SAYFALAR

27 Şubat 2020 Perşembe

EFSANE OLDULAR

Bizim her şeyimiz olacaktı ve hem de en iyisi olacaktı. Çocuk olmama rağmen anlıyordum. Babamın birinci prensibi buydu. Her şeyimiz en iyisi olacak. Ondan iyi hiç kimsede aynı şeyden bir tane daha olmayacaktı. Öyle istediğimizden mi bilmem, hakikaten sahip olduğumuz her şey kendiliğinden en iyisi olurlardı. Cansızlardan tutun da canlılara kadar sahip olduğumuz her şey.

Bir horozumuz vardı, öttüğü zaman çok uzaklardan sesi duyulur ve çok uzun süreli tutturdu mu sesini uzatırdı. Sonunda da nefesini geri çekerken de sesini sürdürür, hatta yerlere düştüğü bile olur herkes onu konuşurdu. Kırmızı renkli, çok yüksek ve iri yapılı bir hayvandı. Başının üstünde kıpkırmızı kocaman ibikleri vardı. Namını duyan meraklı hiç tanımadığımız insanlar ta uzaklardan gelir o horozu Babam dan almak isterlerdi. Babam da vermez onu çok iyi beslerdi. O zamanlar bende üç veya dört yaşlarındaydım. Kapıda oynarken, o horoz kanatlarını çırparak üzerime atladı. Pençeleri ile beni tuttu ve yüzüme bir, kaç defa gagası ile vurdu. Ben tabi ağlayarak takla attım. Burnumun bir tarafını delmiş, kanlar akıyordu. Babam "İyi ki çocuğun gözünü çıkarmadı." diyordu ve hemen o horozu kesti.

Öküzümüz vardı, Adı keribal. Kırmızı beyaz alaca renkli, hilal boynuzlu. Alnın ortasında beyaz yerinde devamlı siyah bir muska asılırdı. İnsanı gördüğü zaman ta uzaklardan koşturur, onu vurmağa çalışırdı fakat fırsatı olmasına rağmen hiç kimseyi de vurduğu görülmemişti. Öyle boşboğaz bir şeydi. Gelir önünde durur kafasını boşa sallar, adamın yüzüne bakardı. Kovalardı fakat vurmazdı. Tek Annemi ve beni kovalamazdı. Ben küçük olduğum için adam yerine saymazdı. Annem ise onu besler, yalnız kaldıkları zaman da onunla insan gibi konuşur, dertleşirdi. O da başını kaldırır sağa sola sallar annemin söylediklerini tasdik ederdi. Komşular çok uyarırlardı. ‘Birisini vurup öldürecekte başınız belaya girecek’ derlerdi fakat biz kıyıp ta kayıp edemezdik. 

Yazın yaylalara çıkarken başka öküzlerle dövüşür, o hepsini yenerdi. Bazı öküzler zaten yanına geldikleri zaman hiç dövüşmez kaçarlardı. 

İlk Baharda ‘çift’ derlerdi bahçeleri koşardık. Bizim öküzün eşi Şükrü Amcaların öküzüydü, adı Altun. Onlar hiç dövüşmezlerdi. İkisini birlikte boyunduruğa bağlar. Kara sabanın ucunu da boyunduruğa takarlar ve Şükrü Amca veya oğlu Niyazi sabanın sapından sol eliyle tutar, sağ eline de bir çubuk alır “Hah” der sürerdi. Çubuğu bazen öküzlerin sırtının üstünde sallar fakat asla kendilerine vurmazdı. Öküzler de önden geviş getire getire sabanı çekerlerdi. Bir kişi de arkalarından kazılan toprağa tohum atar bahçelere mısır ekerlerdi. Saban sürülürken, başkasının hududuna geldikleri zaman Şükrü Amca “Dööön geri, gel üstüne.” Der ve oradan öküzlerle birlikte geri dönerler, geriye doğru tarla bitene kadar saban sürmeğe devam ederlerdi

Bizim köydeki bütün bahçeleri sürer, başka köylere de gider, bu şekilde tohum ekerlerdi. Uzun yıllar sonra yaşlandığı için sattık. İki kişi geldi bağından tuttu ve aldı götürdüler. O deli öküz onları vurmağa hiç kalkışmadı. Sadece satıldığını anlamıştı galiba ki, bize kırılmış, öyle uysal uysal o tanımadığı adamların arasında yavaş yavaş giderken, gözlerinden de damla damla yaşlar akıyordu. Biraz gittikten sonra bize sitemlerini bildirmek için evimizin ilerisinde ki patika yol virajında durmuş, bir kaç kez geri bizim eve bakmış, yedi sekiz ağız bağırmış, son kez köyü inletmiş ve öyle terk etmiş gitmişti. Öyle yapardı. Kederlendiği veya sevindiği zamanlar bir kaç kez bağırır, varlığını belli eder, köyde duyanlar da hemen sesinden tanır "Keribal bağırıyor." derlerdi. Bu sefer ama kederinden, daha etkili bağırmıştı. Annem sesini duyunca ağlamış, geri almak için arkasından koşmuş gitmiş ama, onlara yetişememişti.

Köpeğimiz de vardı kangal cinsi. Yattığı zaman ön patilerini uzatır, başını üzerine koyar ve öyle gözleri açık uyurdu. Babam enikken almış, onu yetiştirmiş, sütle besleyerek büyütmüştü. O köpekte canı pahasına bizim aileyi korurdu. Uzun zaman görmezse, hasret kalır, gördüğü zaman, arka ayaklarının üzerine kalkar, ön ayaklarını omuzumuza koyar, bizlere adam gibi sağlı sollu sarılır, yüzümüz gözümüzü yalardı. Babam öldüğü zaman üç dört gün hiç yemek yememiş, sabahlara kadar mezarı başında ulumuş, sesi kesilmişti. Her gittiğimiz zaman onu mezarın başında gözleri yaşlı otururken bulurduk.

