SAYFALAR

31 Aralık 2022 Cumartesi

DİVANÜL LÜGATİT TÜRK


DİVAN’ÜL LÜGATİ’T TÜRK İÇİN KAÇ BİLİM ADAMI ÖLDÜRÜLDÜ BİLİYOR MUSUNUZ?

Uzak yerin haberini kervan getirir. Kaşgarlı Mahmud

Kaşgarlı Mahmud tarafından yazılan meşhur eseri Divanü Lügati’t Türk’ü tercüme etmek isteyen çok sayıda Türk bilim adamı Rus ve Çinliler tarafından öldürüldü. İşte Rus ve Çinliler tarafından katledilen Türk bilim adamları…

Dünya üzerinde bir kitap, basımı için bu kadar çok sayıda bilim adamının can vermesine sebep olmamıştır. Bu kitabın ismi; Divanü Lügati’t Türk, yazarı da büyük bilgin Kaşgarlı Mahmud… Bu sene 1000′nci doğum yılı kutlanan ve 2008 yılı da kendi yılı ilan edilen Kaşgarlı Mahmud’un Türkçe’nin ilk büyük sözlüğü ve ilk Türk ansiklopedisi olan Divanü Lügati’t Türk, tam 800 yıl boyunca ortada yoktu; tıpkı bir diğer kitabı Kitab’ül Cevahir gibi…

Divan-ı Lügat’it Türk, geçtiğimiz yüzyılın başında, Ali Emiri tarafından bulundu. Avrasya Yazarlar Birliği Genel Başkanı Yakup Deliömeroğlu, kitabın bulunuşunu şöyle anlatıyor: “Kitabı sahaflarda Ali Emiri Efendi buldu. Ali Emiri Efendi, kitabı satın aldığında duyduğu sevincini şu şekilde dile getirir: ‘Bu kitabı aldım; eve geldim. Yemeği içmeği unuttum…

Bu kitabı sahaf Burhan 33 liraya sattı. Fakat ben bunu birkaç misli ağırlığındaki elmaslara, zümrütlere değişmem.’ Büyük bir coşku içinde olan Ali Emiri Efendi kitabını kimseye göstermek istemedi. Hem kitabı kıskanıyor ve hem de kaybolmasından endişe ediyordu. Devrin ünlü simaları Ziya Gökalp ve Fuad Köprülü gibi şahıslar, Ali Emiri Efendi’nin Divanü Lügati’t Türk’ü bulduğunu işitmiş ve görmek istemişlerse de Ali Emiri Efendi onları kitaba yanaştırmamıştı. Kitabı sadece çok güvendiği Kilisli Rıfat Efendi’ye gösteriyordu.

Ali Emiri Efendi satın aldığında, kitap hırpalanmış ve yıpranmış bir vaziyetteydi. Şirazeleri çözülmüş, formaları dağılmış, sayfaları birbirine karışmış ve numaraları da yoktu. Bu sebeple kitabın eksik mi, tam mı olduğu belli değildi. Ali Emiri Efendi bunun tespitini Kilisli Rıfat Efendi’ye yaptırdı. Kilisli Rıfat Efendi, iki ay müddetle kitabı üç kere okudu, karışmış sayfaları yerli yerine koydu ve numaralandırdı. Daha sonra da kitap Matbaa-i Amire’de üç yıl süren bir maceranın ardından basıldı.

Yakup Deliömeroğlu, kitabı kendi dillerine tercüme etmek isteyen çok sayıda Türk bilim adamının da bu yolda Rus ve Çinliler tarafından şehit edildiğini söylüyor. İşte Rus ve Çinliler tarafından katledilen Türk bilim adamları…

Dîvân ü Lügati’t Türk’ün Türk dünyasında ilk tercüme girişimi Azerbaycan’da oldu. Sovyet Bilimler Akademisi’nin Azerbaycan Şubesi, bu iş için Halid Said Hocayev’i görevlendirir. Hocayev, 1935-37 yıllarında bu görevi tamamlar. Fakat Hocayev ve yardımcılarının başarısının mükafatı, ölüm olur.

1937 yılında bu kez meşhur Uygur şairi Kutluk Şevki ve eğitimci şair Muhammed Ali Dîvân ü Lügati’t Türk’ü Uygurcaya tercüme ettikleri için katledilirler ve bütün çalışmaları yakılır. Kutluk Şevki, hac yolculuğu sırasında uğradığı İstanbul’dan Kilisli baskısını alarak ülkesine götürmüştür. Bilim dünyasına hizmet için giriştikleri iş, kendi sonlarını hazırlar.

