. Polis ve asker çaresiz kalmışlar, hatta izinli günlerinde polisleri askerler koruyordu. Öğrenciler okullara guruplar halinde toplu olarak polislerin korumaları altında gidip geliyorlardı. İşte bu guruplar da silahlarla taranıp içlerinde ölenler oluyordu.

Bütün bu olayları yapanlar, daha önce yan yana yaşayan, aynı kahvede oturup birlikte çay içip okey oynayan, birlikte düğün yapıp horon tepen, birlikte kardeşler gibi gün geçiren öz ve öz Türk Milletinden başkası değildi. Komşu komşuyu, kardeş kardeşi öldürüyorlardı. Karşı taraftan birini öldüremezlerse, kendi taraflarından en yakın arkadaşlarını öldürüp karşı tarafın üzerine atıyorlardı. Halk birbirlerine düşman edilmiş, hiç tereddüt etmeden birbirlerini hunharca katlediyorlardı. Vatandaşlar sağ kalmak için mahallelerden başka mahallelere göç ediyorlardı. Üç senede bu kadar değişiklik, bu kadar kin, bu kadar düşmanlık nasıl oluşmuştu? Nasıl olabilirdi? Bu değişiklik neden olmuştu. Bu ülkede iki düşman gurup neden yaratılmış ve birbirlerine düşürül muşlardı? Vukua gelen olayların bütünü kayıtlarda mevcuttur. Bu suçlara karışan bazı polislerin kimlikleri de mevcuttur. Piç Ahmet ve dokuz komiser arkadaşları, bütün bu olayların başlarını çekerken, onlardan kimse hesap sormuyordu ve ortalığı karıştırıyorlardı. Polisin içinde de çok büyük bölünmeler olmuş, bir kısım müdür, amir ve polisler suç işlerken, onların yerine günahsız başka polisler cezaevine girmişlerdir. Mesela Adana Asayiş Şube İdari Büroda görevli Polis Memuru Konyalı Himmet  Deniz Olayı. Bu dönemde vatandaşta yakalanan bir çok silahlar ekspertiz raporu alındıktan sonra siyasi olaylarda kullanılmış ve bu silahlar kullanıldığı olaylardan sonra temiz olarak Adli mercilere gönderilmişlerdir.

Bakın bu çok önemli; 1978-79-80 bu üç yıllık zaman zarfında öldürme, soygun, kundaklama ve toplu taşıma araçlarının taranması gibi polisiye olayların bütününü çok acil olarak kayıtlardan araştırılıp, bilim adamları tarafından incelemesi gerekir. Hatta bu olaylar da rol almış, bu olayları yaşamış bazı kişilerden de soruşturularak, tarafsız incelenmesi ve rapora dökülerek, bütün bu olayların okullarda ders olarak okutulması, ibret verici bu olaylar, yakın tarihimizde yerini alarak Türk Gençlerinin uyarılmaları sağlanıp, iler ki yıllarda bir daha bu şekilde böyle tuzaklara ve oyunlara düşürülmelerinin önlenmesi, gerektiğine inanıyorum. En azından kendi çocuklarımıza gerçekleri anlatmak zorundayız. Çünkü ülkemize yapılan oyunların geçen yıllarda uygulanan oyunların, hatta Osmanlı İmparatorluğunun yıkılması oyunlarının aynısı olduğu anlaşılmaktadır. Aradan zaman geçip unutulduktan sonra aynı oyunların tekrarlanacağı aşikardır. Bu konuda gelecek olan Türk neslinin uyandırılmaları gereklidir. Bu çok büyük bir vatani görevdir. Herkese saygılar.

8 Mart 2019 Cuma

ĞALO MEMET


Adana Cinayet Masasında göreve başladığım ilk yıllarda öyle enteresan polis arkadaşlarımız vardı ki, onları tam olarak anlatmağa kelimeler yetmez. Muş Varto dan bir arkadaş; Komando Yaşar. 

