SAYFALAR

8 Mart 2019 Cuma

ĞALO MEMET


Adana Cinayet Masasında göreve başladığım ilk yıllarda öyle enteresan polis arkadaşlarımız vardı ki, onları tam olarak anlatmağa kelimeler yetmez. Muş Varto dan bir arkadaş; Komando Yaşar. 

Yaşar 40-45 yaşlarında, 1.55-60 boylarında, zayıf, çelimsiz fakat çok atletik, bütün hareketler kendisinde ‘tik’ haline gelmiş, tipik bir arkadaşımızdı. Sorguda adamın bir ayaklarına, bir de başının tepesine bakar, gözleri fırdöndü gibi döner, insanı şaşırtır, bir dakika da çorap söküğü gibi çözer, konuşturur, suçunu itiraf ettirirdi. Diyebilirim ki içimizde kendine göre en çok kurnaz olan arkadaşlardandı ve koca Adana da onun ismini duymayan, tanımayan yoktu. Birisiyle konuşurken 'Cinayet Masası' desen, hemen 'Komando Yaşar' ile mi ağabey diye sorarlardı.

Bazen başı dara girdiği zaman Kısım Amirinin gözüne girmek veya Kısımda ki yerini sağlamlaştırmak için hemen koşar Dağlıoğlu Mahallesine hemşerilerine ait kahveye gider, oturur. Bu Mahallede oturan bütün Kürtleri başına toplar. Emniyet Müdürlüğü Asayiş Şube Ekipler Amirliğinde çalışan bir polis hemşerisi, adı Mahmut ta 'Maho' derlerdi, onu da çağırır ve durum değerlendirmesi yapar, talimatlar verirdi. Hele bir seferinde gece çocuklar sokakta bir mantar tabancası patlatmış. Asayiş ekiplerinde ki polis hemşerisi Maho da güya o saatlerde ekibi ile rastlamış. Saat yirmi bir de, herkes telsizleri tam olarak dinledikleri sıralarda Haber Merkezine anons etmişti; “Merğez, Ağabey, Dağlıoğlu Mahallesinde büyük bir olay olmıştır. Bütün aşiretler birbirlerine girmiştir. Keleşler patlamıştır. Ağabey, kan gövdeyi götürmiştir. Bizler de zor durumda kalmıştır. Adana da ne kadar hekip varsa hepsi buraya gönderin. Ekipleriniz yoğsa yalnız Komando Yaşar gelsin yeter, olay bitmiştir. Bilgilerinize arzedilmiştir. Tamam Merğez.” Demişti ve bu anonstan dolayı soruşturma geçirdiği de söylenirdi. 

Halbuki Komando Yaşar küçücük, insanların arasında iyice bakmazsan görünmez, kayıp olurdu. Tabi biz yakın arkadaşları anonsu duyunca anlar konuyu günün mevzusu ederdik. Hatta Kısım Amiri Cihat Bey de artık anlamış yeri geldiği zaman Yaşar'a takılır dururdu.

Yine Muş'tan bir arkadaşımız daha vardı. Bu Komando Yaşar'ın hemşerisi, Mehmet. Onu herkes Ğalo Memet diye tanırlardı. Ğalo Zazaca ‘DAYI’ demek miş galiba. O da aksine bir boğa gibi güçlü, iri yarı ve iki metreye yakın boyu ile arabalara zor sığardı. Esmer, kaşları ile saçları bitişik. Göğsü misina kalınlığında yarı beyazlanmış gür kıllar ile kaplı. Uzun burunlu, saçları devamlı dik duran görmeğe değer 50 yaşlarında bir insandı. Emekliliğine az kalmış olan Ğalo Memet, iri yarı, cüsseli olmasına rağmen hiç kimseyi incitmek istemez, herkesi acıyan bir yürek yapısına sahipti. Allahtan başka kimseden korkmaz, her zaman vicdanının sesine göre hareket eder, asla kimseye haksızlık etmezdi. Arkadaşlar arasında iyi bir sevgi bağı vardı, fakat herkes Ğalo Memet'i daha çok severdi. Diğer hemşerisi Komando Yaşar ile de hiç geçinemezlerdi.

