SAYFALAR

10 Aralık 2018 Pazartesi

TÜRBE

1986 yılı Ocak Ayının çok soğuk ve ayaz bir Ankara günü ve gecesi. Ekip arkadaşlarım; Aziz Ata, Müjdat Arayan ve Cengiz Şutanrıkulu ile birlikte Ankara Hırsızlık Masası Nöbetçi Ekip olarak sabah saat 08.00 sıralarında görev alıp telsizle anons ederek Haber Merkezine nöbetçi olduğumuzu bildirdik. Hemen akabinde saygı değer Asayiş Şube Müdürü Bahri Bey telsizle anons ederek iki kelime ile ; “Bana gel !” dedi.

Asayiş Şube Müdürümüz Bahri Bey mahiyetiyle hiç yüz göz olmaz, kimseye yüz vermez ve haksızlık ta etmez ender bulunur insanlardan birisiydi. Beni birkaç defa haksız yere azarlamasına rağmen kendisini çok severdim ve kendisinin de beni sevdiğini ve her şeyden evvel çok güvendiğini hissederdim. Aynı zamanda da Hopalı hemşerimiz olduğundan hiç çekinmeden kendisiyle konuşur, icabında fikir beyan ederdim. 

Yolda memur arkadaşlar; “Kesin hakkımızda bir şikayet vardır. Ne diyeceğiz, ne yapacağız?” diye dertleşip duruyorlardı. Ben; “Kendinizi yoklayın, eğer yaptığınız bir suç varsa şimdi bana söyleyin. Ben bileyim. Eğer suçunuz yoksa da korkmayın. Bir şey olmaz.” Dedim. Çünkü Müdürün böyle direk ekibi çağırması hem de telsizle, olağan dışı bir şeydi.

Merdivenleri ikişer üçer atlama çıkarak makamın kapısına gittik. Sekreter haber verdikten sonra arkadaşlarım koridorda beklerken beni çağırdı ve içeri girdim. Öyle tedirgin başımla bir selam verdikten sonra hazır ol da beklerken, hemen misafir sandalyesini gösterdi ve “Gel Recep otur.” Dedi. Öyle sinirli bir hali yoktu. Ne ise şikayet filan olmadığını ve bir görev olduğunu tahmin ettim ve biraz rahatladım. 

Çekmecesinden bir kağıt çıkardı ve “Saman Pazarını biliyor musun? At pazarına çıkarken sağ tarafta 200 metre kadar içerde Aslanhane Camii yakınlarında orada kim olduğu bilinmeyen bir türbe varmış. Bu türbenin  kapı kilidi hafta da bir değiştiriliyormuş ve burada teröristler barınıyorlarmış. Hiç kimseye bildirmeden direk bana bilgi vermek suretiyle takip et ve olayı öğren, gerekirse başka ekiplerden de takviye alarak bu teröristleri yakalayacağız.” Dedi.

Hiç fikir beyan etmeden ayağa kalktım, bir selam daha vererek; “Başüstüne Müdürüm.” Dedim ve notlarımı aldıktan sonra geri döndüm, tam kapıdan çıkarken "Dikkat et, bir sakatlık olmasın, şahıslar terörist ve Kaleşinkov tüfekleri var.” Dedi. Tekrar "Baş üstüne." dedim ve oradan ayrıldım.

Buzda kayan kabak tekerlekli mavi renkli plakasız Ford minibüs arabamızla zor şer Samanpazarına gittik. Ekibime beni beklemelerini söyledim ve tek başıma bahse konu yere giderek önce tespit ettim. Oralardan defalarca geçmiş olmama rağmen hiç dikkatimi çekmemiş ve o yeri görmemiştim. Silahçıların oradan sağ tarafa doğru 200 metre kadar ileride, yolun altında Orta Çağdan kalma, bir kale gibi yüksek ve kalın taş duvarlar la çevrilmiş, avlunun ortasında büyük birkaç tane kavak ağacı olan, büyük demir kapılı bir yer vardı. 

