SAYFALAR

21 Aralık 2020 Pazartesi

SORULAR VE ENTERESAN CEVAPLAR

İşte günümüz öğretmenlerinin yetiştirdikleri yeni nesil Türk çocuklarına sordukları sorular ve çocukların verdikleri cevaplar. Milli Eğitim ne kadar övünse azdır. Günler geçtikçe artık her şey değişiyor ve daha enteresan oluyor. Sınavlarda sınıf geçmek için canla başla uğraşan öğrenciler, bilgi seviyelerine göre aşağıda ki cevapları veriyorlar.

 

SORU: 1.Murat hangi savaşta ölmüştür?

CEVAP: Katıldığı en son savaşta.

İlkokul 4’te bir Din yazılısı.

SORU: Kitabımızın adı nedir?

CEVAP: Kitabımızın adı "Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi" kitabıdır.

İlköğretim Fen Bilgisi

SORU: Kurbağaların dolaşım sistemi nasıldır?

CEVAP: Zıplaya zıplaya dolaşırlar.

SORU: Tansiyon hangi durumlarda ölçülemez?

CEVAP: Kolun olmadığı durumlarda

SORU: Kuran’ı anlayıp yorumlayanlara ne denir?

CEVAP: “Aferin” denir.

SORU: Dişi üreme sistemini yazınız.

CEVAP: "Dişi üreme sistemi"

SORU: Bilgisayarın çalışma prensibini kısaca açıklayınız.

CEVAP: Bilgisayarın çalışma prensibi kısaca açıklanamaz.

SORU: İşletim sistemi olmayan bir bilgisayarla neler yapabiliriz?

CEVAP: İşletim sistemi yükleyebiliriz.

SORU: 40 gün nafile ibadetten bile daha sevap olan şey nedir?

CEVAP: 41 gün nafile ibadet.

SORU: Güneş sisteminde olan üç gezegenin ismini yazınız.

CEVAP: Merkür, Venüs, Anüs(!?!)

ÖDEV KONUSU: Küçük başlı hayvanları inceleyiniz.

ÖDEV: İnceledim.

SORU: Sokrates’in "devlet" üzerine düşünceleri nelerdir ?

CEVAP: Sokrates: “bildiğim tek şey, hiç bir şey bilmediğimdir.” demiştir. Bu bağlamda mantık yürütürsek Sokrates devlet hakkında bir şey bilmediğini iddia etmektedir.

SORU: Gece trafiğe yaya olarak çıkarken nasıl kıyafetler giymeliyiz?

CEVAP: Çok şık ve güzel giyinmeliyiz. Karşımıza iyi biri çıkabilir. Romantik bir gece geçirebiliriz.

SORU: Üzüm nasıl tüketilir?

CEVAP: Yenerek.

SORU: Miraçta gelen 3 emir nedir?

CEVAP: Oku, oku, oku.

SORU: 1402 yılında yapılan Ankara Savaşı’nın nedenlerini ve sonuçlarını yazınız.

CEVAP: Bilinen nedenlerden dolayı istenilen sonuçlar elde edildi.

SORU: (8 + 7)/(8 x 7)

CEVAP: 8’ler birbirini götürür. 7'ler de birbirini götürür. Cevap sıfır

SORU: Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk anayasası nedir?

CEVAP: Birinci anayasa

SORU: İlk Türk denizcisi kimdir?

CEVAP: Temel Reis

SORU: Tekke ve zaviye nedir?

CEVAP: Osmanlı döneminde erkeklerin giydiği kıyafetlerdir…

SORU: Hz. Muhammed Mekke’den Medine’ye göç etmeden önce Mekke’de kalan Müslümanlara ne demiştir?

CEVAP: Hadi Allah’a emanet olun..





18 Aralık 2020 Cuma

KOZMİK ODA

İlk olarak çuvalla başladılar. 4 Temmuz 2003 Cuma günü Kuzey Irak Süleymaniye de Türk Özel Kuvvetler Birliğine Amerikalı askerler tarafından görev yerlerinde iken baskın yapıldı ve burada görevli bulunan bir Binbaşı komutasında ki 11 Türk Askeri, Müttefik Amerika Birleşik Devletleri Askerleri tarafından yakalanarak başlarına çuval geçirildi ve derdes merkezlerine götürülerek göz altına alınıp sorgulandılar.

Türk Askerleri Komutanları ile birlikte üç dört gün kadar göz altında tutularak her türlü hakaretlere maruz kaldıktan sonra suçsuz bulunarak serbest bırakıldılar. Müttefik bir ülke askerlerimizi neden tutuklayıp başına çuval geçirdiler. Madem tutukladılar neden bir suç bulamayıp serbest bıraktılar. Böyle bir olay dünyanın hiçbir yerinde, hiç bir milletinde daha önce görülmüş mudur. Sağlam deliller olmadan, günahsız yere böyle tutuklamalar olur mu? Biz aynı durumu Amerikan askerlerine veya Yunan askerlerine yapabilir miyiz? Yapsak dünya ayağa kalkar. Bu yapılanların hesabını kim soracak ve kim verecek? Bu askerlerin şahsı suçları mı var, yoksa görevleriyle ilgili suçları mı var? Emir ile bir suç işledilerse devlet suçlu sayılır. Yanı kendileri mi suçlu, yoksa devlet mi suçlu? Bu askerler neden böyle bir olayla karşılaştılar? Bu askerlerin sahipleri yok mudur? Ben şahsen şimdiye kadar öğrenemedim ve bir türlü kabullenemiyorum.

Sonra Ergenekon, Balyoz gibi uydurma hayalı örgütler kurularak, Amerika Birleşik Devletleri CIA Ajanlarının isteği doğrultusunda Türk askerleri dolaylı yollardan yalan ihbarlarla suçsuz yere göz altına alınarak yargılandılar. Bir çok komutanlar hastalandı, bir çoğu cezaevlerinde öldüler ve bir kaç tanesi de gururlarına yediremeyip intihar ettiler. O devrin Türkiye Cumhuriyeti Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç Bey “Askeriye bağırsaklarını temizliyor.” Dedi. Askeri Okullar, Askeri Hastaneler, Askeri Adli Kurumlar kapatıldı. Başka bir deyimle Türk Ordusu tasfiye edildi. Ardından ‘Böyle bir örgütler yok diye Adli Merciler tarafından kararlar verildi ve hiç sebepsiz yere hapis yatan askerler serbest bırakıldı. Bunların hesabını kim soracak ve kimler verecek?

Genel Kurmay Başkanlığı Seferberlik Tetkik Kurulunda mühürlü hiç kimsenin uzaktan bile bakmağa cesaret edemediği Kozmik Oda var. Kozmik Oda her ülkede vardır ve ülkelerin can damarıdır. Çünkü savaşta, seferberlikte ve hatta barışta bile neler yapılacağı, bir ülkenin geleceği, ulusal bütünlüğü için bütün planlar ve notlar burada muhafaza edilir. Bu birimde görevli olsalar bile her hangi bir kayıt cihazları ile değil girmek, elli metre civarında bulunamazlar bile. Bulunanlar o ülkenin ulusal birliğine ve egemenliğine kast etmiş olurlar. Bunu da ancak o ülkenin yıkılmasını isteyen birinci derece düşmanları yaparlar.

19 Aralık 2009 saat 14.50'de güya Ankara Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele Şube Müdürlüğünü bir erkek kişi telefonla arar ve şunları söyler, sonra bu ihbarın da asılsız olduğu ortaya çıkar:

“Çukurambar'da, Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç'ın evine geliş gidişlerinde, evinin civarında 06 BH… plakalı gri Renault ile 06 …Y 48 plakalı araçları görüyorum. Araçlardan ve içindekilerden şüpheleniyorum. Arınç'a suikast yapacaklarından şüpheleniyorum.” diye ihbar olur.
  


Sanki ihbarı yapan çok uzman güvenilir bir kişi, her dedikleri oluyor da bu söylediği de doğru. İşte hikaye bu. ABD İstihbaratı CIA ve Fetullah Gülen Terör Örgütü'nün devletin en mahrem yerine girdiği operasyon böyle başlar.

Güya önceden bilmiyorlarmış gibi o civarda bir kaç sokak üzerinde polis inceleme yapar ve ihbarda bildirilen o iki şüpheli aracı, park halinde cadde üzerinde bulurlar. Yan tarafa pusu atarlar. Amaç acilen Bülent Arınç Bey'in hayatını kurtarmak. Üstelik Bülent Arınç Bey de Ankara da yok. Manisa ya gitmiş. Yarım saat kadar sonra iki aracında sahipleri hiç bir şeyden habersiz gelip araçlarına binerken polisler adamları yakalarlar. Şahıslar ikisi de üzerlerinde hiçbir silah bulunmayan subay. Türk Subayları. Hemen gözaltına alınırlar. Gözünü seveyim. Sen dedektifliğe bak hele! Plakalar bile sahte değil, trafiğe kayıtlı, hem de subaylar silahsız. Bülent Arınç Bey de evinde yok, Manisa da.