Bir cinayet ihbarı aldığımız zaman olay yerine giderken, arabamızı kullanan Konyalı Fahrettin sivil Reno arabamızın sirenine basar, araba canavar düdüğü ile Adana sokaklarını inim inim inletirken, önümüzde bütün arabalar sağa sola kaçışır, bazı insanlarda bizleri görüp tanımak için döner caddeye arabamıza doğru bakarlardı. On beş yirmi günde bir tanınmamak için arabamızın plakasını değiştirir, başka plaka ile göreve çıkardık. Trafikte dört beş adet üzerimize kayıtlı plakalar vardı. Onlardan birini kullanırdık. Fakat bizim Ğalo Memet'i gören bir daha unutması hiç mümkün olmazdı, hemen tanırlardı. Hatta bazı geceler çorba içmek için lokantaya gittiğimiz zaman, çorba paramızı verirler, kim ödediğini de bilemezdik. Bir seferinde tanımadığımız Emekli bir Emniyet Müdürü; "Çocuklar siz üzerinde niçin duruyorsunuz ki? Sizleri çok sevdiğim ve hayran olduğum, her zaman isminizi duyunca gurur duyduğum için çorba paralarınızı ben ödedim." demişti ve biz de müdürümüzden özür dileyip lokantacıyı af etmiştik.

Bir an evvel olay yerine gidebilmek için can atarken, arabada ön tarafta oturan ve oturduğu yere doğru dürüst sığamayan, iri yarı, yapılı, Ğalo Memet ön kapıyı açar. Zor bela belden yukarısını arabadan dışarı çıkarır. Yarım açık olan kapının üstü ile arabanın tavanını tutar. Yarısı içerde yarısı dışarda ayakta durur. Onun ağırlığından araba hafifçe sağa sola yalpa yaparken son surat öyle giderdik. Bir taraftan da Ğalo Memet Şoför Fahri'ye bağırırdı; “Sirene bas Fahri, sirene bas, bas, bas, tepikle, Fahri, tepikle, tepikle.” Der, önde ki arabaya çok yaklaştığı zaman da; “Fahri frene bas, frene bas, bas, bas, bas frene Fahri frene.” Diye bağırır, kendisine göre tehlikeyi atlattık mı, yine “Sirene fahri, sirene bas.” Diye Fahrettin'in işine devamlı karışırdı. 

Fahrettin'i o kadar çok bezdirmişti ki, bir seferinde arabayı sağa çekmiş durmuş ve “O kadar iyi biliyorsan al sen kullan. Yahut ta şu ağzını bir kapat, Ğalo." diye şoför Fahrettin ona bozuk atmıştı. Zamanı olmamasına rağmen, hepimiz de çok gülmüştük. Ğalo Memet Fahrettin'e "Kötü mü oğlum yardımcı oluyoruz işte." demişti. Kendisi ehliyeti vardı fakat hiç araba kullanamaz zaten doğru dürüst arabaların içine de sığmazdı. Güç bela sığsa da öte beri dönemezdi. Böyle vücuda karşılıkta bayağı sportmen bir yapısı vardı.

Adana Kiremithane Mahallesinde oturan Kürt ve Zaza vatandaşlar bir suç işledikleri zaman biz kapılarını çalınca, kesinlikle kapıyı açmazlardı. İçerden “Kiee (Kimsin)?” diye sorarlar, Ğalo Memet te dışarıdan “Ezim, ezim. hele deri veke. (benim, benim, hele kapıyı açın.) derdi ve kapıyı açarlardı. Bir seferinde suçluyu yakalamak için akrabalarından biri ile Urfa Halfeti'ye gideceğimiz zaman, iki kişiyi öldürüp firar eden Katil'in yerini, birbirlerine Kürtçe "Polisleri Yukarı Aram Köyüne sakın götürme, diğer köyleri gezdir." diye tembihleyince, Ğalo Memet anlamış ve Yukarı Aram Köyüne giderek suçluyu yakalamıştık. 