Demirden yapılmış eski zaman usulu büyük ve kilitli bir kapısı vardı. Anahtarsız girilmesi de imkansız gibi bir şeydi. Dışarıdan kimseye çaktırmadan karanlıkta etrafında dolaşarak iyice tespit ettim. İçerde yukarı tarafta bir daha demir kapılı bir oda görünüyordu. Anlaşılan o muhterem Zat’ın mezarı, yanı türbe bu oda da bulunuyordu. Çünkü öyle dışarıda görünen mezar filan yoktu. Sadece kavak ağacının dökülen yaprakları süpürülerek bir araya toplanmış, öyle yığın halinde bırakılmış, göründüğü kadarıyla yerler tertemiz duruyordu.

Akşam saat 21.00 sıralarında arabayı uzakta bıraktıktan sonra bu yere arkadaşlarımla birlikte geldik. Karanlık olmasına rağmen yerde ki donmuş karların parıltısıyla bazı yerler bayağı aydınlık olmuş, ışıksız sağı solu görebiliyorduk. Gecenin karanlığında oda gibi gözüken yerin yanındaki kavak ağacının uzun dallarına tutunarak üzerinden iki kişi içeri de ki küçük kulubenin üzerine ve oradan da yere atladık. İçerde ki kulubeninde demir kapısı vardı ve o da kilitliydi, açamadık. Her tarafı iyice aradık. Hiçbir suç unsuru veya emaresi yoktu. Dışarıda da çevresi çevrilmiş, küçük bir çocuk mezarı vardı. Ne ise silahlar bu mezara filan gömülmüş olabilirdi. İki memurlarım Müjdat ve Cengiz'i orada bırakarak karakol kurdurdum. Bekleyecekler ve gelen giden olursa bana telsizle sinyal vereceklerdi. Ben diğer memurumla arabamız gittiği kadar hırsızlık olay yerleri incelemesi ve diğer görevlere devam ettim.

Gece saat 02.00 e kadar karakol kuran memurlarımdan hiçbir ses çıkmadı. Aynı şekilde kavak ağacının dallarından faydalanarak avluya atladım ve yanlarına gittim. Çünkü ihtiyaçları olabilirdi. Çok soğuk olduğu için memurların üşüdüklerini fark ettim. Artık kurduğumuz karakolu kaldıracaktım. Kendimize ait ceplerimizde ki anahtarları aldım. O kilitli olan hiç penceresiz odanın demir kapısında ki kilit üzerinde anahtarların her birini deneyerek kapıyı açabilmek için kapı kolunu da aşağı yukarı hareket ettirirken arkadaşlarımda ellerinde el fenerleri ile ışık tutuyorlardı. Ben kilitli bu kapı kolunu yukarı doğru kaldırırken içerden birisinin kolu aşağı bastığını hissettim. Yanı biz dışarıdan kapıyı açmağa çalışırken içeride yatırın yanında bir veya bir kaç kişi adam vardı. Orada karanlıkta bekliyorlardı ve onlarda içerden kapı kolunu tutarak açmağa veya bize açtırmamağa çalışıyorlardı. Biz gece saat 21.00 sıralarında oraya gittiğimize göre demek ki onlar daha erken gidip içeri girmiş saklanmışlardı. Arkadaşlara bağırarak birden yanlara doğru açıldık ve silahları doğrultarak; “Polis teslim olun.” Diye bağırdık. 

Kapı içerden içeri doğru açıldı. İçerisi zifiri karanlıktı. El fenerinin ışığı ile gördüm, sakallı genç bir tek kişi ellerini kaldırmış, hiç sessiz kapının önünde içeri tarafta duruyordu. Genci kollarından kaptığım gibi dışarı çektim ve yere yatırdım. Üstünü aradık hayret üzerinde silah filan yoktu. Hiç konuşmasına fırsat vermeden kelepçe vurduk ve kaç kişi olduklarını sordum. O da şaşırmış bir şekilde tır tır titriyordu; “Tek kişiyim ağabey.” Dedi. “Arkadaşların nerede?” dedim. “Hiç arkadaşım yok Ağabey.” Dedi. Yalan söylüyordu. 