Bu sebepten dolayı Türkiye Cumhuriyeti Devletinin Kozmik Odasına karar alınır ve girilir 26 Aralık 2009. Kim girdi? Hiç ilgi ve alakası olmayan Türkiye Cumhuriyeti Devletinde güya Adalet dağıtan Cumhuriyet Savcısı Mustafa Bilgili ve yine Türkiye Cumhuriyeti Mahkemelerinde adalet dağıtan Hakim Kadir Kayan. Bunlar her ikisi de Türkiye Cumhuriyeti Devletinden maaş alan devletin memuru. İkisi de askeriyenin içinde saklanan ve yeri dahi kimseye söylenmeyen, üzerinden kuş dahi uçmasına izin verilmeyen Kozmik Odaya katipleri ile birlikte girdiler. Kim girdirdi? Onu da bilen yok. 25 gün boyunca aralıksız çalışma yaparak burada ki bütün bilgileri ‘Hard Disk ve Hafıza Kartlarına yükleyerek dışarı çıkardılar. Ne için? Bilen yok. Soran da yok. Bu ülkenin Genel Kurmay Başkanı veya başka bir sorumlusu yok mu? Güya Bülent Arınç Bey'e suikast yapacaklarmış. Kim yapacakmış? Askerler. Hem de Türk Askerleri Herhangi bir girişim veya teşebbüs var mı? Yok. Sadece o civarda askerler arabaları ile dolaşırken görülmüşler. Allah Allah.

Askerler suikast düzenleyecekse Kozmik Odaya ne? Niçin girdiniz? Korumakla yükümlü olduğunuz ve millet tarafından sizlere emanet edilen, ulusal güvenliğimizi tehlikeye düşürecek sırlar sizin izninizle aleni olarak alındı. Şimdi düşmanlarımızın elinde. Suçlular yakalandı mı? Suikast suçluları yakalanmadı. Çünkü öyle bir şey yok. Yalan. Kozmik Odaya girenler? Evet girenlerden Savcı Mustafa Bilgili yakalandı, içerde. Hakim Kadir Kayan? Yok hala yakalanmadı. Şimdi Avrupalarda keyif çatıyor. Ya diğerleri? Perde arkasındakiler? Ben duymadım, yakalanmadılar.

O civarda bir iki askerler dolaşıyormuş. Güya yakalanınca üzerlerinden ev krokisi çıkmış. Hepsi yalan. Onlarda sonradan açıklandı. Askerler Levazım da çalışıyor, görevleri icabı alış veriş için oralara gitmişler. Kroki de bir bilgisayar tamir yerine aitmiş. Ve bu sebepten Kozmik Odaya girip arama yapmışlar.

Ne yanı Çukurambar da Bülent Arınç Bey oturuyor diye o bölgede Türk askeri hiç gezmeyecek mi? Oldu ki gerçektir. Suikast işi tamam. Yakaladığınız adamları konuşturup, suç aletleri ve delillere el koyup adamları hapse tıktınız mı? Silahları dahi olmayan iki asker Çukurambar da dolaşırlarken ‘yakalandı’ diye Türkiye nin kalbi Kozmik Odaya girilir mi? Ve girip devletin en mahrem yerlerinde 25 gün boyunca arama yapılır mı? Ne aradınız ve bilgileri aldınız? Başta Genel Kurmay Başkanı olarak yetkilikler girilmesine niçin izin verdiniz? Ben bunu bir türlü kabul edemiyorum.

Cumhuriyet Savcısı Mustafa Bilgili ve Hakim Kadir Kayan bu adamlar bir araya nasıl getirildiler? Bu senaryoları kim kurdu ve kim uyguladı? Ortada delil yoksa, delil olsa bile öyle eften püften şeyler için Kozmik Odaya neden girildi? Yurtdışında ve yurtiçinde mahrem yerlerde çalıştıkları Kozmik Odaya girildikten sonra deşifre edilip te öldürülen 848 vatan sever, görevli vatan evlatlarının hesabını kim verecek? Bir türlü bunu da kabul edemiyorum.

Bülent Arınç Bey, Başbakan Yardımcılığı sırasında; “Öğrenci yurdundayken namaz kılan üç arkadaş. Biri Abdullah Öcalan” deyip Abdullah Öcalan’ı milletin gözünde yüceltmiş ve ona ‘Sayın’ demeği yasallaştırmıştı. Diğer iki isim Durmuş Yılmaz ve Yakup İnce’yi de şahit göstermişti 18 Aralık 2012 de. Sonra PKK lı Şıvan Perwer ve Salih Müslim'i karşıladılar Habur Sınır Kapısında. Bir zamanlar 'bende olsam dağa çıkardım.' diyerek, Türk halkını teröre özendiren bu adama suikast olacakmış. Onun için girilmiş her türlü devlet sırlarının saklı olduğu Kozmik Odaya. Şimdi anladınız mı Kozmik Odaya niçin girildiğini? Ben hala daha anlayabilmiş değilim de!

Akla gelen bazı soruların cevapları verilmesi lazım. Hesapları da sorulması lazım tabi. Bir de Eğitimci yazar ALİ ÇAM'ın bu konu da yazdığı bir yazı var. O yazının okunması lazım.

Kaynak: http://fetogercekleri.com/kumpaslar/kozmik-oda-ihaneti/
© FETÖ Gerçekleri

Vatan – Kozmik Oda’dan Hangi Belgeler Çıktı? Odatv – En Derin Sırları Bilen Hakim Kim?


11 Aralık 2020 Cuma

FAYDALI SÖZLER

Ders alınması gereken, daha önce söylenmiş taktire şayan sözler:

1- Sevinçli anında kimseye vaatte bulunma, öfkeli anında kimseye cevap verme!

2- Kuvvete dayanmayan adalet aciz, adalete dayanmayan kuvvet zalimdir.

3- Tanrı bütün insanları mesut olmaları için yaratmış, bedbaht oluyorlarsa kendi hatalarındandır.

4- Dünyada her büyük başarı, önce bir hayaldi. En büyük çınar bir tohumdu. En büyük kuş bir yumurtaydı.

5- Kararsızlık ve gecikme, başarısızlığın sebebidir.

6- Güzel olan sevgili değil, sevgili olan güzeldir.

7- Küçük masraflardan kaçınmayın. Bazen ufak bir delik koca bir gemiyi batırır.

8- Yiğit harpte, dost dertte, olgun adam hiddette belli olur.

9- İstediğiniz kadar yüksek sırıklar üzerine çıkın. Her koşulda kendi bacaklarınızla yürüyeceksiniz!

10- Başkalarının yolunda yürüyenler, ayak izi bırakmazlar.

11- İnsan düşünmek, araştırmak, inanmak, daha da önemlisi sevmek için dünyaya gelmiştir.

12- Ne yaparsan yap. Yengeç yengeçtir, doğru yürümez.

13- Hiçbir zaman çıktığın kapıyı hızla çarpma, geri dönmeğe mecbur kalabilirsin!

14- Duyularımız bize asla gerçeği göstermez, ancak edindikleri algıyı yansıtırlar. ‘Gerçek’ duyularımızın çok ötesinde bir şey olmalı !

15- Herkes hata işleyebilir, yalnız ahmaklar hatalarında ısrar ederler!

16- Bir nal bir atı, bir at bir yiğidi, yeri geldiği zaman bir yiğit bir vatanı kurtarır.

17- Düşünceniz ne ise yaşamınızda odur, yaşamınızın gidişini değiştirmek istiyorsanız düşüncelerinizi değiştiriniz.

18- Yaşamımızda işlediğimiz hataların çoğu düşünmemiz gereken yerde hissetmekten, hissetmemiz gereken yerde düşünmekten ileri gelmektedir.

19- Akil susunca düşünce durur, düşünce durunca, hareket durur, hareketsizlik, çürümenin eşiğidir.

20- Herkesin istediğini yapabileceği bir yerde, hiç kimse istediğini yapamaz.


20 Kasım 2020 Cuma

MAKAM ARABASI

Gördüğünüz bu araç, Mustafa Kemal'in makam arabası. Hem de ilk yapıldığı 1922 yıllarda, Mustafa Kemal bu aracı makam aracı olarak kullanıyor. Dünyada ya üç, ya dört tane var, bu arabadan.

Allah Allah bu araba zamanın en lüks, son model, Rolls-Royce marka arabası. İngiltere de yapılmış. Bir tanesi Türkiye de Mustafa Kemal’in makam arabası da öbürüler nerde bilemem. Kim bilir fiyatı kaç liradır? 

Olacak gibi değil. Ülke işgal altında, kurtarmağa çalıştığı millet, aç sefil perişan iken, asker cephede sade hoşaf suyu içerek savaşırken, vatandaş ayağında ki çorabı çıkartıp asker giysin diye verirken, Atatürk bu arabaya nasıl biner. Kaç para verip almıştı? Yoksa İngiltere Kraliçesi filan mı yollamış, hediye etmişlerdi? O zaman hasta adam dedikleri Türkiye ye kim ne hediye ederdi ki? Hiç biri de değildi. Acaba Mustafa Kemal bu arabayı nasıl elde etmişti?

İSTANBUL DÜŞMAN İŞGALINDAN NASIL KURTULDU?