Yaşar 40-45 yaşlarında, 1.55-60 boylarında, zayıf, çelimsiz fakat çok atletik, bütün hareketler kendisinde ‘tik’ haline gelmiş, tipik bir arkadaşımızdı. Sorguda adamın bir ayaklarına, bir de başının tepesine bakar, gözleri fırdöndü gibi döner, insanı şaşırtır, bir dakika da çorap söküğü gibi çözer, konuşturur, suçunu itiraf ettirirdi. Diyebilirim ki içimizde kendine göre en çok kurnaz olan arkadaşlardandı ve koca Adana da onun ismini duymayan, tanımayan yoktu. Birisiyle konuşurken 'Cinayet Masası' desen, hemen 'Komando Yaşar' ile mi ağabey diye sorarlardı.

Bazen başı dara girdiği zaman Kısım Amirinin gözüne girmek veya Kısımda ki yerini sağlamlaştırmak için hemen koşar Dağlıoğlu Mahallesine hemşerilerine ait kahveye gider, oturur. Bu Mahallede oturan bütün Kürtleri başına toplar. Emniyet Müdürlüğü Asayiş Şube Ekipler Amirliğinde çalışan bir polis hemşerisi, adı Mahmut ta 'Maho' derlerdi, onu da çağırır ve durum değerlendirmesi yapar, talimatlar verirdi. Hele bir seferinde gece çocuklar sokakta bir mantar tabancası patlatmış. Asayiş ekiplerinde ki polis hemşerisi Maho da güya o saatlerde ekibi ile rastlamış. Saat yirmi bir de, herkes telsizleri tam olarak dinledikleri sıralarda Haber Merkezine anons etmişti; “Merğez, Ağabey, Dağlıoğlu Mahallesinde büyük bir olay olmıştır. Bütün aşiretler birbirlerine girmiştir. Keleşler patlamıştır. Ağabey, kan gövdeyi götürmiştir. Bizler de zor durumda kalmıştır. Adana da ne kadar hekip varsa hepsi buraya gönderin. Ekipleriniz yoğsa yalnız Komando Yaşar gelsin yeter, olay bitmiştir. Bilgilerinize arzedilmiştir. Tamam Merğez.” Demişti ve bu anonstan dolayı soruşturma geçirdiği de söylenirdi. 

Halbuki Komando Yaşar küçücük, insanların arasında iyice bakmazsan görünmez, kayıp olurdu. Tabi biz yakın arkadaşları anonsu duyunca anlar konuyu günün mevzusu ederdik. Hatta Kısım Amiri Cihat Bey de artık anlamış yeri geldiği zaman Yaşar'a takılır dururdu.

Yine Muş'tan bir arkadaşımız daha vardı. Bu Komando Yaşar'ın hemşerisi, Mehmet. Onu herkes Ğalo Memet diye tanırlardı. Ğalo Zazaca ‘DAYI’ demek miş galiba. O da aksine bir boğa gibi güçlü, iri yarı ve iki metreye yakın boyu ile arabalara zor sığardı. Esmer, kaşları ile saçları bitişik. Göğsü misina kalınlığında yarı beyazlanmış gür kıllar ile kaplı. Uzun burunlu, saçları devamlı dik duran görmeğe değer 50 yaşlarında bir insandı. Emekliliğine az kalmış olan Ğalo Memet, iri yarı, cüsseli olmasına rağmen hiç kimseyi incitmek istemez, herkesi acıyan bir yürek yapısına sahipti. Allahtan başka kimseden korkmaz, her zaman vicdanının sesine göre hareket eder, asla kimseye haksızlık etmezdi. Arkadaşlar arasında iyi bir sevgi bağı vardı, fakat herkes Ğalo Memet'i daha çok severdi. Diğer hemşerisi Komando Yaşar ile de hiç geçinemezlerdi.