Terörist olur da hiç arkadaşı olmaz mı? Orada her tarafı aradık . Hakikaten hiç kimse yok. Kaleşinkov tüfek, silah filan da yok. O kapalı olan ve gencin içerden açtığı yerde öyle güzel yapılmış sarıklı birkaç mezar, mezarın yanında ise duvara diklenmiş bir adet mızrak, bir adet kırık mızrak, bir kaç tane ok ve bir de yay ve tespihler vardı. O mızrağın ucu o kadar keskindi ki arama esnasında elime sürünmüş ve küçük bir yara etmişti. O yara üç dört ay iyileşmedi elimde kaldı. 

Bu gençte ki anahtarlarla dışta ki normal giriş kapısını açtık ve sokak lambasının altına gelince gencin kimliğine baktım. Tunceli Mazgirt nüfusuna kayıtlı Hüseyin. Büromuza geldik ve ‘Yakalama Üst Arama Tutanağı” tanzim ederken bir taraftan da arkadaşlar bu gence bir şeyler soruyorlardı. 

Hüseyin, Ankara Dil Tarih Coğrafya Fakültesinde öğrenciydi. Abidinpaşa da bir bekar evleri vardı ve üç arkadaş orada kalıyorlardı. Abidinpaşa da ki evlerinde de arama yaptık. Terörist filan değil hepsi temiz çocuklardı. Kısma bile getirmedik. 

İfadesine göre Hüseyin bize şöyle anlattı; 

“Ağabey benim memleketim Tunceli ve Aleviyim. Bu gördüğünüz mezar Hazreti Ali’nin mezarıdır. Dünya da Hz. Ali’nin mezarını bilen kimse yoktur. Hazreti Ali öldürüldüğü günün sabahı camiye giderken oğulları Hasan ve Hüseyin’e ‘Beni bugün öldürürlerse cesedimi almağa bir adam gelecek, ona teslim edin ve sakın takip etmeyin beni de merak etmeyin.’ diye vasiyet etmiş. Hakikaten o sabah camide sabah namazı kılarken şehit edilmiş. Cenazeyi camiden eve getirdikleri sırada iki at koşulu at arabasıyla bir adam kapılarına gelmiş ve cenazeyi istemiş. Adamın kafası tanınmamak için kapşonla örtülüymüş. Hasan ve Hüseyin babaları Hz. Ali’nin cenazesini bu adama teslim etmişler. 

Adam oradan uzaklaştıktan sonra pişman olmuşlar ve atları ile dört nala giderek adamdan babalarının cenazesini geri almak istemişler. Tam yakalamışlar cenazeyi geri alacakları zaman at arabasında ki cenazeyi bunlardan alan adam birden geri dönerek yüzünü bir açmış ki, babaları Hz. Ali’nin kendisi. Çocukları cesedi geri alamamışlar ve kendi cesedini Hz. Ali kendisi almış gitmiş. Nereye götürdüğü belli değil. Onun mezar yeri bilinmiyor. Ben haftada bir bu zat'ı rüyamda görürüm ve beni çağırır ben de gelir buraları temizler ona hizmet ederim. Bazen gelen ziyaretçilerden rahatsız olduğunu bana söyler, ben de giremesinler diye kapının anahtar göbeğini değiştirdim. İçeri giremeyen mahalle kocakarıları da tekrar kilidi değiştirdiler. Ben tekrar değiştirdim. Bu böyle birkaç kez devam etti.” Dedi. Zaten mahalle sakinleri de devamlı kilit değiştirildiğinden şüphelenmiş ve Asayiş Şube Müdürümüze teröristler olabileceği şeklinde ihbar etmişlerdi. Müdürümüz Hüseyin ile görüştükten sonra terörist olmadığı anlaşıldı ve Hüseyin'i serbest bıraktık.