Çanakkale savaşlarında Mustafa Kemal’in Birliğinde bir er vardı. Normal sıradan bir er. Savaşta ki gözü pekliği ve gösterdiği fedakarlıklardan dolayı Mustafa Kemal ona önce onbaşı, sonra da çavuşluk rütbeleri verdiği bir er. Sonra da askerlik bitmiş ordudan terhis olmuş bir er. Terhis olmuş, askeriye ile bir ilişiği kalmamış fakat Mustafa Kemal ile bağlarını hiç koparmamış bir er. Hatta Mustafa Kemal’in Şişli de ki evinde bazı zamanlar bir araya gelir, memleket meselelerini konuşurlar, ayrıca bu evin güvenliğini de bu adam sağlarmış. Çünkü savaşta aralarında oluşan bağ, memleket sevgisi bağları ve karşılıklı saygı sevgi ve birbirlerine güven hiç kopmamış, ilelebet devam etmiş, ta ölünceye kadar. 

Bu adam ilk okulu dahi bitiremeyen ve o haylazlıkları yüzünden okuldan kovulan bir adam. Askerliği çavuş olarak bitirmiş ama tanıyanlar ona 'Cambaz' derlermiş, Topkapılı Cambaz Mehmet. Mustafa Kemal Anadolu’ya geçerken, kazasız belasız vapura binmesi için baştan ayağa silahlı ve çeşitli kılıklara girmiş, elli gözü pek adamlarına önlem aldırır ve Atatürk ü vapura bindirerek Anadolu’ya sağ salim yolcu eder Topkapılı Cambaz Mehmet. En son ayrılırlarken Mustafa Kemal “Aman ha Cambaz gözünü seveyim. Göreyim seni. Tembihlerimi unutma. Umudum sensin ha. İstanbul sana emanet!” Diye hatırlatmalar yapar ve ayrılırlar birbirlerinden. Cambaz Mehmet İstanbul da kalır, Mustafa Kemal Anadolu ya gitmek üzere Samsun’a hareket eder İstanbul Galata Rıhtımından, Bandırma vapuruyla 15 Mayıs 1919 da. 

Topkapılı Cambaz Mehmet Mustafa Kemal'e verdiği sözü tutar ve kendisine bağlı emrinde, beş binden fazla hırsız, ipsiz, sapsız, dolandırıcı ve onlardan başka da normal işi gücü belli olan seksen yüz bine yakın adamı vardır İstanbul da ve Türkiye nin her yanında. Bu insanlarla birlikte bir örgüt kurar, M. M. G. Ö. Açık yazılışı ‘Milli Müdafaa Gurubu Örgütü’ dür. Sonraları bir çok subaylar ve paşalar da bu örgüte üye olurlar fakat başlarında bir çavuş vardır, Albay Mustafa Kemal’in Çanakkale Savaşında keşfettiği, yetiştirdiği ve asla yanılmadığı, ilkokulu bile bitirememiş, Topkapılı Cambaz Mehmet Çavuş. Herkes onun emrindedir ve severek çalışırlar.

Mart 1919 da İstanbul İngiliz, Fransız, İtalyan, Yunan, Yeni Zelanda Devletleri tarafından işgal edilince, İşgal Kuvvetleri İstanbul’a girer girmez çok büyük katliamlara başlarlar. Halbuki bilmezler ki İstanbulda Topkapılı Cambaz Mehmet vardır ve sanki İstanbul'a değil de işte bu Topkapılı Cambaz Mehmet’in Cehennemine girerler. Kısa süre sonra Topkapılı Cambaz Mehmet, İstanbul İngiliz İstihbarat sorumlusu Yüzbaşı Johnn Bennett’in emrindeki bir numaralı adamları Ermeni Arman Pandikyan, Papaz Robert Frew, diğer adları; Rahip Fru, Albay Emiling, İngiliz Kraliyet misyoneri olan bu rahip ve onun arkadaşı İngiliz Muhipleri Cemiyeti Başkanı Sait Molla’nın tavsiyeleri ile İngiliz İstihbaratının içine girer. Akla hayale gelmeyecek aldatmacalarla düşmana darbe üstüne darbe vururlar. 

Galatasaray’da kaçırılan, Bennet’in tercümanı, Arman Pandikyan efendi sorgulanır. Sorguda, soruların mahiyetinden, ülkenin içinde bulunduğu korkunç durumun farkına varan, kendi yaşamlarını hiçe sayarak kurtuluşa adayan Millicilerin zorlu savaşından etkilenen Ermeni asıllı Arman Pandikyan efendi İngilizler adına çalıştığı için utandığını ve gözünün boyandığını anlatarak milli mücadele saflarına şunları söyleyerek katılır:

“Ailemi, çocuklarımı size rehin ederken şerefim ve namusum üzerine söz veriyorum. Bu dakikadan itibaren hem düşmanın parasını alacağım, hem de emrinizde olarak vatanıma hizmet edeceğim.”

Sözünü tutan Arman Pandikyan efendi, kurtuluş mücadelesi başarıya ulaşana kadar verdiği ön istihbaratla önemli destek sağlar. Kendisinin verdiği önemli bilgilerden hareketle, Kuryeyle gönderilenler hariç, İngiliz istihbaratının bütün mektupları açılıp deşifre edilir, sahiplerine yollanır, elde edilen bilgilerle kurtuluş savaşı kazanılır.

İngiliz İstihbarat Başkanı Yüzbaşı Johnn Bennett’e suikast düzenlenir. Johnn Bennett ölmez fakat topal kalır geri memleketine kaçar gider. Gerçekten Topkapılı Cambaz Mehmet ve adamlarının şerrinden kurtulmak isteyen İşgal Kuvvetlerinin hepsi de 6 Ekim 1923 te geldikleri gibi çeker, geri giderler. İstanbul'u terk ederler.

Topkapılı Cambaz Mehmet, kendi gibi gözü pek arkadaşı Kadıköylü Şoför Murat ile birlikte bir gün İngiliz askeri üniformaları giyerek, General Harington’un aracının park ettiği Tepebaşında ki düşman Karargahının önüne giderler. Topkapılı Cambaz Mehmet'in 7 yaşında ki oğlu Ali de gözcülük yapar. İki arkadaş tabancalarını çekerek nöbetçilerin üzerine yaylım ateşi açarlar ve Şoför Murat General Harington’un yeni temizlenmiş gıcır gıcır makam arabasının direksiyona atlar. Gözcülük yapan küçük Ali'yi da arabaya alarak gaza basar. Beyoğlu Sokaklarında duman ve toz bulutu içinde araba ile birlikte kayıp olurlar. 

Arkada kalan General Harington’un adamları, herkes şaşkın ne yapacaklarını bilemezler.İşte o işgal sırasında, 1920 ile 1923 yılları arasında, İşgal Kuvvetleri başlarında bulunan Başkomutan İngiliz General Sir Charles Harington üç yıllık işgal süresinde adamlarıyla birlikte onlarda İstanbul’a kan ağlatmışlardır. Yukarıda görmüş olduğunuz Mustafa Kemal’in makam aracı Rols-Roys araba, işte o adama aittir. İşgal Kuvvetleri Başkomutanı General Sir Charles Harington’a. İngiltere den İstanbul‘a gelirken bu arabayı beraberinde getirmiş. İstanbul'u işgalleri sırasında makam aracı olarak kullanacakmış. Ancak az bir zaman kullandıktan sonra Atatürk'ün makam aracı olmuş. Hediye edilmiş fakat General Sir Charles Harington tarafından değil. O canını zor kurtarmış ve İngiltere ye zor kaçmış. E peki araba Atatürk'ün nasıl olmuş?

İşgal Kuvvetleri Komutanı İngiliz General Sir Charles Harington'un makam aracı artık Şoför Murat ile Cambaz Mehmet’in elindedir. Arabayı Şoför Murat Konya Akşehir'e kadar götürür ve orada Mareşal Fevzi Çakmak’a düşmandan zorla aldıkları bu aracı teslim eder. Araba Ankara’ya yollanır ve yakışanı olur. Mustafa Kemal’in makam aracı olur. İngiliz General Harington ondan sonra daha nere bindiğini bilemem. Zaten İstanbul da da duramaz kaçar gider.

Sizlerden ricam bu Topkapılı Cambaz Mehmet ismini hiç unutmayın. Çünkü bir çok yaptığı akıl almaz işleri ileriki zamanlarda yine anlatacağım. Çok ketüm olduğundan bu güne kadar yaptıkları hiçbir şeyi anlatmamıştır. Ancak bildiğimiz olayları yakın arkadaşları anlatmışlardır. 

Bağlanan o zaman ki 1500 tl maaşı kabul etmemiş, Kızılaya bağışlamıştır. Millet vekilliğini de kabul etmeyip sade bir vatandaş olarak yaşamağa devam etmiş; "Ben bütün bunları milletim ve Atam için yaptım." demiş, sadece bir 'Üstün Hizmet Madalyası'nı kabul etmiştir. Resimler internetten.

13 Kasım 2020 Cuma

YERALTI DÜNYASINDA DEĞİŞİM

Türk yeraltı dünyası,1960 yıllarında ilk defa kabuk değiştirmeğe başladı. Sicilya tipi mafya örgütlenmesinin ilk adımları İstanbul da cezaevinde atıldı.

Kabadayılar Kemal Uzun, Oflu Hasan ve Süleyman Sırrı Prodan, cezaevinde anlaştılar. Türkiye de artık uluslar arası gangsterlik kuralları hüküm sürecek ve Türk kabadayıları mafyaya katılacaklardı. Diğer bir ifade şekliyle dünyanın her yerinde gayrı meşru insanlar bir birlerini tanıyacak ve yeri geldiği zaman birbirlerine arka çıkacak, yardımcı olacaklar, mafya tek elden yönetilecekti. Bu da kendilerine büyük bir güç katacaktı.