Bazen de silahlı çatışmaya girdiğimiz zaman o siperden çıkar ateş edenlerin üstlerine ateş ederek koşardı fakat Allahtan da bir şey olmaz vurulmazdı. Biz bir şey deyip kendisini ikaz ettiğimiz zaman; "Ben Şıh çocuğuyum oğlum, bana bir şey olmaz, korkmayın. Siz kendinizi koruyun." derdi. Suçlular direnip gelmek istemedikleri zaman bazen omuzlarından tutar, yerden kaldırarak havada çanta gibi taşır ve öyle arabaya getirir koyardı.

Bir defa da trafikteki bir tartışma yüzünden bizi döveceklerdi. Kozan Yolunda bir Ford minibüs ile önümüzü kesip, altı kişi birden arabalarından indiler. Biz de mecburen durduk. Reno arabada üç polis arkadaş oturuyorduk. Her birimiz uzun saçlı, sakallı, hippi filan. Adamlar gelip ellerinde sopalarla arabamızın etrafını çevirdiler. Bizim arabayı kullanan Pinkerton Şahin “Hadi Ğalo, hallet bunları, ama ufalama.” Dedi. Ğalo Memet biraz uğraştıktan sonra iki metreden uzun boyu, o kara yüzünün içinde gece parlayan aslan gözleri gibi alev saçan gözleri ile bakarak, arabadan zor şer inip, kale duvarı gibi adamların önüne dikildi ve bir şeyler homurdanıp üstlerine doğru yürüyünce, biz hiç inmedik “Adamlar yok ağabey, ağabey biz kavga etmeğe değil, size hal hatır sormağa durduk. Hem bir de adres soracaktık” Dediler ve koşarak geri arabalarına bindikleri gibi kaçıp yok oldular. Hatta bir arkadaşları arabaya binememiş, o yaya arkalarından, öbürüler araba ile kaçmış bir dakika da kayıp olmuşlardı.

İki yıla yakın beraber çalışabildik Ğalo Memet ile. O tam emekli olmağa yakın, sonra bir daha dönmemek üzere aramızdan ayrıldı, gitti. Bilmiyoruz belki bizden memnun değildi de gitti. Çok uzaklara gitmiş olacak ki, bir daha da hiç göremedik. O sevgili arkadaşımızdan hiç bir haber de alamadık. Kendisi de o sevdiği, birlikte ölüme koştuğu arkadaşlarının hiç birini özlemedi ve beni dahi arayıp bir haber vermedi. Ailesi, yakınları, hiç bir seveni de bir daha ondan bir haber alamadılar. Onları da aramadı. O herkesi terk etti gitti. Küçük bir kızı vardı, üç-dört yaşlarında, Aşmera. Beni bazen gördüğü zaman sorardı; "Recep Amca, Babam senin iyi arkadaşındı, gelmeyecek mi? Ne olur? Söyle de eve gelsin!" derdi. Evet artık Ğalo Memet aramızda yoktu ve o daha hiç gelmeyecekti.

Adana Karşıyaka tarafında girdiğimiz silahlı bir çatışmada kör bir kurşun ile şehit olmuştu Ğalo Memet. Bir türlü söylemeğe dilim varmıyor. O ebediyen aramızdan ayrılıp gitmişti. O ağır adam bir kuş gibi uçup gitmişti. Sadece yukarıda anlattığım hatıraları, unutulmamak üzere 
aramızda kalmıştı. Daha sonraları ailesinden de bir haber alamadık. Kalanlarına sağlık ve uzun ömürler, kendisine de rahmet diliyorum.

5 Mart 2019 Salı

BİRİ BELE BİRİ BELE

Yurt dışından dönüşümde yine Adana İli Emniyet Müdürlüğü Personel Şube Müdürü beni tanıyordu ve eskiden çalıştığım Asayiş Şube emrine verdi. Asayiş Şube Müdürü Salih Bey de tekrar eski Kısmım Cinayet Masasında görevlendirdi.