Hüseyin’in hiç parası de yoktu. Ertesi gün arkadaşlardan toplayıp biraz harçlık verdim ve salıverdik. Başka zamanlarda da ara sıra yanıma gelir ben yine para toplar harçlık verirdim. Sonra ben tayin olup Asayiş Şubeden gittikten sonra uzun süre buluşamadık. 9-10 yıl önce emekli olunca aklıma geldi ve Kuyumcu arkadaşım Uğur ile birlikte o yere gittik. Hüseyin hala orada, ihtiyar olmuş, saçları dökülmüş, ziyarete gelenlerin bahşişleri ile geçiniyor ve burada kalıp bekar yaşıyordu. Beni tanımadı. Ben de tanımadım. Olayı anlatınca hatırladı ve boynuma sarılıp ağladı. Okulu bitirememiş bırakmıştı. “Ağabey teröristler Tunceli de halkı toplar Polisin faşist ve düşman olduklarından bahsederlerdi. Halbuki ben sizlerden gördüğüm iyiliği hayatımda hiç kimselerden görmedim.” Diyor ve yüksek sesle ağlıyordu.

Geçenler de aynı yere ziyarete tekrar gittim. Olay sırasında 24 yaşlarında olan, daha sonra da gördüğüm zaman ihtiyarlamış, saçları dökülmüş olan Hüseyin orada yok. Uzun süre bu Zat’a hizmet ettikten sonra hakkın rahmetine kavuşmuş. Bu Türbe Kültür Varlıkları Eski Eserler Yüksek Kurulunca koruma altına alınarak ve Hz. Ali değil de TİRİTZADE HACİ HÜSEYİN Türbesi olduğuna karar verilmiş. İçinde ben gördüğüm ve benim elimde yara açan mızrak, yay, oklar ve tespihler de yok. O heybetli göğe doğru yükselen kavak ağaçları da yok, kesilmiş. Hüseyin den sonra hemen karşısında ki aile türbenin bakımını üstlenmiş. Yaa yalancı dünya işte. Bir daha da gitmem zaten oralara.


9 Aralık 2018 Pazar

BASKIN

Şimdi haberlere bakıyorum da hep köşe bucak depo basıp kuru soğan arıyorlar. Aslında mal benim değil mi? Saklarım da, suç değil fakat suç olması için yakında hakkında kanun da çıkarırlar. Benim aslında anlatmak istediğim, sizlerin belki de ilgisini hiç çekmeyecek fakat benim için çok önemli olan başımdan geçen bir olay;
Ankara Emniyet Müdürlüğünde iken bir ihbar mektubu gelmişti. Adres verilerek Maltepe de bir bakkalın el altından kaçak olarak sigara satttığı ve kaçak sigaraları orada bakkalında sakladığı bildiriliyordu. Hakikaten de Marlboro, Kent, Camel gibi kıvır zıvır sigaralar çok yasaktı. Tombalacılar bile bu sigaralara gizlice köşe başlarında tombala çektirirlerdi. Hatta iskambil kağıtları da yasaktı yakalanırsa çok fazla cezası vardı.
Öğlen üzeri bahsekonu bakkala gittik. Bir kişi dükkan sahibi ile ilgilendi. Diğer memurlarım o küçük iş yerini altını üstüne getirdiler. Terekte duran sigaralardan başka sigara yok. Dükkan sahibi arada soruyor; "Ağabey ne arıyorsunuz? Hiç birimiz adama ne aradığımızı söylemiyoruz. Cevap bile vermiyorduk.