Amerikan ve İtalyan mafyasıyla temas kurulmuş, bu konularda gizli anlaşmalar yapılmıştı. Böylece Türkiye de kabadayılığın mafyaya dönüşmesinin ilk adımı atılmıştı.

O yıllarda tüm ülkelerde uyuşturucu patlaması yaşanıyordu. Baz morfin, eroin ve LSD en çok tercih edilen uyuşturuculardı ve bunların bir çoğu Türkiye den elde ediliyordu. Uyuşturucu adresi Türkiye de Diyarbakır’ı gösteriyordu ve uzun süre devam etti. Böylece Türkiye de bu çarkın içine alınmış; kumar, haraç ve kaçakçılık ile gelişen Türk yeraltı dünyası, uyuşturucu alanındaki bu gelişmelerden de nasibini alacaktı.

Kabadayılar mafya babaları, adamları da tetikçi olacaklar, daha rahat çalışabilmek için ‘işadamı’ statüsünü seçecekler. Büyük şirketler kuracaklar. Kirli işlerini yasal işlerle kamuflaj ederek, üstlerini kapatacaklar ve ‘işadamı’ kisvesi altında daha rahat, kirli ve daha çok para kazanacaklar, kendilerine polis karışamayacaktı. Kaçakçılar nakliye şirketleri, kumarcılar ise otellerde kumarhane işletmeğe başlamışlardı. Türk yeraltı dünyası o eski kabadayılık yıllarından mafya yıllarına geçiş yapmıştı. Bu değişmelerden sonra para ve güç kazanmak için kan dökmekten çekinmeyen bir yapıya da sahip olmuşlardı. Silah, fişek ve uyuşturucu kaçakçılığı en büyük kazanç yollarıydı.

Dışarıda bu değişiklikler olurken cezaevi koşulları da değişmişti. İçerde en önemli racon volta kesmekti. Sonucu ölüm bile olurdu. Eskiden bileğine güçlüler 'Koğuş Ağası' olurlardı ve topladıkları kumar manoları ve uyuşturucu paralarıyla yoksul mahkumlara bakarlar, daha sonra da kirli işlerinde kullanırlardı. Sonraları parası çok olanlar koğuş ağası olmağa başladılar. Onlarda idare ile anlaşırlar içeri silah ve uyuşturucu getirtirler, içerde cinayetler bile işletirlerdi.

Yine olan polislere oldu;

Bu gelişmelerden sonra Türkiye'den uzaklaşması gereken bir mafya tetikçisi İtalya'ya gönderilmiş, orada İtalyan mafyası tarafından misafir etmişti. İtalyan mafyası da, başından savmak istediği bir Amerikalı tetikçiyi Türkiye ye göndermek istemiş ve Türk mafyasına bir haber yollamıştı; “Size bir arkadaş geliyor, onunla ilgilenin. Arkadaşımız papikçidir.”

‘apikçi’, hap kullanan, uyuşturucu müptelası demekti. İtalya’dan gönderilen kişi, sonradan ‘Camgöz Gary’ adıyla tanınacak olan Teksaslı Ralph Gary Bouldin adında Amerikalı bir gangsterdi. Amerika da ki Galbino çetesi, üzerlerinde ki polis baskısı nedeni ile tetikçi Ralph Gary Bouldin’ı İtalya’ya, İtalya mafyası da bu adamdan rahatsız olunca kurtulmak için Türkiye ye gönderiyorlardı. İtalyan sevgilisi Patricia Ann Seeds ile, Milanoda kiraladıkları bir Fiat arabayla Ralph Gary Bouldin Türkiye ye geldi. Bir kaç gün içinde Hatay, Mersin tarafları ve İstanbul da elde ettikleri uyuşturucuları, Türkiye den rahat çıkarabilmek için arabalarına uyuşturucu zulası yaptırmak istediler. ‘Zula’ uyuşturucuların arabada saklandığı gizli yerlerdir. Sirkeci de bir torbacıyla fiyat konusunda anlaşamayınca, ikinci bir torbacıya gittiler ve anlaştılar. İlk gittiği torbacı, ikinci torbacıyla anlaştıklarını öğrenince şahısları polise ihbarda bulundu.

28 Aralık 1968 Cumartesi, Bayramın birinci günü, polisler, Gary ve sevgilisi Patricia’yı, Fıat marka arabalarıyla Beyazit ta dolaşırlarken yakaladılar. Üst araması yapmadan bu şüpheli şahısları Karaköy Liman Lokantası'nın üstündeki Mali Şube Bürosuna götürdüler ve Nöbetçi Polis Memuru Ahmet Çetin’e teslim ettiler. Bir gözü takma olan Amerikalı gangster burada üst araması yapılacağı sırada, birden ayağa kalktı ve belinden iki silahını da çekerek etrafa rast gele ateş etmeğe başladı. Polislerde ateşle karşılık vermeleri üzerine dört saat süren silahlı çatışmada; Polis Memuru Ahmet Çetin, İngilizce konuşarak kendisini ikna etmeğe çalışan Emniyet Amiri Kemalettin Eröge ve o anda orada bulunan banka görevlisi Sadrettin Beksaç ile lokantada çalışan Kemal Barut olmak üzere toplam dört kişi, bu hippi gangster Gary'in tabancasından çıkan kurşunlarla can verdiler. Ayrıca altı kişi de yaralandı. ABD Büyük Elçiliğinden çağrılan iki CIA Ajanı, ölüm kusturan bu cani Ralph Gary Bouldin’ı makineli tabancalarla taradılar. Vücuduna altmış dört kurşun isabet etti ve orada öldürüldü. Bazılarına göre de O zaman ki Asayiş Şube Müdürü Saip Gözet’in vurarak öldürdüğü söylenir. Bu menfur olaydan gazeteler günlerce bahsettiler.
Baştan hatalı davranıp üst araması yapmayan Polis Memurları, hem arkadaşlarının, hem başkalarının canlarına, hem de bu olayın yaşanmasına sebep oldular.

Gary’nın İtalyan sevgilisi Patricia Ann Seeds o kargaşadan faydalanarak üzerinde ki iki kilo yedi yüz gram uyuşturucuyu olay yerinde koridora attı ve Mali Şubeden çıkıp kaçarak ABD Büyük Elçiliğine gitti.

Öldürülen Amerikalı saldırgan Ralph Gary Bouldin’in bir gözü takma olduğu için bizim gazeteciler hemen bir isim uydurdular ‘Camgöz Gary’. Yakınları Gary'nin cenazesine sahip çıkmadılar ve İstanbul da Feriköy Protestan mezarlığına gömüldü. Bu olay, on üç yıl kadar sonra İtalyan Trento Savcılığı tarafından yürütülen büyük bir eroin davası soruşturması esnasında bulunan, bir hatıra defterinde ki notlardan tam olarak anlaşıldı ve Galata vuku bulan bu katliam da tam olarak çözüldü.

12 Mart 1971 Muhtıra dönemi, babaları da operasyon kapsamına aldı. Ünlü ‘Babalar Operasyonu’ sırasında, hamalken babalığa yükselen Abuzer Uğurlu, Oflu İsmail, Dede Sultan ile Dündar Kılıç ve birçok ünlü isim cezaevine konuldu. Dündar Kılıç, Ankara'nın ünlü kabadayısı Kürt Cemali'nin öldürülmesine adı karışınca İstanbul'a kaçmış, kısa bir süre sonra o da ünlü kabadayı olmuştu.

Babaların cezaevine girmeleri, işlerine daha çok yaradı. Siyasi olaylar nedeniyle cezaevlerine atılan sözde aydın kişilerle tanıştılar ve mafya takımı ile aydın kişiler arasında bir dostluk oluştu. Bazıların dostlukları dışarıda da devam etti ve siyasi olaylarda teröristler silah ve cephaneleri bazı babalardan temin ettiler.

Aslında babalar operasyonun amacı, yeraltı dünyasını çökertmekti. Ancak tam tersi oldu. Babalar, cezaevinden daha da güçlenerek çıktılar. Parayı konuşturup, aşama kaydetmişlerdi. Sicilya geleneğini Türkiye'ye yerleştirmiş; adliyeden politikacısına, askeriyeden polisine kadar bir çok çevrede dost edinmişlerdi. Turgut Özal iktidarı zamanında babalar vergi iadesi için hayali ihracatçılığa da el attılar. Bu yoldan da çok büyük vurgunlar vuruldu. Yasalar mafyanın menfaati için değiştirildi. Kanunlardan genel müsadere cezası kaldırıldı. İstediğin kadar çal, çaldığını devlet elinden alamayacaktı.

Babalarla devlet iç içe olmağa başladı. Kalp krizinden ölen mafya lideri Oflu Hasan'ın cenazesi, bütün bu olanların kanıtıydı. Bu mafya babasının cenaze törenine, çok sayıda politikacı, emniyet müdürü, polis ve askerler katılmıştı. Dönemin Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay'ın oğlu Kaya Sunay Oflu Hasan’ın ölümüne çelenk göndermişti.