Burada eski arkadaşlarımdan pek az kişi kalmış, yeni arkadaşlar gelmişler ve kadro çoğaltılmıştı. Kısım Amiri Başkomiser Orhan Behiç Bey olmuştu. Yeni arkadaşların hepsi de hakikaten çok değerli kendilerini yetiştirmiş her konuda dört dörtlük arkadaşlardı. Kunta Kinte Halil, Ayı Mahmut, Paçacı Kemal, Dedektif Abdulvahap ve Yovrum Alaattin bunlar unutulacak arkadaşlar değillerdi.

Hem görev yönünden hem de karşılıklı ilişkilerden herkes birbirlerini çok sever sayar ve asla kimsenin incinmesini istemezlerdi. Ve bazen de yeri geldiği zaman aramızda hiç akla mantığa sığmayan hareketlere şahit olurduk.

Mesela hatırladığım kadarıyla Kunta Kinte Halil ışıklar söndüğü zaman Başkomiser Orhan Behiç Bey bağırırdı “Ceyranlar mı gitti Halil?” Kunta Kinte Halil de bir sandalye üzerine çıkıp işaret parmağını duyunun içine ampul takıldığı yere sokar ve ceyran olup olmadığını anlamağa çalışır, elektrik kendisini çarpmayınca; “Evet Başkomiserim elektrikler kesilmiş.” Diye cevap verirdi. Ceyran olsa nasıl cevap vereceği de tabi merak konusu.

Antepli Yovrum Alaattin şişe dibi gibi kalın cam gözlükleri ile araba kullanır, il dışı görevlere gider gelirdik; “Hiç korkmayın arkadaşlar araba ile on iki takla attım. Çok şükür kimsenin burnu kanamadı.” Derdi. Hatta bir sefer evrak imzalatmak için Müdürün makamına girmiş, Müdür kendisine tuhaf bakarak gülmüş. Bu duruma içerlenen Alattin'in sağ gözü de biraz puslu de görüyormuş. Acaba gözlüğümün camı mı kirlendi diye çıkarıp gözlüğün camını silmek isterken o şişe dibi gibi kalın olan gözlük camlarından biri yok. Gözlük gözünde bir camı var fakat öbür camı yok cebine düşmüş. Müdür Bey de böyle görünce gülmüş.

Bir gece saat 02.00 sıralarında Kısma geldiğim zaman, bütün koltuk ve sandalyeleri kaldırmışlar, içeride bütün ışıkları yakmışlar, pür dikkat bir şey ararlarken gördüm. Kardeş gibi sevdiğim Malatyalı Abdulvahap’a ne aradıklarını sordum. O da “Kardaş Almanya dan getirttiğim İbalo çakmağımı  kayıp ettim, onu arıyoruz.” Dedi. Ben de çok üzüldüm. Almanya dan getirttiği bir İbalo çakmağı vardı, onu kayıp etmiş. Kendilerine eşlik ettim ve yarım saat kadar ben de aradıktan sonra tekrar sordum; “Burada yok, başka yerde düşürmüş olmayasın?” dedim. “Ya biz onu öğlen şehirde lokantada yemek yedik te orada düşürdüm.” Dedi. “E..Peki siz şimdi burada niçin arıyorsun?” dedim. “Gardaş oraya da gittik te orası karanlıktı, arayamadık, burası aydınlık, onun için burada, içerde arıyoruz.” Dedi. Belki de on beş kilometre uzakta çakmağı kayıp etmiş, o burada herkese çakmak aratıyor. O çakmağı arayanların hepsi utandıklarından etrafa kaçıştılar. Ben de kendilerine tembihledim; bir daha bana Temel den fıkra anlatmayacaklardı.

Bir gün Karslı Paçacı Kemal, Abdulvahap filan birkaç kişi tartışıp duruyorlardı. 'Ezine' hangi İlin İlçesidir? Tartışma epey uzadı fakat ben hiç karışmıyorum sadece dinliyordum. Onlarda benim bu tartışmaya katılmamı istiyorlardı. Belki yanlış bir şey konuşursam alay konusu yapacaklardı. Bu nedenle ben sadece dinlemeği tercih ediyordum. Abdulvahap bana sordu; “Recep sen bilmiyor musun? Ezine Rize’nin İlçesi değil midir? Dedi. Ben de gayet ciddi; “Evet Ezine Rize’nin İlçesidir fakat Trakya da Çanakkale’nin yanın da duruyor.” Dedim. Gülüştük tabi.