Hiç bir şey bulamadık. Sıra tutanak tutmağa geldi. Dükkanda tutanak tutup, belki evinde saklar düşüncesi ile dükkanı kapatıp, dükkancı ile birlikte evine gidip bir de orada arama yapacaktık. Öyle ya ciddi bir suç, doğmamış yetimlere bile bu adam kazık atıyordu.
İş Yeri Arama Tutanağı tanzim ederken, bakkalcının yanında ben söyleyip bir memur arkadaş yazıyordu. İşte "Bahse konu ihbar mektubunda adı geçen falana ait bakkal dükkanında söz konusu kaçak yabancı sigaralara aranmasına rağmen, sigara ve suç teşkil edecek hiç bir şeye rastlanmamış olup" derken dükkan sahibi "Hop, hop, bir dakika dur Ağabey, siz bana sormuyorsunuz ki söyleyim, kendiniz de bulamadınız. Sigaralar şurada kapının arkasında fakat kaçak değildirler. Bir aydan beri kanun çıktı, satışı yasaldır. Herkes satıyor" dedi. Haydaa bir araştırdık ki gerçekten doğruymuş Turgut Özal yasa çıkartmış ta bizim haberimiz yokmuş. Bilmem sizler de şaştınız mi?

Aslında tecrübenin sonu yoktur. Ondan sonra her gittiğim baskında mekan sahibine; "Dükkanında veya evinde ne var, ne yok? Suç teşkil eden eşyaların varsa getir veya bana göster. Yanında suça bulaşmış kişiler varsa onları da bana göster. Ben arayıp ta bulmayım." Diye ikaz erdim ve inanın çok daha iyi neticeler alırdım. 

 

 

23 Kasım 2018 Cuma

ÖĞRETMEN OLDUM

Rize Lisesini bitirdikten sonra 1967 yılında Rize’li İdris isminde liseden bir arkadaşımla birlikte Erzurum da tek odalı bir ev tuttuk ve Atatürk Üniversitesine kayıt olduk. Kış geldi çattı, evde soba yok, odun yok, kömür yok, tezek yok, elde avuçta para da yok. Hep yorganın altında bu kış çıkmayacak. Doğrusunu isterseniz aslında doğru dürüst bir yorgan da yok.

O zamanlar bizim gibilerin çalışmaları da adet değildi. Yoksa adetti de biz mi bilmiyorduk onu da bilmiyorum. Gündüz soğuk, akşam soğuk, gece durulmuyor çok soğuk, sabah soğuk, bir tarafımız donmuş olarak kalkıyoruz.

Biraz canlanayım diye memlekete yanı Fındıklı’ya geldim. Daha geri gitmek istemedi canım. Kısa yoldan ne yapayım diye düşündüm. Rize de Turist otelin karşısında tepede Rize Erkek İlköğretmen Okulu vardı. Bu okul hem yatılı hem de gündüzlü eğitim veriyordu. Arkadaşlarım oradan mezun olmuşlar, bir kaç yıldır öğretmenlik yapıyorlardı. 

Bir sabah erkenden Rize'ye gittim, Müdür Yardımcısının kapısını çalarak içeri girdim. Kimse yoktu. Ben zaten çekinerek girmiştim ve beklemeyip o işten de vaz geçecektim. Çünkü ümitsizdim. 

Tam dışarı çıktım ki kısa boylu, dolgun yapılı sevecan tipli bir adam rast geldi ve galiba beni yabancı görünce; “Ne var? Ne arıyorsun?” diye sordu. Müdür Yardımcısını sordum. Kendisi olduğunu söyledi. Birlikte içeri odasına girdik. Masada sandalyesine oturdu, beni de misafir yerine oturtmak istedi. Ben önüm ilikli ayakta beklemeğe devam ettim ve kendisine lise muzunu olduğumu, ilk okul öğretmeni olmak istediğimi, bunun bir yolu olup olmadığını sordum. 

Masasının çekmecesinden bir dosya kağıtı çıkardı, masasına koydu ve kendisi söyledi ben yazdım. Çok kısa; Rize Lisesi mezunuyum. İlk okul öğretmeni olmak istiyorum. Gereğinin yapılmasını arz ederim. İsim, tarih, imza. Dilekçemi aldı paraf filan etti ve sumenin altına koydu. Galiba dilekçeyi kayıt filan daha sonra kendisi yaptırdı. Eğitimle ilgili birkaç kitap ismi yazdı. Bunların çoğunu bulamazsın fakat arkadaşlarından sor temin et, güz dönemi imtihan zamanlarında gel imtihanlara gir, kazanırsan öğretmen olursun.” Dedi ve kendi çekmecesinde bulunan üç-dört kitaba ait ders notlarını da bana verdi. Allah razı olsun eğer “Senden öğretmen olmaz.” Deyip te kovsaydı kesinlikle daha devlet dairelerine bir daha uğramazdım.