Bir cinayet ihbarı aldığımız zaman olay yerine giderken, arabamızı kullanan Konyalı Fahrettin sivil Reno arabamızın sirenine basar, araba canavar düdüğü ile Adana sokaklarını inim inim inletirken, önümüzde bütün arabalar sağa sola kaçışır, bazı insanlarda bizleri görüp tanımak için döner caddeye arabamıza doğru bakarlardı. On beş yirmi günde bir tanınmamak için arabamızın plakasını değiştirir, başka plaka ile göreve çıkardık. Trafikte dört beş adet üzerimize kayıtlı plakalar vardı. Onlardan birini kullanırdık. Fakat bizim Ğalo Memet'i gören bir daha unutması hiç mümkün olmazdı, hemen tanırlardı. Hatta bazı geceler çorba içmek için lokantaya gittiğimiz zaman, çorba paramızı verirler, kim ödediğini de bilemezdik. Bir seferinde tanımadığımız Emekli bir Emniyet Müdürü; "Çocuklar siz üzerinde niçin duruyorsunuz ki? Sizleri çok sevdiğim ve hayran olduğum, her zaman isminizi duyunca gurur duyduğum için çorba paralarınızı ben ödedim." demişti ve biz de müdürümüzden özür dileyip lokantacıyı af etmiştik.

Bir an evvel olay yerine gidebilmek için can atarken, arabada ön tarafta oturan ve oturduğu yere doğru dürüst sığamayan, iri yarı, yapılı, Ğalo Memet ön kapıyı açar. Zor bela belden yukarısını arabadan dışarı çıkarır. Yarım açık olan kapının üstü ile arabanın tavanını tutar. Yarısı içerde yarısı dışarda ayakta durur. Onun ağırlığından araba hafifçe sağa sola yalpa yaparken son surat öyle giderdik. Bir taraftan da Ğalo Memet Şoför Fahri'ye bağırırdı; “Sirene bas Fahri, sirene bas, bas, bas, tepikle, Fahri, tepikle, tepikle.” Der, önde ki arabaya çok yaklaştığı zaman da; “Fahri frene bas, frene bas, bas, bas, bas frene Fahri frene.” Diye bağırır, kendisine göre tehlikeyi atlattık mı, yine “Sirene fahri, sirene bas.” Diye Fahrettin'in işine devamlı karışırdı. 

Fahrettin'i o kadar çok bezdirmişti ki, bir seferinde arabayı sağa çekmiş durmuş ve “O kadar iyi biliyorsan al sen kullan. Yahut ta şu ağzını bir kapat, Ğalo." diye şoför Fahrettin ona bozuk atmıştı. Zamanı olmamasına rağmen, hepimiz de çok gülmüştük. Ğalo Memet Fahrettin'e "Kötü mü oğlum yardımcı oluyoruz işte." demişti. Kendisi ehliyeti vardı fakat hiç araba kullanamaz zaten doğru dürüst arabaların içine de sığmazdı. Güç bela sığsa da öte beri dönemezdi. Böyle vücuda karşılıkta bayağı sportmen bir yapısı vardı.

Adana Kiremithane Mahallesinde oturan Kürt ve Zaza vatandaşlar bir suç işledikleri zaman biz kapılarını çalınca, kesinlikle kapıyı açmazlardı. İçerden “Kiee (Kimsin)?” diye sorarlar, Ğalo Memet te dışarıdan “Ezim, ezim. hele deri veke. (benim, benim, hele kapıyı açın.) derdi ve kapıyı açarlardı. Bir seferinde suçluyu yakalamak için akrabalarından biri ile Urfa Halfeti'ye gideceğimiz zaman, iki kişiyi öldürüp firar eden Katil'in yerini, birbirlerine Kürtçe "Polisleri Yukarı Aram Köyüne sakın götürme, diğer köyleri gezdir." diye tembihleyince, Ğalo Memet anlamış ve Yukarı Aram Köyüne giderek suçluyu yakalamıştık. 