Mezarlıkta, kumarhaneci Arap Nasri ile dönemin Çalışma Bakanı Ali Rıza Uzuner birlikte dua etmiş, gazeteciler tarafından görüntülenmişti. Zamanla meşhur silah ve uyuşturucu kaçakçısı Abuzer Uğurlu ile MİT arasında bir yakınlaşma olmuştu. Böylece o eski kabadayılar gitti, yerine mafya ve babalar, gangsterlik daha kanlı bir şekilde geldi.

Günümüze yakın zamanlarda ise bu gelişmeler daha da ilerledi ve uyuşturucu baronları engel tanımaz oldular. Türkiye de yasalmış gibi hareket edip uyuşturucu trafiğini idare ettiler. Sigara kaçakçılığından uyuşturucu baronluğuna yükselen Urfi Çetinkaya, göz boyamak için kazandığı uyuşturucu paralarıyla İstanbul da sekiz okul yaptırıp, Milli Eğitim Bakanlığına bağışladı ve devletten takdir aldı. Daha sonraları 'Son Tango' operasyonunda kendisini yakalayan jandarmalar hakkında 'Beni uyuşturucu kaçakçısı ilan ettiler.' diye, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine suç duyurusunda bulundu ve Mahkeme Türkiye Cumhuriyeti Devletini 10 bin euro tazminat ödeme cezasına mahkum etti.

Daha sonra ki yıllarda Hüseyin Baybaşın, Nejat Daş ve Çetin Gören gibi baronlar tarafından kurulan şirketler kanalıyla uyuşturucu, tırlarla ve gemilerle sevk edilmeğe başlandı.

Günümüzde ise İran uyruklu ünlü uyuşturucu baronu Naci Şerifi Zindaşti'nin 'Uyuşturucu Kaçakçılığı' davasına bakan hakim Cevdet Özcan'ı telefonla arayarak, yargı üzerinde baskı kurup, tahliye olmasını sağladığı için, Cumhurbaşkanlığı Hukuk Politikaları Kurulu Üyesi Prof. Dr. Burhan Kuzu ve dava hakimi Cevdet Özcan hakkında soruşturma başlatıldığı, 18.03.2020 tarihli Sözcü gazetesi Haber Gündem de yer almıştır.

Eskiden beri uyuşturucu ve silah kaçakçılığından kazanılan milyarlarca dolarlar FETÖ, PKK gibi yıkıcı örgütlere aktarıldı. Bu arada bir çok kirli işleri kapatmak için, bir çok cinayetler işlendi, gemiler batırıldı ve olayların çoğu faili meçhul, üstü örtülü olarak kaldılar. Bu olayların bir kısmına bazı ülkeler de devlet desteği verdiler.

İşin en acı tarafı ise piyasaya sürülen uyuşturucuların ancak yüzde onu yakalanıyor olması. Yüzde doksanı ile insanlar zehirlenerek çok miktarda paralar kazanılması ve bu paraların da Türkiye Cumhuriyeti Devletinin yıkılması için kullanılıyor olması.

6 Kasım 2020 Cuma

HAZİNE

 
Vaktiyle bir ülkede fakir bir adam yaşarmış. Bu adamın on beş yaşlarında bir de oğlu varmış. Ölmeğe yakın oğlunu yanına çağırır ve ona küçük bir sandık vererek; “Oğlum ben çok fakir yaşadım. Çok sefalet içinde büyüdüm. Senin de sefalet içinde yaşamanı istemem. Bu sandığı iki yıl kadar önce bir ihtiyar bilge adam vermişti. İçinde muazzam bir hazine var. O hazineye ben sahip olamadım. Ömrüm yetmedi. Sen sahip ol ve bolluk içinde yaşa. Sefalet içinde yaşama!” Der ve yaşlı adam bir zaman sonra düşer ölür.

Yalnız başına kalan yaşlı adamın oğlu bir kaç yıl daha sefalet içinde yaşadıktan sonra babasının verdiği sandık aklına gelir. Sandığı açar bakar ki, içinde bir kitap var. Genç kitabı itabı eline alır. Kitabın ilk kapağında; ‘Bu kitap çok kıymetli bir hazinenin yeri var. Hazineye ulaşmak için kitabı hiç sayfa atlamadan sabırla ve sırasıyla okumalısınız. O zaman hazineye sahip olursunuz. Sayfa atlarsanız, büyü bozulur ve hazineye ulaşamaz zengin olamazsınız. Hazine kimsenin ulaşamayacağı bir yerde saklıdır ve güvendedir. Kitap bittiği zaman hazineye ancak siz sahip olacaksınız.” Diye yazıyormuş.

Genç çok merak eder ve büyük bir heyecanla başlar kitabı okumağa. Türkçe yazan kitabı delikanlı büyük bir dikkatle okur. Kırk elli sayfa okuduktan sonra kitap konuyu İngilizce anlatmağa başlar. Hay aksi. Birkaç sayfa daha okur fakat okuyamaz. Çünkü delikanlı İngilizce bilmiyor. Tercümana götürüp okutsa, o hazinenin yerini tercüman öğrenecek ve delikanlıya söylemeden gidip hazineyi tercüman alacak. Ne yapsın?

Delikanlı hemen gitmiş uğraşmış, çalışmış, didinmiş İngilizceyi öğrenmiş ve kitabı okumağa devam etmiş. Aaa on beş yirmi sayfa kadar sonra kitap Almanca olarak anlatmağa başlamış. Yaşlı adamın oğlu gitmiş Almancayı da öğrenmiş. Daha sonra kitap Arapça devam ettiği için Arapçayı ve Çinceyi de öğrenmiş. Bu sırada da yabancı dilleri öğrendiği için geçimini tercümanlık yaparak sürdürmeğe devam etmiş. Bir süre sonra da genç adam o ülkenin en iyi tercümanlarından biri olmuş. Refah içinde yaşayıp sefaletten kurtulmuş. Kurtulmuş fakat o kitabı okumağı da bırakamamış, okumağa devam etmiş.

Kitabı okumağa devam ettikçe o kitapta ekonomiden tutunda değerli maden ve taşlara, inşaattan, ustalığa kadar her şeyi yazıyormuş ve delikanlı hepsini öğrenmiş. Ve artık geçimi için de öğrendiklerinin hepsini genel yaşamında uyguluyormuş. Çok zengin olmuş.

Bu delikanlının ünü az zamanda her tarafa yayılmış ve Kralın kulağına da gitmiş. Kral bu bilgisiyle ünlü genci görüp tanımak istemiş. Bir gün sarayına çağırmış. Sarayında tanıştıktan sonra ona görevler vermiş ve az zaman sonra danışman yapmış. Zamanla çok daha bilgili olduğunu görünce vezir ve baş vezir yapmış.

Önceleri sefalet içinde yaşayan bu delikanlı, artık çok refah ve rahat bir hayat yaşamağa devam etmiş. Kralın bir de çok güzel kızı varmış. Delikanlıya aşık olmuş. Delikanlı da ona aşık olmuş ve onunla evlenerek güzel bir yuva kurmuş, kralın kızıyla bu delikanlı.

Ben de yıllar önce bir mecmuada bu yazıyı okurken hep kitabın sonunu merak ederdim. Acaba bu kitabın sonun da ne yazıyordu? Hazine neredeydi? Delikanlı da merak etmiş olacak ki yine de devam etmiş, kitabı bitirmiş ve en son yaprağı çevirince;


“BİLGİ EN KIYMETLİ HAZİNEDİR !” diye yazıyormuş, kitabın sonunda. 


30 Ekim 2020 Cuma

ANNEM YOLLAMADI

Seksen yaşlarında bir Dede, eskiden bekar delikanlıyken sevgilisiyle çektiği sevdalıklarını, yaşadığı heyecanlı zamanlarını düşünür ve çok duygulanır.

Yine seksen yaşlarında ki hanımı Nene ye; “Eskiden birlikte geçirdiğimiz o bekarlık günlerimiz, o gizli gizli buluşmalarımız aklıma geldi ve ben çok etkilendim. Sen o günleri hiç özlemedin mi?” diye sorar.

Nene de “Ah herif hiç özlemez miyim. Neydi o dere kenarında ki kaçamak buluşmalarımız? Kalbim yerinden çıkacakmış gibi çarpardı.” diye Nene de hatırlayıp söyleyince, Dede iyice ipin ucunu kaçırır ve;

“Yarın o gençliğimizde buluştuğumuz yere, yine o eskisi gibi ayrı ayrı gidip te gizli buluşalım. O heyecanları yeniden bir daha yaşayalım Hatun.” Der.

Nene de; “Peki herif, çok iyi olur.” Der.

Ertesi gün olur. Dede Nene den habersiz en güzel takım elbisesini giyer. Kravatını takar. Çiçekçiden de kendine yakışan bir demet yaptırır ve doğruca Nene ile ilk buluştuğu dere kenarında ki o yaşlı söğüt ağacının altına gider. Bekler, bekler, bekler. Akşam olur fakat yok. Nene gelmez.

Dede öyle pişman geri eve gelir bakar ki Nene de en yeni elbiselerini giymiş, oturmuş başını eğmiş evde ağlıyor.

“Ne oldu niçin ağlıyorsun? Hanı dere kenarına gelecektin, niçin gelmedin Hanım?” diye sorar Dede, Nene ye.

Nene başını kaldırır, gözlerini kurular ve cevap verir: “Annem yollamadı.”