Sorumlu olduğum ders kitaplarından çoğunu öğretmen arkadaşlardan temin ettim. Bir ikisini bulamadım fakat onların sorularına da mantıki cevaplar vererek o güz yanı, 1968 yılında bir ay içinde bütün ders imtihanlarını kazanarak okulu bitirdim. Rize Merkez Atatürk İlkokulunda Uygulama yaptım ve öğretmen oldum. En son uygulamam 1. Sınıflara idi. Milli Eğitim Müdürü de bu uygulamaya dinleyici olarak katıldı. 

O yıl eğitim sistemi değişmiş, 'tümden gelim.' dedikleri Cümleden gelerek, kelime, hece ve harf öğretme sistemi başlamıştı. Öğretmen harfleri önce ismi ile değil de çevrede bir nesneye benzeterek çocuklara kavratıyordu. Ben de 'Y' harfini sapan kayaya benzeterek çocuklara anlattım. Dersin esas öğretmeni ve Milli Eğitim Müdürü çok memnun kalıp beni defalarca tebrik etmişlerdi. Bazı uygulamalarım o minik yavruların dikkatini çekmiş, ben öğrencileri kontrol ederken 'Y' harfini yapamayanlarla ilgilenip yaptırırken, çocuklardan biri ben öğrenciye yardım ettiğimi görünce, yerinden bir kaç defa sormasına rağmen ben cevap vermeyince, kalkmış, yanıma gelmiş ve ceketimin ucundan tutup çekerek, "Öğretmenim, sen bizum ha bu Yusuf'un nesisun?" diye soruyordu. Tabii ki çocuğun bu hareketine Milli Eğitim Müdürü ve yanındakiler katıla katıla gülmüşlerdi.

Rize Erkek Öğretmen Okulu Müdür Yardımcısı Ahmet Bey bu iyi insan; “Diploman Valilikten geç gelir. Sen bu yazı ile git ve hemen göreve başla.” Diyerek, kendi imzasıyla ‘Okulumuzdan, girdiği imtihanda bütün dersleri başarıyla vererek İYİ derece ile mezun olmuş ve öğretmen olmağa hak kazanmıştır’ diye bir yazı verdi. Çünkü Eylül geçmiş okullar başlamıştı. 

Ben Rize İlköğretim Öğretmen Okulundan Rize Valiliğine yanı Milli Eğitim Müdürlüğüne nasıl gittim bilemiyorum. Merdivenleri üçer beşer çıkarak Milli Eğitim Müdür Yardımcısına gittim. Müdür Yardımcısı Ekrem Bey elimden yazıyı aldı evirdi çevirdi. “Nerde askerlik belgen?” dedi. Haydaa . “Askerliği yapmamışım ki, tecilliyim filan.” Dedim. “Olmaz git askerlik şubesinden sakınca olmadığına dair bir yazı al gel.” Dedi. O zamanlar öyle sabıka kaydı filan istemiyorlardı. “Efendim, ta Fındıklı’ya gitmem gerekir. Başlatın sonra askerlik tecil belgesini getiririm.” Dediysem de yok, anlatamadım. İlle askerlik belgesi dedi. Canım askerlik belgesi de ne ki, Fındıklı’ya gitmek gerekir yoksa askerlik şubesinden bir dakika da alacağım. Bu kadar imtihanları hiç zorlanmadan verdik, sınıfı geçtik te yanı bir belge herhalde zor bir iş değil diye düşündüm.