Bazen de silahlı çatışmaya girdiğimiz zaman o siperden çıkar ateş edenlerin üstlerine ateş ederek koşardı fakat Allahtan da bir şey olmaz vurulmazdı. Biz bir şey deyip kendisini ikaz ettiğimiz zaman; "Ben Şıh çocuğuyum oğlum, bana bir şey olmaz, korkmayın. Siz kendinizi koruyun." derdi. Suçlular direnip gelmek istemedikleri zaman bazen omuzlarından tutar, yerden kaldırarak havada çanta gibi taşır ve öyle arabaya getirir koyardı.

Bir defa da trafikteki bir tartışma yüzünden bizi döveceklerdi. Kozan Yolunda bir Ford minibüs ile önümüzü kesip, altı kişi birden arabalarından indiler. Biz de mecburen durduk. Reno arabada üç polis arkadaş oturuyorduk. Her birimiz uzun saçlı, sakallı, hippi filan. Adamlar gelip ellerinde sopalarla arabamızın etrafını çevirdiler. Bizim arabayı kullanan Pinkerton Şahin “Hadi Ğalo, hallet bunları, ama ufalama.” Dedi. Ğalo Memet biraz uğraştıktan sonra iki metreden uzun boyu, o kara yüzünün içinde gece parlayan aslan gözleri gibi alev saçan gözleri ile bakarak, arabadan zor şer inip, kale duvarı gibi adamların önüne dikildi ve bir şeyler homurdanıp üstlerine doğru yürüyünce, biz hiç inmedik “Adamlar yok ağabey, ağabey biz kavga etmeğe değil, size hal hatır sormağa durduk. Hem bir de adres soracaktık” Dediler ve koşarak geri arabalarına bindikleri gibi kaçıp yok oldular. Hatta bir arkadaşları arabaya binememiş, o yaya arkalarından, öbürüler araba ile kaçmış bir dakika da kayıp olmuşlardı.

İki yıla yakın beraber çalışabildik Ğalo Memet ile. O tam emekli olmağa yakın, sonra bir daha dönmemek üzere aramızdan ayrıldı, gitti. Bilmiyoruz belki bizden memnun değildi de gitti. Çok uzaklara gitmiş olacak ki, bir daha da hiç göremedik. O sevgili arkadaşımızdan hiç bir haber de alamadık. Kendisi de o sevdiği, birlikte ölüme koştuğu arkadaşlarının hiç birini özlemedi ve beni dahi arayıp bir haber vermedi. Ailesi, yakınları, hiç bir seveni de bir daha ondan bir haber alamadılar. Onları da aramadı. O herkesi terk etti gitti. Küçük bir kızı vardı, üç-dört yaşlarında, Aşmera. Beni bazen gördüğü zaman sorardı; "Recep Amca, Babam senin iyi arkadaşındı, gelmeyecek mi? Ne olur? Söyle de eve gelsin!" derdi. Evet artık Ğalo Memet aramızda yoktu ve o daha hiç gelmeyecekti.

Adana Karşıyaka tarafında girdiğimiz silahlı bir çatışmada kör bir kurşun ile şehit olmuştu Ğalo Memet. Bir türlü söylemeğe dilim varmıyor. O ebediyen aramızdan ayrılıp gitmişti. O ağır adam bir kuş gibi uçup gitmişti. Sadece yukarıda anlattığım hatıraları, unutulmamak üzere 
aramızda kalmıştı. Daha sonraları ailesinden de bir haber alamadık. Kalanlarına sağlık ve uzun ömürler, kendisine de rahmet diliyorum.

5 Mart 2019 Salı

BİRİ BELE BİRİ BELE

Yurt dışından dönüşümde yine Adana İli Emniyet Müdürlüğü Personel Şube Müdürü beni tanıyordu ve eskiden çalıştığım Asayiş Şube emrine verdi. Asayiş Şube Müdürü Salih Bey de tekrar eski Kısmım Cinayet Masasında görevlendirdi.