Abdulvahap dedik te sadece bir tane değil ki onun yaptıkları anlatmakla bitmez. Her çeşit yazışmaları dört dörtlük yaptığı gibi Kısım arabalarını da kullanırdı. Kendisi hakikaten çok profesyonel bir şofördu. Ben yeni geldiğim zamanlar ilk defa Kısımdan eve giderken o kullandığı arabaya bindim. Emniyet Müdürlüğü Nizamiyeyi çıktıktan sonra fırsat bulsam o Ceyhan yolunda araba giderken kendimi arabadan aşağı atacaktım. Meğer diğer arkadaşlar bildiği için beni arkaya iki kişinin arasına oturtmuşlar o nedenle atlayamamıştım. Sonraları alıştım. 

Hani iki şoför kahvede oturup konuşuyorlarmış ya, biri; “Ben araba kullanırken öyle hızlı gidiyorum ki cadde kenarında ki ağaç ve direkleri perde gibi görüyorum.” Diyormuş. Öbürü de “Seninki de hızlı mı kardeşim? Ben virajları dönerken kendi bindiğim arabanın arka plakasını okuyorum.” Diyormuş. Bizim Abdulvahap virajları dönerken arka plakasını okuyor muydu bilmem fakat cadde de Abdulvahap’ın kullandığı araba hiç görünmezdi. Dışarda ki ağaç ve direkleri nerden göreceksin? Sadece yanlamasına hortum şeklinde bir toz bulutu, toz toprağın az ilerisinde de arabasının uc kısmı, o da yerden kalkan tozların yetişemediğinden çok az görünürdü. Eskiitasyon Bölgesinde oturan Yovrum Ahmet’i gün ortası evinden  almağa veya bırakmağa gittiğimiz zaman, mahalle sakinleri kadınlar sokağın sağında solunda oturmuş dedikodu ettikleri sırada bizim Abdulvahap’ın arabası sokağın başında göründüğü zaman üstünde oturduğu yastığını kapan yastığı ile, yastığını kapamayan kendisi caddenin sağında solunda canlarını kurtarmak için çil yavrusu gibi, biri o tarafa, biri bu tarafa dağılır, kaçarlar. Görmemiş olanlara da geç kalıp canlarından olmasınlar diye bağırırlardı "Kaçın! Kaçın! O deli şoför geliyor." Abdulvahap ta aralarına dalar oraları yıldırım gibi geçerdi.

Sonra da arabanın içinde iki elini direksiyondan bırakıp geriye bize doğru döner, gözlüklerinin üstünden bakar ve iki eli ile ön tarafı işaret ederek; “Biri beleee, biri belee” diye bağırırdı. Siz anlamazsınız ben anlatayım; yanı biri o tarafa biri bu tarafa kaçıyorlar demek isterdi. Sevgili Abdulvahap’ım bu yazımı biliyorum mutlaka okuyacaksın, sen ne düşüneceksin bilemem fakat ben bunları yazarken zaman zaman gözlerim yaşardı, bunu bilesin. Sevgiler. Selamlar. Sana uzun ömürler....


18 Ocak 2019 Cuma

KRAL KİM

Aslan ormanda gezerken çakala rastlar ve hemen sorar;
"Dağların kralı kimdir çakal kardeş?"
Çakal da
"Tabii ki Kral sensin aslan ağabey" der.
Aslan biraz daha gidince kurt a rastlar. Ona da aynı soruyu sorar. O da tabii ki sen kralsın aslan ağabey der.
Dağda kime rastlayıp sorduysa herkesten aynı cevabı alan aslan iyice şımarır ve doğruca fil in yanına gider.
Böbürlene böbürlene
"Dağların kralı kimdir fil kardeş" der.
Fil hemen hortumunu doladığı gibi aslanı kaldırıp sekiz metre ileri fırlatır.
Aslan düştüğü dikenliklerin içinden doğrularak kurtulmağa çalışırken "Hadi canım sende, bilmiyorsan 'bilmiyorum' de niye kaldırıp atıyorsun ki sanki?" der.