Uygurlar, 1944 yılında Şarki Türkistan Devleti’ni kurduklarında, ilk iş olarak Dîvân ü Lügati’t Türk’ün tercümesi işine girişirler. Bu iş için meşhur âlim İsmail Damollam görevlendirilir. Birinci cildin tercümesi tamamlanmıştır ki, Rusya ile Çin anlaşarak Şarki Türkistan Devleti ortadan kaldırılır ve İsmail Damollam öldürülür. Şarki Türkistan’ın Kızıl Çin tarafından işgal edilmesinden sonra Uygur bölgesinde Sinjang Özerk Yönetimi kurulur. Kaşgar bölgesinin Valisi Seyfulla Seyfullin, maddi kaynak da ayırarak tanınmış şair ve tarihçi Ahmed Ziyaî’yi, Dîvân ü Lügati’t Türk’ün tercümesi için resmen görevlendirir. 1952-54 yılları arasında Divanın tercümesi tamamlanır ve Pekin’e basılması için gönderilir. Baskının giderleri de Kaşgar valiliği bütçesinden ayrılmıştır. Ancak Pekin 'karşı devrimcilik ve milliyetçilik' suçlamaları ile Ahmet Ziyaı’yi 20 yıl ağır hapse mahkûm eder ve Ziyaî cezaevinde işkence altında can verir, divanın bütün tercümeleri de yakılır.

Yılmayan Uygurların bir başka girişimi, 1960-63 yıllarında, Çin İlimler Akademisi Şincang Bölümü Müdür Yardımcısı Uygur Sayrami tarafından hayata geçirilir. Fakat hem Sayrani yardımcılarıyla birlikte öldürülür hem de tercümenin metinleri yakılır.

Uygurların Divan’a merakı bütün bu olanlara rağmen azalmamakta aksine artmaktadır. Halkın ve aydınların yoğun isteği ile Dîvân ü Lügati’t Türk İbrahim Muti’in yönetiminde Abdusselam Abbas, Abdurrahim Ötkür, Abdurrahim Habibulla, Abdulreşit Kerim Sait, Abdulhamit Yusufi, Halim Salih, Hacı Nur Hacı, Osman Muhammed Niyaz, Emin Tursun, Sabit Ruzi, Muhammet Emin ve Mirsultan Osmanov’dan oluşan 12 kişilik komisyon tarafından tercüme edilir. Bu tercüme ile Divan, 1981-84 yıllarında Urimçi’de 3 cilt halinde ve 10 bin nüsha basılır.

Divan’ül Lügat’it Türk, Kazakistan ve Azerbaycan’da ise SSCB’nin yıkılışından sonra yayınlanabildi.

Dr. Fahri Solak Marmara Üniversitesi Öğretim Üyesi https://akademiye.org/tr/?p=1884

23 Aralık 2022 Cuma

HER ŞEYİN BİR SEBEBİ VAR

Ömer Seyfettin yazdığı hikayeleri ile ünlü asker bir yazardır. Aynı zamanda Kurtuluş Savaşında da bir çok cephede savaşmıştır. 

Yazarın Filistin cephesinde savaşırken bir hatırasını kısaltılmış olarak aktarmak istedim;

PİÇ

"Almanların yenilmesiyle savaş bitmiş mütareke imzalanmıştı, Filistin'den çekiliyorduk. Bir kaç subay arkadaşla karşı tarafın subaylarıyla çekilme işlerini görüşmek için düşman karargahına gittik. Karşı tarafta Fransız üniformalı bir subay bana sık sık bakıyor gözünü benden hiç ayırmıyordu. Ben buna bir mana veremiyordum.

Fransız subay yerinden kalkıp bana doğru geldi ve "Nasılsın Ömer Seyfettin" dedi. Hayretler içinde kaldım ve; "Beni nerden tanıyorsun? Ben bir yüzbaşıyım öyle tanınacak kadar üst düzey bir kumandan değilim." dedim.

"Ömer biz seninle İstanbul da askerî lisede beraber okuduk. O zaman benim adım Ahmet Nihat'tı." deyince, ben de hatırladım. Hep dini Kur'an-ı eleştiren, Türkleri devamlı kötüleyen, vatan bayrak sevgisi olmayan, bir öğrenci idi amma yine de Fransız subayı olması normal değildi.

"Peki, nasıl Fransız subayı oldun?" dedim.

Dedi ki: "Ne zaman bir savaş olsa Türkler galip gelse içimde üzüntü oluyordu. Türkler kaybetse zarar görse içimde bir sevinç oluyordu, çoğu zaman kendimi ayıplıyor neden böyleyim diyordum. Bir gün Anneme ısrarla bunun sebebini sordum."

"Oğlum dayanamayacağım, anlatayım! İstanbul hastanesinde görevli bir Fransız doktor vardı. Hastaneye gidip gelirken onunla birlikte oldum ve sen o Fransız doktorun oğlusun. Babanın bundan haberi olmadı, şimdi sen öğrendin." dedi.

"Zaten babam bildiğim Türk çoktan ölmüştü. O hastaneye gittim. O tarihte çalışmış o isimde ki doktorun adresini çıkarttım. Fransa’ya gittim, esas babam olan o doktoru buldum. Olanları, Annemin sözlerini söyledim. 'Hiç bir şeyi unutmadım, anneni gerçekten sevmiştim' dedi ve beni kabul edip nüfusuna yazdırdı. Fransız okullarında eğitimimi tamamladım ve gördüğün gibi bir Fransız subayı olarak karşındayım Ömer Seyfettin!" dedi.