Günlerden Cuma olduğundan yetişebilmek hemen dolmuşa bindim ve Fındıklı’ya geldim. Şimdi ki Sağlık Müdürlüğünün yanında bir yerde olan askerlik şubesine girdim. Orada ki askere derdimi anlattım. Asker kimliğimi aldı, geniş, uzun ve kalın bir defter getirip bankın üzerine koydu. Kütük Defteri imiş. Sayfalarını açtı, parmaklarını gezdirerek ismimi buldu. Bana bir şey demeden önünde ki defteri, orta yerde oturan Yüzbaşı’ya götürdü. Yüzbaşı orasının komutanıymış. O da defteri biraz inceledikten sonra kalktı yerinden yanıma geldi ve ”Sen liseyi bitirmişsin. Üniversite de tecil istememiş. Tecilin olmamış, asker kaçağı görünüyorsun. Ben nezarete atıp askere göndermem gerekir fakat öyle yapmayım, nezarette kalma da, sen şimdi git, Pazartesi gel askere yollayalım. Asker dönüşü öğretmenlik yaparsın.” Dedi. 

Bir daha haydaaa. Ben asker kaçağıymışım. Biz ne için uğraşıyoruz, adam bize ne diyor? Kimliğimi istedim vermediler. Artık yapacak bir şey kalmadı. Köye çıkmak için arabalara doğru giderken Halamın oğlu İlkokul Müfettişi İsmet Ağabeyi gördüm. Okul hayatımdan filan bir şeyler sorunca, o çünkü beni Erzurum Üniversitesinde okuyor biliyor, öğretmen okulunu bitirdiğimi bilmiyordu. Kendisine durumu anlattım. Mesailer de tam bitmeğe yakındı. “Yüzbaşı benim arkadaşım. Sen burada beni bekle hele.” Dedi ve koşarak Askerlik Şubesine gitti. Ben de karşıda durdum izliyordum.

On dakika kadar sonra elinde bir kağıt ile Askerlik Şubesinden çıktı. Ben karşıdan elinde kağıdı görünce çok sevindim. Yanıma gelince anladım ki bu ben istediğim kağıt değil örnek bir kağıtmış. Alel acele Kaymakamlığa gittik. Orada bir daktilo da o yazının aynısını yazdı. Kendi müfettişlik mührü ile mühürledi ve uyduruk bir imza attı. Güya okuldan Askerlik Şubesine yazı yazılmıştı. Ben çok korktum. Kendimden değil de İsmet Ağabeyden korktum. Bütün meslek hayatı yanardı. "Ağabey anlaşılırsa bizi hapse atarlar." dedim. Çünkü bir nevi sahtekarlık yapıyorduk. "Yok sen korkma, yüzbaşı böyle istedi." dedi. Bu arada da mesai bitmiş daireler kapanıyordu. Ben yine karşıda bekledim. İsmet Ağabey o yazıyı Askerlik Şubesine götürdü. Yüzbaşı gitmemiş onu bekliyordu. Yarım saat kadar sonra İsmet Ağabey Şubeden elinde bir yarım kağıt ve benim kimliğimi sallayarak çıktı geldi. Kağıt ta ‘benim kimliğim ve iki yıl askerlik tecili yapılmıştır.’ Diye yazıyordu.

İki gün sonra Pazartesi günü erkenden Rize Milli Eğitim Müdürlüğüne gittim. Bu sefer iş tamam fakat bazı belgeleri doldurmamı istediler. Yine acaba ne engel çıkacak diye korka korka belgeleri doldurdum. Artık başka bir aksilik çıkmadı. “Özel İdareden maaşını al, sonra da Güneysu Adacami Köyüne git göreve başla.” Dedi, Rize Milli Eğitim Müdür Yardımcısı Ekrem Bey. 1968 yılının Eylül veya Ekim ayları, ilk maaşım 449 lira 35 kuruş. Onun 249,50 lirasını bana verdiler. 200 lirasını Emekli Sandığına kestiler. Bir defaya mahsus herkesten kesilirmiş. Ve Rize Güneysu Adacami Köyünde ilk okul öğretmeni olarak ilk göreve başladım.