Başka insanlara çok saldırır, sürünün yanında olmadığı zamanlar daima bağda taşırdık. Çok uzun süre yanımızda olmasına rağmen hiç kimseyi ısırmadı. Zaten ısırsa veya kötü niyetli olsa insanı kesin boğar öldürürdü. Ara sıra ben canını sıktığım zaman bir şey demez başını sağa sola sallar, boşa bir iki havlar, yanımdan gider, sonra yine yanıma gelirdi. Başka köpekler eğer kendisine veya bize saldırırsa hiç af etmez onları tutar yere vururdu. Saldırmayan köpekleri de hiç ellemezdi. Bir kaç köpek birden saldırsa yine onlara da hepsine birden kafa tutardı. Arkasını sağlam bir yere yaslar, patisi ile o köpeklere vurur, ağzıyla da boynundan tuttuğu gibi yerlere yıkar, hayvanın vücudundan parça koparabilmek için sağa sola sallar, hatta ağaçlara taşlara vururdu. Bırakması için bağırdığımız zaman genelde itiraz etmez hemen bırakırdı. Bazen çok sinirlenmişse bırakmazdı. Kuyruğundan tutar çekerdik. O zaman bırakır fakat geri döner bize de saldırırdı. Bizi ısırmaz korkuturdu.

Kaptan çok güçlü, kuvvetli, akıllı ve hiçbir varlıktan korkmayan çok efsane bir köpekti. Sinirlendiği zaman sırtında ki tüyleri şişirir ve çok daha korkunç, heybetli görünürdü. Kendinden büyük köpeklere de saldırır ve onları da yere yıkar yenerdi. Yakınlarımızda insan görürse hemen koşar, biz ikaz etmezsek ona göğsüyle vurur, yere yıkar ve iki ön bacaklarının arasında adamı teslim alır, öyle beklerdi. Bize haber vermek için de ara sıra tek tek, kesik kesik adamın yüzüne doğru havlar, ağzından salyalar dökerdi. O bir tehlikeye kaldığımızda, yanımızda olamasa da, bir yerlerden haber alır, çoğu zaman çıkagelir, bizleri zor durumlardan kurtarırdı.

Ben sekiz dokuz yaşlarındayken yaylada, otlak yeri Pilonçutun deresinde hem keçilere çobanlık edip, hem de sakız toplamağa çalışırken başımdan bir kaza geçti. Öğleden sonra evlerimizin olduğu tarafa, yukarı Kilise düzüne doğru çıkarken, yan tarafına bastığım çok büyük bir kaya yan döndü, devrildi ve benim sağ ayağımı altına alarak başka bir taşa yaslanıp, orada durdu. Ayağımı o taşın altından çıkarabilmem veya kurtulmam imkansızdı. Çok uğraştım. Taş çok ağır yerinden oynatmam da imkansızdı. Ben tek başıma değil başka birileri de olsa o taşı yerinden oynatamazlardı. Elimde ki 'nacak' dediğimiz küçük balta da uzağa atılmış, taşların arasında sapını görüyordum fakat ulaşıp alamıyordum. Keçilerim oraları çoktan geçmiş eve doğru gitmişlerdi. Ben orada yalnız başıma bağlı kalmıştım. Ayağım başka bir kayanın boşluğuna gelmiş, kırılmamıştı. Öyle görünen bir yara da olmamıştı. Kan filan akmıyordu, oynatabiliyordum fakat bir türlü dizimi olduğu yerden çıkartıp kurtaramıyordum.

İki saatten çok zaman geçti. Benden başka hiç kimse kalmadı ve oralar çok tenhalaştı. Gün dönmüş, akşam güneşi karşı kayalara vurmuş, arada bir yayla kuşlarının uzadıkça uzayan sesleri, yankılandıktan sonra yok oluyorlardı. Vanak dediğimiz evlerimizin olduğu yer yokuştan yukarı tarafta kalmış ve bir saatten daha uzak mesafedeydi. Beni arasalar da oralara kimse bakmaz ve bulmaları da imkansız gibi bir şeydi. Çünkü benim oralara gittiğimi bilen hiç kimse yoktu.

Kayanın devrilmesi için biraz uğraştımsa da deviremedim. Ben uğraştıkça kaya tamamen yerine oturdu ve hiç oynamaz oldu. Oradan kurtulmam çok büyük bir mucizeydi artık. Tamamen ümidimi kestim. Öyle olduğum yerde oturdum ve düşünmeğe başladım. Nasıl kurtulabilirdim. Ayağım taşın altında biraz şişmiş ve morarmağa başlamıştı. Oralar otlak yerleridir. Hiç kimsenin gelip te rastlaması da imkansız. Ancak ertesi gün keçiler tekrar gelebilirlerdi. Onların da bana bir faydası olmazdı. Belki duyan olur diye bir kaç defa olduğum yerde yüksek sesle bağırdım. Hayladım. Ama nafile. Hiçbir tarafta ses seda yok, sadece benim sesim karşı kayalara vuruyor ve yankıları geri bana dönüyordu.

Artık akşam olmak üzereydi. Yukarıdan taşların arasından bir çatırtı ve ‘Heh, heh, heh’ diye bir nefes alıp verme sesi duydum. Elime yerden bir kaya parçası alarak, önümdeki taşı kendime siper ettim ve o ses geldiği tarafa doğru dönmeğe çalıştım. O saatte oralarda insan olamazdı. İnsan olsa en azından bana ses verirdi. Hayvan da olamazdı. Hayvanlar sağılmak için çoktan pere girmiş olmaları gerekirdi. Her ikisi de değildi. Dikkatle ses geldiği tarafa doğru bakarken bir kaç metre uzağımdan ve kayaların arasından, yukarıdan aşağı, bana doğru gelen, bir gölge silüet 
gördüm. Yabanı hayvan olabilirdi. Ayı veya kurt bizim hayvanların kokusunu almış, oralarda dolaşıyor olabilirlerdi. Ama hayır. O bir yabanı hayvan değildi. Onu bir kaç metre uzaktan gördüm ve tanıdım, Köpeğim Kaptan.

İki adım kadar yukarımda durdu. Ağzı açık, dili bir karış dışarıda ve sık sık nefes alıp veriyordu. Belli ki koşarak gelmişti. İki kesik kulaklarını kaldırdı. Bana iyice dikkatli baktı. İki veya üç defa öyle kesik kesik havladı. Ya bana geldiğini, korkmamamı, beni kurtaracağını söylüyor veya neden dikkat etmeyip te bu hale düştün diye beni azarlıyordu. Yanıma geldi. Oh. Bırakın kurtulmağı, ben dünyalar benim olmuş gibi sevindim. Kurtulamasam da o artık beni daha bırakmaz ve yanıma da canlı yaklaştırmazdı. Önce yanaklarımı yüzümü boynumu, her tarafımı inleyerek yaladı. Sonra ‘ıh, ıh’ diye yine inledi. "Kaptan, ben burada tutuldum kaldım. Nasıl kurtulacağım Oğlum?" dedim. 'Oğlum' demek çok hoşuna giderdi. 