23 Ekim 2020 Cuma

ADALET İÇİN

Yakın zamanlarda Kanada’da bir olay olur. Ottowa şehrinde Michael isimli ihtiyar bir adam, aç kaldığı için, fırından bir ekmek çalar. O çaldığı ekmeği yerken Kanada polisi tarafından yakalanır ve mahkemeye sevk edilir. Hannah isimli bir bayan hakim davaya bakar.

Michael yaptığı hırsızlığı şöyle ifade vererek mahkeme heyetine anlatır:

"Yalnız yaşıyorum. Çok acıkmıştım. Neredeyse açlıktan ölecektim. Param olmadığı için bir ekmek çaldım ve karnımı doyurdum. Başka imkanım yoktu. Hırsızlık yaptığıma pişmanım." Der.

Hakim, Michael’i dinledikten sonra onun suçlu olduğuna hükmeder ve şöyle bir açıklama yapar:

"Sen hırsızlık yaptığını biliyorsun, söylüyorsun ve hırsızlığın kötü olduğunu da bilip utanıyorsun. Ben de senin suç işlediğini anladım, biliyorum ve sana on dolar ceza veriyorum. Bu cezayı sana verdiğim için ben de utanıyorum. Paran olmadığını da biliyorum. Bu parayı ödeyemeyeceğini de bildiğim için, senin yerine on dolar cezayı ben ödüyorum." Der.

Duruşma salonunda herkes sessiz, olup bitenleri izlerken dava Hakimesi Hannah Hanım  ayağa kalkıp çantasını eline alır ve içinden on dolar çıkarır, ihtiyar adam Michael’in  cezası olarak ödenmesi için vezneye gönderir.

Ardından salonda ki sükuneti tekrar aynı Hakime Hanım bozarak sesini yükseltir ve konuşmasına devam eder: "Aslında hepimiz suçluyuz. Zira, hep birlikte yaşadığımız bir şehirde, bir ihtiyar adam aç kalıp, karnını doyurmak için ekmek çalıyorsa, bizler hepimiz suçluyuz. ve on ar dolar ceza ödemeliyiz. Ben on dolar cezamı ödedim. Sizlerde her biriniz on ar dolar cezanızı ödeyiniz." Der ve duruşma salonunda 480 dolar para toplayıp, toplanan parayı ihtiyar adam Michael’e verir.

Ve sözlerine şunları da ekler.

"Eğer medeni insanların yaşadığı bir şehirde, yoksul bir insan görürseniz, bilin ki o şehrin yöneticileri halkın hakkını vermiyorlar, çalıyorlar." Der ve sözlerini bitirir Kanadalı davaya bakan Hakime Hannah Hanım!


17 Ekim 2020 Cumartesi

ADALET

Hukuk Fakültesinde, hukuk dersi veren bir profesör derse girer. Girer girmez bir öğrenciyi parmağı ile gösterir ve ayağa kalkmasını ister. Öğrencinin adını soyadını sorduktan sonra, hoca bir anda sinirlenerek; “Ahmet sen defol git ve bir daha benim dersime hiç girme. Seni derslerimde görmek istemiyorum.” Der ve öğrenciyi dersten kovar. Ahmet te nere uğradığını şaşırır, çıkar gider.

Sınıfta bütün öğrenciler paniklerler fakat hocaya hiçbir şey diyemezler. Hatta sınıfın içinde bir aşağı bir yukarı gezinen hoca ile göz göze gelmekten bile kaçınırlar. Bütün öğrenciler hocadan korkarlar. Hoca bütün öğrencileri süzerek bir kaç dakika daha geçirdikten sonra hiç bir öğrenciden ses çıkmayınca öğrencilere bir soru sorarak derse başlar.

“Çocuklar kanunlar niçin vardır?” 

Bir öğrenci, düzeni korumak için. Bir diğeri, yaşam haklarını idame ettirmek için. Öbürü, toplumda yaşayan halkların hak ve hürriyetlerini korumak için. Bir başkası, devlete güveni sağlamak için. Daha başkası, devletin vatandaşlarına haklarını nasıl arayacaklarını göstermek için, kanunlar vardır. Derler öğrenciler.

Hoca öğrencilerden kendisini tatmin edecek bir cevap alamadığı için tekrar sorar; “İçinizde başka cevap vermek isteyen  var mı?” Yok.

Öğrencilerden ses çıkmayınca hoca sorduğu soruyu kendisi cevaplar; “Ben size kanunlar niçin vardır?” diye sormuştum.

“Kanunlar ADALET için var.” Der ve devam eder.

“Peki az önce Ahmet isimli arkadaşınıza ben adaletli mi davrandım?” der. Sınıfta hep bir ağızdan “Hayır” cevabı çıkar.

Hukuk dersi anlatan profesör sınıfın kapısını açar ve kapıda iki büklüm bekleyen az evvel kovduğu Ahmet isimli öğrenciye teşekkür ederek içeri alır. O zaman herkes bu yaptıklarının bir senaryo oyun olduğunu anlar.

Hoca; “Az önce Ahmet isimli arkadaşınıza karşı yapmış olduğum haksızlığa, adaletsizliğe hepiniz şahit oldunuz. Neden kabul ettiniz ve bir tepki göstermediniz? Bir açıklama istemediniz? Arkadaşınızın hakkını neden savunmadınız? Sizler hepiniz birer hukukçu olacaksınız ve yarın topluma adalet dağıtacaksınız. Böyle mi adalet dağıtacaksınız?” diye azarlar.

Herkes susar. Hiçbiri cevap veremez.

Hoca sözlerine şöyle devam eder: “Sevgili yarın adalet dağıtacak olan genç arkadaşlarım. Bu olaydan hepinizin çıkartacak olduğu dersler olmalı. Bunu size yüz saat ders versem anlatamazdım. “der ve sözlerine şöyle devam eder: “Asla bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın diye düşünmeyin.  O yılan bir gün mutlaka sizi de sokacaktır. Bir memlekette adalet unsurları sağlam kaldıkça, diğer unsurların ciddi surette bozulmasına imkan kalmazAdaleti sağlam olmayan bir millet, bu felaketini hiçbir şekilde  telafi edemez. Bir ülkeyi yıkacaksanız önce adalet unsurunu ortadan kaldırınız. Bir kişiye karşı yapılmış haksızlık, bütün insanlığa karşı yapılmış haksızlık demektir. Adaletsizlik yapıldığını görüp te göz yuman insanlar bir gün haysiyet ve onurlarını kayıp etmeğe mahkumdurlar. Bir şahsa karşı yapılan haksızlık, toplumda herkese karşı yapılmış demektir. Adalet hakkı gerçekleştirmektir.” Der ve dersini bitirir.

İşte adalet ve adaletsizlik budur. Adalet herkese eşit olarak uygulanmalı ve bu anlayış bütün topluma yayılmalı. İşte o zaman bir ülke adaletle, adil olarak idare edilir ve ilelebet var olur.

12 Ekim 2020 Pazartesi

SATRANÇ


Bilmem siz satrancı bilir misiniz, veya sever misiniz? Milattan sonra 550-600 yıllarında Hindistan’da bir Bilge ilk defa böyle bir oyunu icat etmiş. O zamanlar savaşmayı çok seven bir kral varmış. Bu kralın en büyük zevki başka ülkelerle savaşmakmış. Savaş yıllarca sürer, her iki ülke de karşılıklı büyük zararlar görür fakat kral savaştan bir türlü vaz geçmezmiş. Halk onun için savaşmak istemezmiş fakat bunu da krala bir türlü söyleyemezlermiş. Kral da hiç boş durmak istemez sebepsiz yere başka ülkelere savaş açarmış.

Yıllarca süren bu savaşlar halkı bezdirmiş ve içten içe isyanlara sürüklermiş ama yapacakları hiç bir şey de yokmuş. Çünkü krala karşı gelmek öldürülmek veya iyi ihtimalle zindanda çürümek anlamına gelirmiş.

Bunalan halk çaresizlik içerisinde Hindistan’ın en bilgili kişisi olan ‘Bilge Adam’ a gidip dertlerini anlatmışlar ve akıl danışmışlar. Bilge Adam gerçekten çok bilgiliymiş. Evinin içerisinde yüzlerce kitap bulunur ve her gün kitaplar okurmuş. İşte halk derdini bu Bilge Adama anlatmış ve bir şekilde kralı savaşmaktan vaz geçirmeğe ikna etmesini istemişler.

Bilge Adam düşüncelere dalmış, çünkü kralı mantıklı bu davranışa ikna etmenin zor olduğunu o da çok iyi biliyormuş. Günlerce yememiş içmemiş düşünmüş. Bilge Adam içerde düşünürken halk da heyecanla kapıda onun vereceği cevabı bekliyorlarmış. Bir, iki, üç, dört derken bir hafta geçmiş. Bilge Adam bir hafta sonra koltuğunun altında bir tahta kutu ile evinden çıkmış ve halka “Beni krala götürün” demiş. Onu hemen krala götürmüşler ve krala Bilge Adamın geldiğini haber vermişler. Kral sevinmiş, çünkü ne kadar gaddar, acımasız olsa da Bilge Adamı sever takdir edermiş ve iyi karşılamış;

 “Hoş geldin Bilge. Bu ziyaretinin sebebi nedir?”