Burada eski arkadaşlarımdan pek az kişi kalmış, yeni arkadaşlar gelmişler ve kadro çoğaltılmıştı. Kısım Amiri Başkomiser Orhan Behiç Bey olmuştu. Yeni arkadaşların hepsi de hakikaten çok değerli kendilerini yetiştirmiş her konuda dört dörtlük arkadaşlardı. Kunta Kinte Halil, Ayı Mahmut, Paçacı Kemal, Dedektif Abdulvahap ve Yovrum Alaattin bunlar unutulacak arkadaşlar değillerdi.

Hem görev yönünden hem de karşılıklı ilişkilerden herkes birbirlerini çok sever sayar ve asla kimsenin incinmesini istemezlerdi. Ve bazen de yeri geldiği zaman aramızda hiç akla mantığa sığmayan hareketlere şahit olurduk.

Mesela hatırladığım kadarıyla Kunta Kinte Halil ışıklar söndüğü zaman Başkomiser Orhan Behiç Bey bağırırdı “Ceyranlar mı gitti Halil?” Kunta Kinte Halil de bir sandalye üzerine çıkıp işaret parmağını duyunun içine ampul takıldığı yere sokar ve ceyran olup olmadığını anlamağa çalışır, elektrik kendisini çarpmayınca; “Evet Başkomiserim elektrikler kesilmiş.” Diye cevap verirdi. Ceyran olsa nasıl cevap vereceği de tabi merak konusu.

Antepli Yovrum Alaattin şişe dibi gibi kalın cam gözlükleri ile araba kullanır, il dışı görevlere gider gelirdik; “Hiç korkmayın arkadaşlar araba ile on iki takla attım. Çok şükür kimsenin burnu kanamadı.” Derdi. Hatta bir sefer evrak imzalatmak için Müdürün makamına girmiş, Müdür kendisine tuhaf bakarak gülmüş. Bu duruma içerlenen Alattin'in sağ gözü de biraz puslu de görüyormuş. Acaba gözlüğümün camı mı kirlendi diye çıkarıp gözlüğün camını silmek isterken o şişe dibi gibi kalın olan gözlük camlarından biri yok. Gözlük gözünde bir camı var fakat öbür camı yok cebine düşmüş. Müdür Bey de böyle görünce gülmüş.

Bir gece saat 02.00 sıralarında Kısma geldiğim zaman, bütün koltuk ve sandalyeleri kaldırmışlar, içeride bütün ışıkları yakmışlar, pür dikkat bir şey ararlarken gördüm. Kardeş gibi sevdiğim Malatyalı Abdulvahap’a ne aradıklarını sordum. O da “Kardaş Almanya dan getirttiğim İbalo çakmağımı  kayıp ettim, onu arıyoruz.” Dedi. Ben de çok üzüldüm. Almanya dan getirttiği bir İbalo çakmağı vardı, onu kayıp etmiş. Kendilerine eşlik ettim ve yarım saat kadar ben de aradıktan sonra tekrar sordum; “Burada yok, başka yerde düşürmüş olmayasın?” dedim. “Ya biz onu öğlen şehirde lokantada yemek yedik te orada düşürdüm.” Dedi. “E..Peki siz şimdi burada niçin arıyorsun?” dedim. “Gardaş oraya da gittik te orası karanlıktı, arayamadık, burası aydınlık, onun için burada, içerde arıyoruz.” Dedi. Belki de on beş kilometre uzakta çakmağı kayıp etmiş, o burada herkese çakmak aratıyor. O çakmağı arayanların hepsi utandıklarından etrafa kaçıştılar. Ben de kendilerine tembihledim; bir daha bana Temel den fıkra anlatmayacaklardı.