Ön ayakları ve burnunu ayağımla taş arasında ki boşluktan sokarak, biraz uğraştı. Hiçbir şey değişmedi. Az yukarıda ki başka bir yüksek taşın üstüne çıktı ve uzun uzadıya ulumağa başladı. Belki de birilerinden yardım istiyordu. Tekrar yanıma geldi. ‘Iıh, ııh’ diye inleyip duruyordu. İki elimle kesik olan kulaklarından tuttum. Kavga esnasında başka köpekler koparmasın diye daha enikken Babam her iki kulağını da kesmişti. Kendime doğru çektim. Yanaklarından, çenesinin altından, burnunun tüysüz yerinden defalarca öptüm ve ağlamağa başladım. Korktuğumdan değil, o köpeğin dostluk anlayışından, sadakatinden, vefakarlığından duygulandım ve yüksek sesle ağladım.

Kaptan ayağımın üstünde ki o büyük kayanın etrafında dolaşmağa başladı. Burnunu yerlere sürüyor. Bazı küçük taşları burnu ve patisi ile dayanarak çıkartmağa çalışıyor. Ayakları ile kayanın altında ki yerleri eşiyor, bir şeyler yapmak istiyor, beni kurtarmak için çareler arıyordu. Parmağımla gösterdim ve “Kaptan, şu baltamı bana getir.” Dedim. Sapını destek eder belki kayayı devirebilirdim. Kuyruğunu asarak baltanın yanına gitti. Ağzı ile sapından tuttu. Çekip çıkarmak için biraz uğraştı fakat demir kısmı taşların arasında galiba sıkışmıştı ki çıkaramadı. Tekrar yanıma geldi. “Ğağu, ğağu” diye bana bir şeyler anlattı. Sonra o ayağımın üstünde ki kayanın üzerine çıktı. Sıçramağa başladı. Bir kaç kez sıçramıştı ki benim önümde duran ve ayağımı altına alan o büyük kaya yerinden oynadı ve oradan aşağı yürüdü. Kaptan kendini yan tarafa doğru atarak taşın altına almasından son anda kurtuldu. Ben zaten sol tarafta ve kayadan biraz yukarıda kalmıştım.

Ayağımın üzerinde ki o koca kaya oraları yıka yıka, vurduğu diğer taşlardan dumanlar çıkartarak, çarptığı ağaçları kırarak, yokuştan aşağı büyük bir gürültü ile yuvarlanıyordu. Biraz gittikten sonra birkaç parçaya bölündü. Kaptan da iki kulağını dikmiş, arka ayaklarının üstüne kalkmış, yuvarlanan kayanın arkasından hayretle bakıyor ve hem de ara sıra havlıyordu. Biz artık daha göremiyor, sadece yuvarlanırken çıkardığı kıvılcımları görüyor, gürültüyü duyuyorduk. Olanları seyrederken ayağımı unutmuştum. Aklıma geldi, hemen yokladım. Ufak tefek sıyrıklar ve morluklar vardı. Dizim ağrıyordu fakat herhalde önemli bir şey yoktu. 

Yerimden kalktım. Kendimi tekrar yokladım, iyiyim. Yürüyebilirim. Baltamı elime aldım ve Kaptan önüme geçti, ben arkasında yokuş yukarı yavaş yavaş yürüdük. Kaya hala daha yuvarlanıyor, yamacın altlarından sesler geliyordu. Kaptan yolda giderken arada bir benden uzaklaşıp önden ilerliyor, sonra geri dönüp tekrar yanıma geliyor ve birlikte yürüyorduk. Gece eve gittik. Ertesi günlerde Annem köyden yumurta getirtti, beyazını birkaç defa ağrıyan yerlerime bağladı ve bir haftaya hiçbir şeyim kalmadı. İyileştim.

Kaptan hep bizimle birlikte acı tatlı günlerimizi beraber yaşadı. Ağladığımız zaman o da oturur insan gibi ağlardı. Keçilerimizi sattığımız zaman alan adam Kaptanı da almak istedi fakat biz de ondan kopup başkasına veremedik. Çünkü onu başkaları anlamaz kötü muamele ederlerdi. O öyle hakaret filan hiç kaldırmazdı. Adam gibi düşünür, sıkıntı ederdi. Biz kendisine kızsak ağırına gitmez, gelir ayaklarımıza sarılır, yalakalık eder bizi kandırırdı. Başkalarına ise hayatta yalvarmaz, asla boyun eğmezdi.

Biliyorduk ki o ailemizin bir parçası olmuş ve başkalarıyla yaşayamazdı. Onun için Kaptanı kimseye vermedik. Keçilerimiz satıldı gitti fakat Kaptan kapı da yalnız kalınca o çok üzüldü. Dert etti. Eski günleri aklına geldikçe, için için gözlerinden yaşlar döküldüğüne şahit olurduk. Çünkü o keçilerden hiç ayrılmamıştı. Yazın yine belki rahatlar diye yaylalara çıkardık ama o eski günlerini keçileri arar dururdu.

Bir ara keçileri olan bir adama verdik. Orada durmadı. Amcamın keçilerinin yanına verdik. Orada da durmadı. Bir iki ay sonra bıraktı onları kaçtı geri yanımıza geldi. Kapıda durur, üç günde bir babamın mezarlığını ziyaret eder, bizleri gördüğü zaman da bir şeyler söyleyecekmiş gibi hep gözlerimizin içine bakardı. Zaten kendisi de ihtiyarlamıştı.

Bir yıl kadar sonra, çok yağmur yağdığı ve seller olduğu bir akşam yemeğini bile yemedi. Gece yarılarına doğru bir kaç defa havladı. Sonra babamın mezarlığında uzun uzadıya bir kaç defa uludu, sesini duyduk. Ertesi sabah yemek vermek için aradık, kaptan yoktu. Yemek kabında akşam verdiğimiz yemeği duruyordu. O gece çekip gitmişti. Bir daha da geri dönmedi. Babamın mezarını da daha hiç ziyaret etmedi. Her tarafta aradık. Daha onu hiç gören de olmadı. Bulamadık. Belki de o gece olan sellere daldı, intihar etti. 