“Değerli kralım size bir hediye getirdim.”

“Çok sevindim. Eminim ki güzel bir şey düşünmüşsündür. Nedir o?”

Bilge Adam kucağında ki tahta kutuyu krala uzatmış.

“Bakalım siz ne olduğunu bilecek misiniz? Kralım” demiş.

Bilge Adamın kral ile konuşmalarını dinleyen  izleyenler de çok merak etmeğe başlamışlar. ‘Acaba kutunun içinden zehirli bir yılan çıkacak da kralı mı ısıracak? Yoksa kutuda ki bir tuzak kralı mı öldürecek.’ diye düşünenler olmuş.

Hayır yılan çıkmamış. Tuzak ta yok. Bilge Adam hakikaten akıllı bir insanmış ve sorunları barışçıl şekilde halledecek kadar da zekiymiş.

Tahta kutuyu açtıkları zaman içinden değişik şekilli iki değişik renkte taşlar çıkmış. Kutuyu masanın üzerine koyup taşları kutunun üzerinde ki karelere yerleştirmiş Bilge adam. Kral ne olduğunu anlayamamış çünkü o güne kadar böyle bir şey hiç görmemiş. Bilge adam başlamış karala anlatmağa:

“Kralım siz savaşmayı çok seviyorsunuz. Bu sebeple size aynı gün içerisinde defalarca savaşma imkanı bulacak bir oyun icat ettim ve onu getirdim. Bu ufak taşlar askerleriniz. İki tane atlı birliğiniz ve iki tane de filli askerleriniz var. Yine aynı şekilde iki tane savaş arabalarınız var. Siz de oyunda ortada ki şahsınız. Ve de yanınızda baş yardımcınız vezir var. Askerlerin ve vezirin seni koruyacaklar. Aynı şekilde karşınızda da düşmanlarınız var. Bu gördüğünüz tahtanın üzerinde, aynı güçte ki karşıdaki düşman Kralla savaşacaksınız.” Der.

Kral hemen oyunla ilgilenir. Taşların nasıl hareket ettiğini sorar ve Bilge Adam ile oynamağa başlar. Oyunu öyle sever ki bir daha komşularıyla hiç savaşmaz. Satranç tahtasında savaşmak hem masrafsız, hem de daha eğlenceli gelir ona.

Hindistan halkı da böylece büyük savaşlardan kurtulmuş olur. Kral bu oyunu öyle beğenir ki Bilge Adama “Dile benden ne dilersin?” der.

Bilge Adam “Para pul istemem kralım. Bana buğday verin yeter.” Der. Kral bir kese altın verdikten sonra ne kadar buğday istediğini sorar. Bunun üzerine Bilge Adam “Bu oyunun adı ‘SANTRAÇ’ oyunudur ve bu tahtanın üzerinde 64 adet kare vardır. Siz birinci kareye bir buğday ikincisine iki, üçüncü kareye dört, dördüncü kareye on altı ve sonra ki her kareye bir öncekinin karesi olacak şekilde tahta üzerinde ki kareleri buğday ile doldurun ve bana verin, yeter.” Der.

Kral Bilge ye biraz kızar. Çünkü buğdaydan bir şey çıkmayacağını, az olacağını düşünür ve “Ben sana daha kıymetli altın, elmas, toprak verebilirdim. Sen sadece buğday mı istiyorsun, hayret.” der.

Bilge adam “Hayır kralım siz bana dediğim şekilde buğday verin yeter. Ben başka bir şey istemem.” der.

Kral hazinesinden sorumlu vezirini çağırtır, buğdayın hesaplanmasını ve Bilge Adama verilmesini ister. Vezir bir hafta kadar hesap yaptıktan sonra üzgün bir vaziyette kralın karşısına çıkar ve krala anlatır;

“Efendim bu hesaba göre Bilge Adama verilecek olan buğday tüm ülkemizin ve askerlerimizin yedi yıl yiyeceği buğdaydır. Ancak şu anda bu kadar buğday da elimizde yok.” Der. Kral ülkesinde ki hesap uzmanlarına tekrar tekrar hesap yaptırır. Vezir haklı Bilge Adam ödeyemeyecekleri kadar buğday istemektedir.

Kral Bilge Adamı zekasından dolayı, çok tebrik edip daha çok saygı duyar ve her zaman sarayında ağırlamak ister. Bilmem essah, bilmem yalan, satranç oyunu için bu hikayeyi anlatırlar.

7 Ekim 2020 Çarşamba

FIRSATLARI KAÇIRMA


Eski zamanlarda kasabanın birinde, güzelliği dillere destan, güzel mi çok güzel, bir kız yaşarmış. Kendisiyle evlenmek isteyen uzak ülkelerden gelen nice insanları, asıl, zengin ve yakışıklıları reddetmiş.  Kimseleri beğenip kendisine layık görüp evlenmiyormuş.

Bu güzel kıza kendi kasabalarından çok seven genç bir yakışıklı delikanlı da evlenmek için talip olmuş. Ama kız onu da beğenmemiş, reddetmiş. Delikanlı gururundan günün birinde kasabayı terk edip gitmiş. Başka bir kasabada kendini seven başka bir kız bulup onunla evlenmiş. Yeni bir hayat kurup çoluk çocuğa kavuşmuş, mutlu olmuş.

Aradan bir kaç yıl geçtikten sonra yolu o terk ettiği güzel, şirin eski kasabasına düşmüş. Aklına bir zamanlar aşık olduğu ve evlenemediği o güzel kız gelmiş. Ona ne olduğunu zaten çok merak edip dururmuş.

O terk ettiği kasabada dolaşırken tanıdık yaşlı bir adama rastlamış. Hemen o güzel kızı sormuş. Yaşlı adam biraz gittikten sonra kasaba dışında bir ev göstermiş ve evlenip bu eve taşındığını söylemiş o güzel kızın. Delikanlı o eve yaklaşmış ve evi gözlemeğe başlamış. Çünkü kimseleri beğenmeyen bu kızın kiminle evlendiğini çok merak edermiş. 

Evden çıkarken görmüş. Kızın yolcu ettiği adam yaşlı, çok şişman, kel, bir ayağı da topal, kaba saba bir adammış. Üstelik hiç te zengin değilmiş. Bu sefer bu adamın kim olduğunu çok merak etmiş. Kocası olamaz diye düşünmüş. Çünkü feleği beğenmeyen o kız, o yolcu ettiği adamla evleneceğine hiç inanamamış. Kız ile konuşmak için hemen gidip evin kapısını çalmış. Kız kapıyı açınca bir müddet bakışmışlar ve delikanlıyı tanımış, içeri buyur etmiş.

Delikanlı eskiden sevdiği bu kıza hemen evlenip evlenmediğini ve kocasını sormuş. Kız kocasını az evvel yolcu ettiğini anlatınca o gördüğü yaşlı ve şişman adamın kocası olduğunu anlamış ve kıza tekrar sormuş;

“Sen ki hiç birimizi beğenmedin, nice kısmetlerini geri çevirdin, nasıl oldu da böyle biriyle evlendin?” demiş.

 Kız da ona:

“Sana cevabı vereceğim fakat önce benimle gel.” Demiş. Almış delikanlıyı çok büyük ve güzel bir gül bahçesine götürmüş. “Bu gül bahçesine gireceksin. Hiç geri bakmadan ilerleyeceksin ve bana gördüğün en güzel gülü koparıp getireceksin.” Demiş. Delikanlı "peki" demiş ve çok güzel güllerin olduğu bahçede ilerlemeye başlamış. Önce çok güzel kara bir gül görmüş. En güzel gül bu deyip yanına gidip tam koparacakken biraz ileride daha güzel kocaman pembe renkli bir gül daha görmüş. Tamam budur işte diye düşünüp kara gülü bırakıp pembe gülün yanına gitmiş. Tam onu koparacakken ilerde muhteşem güzellikte sarı bir gül daha gözüne ilişmiş. Kırmızı gülü bırakıp hemen sarı gülün yanına koşarak gitmiş. Hangisini koparacağına bir türlü karar verememiş, daha güzel çiçeği bulacağım derken, bir de bakmış ki bahçenin sonuna gelmiş. Geriye de gidemeyeceğine göre, bahçenin sonunda ki yaprakları solmuş kötü bir gülü mecburen koparıp kıza götürüp vermiş.

Kız gülü almış ve gülümseyerek adama:

“Bak gördün mü? Daha iyisini  bulacağını düşünürken sen farkında olmadan gül bahçesi bitti ve beğendiğin güller arkada kaldı. Hayatta işte buna benzer. Kimseye beğenmezsin, bu arada ömür geçer de sonunda en kötüsüne razı olmak zorunda kalırsın. İşte bana da öyle oldu. Bu yüzden vaktin geçmeden, gençlik bitmeden elindekinin değerini bilip, kanaatkar olmak ve yetinebilmeyi öğrenmek gerekir.” Demiş.

Hepimiz belki de böyle durumlarla karşılaşmış, bir çok fırsatları değerlendirmiş, bir çoğumuzda böyle fırsatları kaçırmışızdır. Hayat dediğimiz yolda yürürken aynı şartlar altında bir daha aynı yerden geçemeyiz. Bu vesileyle karşımıza çıkan fırsatları iyi değerlendirmezsek bu fırsatları kaçırırız.