Bir gün Karslı Paçacı Kemal, Abdulvahap filan birkaç kişi tartışıp duruyorlardı. 'Ezine' hangi İlin İlçesidir? Tartışma epey uzadı fakat ben hiç karışmıyorum sadece dinliyordum. Onlarda benim bu tartışmaya katılmamı istiyorlardı. Belki yanlış bir şey konuşursam alay konusu yapacaklardı. Bu nedenle ben sadece dinlemeği tercih ediyordum. Abdulvahap bana sordu; “Recep sen bilmiyor musun? Ezine Rize’nin İlçesi değil midir? Dedi. Ben de gayet ciddi; “Evet Ezine Rize’nin İlçesidir fakat Trakya da Çanakkale’nin yanın da duruyor.” Dedim. Gülüştük tabi.

Abdulvahap dedik te sadece bir tane değil ki onun yaptıkları anlatmakla bitmez. Her çeşit yazışmaları dört dörtlük yaptığı gibi Kısım arabalarını da kullanırdı. Kendisi hakikaten çok profesyonel bir şofördu. Ben yeni geldiğim zamanlar ilk defa Kısımdan eve giderken o kullandığı arabaya bindim. Emniyet Müdürlüğü Nizamiyeyi çıktıktan sonra fırsat bulsam o Ceyhan yolunda araba giderken kendimi arabadan aşağı atacaktım. Meğer diğer arkadaşlar bildiği için beni arkaya iki kişinin arasına oturtmuşlar o nedenle atlayamamıştım. Sonraları alıştım. 

Hani iki şoför kahvede oturup konuşuyorlarmış ya, biri; “Ben araba kullanırken öyle hızlı gidiyorum ki cadde kenarında ki ağaç ve direkleri perde gibi görüyorum.” Diyormuş. Öbürü de “Seninki de hızlı mı kardeşim? Ben virajları dönerken kendi bindiğim arabanın arka plakasını okuyorum.” Diyormuş. Bizim Abdulvahap virajları dönerken arka plakasını okuyor muydu bilmem fakat cadde de Abdulvahap’ın kullandığı araba hiç görünmezdi. Dışarda ki ağaç ve direkleri nerden göreceksin? Sadece yanlamasına hortum şeklinde bir toz bulutu, toz toprağın az ilerisinde de arabasının uc kısmı, o da yerden kalkan tozların yetişemediğinden çok az görünürdü. Eskiitasyon Bölgesinde oturan Yovrum Ahmet’i gün ortası evinden  almağa veya bırakmağa gittiğimiz zaman, mahalle sakinleri kadınlar sokağın sağında solunda oturmuş dedikodu ettikleri sırada bizim Abdulvahap’ın arabası sokağın başında göründüğü zaman üstünde oturduğu yastığını kapan yastığı ile, yastığını kapamayan kendisi caddenin sağında solunda canlarını kurtarmak için çil yavrusu gibi, biri o tarafa, biri bu tarafa dağılır, kaçarlar. Görmemiş olanlara da geç kalıp canlarından olmasınlar diye bağırırlardı "Kaçın! Kaçın! O deli şoför geliyor." Abdulvahap ta aralarına dalar oraları yıldırım gibi geçerdi.

Sonra da arabanın içinde iki elini direksiyondan bırakıp geriye bize doğru döner, gözlüklerinin üstünden bakar ve iki eli ile ön tarafı işaret ederek; “Biri beleee, biri belee” diye bağırırdı. Siz anlamazsınız ben anlatayım; yanı biri o tarafa biri bu tarafa kaçıyorlar demek isterdi. Sevgili Abdulvahap’ım bu yazımı biliyorum mutlaka okuyacaksın, sen ne düşüneceksin bilemem fakat ben bunları yazarken zaman zaman gözlerim yaşardı, bunu bilesin. Sevgiler. Selamlar. Sana uzun ömürler....