Kaptan ile ayrıldığımıza çok üzüldüm. O bana hayatta çok şeyler öğretti. Hala daha aklıma geldiği zaman onun için gözlerimde yaş düğümlenir.






21 Şubat 2020 Cuma

ÇOCUKTUM

Ihlamurlu Köyünde ki bazı aileler her yıl Mart Ayında, köyde ki evlerinden, Okura da ki 'merze' dediğimiz, mezra evlerine hayvanlarıyla birlikte göç ederlerdi. Okuraya Köyden gitmek için bir saatten çok yürümek gerekirdi. Araba yolu filan yoktu. O zamanlar Fındıklı Çarşısından Köyümüze de araba yolu yoktu ve çok uzaktaydı. 

Çarşıdan Çınarlı Köyüne kadar elle yapılmış çok kötü ve dar bir araba yolu vardı fakat bu yolda gidecek arabada yoktu. Kasabaya da yaya gidilir ve gelinirdi. Köyden çarşıya inmek için bir buçuk saatten çok zaman geçerdi.

Biz de her yıl köydeki işeri bitirip tarlalar sürülüp kazıldıktan sonra köy evimizi kapatır, gider mezra evimize yerleşir, Mart tan itibaren Okurada kalırdık. Temmuz Ayı başlarında ise hayvanlarımızla birlikte yaylalara çıkar, yaz boyunca bir veya iki kişi hayvanlarla birlikte yaylada kalır, diğerleri geri mezra evine inerek orada kalırlar ve kış hazırlıkları için çalışırlardı. Güz Ayları Ekim, Kasım da da esas köy evimize gider, kışı orada geçirirdik.


Ben ilk okula başladığım zaman Köyümüzün Okulunda bir tek öğretmen vardı Hakkı Bey. Sonra O gitti Artvinli Nurettin Bey geldi. Onlardan önce Sami Bey isminde bir eğitmen vardı fakat ben onun zamanında hiç okula gitmedim. Zaten hiç okula gitmekte istemiyor, korkuyordum. Önceki yıllarda dört beş yaşlarında iken birkaç gün kayıtsız okula gitmiş öğrenci arkadaşlarımla oynarken Sami Eğitmeni görmüştüm. Okulun bahçe tarafında alçak pencereli 'Öğretmenler Odası' vardı. İçeride genelde Sami Eğitmen olurdu ve çocuklar pencere camını kırdığı zaman, sandalyenin üzerinde uyuyorsa da cam sesine uyanır, başını kaldırır ve “Eni boyu kırk” diye bağırırdı. Böylece kırılan camın ebatını bildirirdi. 

Yine böyle bir zamanda çocuklar koşuyor, pencere çıkıntısı üzerine ellerini koyup, yukarı doğru atlayıp içeri bakıyorlar ve kaçıyorlardı. Bende onlara bakarak koştum ellerimi pencere kenarına koydum ve yukarı doğru sıçrayıp içeri bakmak isterken arkamdan kız ve erkek çocukların elleri ile beni göstererek bana yüksek sesle güldüklerini gördüm. Anlaşılan benim görülmemesi gereken bir yerim görünmüştü galiba. Çok utanmıştım. Oradan kaçıp doğruca eve geldim ve bir daha da okula hiç gitmedim.

Bir kaç yıl sonra okula kayıt olmama rağmen bir türlü gitmek istemiyordum. Öğretmen ile Babam kandırdılar ve sezon sonlarına doğru okula gittim. Sami Eğitmenden önce Babam Veyis te bu okulda uzun süre eğitmenlik yapmış, onun için babamı çok severlerdi fakat o zamanlar ben daha doğmamışım. İlk zamanlar ilk okul üçüncü sınıfa kadarmış. Üçüncü sınıfı geçen ilk okul mezunu sayılırmış. Sonra beşinci sınıf olmuş.

Köyümüzün Okulu iki sınıflı bir okuldu. 1-2-3. Sınıflar bir arada, 4-5. Sınıflar bir arada eğitim görürlerdi. Bir de öğretmenler odası vardı. Tek öğretmenimiz vardı ve her beş sınıfa da derse girer, eğitim yapardı. Ben öğretmenimi çok severdim. Çünkü kendisi bir yere gideceği zaman beni kendi yerine bırakır, diğer çocuklara ders anlatırdım. Ayrıca erken okuma yazma öğrendiğim için beni ikinci sınıfta olmam gerekirken üçüncü sınıfa atlatmıştı.

Okulumuzda 40-45 öğrenci vardı. Ben Köyümüzün çocuklarını hepsini de çok severdim. Hepsi arkadaşlarımdı. Zaten birbirimizi yaylalardan da tanırdık. Kız arkadaşlarımda vardı. Ama ben kız arkadaşlarımdan çok utanır, yanlarına gidemezdim. Samimi olduğum arkadaşlarım Mollaloğlu Rasim. O hocaydı. Sonraları camide müezzinlikte ederdi. Hocoğlu Osman. Onunla çok iyi arkadaştık. Aynı masada oturur hatta bulduğumuz bir fındığı bile böler birlikte yerdik. Teneffüslerde 'keşaf veya esir almaca' dediğimiz bir oyunu oynar koşturur dururduk. Osman'ı pek yakalayamazdık O rüzgar gibi koşardı. Bazen öğlen onun Lazlıkta ki evine gider, annesi yumurta kırar birlikte yerdik. Annesi bazen Lazca bir şeyler söyler ben anlamazdım, Osman bana sonra anlatırdı. Bir seferinde bizim evde yemek yerken pekmez şerbetini dökebilmiş, Babaanneme karşı çok mahcup olmuştu Osman.