Bir gün bir bakmışız hedeflediğimiz noktadan da uzaklaşıp çok farklı bir noktaya gelmişiz. Yaşadığımız hayat dönüp baktığımızda geriye kalan sadece kaçmış bir çok fırsat ve bize kalan içimizi kemiren “KEŞKE” diye yankılanan düşüncülerimiz. Onun için her şeyi zamanında değerlendirmek ve doğru kararları vermek gerekir.



5 Ekim 2020 Pazartesi

VATANSEVER ERMENİLER

Dünyada insanların ve dolayısıyla devletlerin münasebetleri doğru olarak anlatılmalı. Kim ne yaparsa herkes tarafından doğru olarak bilinmeli. Fakat bazı insanlar çıkıp ta doğruyu söylemezler. Çünkü bazı insanların doğruyu söylemek işlerine gelmez. Menfaatleri ağır basar. 

Bütün dünya Ermenilerin Türklere karşı soy kırımı uyguladıklarını, akıl almaz vahşetler yaptıklarını bilirler. Zaman zaman da olaylara şahit olan Rus ve Batılılar tarafından dile getirilmesine rağmen çıkıp ta açık açık söyleyen pek az. Çünkü bu vahşetleri Ermenilere yaptıranlar kendileri. Türkleri dünya yüzünden kaldırmak için bütün Batı Ülkeleri bir olmuşlar, birlikte hareket ediyorlar.

Bu olan haksızlıklardan rahatsız olan Ermeni veya Batılı yok mudur? Evet, var, hem de çok sayıda. Fakat onlar seslerini çıkaramıyorlar. Vicdanen rahatsız olan Amerikalı bir yazar bakın ne diyor:

“Türk tarihi ile uğraşan bütün Avrupalı tarihçilerin biricik gayesi vardır, o da Türkleri tarihlerinden ve kimliklerinden koparmaktır.”

ABD li Araştırmacı Yazar: Arthur Mills Perce Stratton

Şimdi de Ermeni Türk vatandaşlarından vicdanının sesiyle hareket edenlere gelelim. Gevond Turyan isimli Ermeni din adamı ve araştırmacı yazar Türkiye de yaşadığı zamanlarda 1917 yılında çıkardığı DADJAR isimli Ermenice dergi ve Ermeni Kronolojisinde anlattıklarına göre; 1100-1200 yıllarında; Karadenizde Ermenilerin yaşadığı zamanlarda, Arapların Doğu Karadeniz Bölgesine giderek çok kanlı savaşlar yaptıkları ve yerli halkın tamamını öldürdükleri, sağ kalan Ermeniler kıymetli eşyalarını toprağa gömerek bölgeyi terk etmek zorunda kaldıkları anlatılmaktadır. Ayrıca Türkleri yok etmek için Türkiye de ve dünyada ki kiliseler nasıl kullanıldığı, bütün kirli oyunların buralarda çevrildiği ve bazı zamanlar kiliselerin silah deposu olarak kullanıldıkları anlatılmaktadır.

Bu yazılarından dolayı Rahip Gevond Turyan Londra da 1933 te kilise de ayın sırasında vaız verirken iki Ermeni militan tarafından katledilmiştir.

Ermeni Diasporası’nın gerçek yüzünü gören, Ermeni asıllı vatandaşımız, Artin Penik, ASALA terörüne tepkisini göstermek ve dünya kamuoyunun dikkatini çekmek için 1982 yılında Taksim’de kendini yakarak, intihar etmiştir.

Ve işte Kurtuluş Savaşımız esnasında Türklerle aynı tarafta savaşıp ta Türkiye’nin kurtulmasında yardımcı olan ve İstiklal Madalyası alan Ermeni vatandaşlarımız;

ARMAN PANDIKYAN 

Ermeni asıllı Türk, İngilizlerin İstanbul u işgalinde İngiliz İstihbaratı, Deniz İstihbaratı Örgütünün Amiri ve en yetkilisi. Hem de İngiliz İstihbarat Amiri Yüzbaşı John Berett’in tercümanı olmasına rağmen, emrindeki Türk asıllı İngiliz ajanları ve diğer ajanların melanetini Türk İstihbarat servislerine haber vermiş ve; “Ailemi, çocuklarımı size rehin ederken şerefim ve namusum üzerine söz veriyorum. Bu dakikadan itibaren hem düşmanın parasını alacağım, hem de emrinizde olarak vatanıma hizmet edeceğim.” diyerek, Kuvayı Milliyetcilerin İstanbul’dan kaçırdıkları silah ve cephanelerin kazasız belasız Anadolu’ya ulaşması için yardımcı olmuştur. Ajan BENNET’in Anadolu’ya sızdırmaya çalıştığı Telkis ve Ohannes adlı iki ermeni genç, Arman Pandikyan EFENDİ’nin yardımıyla “Mehmet ve Ramiz” olarak İshak KAPTAN’ın motoruyla Ankara’ya yollanır. Karşı casusluk oyunlarının en alası sergilenerek, bu kanaldan İngiliz ajanlarının raporları Türk Genel Kurmayınca elde edilir. Verilen sahte bilgilerle İşgal ajanları oyalanır ve yanlış yönlere sürülürler. İstanbul'un kurtarılmasında çok büyük katkıları olur.

BERÇ KERESTECİYAN
Osmanlı Bankası Müdürüdür. Atatürk ün bindiği Bandırma Vapuruna İngilizler torpido atacaklardı. Onu haber verdi ve Atatürk ün hayatını kurtardı. Milli Mücadele yıllarında Anadolu ya sandıklarla ilaçları ve silahları gizli olarak gönderdi.

ARTİN GÜLÜKYAN
Gülükyan da Kuvayı Milliye’ye katılanlar arasında. İstiklal Harbi sırasında İstanbul’daki Selimiye Kışlası’ndaydı, tezkeresini Diyarbakır’dan aldı. Cephe gerisinde 18. İnşaat Taburu’nda görev yaptı.

KARABET KARGICI
Isparta’da doğdu. Amcası Kugas Kargıcı, pehlivandı. Karabet Kargıcı, hayvan alım satımıyla, besicilikle, ticaretle uğraştı. Babası Kirkor’la birlikte askere gitti,cephede esir düştü ama kurtuldu.

AGOP ÖZEL
Zir’de doğdu. İstiklal Harbi’nden sonra sıvacılık yaparak hayatını kazandı. İstiklal Madalyasını 1971’de aldı.

KARABET AYVAT
Marangozdu. İstiklal Madalyasını 1980 yılında, 85 yaşındayken alabildi. Yunan işgali sırasında askere alındı. Savaş sırasında Garp Cephesi’nden Ankara’ya gönderildi. Hem cephede hem de cephe gerisinde görev yaptı.

OHANNES ERKAN
Zir doğumlu. 20 yaşında askere alındı. İstiklal Harbi’nde Eskişehir’deki askeri inşaatlarda çalıştı. Madalyasını 1971’de aldı, 1980’te vefat etti.

OHANNES ÖZÇINAR
Madalyasını, ailesi 1976 yılında aldı. Savaş sırasında develerle Yozgat’tan Kayseri’ye cephane taşıdı. Develerin altında kalıp yaralandı, üç ay hastanede yattı.

AGOP AYIK
Zir doğumlu. İlk görev yeri 1920’de Kırşehir’deki taburdu. Tezkeresini Eskişehir’den aldı. Askerliğinin son aylarını sıhhiyeci olarak tamamladı. 1968’de İstiklal Madalyası’yla ilgili kanunun güncellenmesiyle, başvurusunu yapıp 1970’te madalyasını aldı.

OHANNES KASPARYAN
Afyon doğumlu doktor. Hem askerlik hayatında hem de sivil hayatında Türk milleti için bir çok fedakarlıklar yaptı. İstiklal Madalyası aldı.



4 Ekim 2020 Pazar

KÖPEĞİNİZİ SEVİYORUM

Atatürk, halka şapkayı tanıtmak için 1925 yılının Ağustos ayında, dokuz gün süren Kastamonu gezisine çıkmıştı.

Yanında Foks da vardı.

Bu gezide Atatürk Terzi Mehmet Ağa' nın konağında kalmıştı.

Konağın yan tarafında başka bir konaktaysa bir öğretmen ailesi kalıyordu. Ailenin Belkıs adında bir de küçük kızları vardı.

Küçük Belkıs, konağa girip çıkarken gördüğü Foks'u çok sevmişti.

Foks da onu görünce hemen kuyruk sallamaya başlıyordu.

Fırsat buldukça birlikte oynuyorlardı.

Bunu farkeden Atatürk, bir gün çocukla sohbet ederken: "Beni mi çok seviyorsun, köpeği mi" diye sordu..

Küçük Belkıs bir Atatürk'e baktı bir de çevresinde dolanan Foks'a...

Doğruyu söyleyiverdi:

"Köpeğinizi daha çok seviyorum,"

Atatürk, küçük bir şaşkınlıkla gülümsedi:

"Niçin?"

Küçük Belkıs bir an düşündü, sonra Atatürk'e dönüp:

"Çünkü o sizi koruyor" dedi.

Beklemediği cevap Atatürk’ü hem şaşırttı hem de güldürdü.

Kaynak: Mustafa Eski, Atatürk' ün Kastamonu Gezisi.