Bir seferde öğleden sonra öğretmenimiz derste ders anlatırken ve bizde dersi dinlerken birden ‘tak tak tak’ diye sınıfın kapısı bir kaç defa çalındı. Öğretmen kapıya doğru döndü ve “gel” diye bağırdı. Beyaz renkte, boynunda kırmızı bez bağlı olan bir koyun içeri girdi. Bizlerin önünde biraz durakladıktan sonra sağa sola baktı ve bir iki defa “Behhee, behhe” diye bağırdı. Öğretmenimiz ve 25-30 öğrenci neler olduğunu anlamak için sessizce koyunu gözlerimizle takip ediyorduk. O bir kaç defa daha bağırıp doğruca yanımda oturan Osman’ın yanına gelmiş ve ona sürünüyordu. Herkes yüksek sesle gülmeğe başladılar. O zaman anladık ki o koyun Osman’ın koyunuymuş. Ta Lazlıkta evlerinden kaçmış, yalnız başına okula gelmiş, derste Osman’ı bulmuştu. Koyun akşam tatiline kadar okulda kaldı ve evlerine Osman ile birlikte gittiler. Hepimiz hayretler içinde kalmış, koyunu da çok sevmiştik.

Birkaç gün sonra Osman benden sırt çevirmiş, konuşmuyor, hatta masada yanımda oturduğu yerden arka sırada başkasının yanına taşınmıştı. Ben oynamak için yanına gidiyordum fakat o benden uzaklaşıyordu. Artık anladım. Osman beni sevmiyordu. Birkaç gün hiç konuşmadık. Ben hep konuşsak istiyordum. O benimle konuşmuyordu. Bir gün peşinden koştum. Yakaladım ve ilerde birlikte bahçeye düştük. Daha bırakmadım kaçamadı. “Benle konuşmayışının sebebini söyleyeceksin.” Dedim. “Rüyamda seninle oynarken düştüm ve 'çatmaya' saplandım. Onun için bundan sonra seninle daha hiç oynamayacağım ve konuşmayacağım.” dedi. Aradan bir zaman geçtikten sonra rüyasını unuttu mu bilmem, yine yanıma geldi, masamda oturdu ve yine can ciğer arkadaş olduk. ‘Çatma’ çeper yapmak için dikine dikilen kazıklara derler.

Mezraya göç ettiğimiz zamanlarda okula gitmek için sabahtan erken kalkar, bezden diktiğimiz çantanın içine kitaplarımızı, defter ve kalemlerimizi koyar, bir parça da mısır ekmeği alır, çantayı ipinden boynumuza asar, o küçük bacaklarımızla üç-dört arkadaş birlikte dere içlerinden bir saatten çok yürüyerek, köprüler geçerek okula giderdik. Bazen üst yoldan Hamitlerin kapısı dediğimiz yoldan gider, bazen de orta yoldan Civeleklerin kapılarından giderek, oralarda oturan arkadaşlarımızla buluşur, hep beraber toplu olarak neşeli bir şekilde okula giderdik. Okul paydos olduktan sonra da aynı şekilde geri Okura da ki evlerimize giderdik.

Bir yıl Mezramız Okura da ki evimizde kalırken Mart Ayında çok kar yağdı. Ben üçüncü sınıfta okuyordum ve sekiz yaşlarındaydım. Karda Okura dan okula bir kaç gün velilerimiz götürüp getirdiler. Çünkü karda iz açıp yürümek çok zordur. Hele yokuş yukarı hiç yürünmez. Bir Perşembe günü arkadaşlarımdan kimse okula gelmediler. Ben evden çıktığım için bir daha geri dönmedim ve o uzak yollardan tek başıma karda okula gittim. Okulda iken kar yağışı daha da devam etti ve yollar tamamen kapandı. Nurettin öğretmen bana akşam olmadan izin verdi. Okuraya gitmek için yola düştüm. Dere içinden yürüyerek mezramız Okura da ki evimize gidiyordum.

Dere yolunda evi olan Şükru Amca yolda rastladı. Evinde kalmam için ısrar etti fakat ben istemedim. Hala daha öyleyim, başkasının evinde rahat edemem. Uzuna göl dediğimiz yerin üstüne yanı Gülinin Düzüne geldiğim zaman annemin sesini duydum. O bana sadece ‘Ali’ derdi. Üç-dört defa arkamda ki ırmak tarafından çok net olarak beni çağırdı. Geri dönerek üzerine oturan karların eğdiği ağaç dallarının aralarından yol boyu bakmağa çalıştım fakat kimseler yoktu. Annemi göremedim. Bir iki dakika bekledim. Arkamdan geliyorsa yetişsin diye ayak astım. Gelmedi. Yavaş yavaş karların içinde yoluma devam ettim. Kar artık belime kadar geliyor ve zor yürüyordum. Mandermosa geldiğim zaman tamamen ümidimi kestim. Oradan yukarı yolun tamamı yokuştu çıkmam imkansızdı. Gittikçe kar zaten çoğalıyordu. Yırtık pırtık olan elbiselerim tamamen ıslanmış karda yürümemi de engelliyordu. Oralarda kalacak veya eğlenilecek hiçbir yer de yoktu. Her taraf ıssız, sessiz, sadece karların arasından akan derenin sesinden başka hiçbir ses te duyulmuyor, o ses te insana ürperti veriyordu ve en önemlisi de artık akşam olmuş karanlık başlamıştı.

Orada, dereyi karşıya geçmem gerekirdi. Çok uzun ve geniş, tek parça bir ağaç yontulmuş, arkası delinmiş ve dere götürmemesi için kalın zincirle büyük kayaya bağlanmış, yüksek taşın üzerinden karşı taraftaki taşın üzerine atılmış korkuluksuz bir köprü vardı. Bazen yağmur yağınca dereler taştığı zaman su alır götürür, karşı tarafa geçilmezdi. Onun için zincirle bağlamışlardı. Köprünün üstü kalın kar tabakasıyla örtülmüştü, karşıya geçmeğe cesaret edemedim. O köprünün ayağında biraz oturdum. Hala daha Annem gelir diye ümidim vardı. Çok uykum geliyordu. Uykum gelince korktum. Orada uyuya kalırsam yabanı hayvanlar parçalayabilir diye düşündüm. Hem alttan akan dereye de düşebilirdim. ‘Donmak’ hiç aklıma gelmedi veya bilmiyordum. Yerimden kalktım. Yavaşça ayak izleri yaparak köprüden karşıya geçtim. Yavaş yavaş boyum kadar karların içinde sonuna kadar devam etmek istedim.

Tam o sırada ‘Ohoooo’ diye bir ses duydum arkamda. Geri dönünce gördüm komşumuz Ethem Amca köprünün üstünden geliyordu. İşleri varmış, çarşıya inmiş ve geri geliyormuş. Onu görünce çok sevindim ve hemen Annemi sordum. Hiç kimse olmadığını sadece bazı yerlerde kapanmış benim ayak izlerimin olduğunu söyledi ve bana bu havada yola düşülür mü diye çok kızdı. Eğer O gelmese benim işim bitikti. Önüme geçti. Gidemediğim yerlerde beni omuzuna alarak düşe kalka Pehlül Amca nın kapısına kadar çıktık.

Onlar daha mezraya gelmemiş evleri boştu. Oradan da devam ederek Ethem Amca’nın evlerine kadar geldik. Ethem Amca da artık tamamen bitmişti. O evlerinde kaldı. Hanımı Saniye Hala benim süt annem olur. "Güli bu çocuk daha yaşamaz ölmüş." diye ağlaya ağlaya sayim sayıp benim üzerimde ki elbiselerimi soydu. Çobanların yağmurdan korunmak için kullandıkları, 'kabalağ' dedikleri su geçirmeyen yünden yapılmış kalın keçeye sardı. Ben konuşamıyor, devamlı tır tır titriyor, dişlerim bir birine vuruyor ve ‘tak tak tak tak’ diye sesler çıkarıyordu. Sonra sırtına aldı, gece karın aydınlığı ile kendi evlerinin önünde ki tepeye kadar götürdü.

Annem yatmamış beni bekliyor, elinden de bir şey gelmiyor, arada bir kapının üstünden karanlığa doğru ‘Aliiii’m, nerdesin’ diye bağırıyordu. Evde olduğuna göre demek ki yolda beni çağıran Annem değilmiş. Saniye Hala Annemin sesini duyunca yirmi otuz metre mesafeden bizim eve, anneme seslendi “Köpeği bağlayın. Beni ısırmasın. Ali iyidir. Yanımdadır.” dedi. Annem ile Ablam düşe kalka ağlayarak karşı geldiler ve beni aldılar. Saniye Hala oradan geri döndü evine gitti.

Beni o gece keçenin içinden hiç çıkarmadılar. O gece Ablam ile birlikte Annem beni yorganlara da sardılar ve büyük açık ateşin yanında yatırarak ısıttılar. Kendiler de sabaha kadar ağladılar hiç uyumadılar. Benim en çok üzüldüğüm daha sonraları da anneme benim hiç bir faydam olmadığıdır. Umarım annem beni af eder, Allah da bağışlar !

16 Şubat 2020 Pazar

BU KUŞ

İlkbahar aylarından biriydi. Üç veya dört yaşlarında küçük çocuktum. Eski evimiz çubukla dokunmuş, üzeri toprakla sıvanmış, Büyük Dedem Yakup tarafından ilk defa köye gelip yerleştikleri zaman yapılan kerpiç bir evdi. Hatta ‘Ğayat’ dediğimiz salon kısmına geçerken kapının her iki yanlarında yerden tavana kadar küçük dolap gözleri vardı. Evin üst kısmına da ‘Onçğone’ derdik.

Ben gündüz evde yalnız kaldığım veya her fırsat bulduğum zaman o dolap gözlerine basarak ta evin çatı katına çıkar, eskiden kalma bir şeyler arardım. Orası biraz karanlık ve açık ateş yandığı için 'Çola' dedikleri kurumla kaplı olduğundan, mutlaka yüzüm gözüm simsiyah kurum olur fakat mutlaka da hoşuma giden bir şeyler bulurdum.

Bir seferinde bir tabanca kılıfı ile bir de namlusu ve el kundağı kesilmiş tabanca şekline getirilmiş tek fişek atan, bir tüfek bulmuştum ve çok sevinmiştim. Çocukluğumdan beri silahları çok sever, hatta şemsiye demirlerinden kendim bile ‘evzalı’ dedikleri silahlar yapar, barutla doldurur, düğünlerde patlatırdım. O bulduğum tüfeğin yayları çürümüş çalışır durumda olmadığı halde ben büyüyünceye kadar saklamıştım. Çok sonraları anladım ki o tüfek İngiliz yapımı Hanry Martini marka Levir Ekşin şeklinde çalışan bir tüfekti. Demek oluyor ki Dedem Ali veya Babası yanı büyük Dedem Yakup bu tüfeği keserek belde tabanca gibi taşınır hale getirmiş ve öyle kullanıyormuş.

Daha sonraları bu eski evi onarmak için, Babam Lazlardan Mutinoğlu Hilmi Amca’yı usta olarak getirdi. Bu evimizin üst kısmını tamamen yıktılar ve biraz daha büyüterek taş dolma ev yaptırdı. O esnada odaların hepsini de donattırdı. Taş dolmaları derede sert taşlardan ustalar kırdılar ve onları dik dörtgen şekline getirip, imece usulü ile kapımıza komşularla hep birlikte taşıdılar. Ev üzerinde daha önceden hazırlanan yerlerine ustamız olan Hilmi Amca yerleştirdi. Bu dolma taşların çevresini de beyaz kireç harcı ile sıvayıp beyaz görünmesini sağladı. 

İç kısımda da salon kısmına geçmek için kullanılan kapıyı çift kanat kapı yaptırdı. Hilmi Amca oralarda çalışırken ben de her yaptıklarına dikkat ediyor, peşlerine dolanıp duruyordum. “Bana bir çift çorap vermezseniz bu kapıyı çivi ile çakacağım ve salona giremeyeceksiniz.” Diyordu. Ben de ağlıyordum. Babam duyunca “Çocuğu korkutup ağlatma.” Diye uyarmıştı Hilmi Amca’yı. Sonra O da beni sevmiş ve kandırdığını söylemişti. Sonraları köyün camisine gittiğim zaman gördüm, Hilmi Amca camide imamlık ta yapıyordu.


Tabi bizim evde usta çalışırken işlerini bitiren veya evde işlerinden kaytarmak isteyen komşularda gelir, ustanın yanında toplanırlar, her türlü muhabbeti ederler, eğlenirlerdi. Bir taraftan da bazen Babama yardım ederler, bir kişi yüksek tezgahın üstüne çıkıp üstten, bir kişi de alttan çeker hızar biçerler, evde kullanmak için tomrukları tahta ederlerdi. Oturdukları zaman ettikleri muhabbetleri dinlemek benim çok hoşuma gittiğinden bende tabi hiç birini kaçırmaz, her söyleneni can kulağıyla dinler, her yaptıklarını da takip ederdim.

Bir akşam üzeri evleri hemen evimizin yakınında olan komşumuz Yusuf Amca geldi. Ona Hafızın Yusuf derlerdi. İyi bilmiyorum fakat Dedesi filan hafızlık yapmış olabilir. O gün ustalık yapan Hilmi Amca gelmemişti. Usta olmayınca Yusuf Amca da pek eğleşmedi. Ben kendisine bir iskemle verdim, hemen evin önünde bir ot bardisinin yanında biraz oturdu. Babamı bekledi fakat Babam da gelmeyince kalktı gitti. O zamanlar güz aylarında evin yakınlarına kazıklar dikilir, kışın hayvanlara vermek için, toplanan otlar bu kazıklara sarılır, uzun süre bekletilirdi. Buna ‘bardi’ derlerdi. Otlar bardi yapılarak öylece İlkbaharlara kadar saklanırdı çünkü yağmur suları bardinin içine giremez, otlar çürümeden uzun süre kalırlardı ve lazım olduğu zaman bardiden bağ bağ alınır hayvanlara verilirdi. Bu nedenle evimizin yakın çevresinde ot ve hayvanların altlarına sermek için eğrelti otu bardileri de bulunurdu.



Ertesi gün aynı saatlerde Yusuf Amca tekrar geldi. Akşam olmuş, usta sofrada yemeğini yiyordu. Israr etmelerine rağmen Yusuf Amca sofraya oturmadı. Kapıda ki o bardilerin yanında düzlükte oturan diğer adamların yanına gitti ve selam verdikten sonra oturdu.

Oturanlardan bazıları babamın kaçak tütününden sardıkları sigarayı içiyorlardı. Yusuf Amca sigara içmezdi. Babamın da kocaman tütün tabakası ve kav çakmağı düzde bir iskemlenin üzerinde dururdu. Her gelen eline alır, açar, tabakanın kapağını sol elinde dört parmakları arasında tutar. Baş parmağı ile işaret parmağı arasına içinde bulunan beyaz küçük sigara kağıtlarından bir tane alır. İçine tütün koyar. Kağıdı kıvırıp tütüne sardıktan sonra üstte kalan kısmını dili ile ıslatır ve alt kısmına yapıştırır, bir sigara sarardı. Tabakayı kapatıp tekrar eski yerine iskemlenin üstüne atarlardı. Sardığı sigarayı ağzına götürür, iki dudaklarının arasında tutar. Sonra yerden ‘Kav Çakmağı’ nı alırdı. 

Kav Çakmağı, Yün ipliğinden örülmüş bir kesede olurdu. İçinde ki malzemelerin dökülmemesi için uzunca bir parçası ve ipi olurdu. Kullanacakları zaman bu ipi çözer, kesenin örme kapağını geri çevirirler. İçinde bir parça kav, sert bir küçük taş parçası ve demirden özel yapılmış ‘B’ harfine benzer küçükçe bir demir bulunurdu. Kopardıkları küçük kav parçasını o küçük çakmak taşının üzerine koyup sol elleri ile tutarlar ve sağ elleriyle o demir parçasını taşa kuvvetli bir şekilde yukarıdan aşağı doğru vurarak, çıkan kıvılcımların kavı tutuşturmasını sağlarlardı. Kav tutuştuğu zaman etrafa çok tatlı bir koku yayılırdı.

Tutuşan kavı sigaranın ucuna koyarlar ve yanmasını sağlayıp sigaralarını içerlerdi. Hemen Yusuf Amcadan başka orada olanların hepsi bu şekilde birer sigara sarıp kav çakmağı ile yaktılar. O zamanlar çay içmek yoktu. Çayı hiç kimseler bilmezdi. Hatta çay tohumu bile yoktu. Gelen misafirlere meyve ikram edilirdi. Babaannem üzüm pekmezi şerbeti etti ve getirip herkese verdi. Hatta ben misafirlere yetişmez diye önce almak istemedim fakat Babaannem beni çok sever ve büyük adamlardan hiç ayırmazdı. Bu da benim çok hoşuma giderdi. Bana da almam için ısrar edince ben de aldım ve o büyük adamlarla birlikte içtim.

Şerbeti içerken Yusuf Amca anlatmağa başladı. Babamın ismini vererek orada bulunanlara anlatıyordu. “Çe Veyis, dün akşam ben yine geldim de sizler yoktunuz. Tam akşam üzeriydi. Aynı bu yerde bardinin yanında tek başıma biraz oturup sizleri bekledim de, o zaman ha bu taraftan, ha böyle bir kuş geldi. Az kalsın yüzüme çarpacaktı. Ben kafamı ha böyle yana kaçırdım, çarpamadı. Yakalamak için elimi bir iki defa uzattım fakat yakalayamadım. Şu tarafa doğru çok hızlıca uçtu gitti.” Dedi. Orada olan herkes yüksek sesle gülüştüler. Bizim oralarda adettendir bir şey anlatılırken erkeklere 'Çe', kadınlara 'Ka' diye hitap ederlerdi.

Yusuf Amca ömrünün çoğunu İstanbullarda geçirmiş, çok maceralar yaşamış bir insandı, onun için anlattıklarına pek inanmazlar ‘ilaveli konuşuyor’ derlerdi. Hilmi Amca hemen söze karıştı ve “Yahu Yusuf ha böyle olur olmaz konuşuyorsun da, senin için ‘yalancıdur’ diyorlar. Hiç öyle bir şey olur mu? Kuş havadan uçarak gelip te yerde ki insana çarpar mı? Veya havada uçan kuş hiç el ile yakalanır mı?” dedi.

Daha sözünü bitirmişti veya bitirmemişti ki, kimsenin konuşmasına fırsat kalmadan bir mucize oldu. Havadan o kuyruğu dikine olan, bizim oralarda ‘çurça kuşu’ dediğimiz çalıkuşu, orada oturanların arasından geçerek hızla tam Yusuf Amca’nın önüne geldi. Yusuf Amca birden sağ elini havaya kaldırdı ve hemen önlerinde ki bardinin tarafına doğru bir kez salladı. Hiç kimse ne olduğunu anlamadan, sol elini de getirerek, sihirbazların yaptığı gibi, sağ el avucundan sol eline küçük tüylü bir şey aldı. Gülerek orada oturanlara uzattı ve; “Aha işte bu kuş idi da.” Dedi. Sol elinin içinde kurtulmak için çırpınan ve çeşitli sesler çıkaran küçük bir kuş vardı. Yusuf Amca o bir gün evvel aynı yerde gördüm dediği kuşu havada eliyle yakalamıştı galiba.

Herkes hayretler içinde şoke oldular ve bir iki dakika hiç sessiz Yusuf Amca ya bakarlarken, Yusuf Amca yine sessizliği bozdu. Elinde ki yakaladığı o kuşu Hilmi Usta'ya uzatarak “Hilmi sen anlarsın, al buna bir bak, bir incele ki gerçek kuş mıdur? Yoksa değil midur?” dedi. Kuşu elden ele gezdirdiler ve orada bulunanların hepsi baktılar. Gerçek çalıkuşu. O zavallı hayvanda hala canlı ellerinde çırpınıyor, kıyametler koparıyor, kurtulup serbest kalmak istiyor, kalbi küt küt atıyordu. 

Kuşu serbest bıraktılar. Bağıra bağıra uçarken havada birde pisledi ve hemen yandaki armut ağacının dalına kondu. Uzaklaşmadı. Hem zor sesle bağırıyor, hem de dönmüş orada oturan bizlere bakıyordu. Kendisi gibi başka bir kuş daha geldi. Bizler oradan gidinceye kadar bağırıp durdular. Hilmi Amca ayağa kalktı ve Yusuf Amca'nın boynuna sarılarak “Senden çok özür dilerim, Yusuf.” Dedi. Diğerleri ise “Yusuf sen bir numara yaptın. Yoksa böyle bir şey olamaz.” Diyorlardı ve bir türlü inanamıyorlardı. Karanlık olunca da herkes kalkıp evlerine gittiler.

Ben ve ben den beş yaş kadar büyük olan İrfan Ağabeyim ertesi gün akşam o saatlerde yine o ot bardisini gözlüyorduk. Çünkü bu olanları o küçük aklımızla çok merak ediyorduk. Aynı saatlerde aynı kuş tekrar geldi. Yan tarafta ince bir erik dalına kondu. Kafasını ve kuyruğunu sallayarak sağa sola bakıp etrafı gözledikten sonra birden bardinin içine girdi. Arkasından biz de o girdiği yerin önüne gittik. Bardide ki ot bağlarını usulca aralayınca mesele anlaşıldı.

Orada kuşun yuvası vardı. Yanında kendi gibi başka bir kuş daha vardı. Sarılmış yatıyorlardı. Bizden ürkmüş olacaklar ki kuşlar uçtu gitti. Yuvada üç tane tüylenmemiş yavruları vardı. Onlar orada kaldı. Kuşlarda uçup uzaklara gitmediler. Hemen yakında ki daldan dallara konup kıyametleri kopardılar. Nerdeyse bağıra bağıra kafalarımıza çarpacaklardı. Demek ki dün bu kuşlardan biri yuvasına gelirken bu anlattığım olaya sebep olmuştu.

Yorumlar:

Ayşe Şimşek
Ellerine emeğine sağlık harika anılar Recep abi çok güzel olmuş heyecanla sonuna kadar okudum süper siz bu güzel anılarını zi bir kitapta toplayın ben ce
Mustafa Münir Atagün
Teşekkürler, Recep
Hepimizin yaşadıklarını ne güzel yazıyorsun. Cengizin Ablası Hadiye ablanın düğününde bizim evin ğayat’i çöktü, millet ağer’in üstüne düştü.
Kuşların evcilleştirilebileceğini ben de yaşadım. Yıllar önce Ankara da pencereye gelen güvercini eve alıp besledim. Git diye gagasına vuruyordum, gitmiyordu.
Hanım kirletiyor diye kızıyordu.
Halime Gülten Çepni
Hocam sen yazar olmalıymişin çok gğzel yaziyorsun bir kitap yazssana çok zevkle okuruz çocukluğumuzu yaşiyoruz okurken elşne sağlık
TC Mehmet Telci
HERZAMANKİ GİBİ MUHTEŞEM AĞABI YÜREĞİNE SAĞLIK
Hediye Akkaya Ergüven
Gene hikaye tadında bizlerin de yaşadığımız şanslı o canım eski anıları okuduk..
O3xone..xayat ( cumba) şimdiki. Ya o hepimizin saklandığı ve bazan yarsmazlukla yaktıgimiz bardi..Çocukluğumuzun güzel anıları canlandı. Yüreğine sağlık abi 🖒
Recep Öztürk
Geçen sefer yeni yazacağımı merakla beklediğinizi yazmıştınız. Takdirleriniz için çok teşekkür ederim. Güzel kardeşim. Her şey gönlünüzce olsun.
Ahmet Akyaşar
Teşekkürler,çok güzel.Heyecanla ve zevkle okudum.
Mustafa Emiroglu
bardıyı biliyörüm,hatırladım,
Yıldız Gülten Akdeniz
Recep ali abi ağzına ,kalemine sağlık çok güzel yazmışsın. Selam ve sevgiler.
Nejla Aslan
Çok güzeldı çocukluğumu bir kez daha yaşadım
Hanife Çamlıca
Çok güzel.çocukluğum aklıma geldi.nerde o günler.nerde o yaşantılar.buldukça şımardık.dostluklar,akrabalıklar,komşuluk da kalktı.şimdi de evde oturuyoruz.rabbim en kısa zamanda normal yaşantımıza dönüştürsün inşallah.
Avni Ertaş
Çurça....bir hikaye dinlemiştim.. babam anlatırdı.. örnekleme tadında...
Allah ceza olsun diye bu kuşu yanına çağırmış veee...bana bir dal parçası getir..ne uzun...ne kısa ne de orta boy olsun... demiş..... işte o gün bu gündür.... sürekli çalılık larda gezinir durmuş....
Namık Kemal Bayraktar
Çocukluğumuzun köy yaşantısı için çok değerli bilgiler içeren yazınızı ilgiyle okudum,kaleminize sağlık.Komşu köyden olduğu için Hilmi ustayı çok iyi hatırlıyorum.Sevilen bir insandı.Hepsine Rahmet diliyorum.
Namık Kemal Bayraktar
Recep bey teşekkür ederim.Yazmaya devam edln.Umarım iyi günlerde yeniden görüşürüz.Selam ve sevgiler.