Ülkemiz de o kadar çok öyle adam var ki; şimdi milletini, bayrağını, Atatürk'ü, Cumhuriyeti eleştirenleri gördükçe Ömer Seyfettin'i ve yazdığı o hikayesini hemen hatırlıyorum. Alıntı.

16 Aralık 2022 Cuma

KUŞÇUBAŞI EŞREF VE ZENCİ MUSA

Trablusgarp Savaşında Zenci Musa çok büyük yararlılıklar gösterir. İki metre on santim boyu olan, iri cüsseli ve cesur Zenci Musa, Kuşçubaşı Eşref Sencer Paşa’nin dikkatini çeker. Sonraki yıllarda Kuşçubaşı Eşref Bey onu yanına alır emir eri olur. Birbirlerine büyük bir sadakatla bağlanır, ölümüne sadık kalırlar.

Balkan Savaşı başladığı zaman Kuşcubaşı Eşref Bey'in yanında savaşa katılır. Edirne geri alınırken, cephede Kuşçubaşı Eşref’in adeta gölgesi olur. Canla başla çarpışır, devleti için mücadele ederler ve Edirne yi kurtarırlar.

I. Dünya Savaşı patlak verdiği zaman Osmanlı Devleti de bu savaşın içerisinde bulur kendini. Çanakkale, Kafkasya, Filistin ve Hicaz cephelerinde işgal devletlerine karşı var gücüyle savaşırlar.

Osmanlı Genel Kurmay Başkanı Enver Paşa, bir gece yarısı Teşkilat-ı Mahsusa’nın lideri ‘Kuşların Şeyhi’ lakabı ile tatınan Kuşçubaşı Eşref Bey'i evinde ziyaret eder. Arabistan ı ele geçiren İngilizlerin Anadolu’ya doğru ilerlediklerini ve Güneyden de vurmadıkça savaşı kontrol altına alamayacaklarını, güney de ki birliklerimizi toparlamak için de oraya yardım götürülmesi gerektiğini söyler. “300 bin altın hazır. Para İstanbul’dan Yemen'e gidecek.” der. Eşref Bey bir an şaşırır. Enver Paşa’nın gözlerinin içine bakar “Nasıl gidecek bu altınlar Yemen’e? Yemen’le İstanbul arasındaki Orta Doğu işgal altında. Medine’de Fahrettin Paşa zor direniyor, nasıl gidebilir, kim götürebilir bu parayı?” der.

“Bu parayı Yemen'e ancak sen götürebilirsin Eşref, onun için sana geldim.” Der Enver Paşa!

Kuşçubaşı Eşref Paşa ile Enver Paşa altınların götürülmesi için anlaşırlar.

Arap yarımadasını iyi bilmesi, aşiretleri tanıması, Arapçasının mükemmel olması, hatta kabile şivelerini dahi bilmesinden dolayı emireri Zenci Musa’yı ve Teşkilat-ı Mahsusa’dan da güvendiği 70 kadar adamını yanına alır Eşref Paşa. Altınlar her birine dağıtılır. Eşref Paşa da bir Bedevi kılığına girer. İki ayrı kola ayrılarak 72 kişi Medine’de buluşmak üzere İstanbul dan yola çıkarlar ve bir sorun yaşamadan Medine’ye ulaşmayı başarırlar.

Medine de Fahrettin Paşa, Eşref Paşa'ya, "Buradan bir adım dahi dışarı çıkamazsın. İngiliz istihbaratı 300 bin altınla sizin Yemen’e gittiğinizi öğrendi." der.

Eşref Paşa, “Neye mal olursa olsun bunu başaracağım.” Der ve Fahrettin Paşa’nın yardımıyla Hayber’e kadar giderler. Hayber’i geçince Cembele mevkiinde 25 bin kişilik İngiliz-Bedevi birlikleri Kuşçubaşı Eşref Paşa ve adamlarının etrafını çevirirler. Burada bir gün bir gece çok kanlı bir çarpışma olur. Kuşçubaşı Eşref Paşa başına aldığı bir kurşun darbesi ile ağır yaralanır ve esir düşer. Kuşçubaşı Eşref Paşa yaya yürütülerek ve perişan bir vaziyette İngiliz Ajani Edward Lawrence’in içinde bulunduğu çadıra götürülür. Daha sonra bir kafes içine konularak sokaklarda dolaştırılıp halka teşhir edilir.

Kuşçubaşı Eşref’in sadece iki askeri sağ kalır. Sağ kalan iki askeri Zenci Musa ve arkadaşıdır. Kuşçubaşı Eşref Paşa altınları Yemen de Ali Sait Paşa'ya gönderebilmek için bir plan hazırlar ve kendisini yem olarak gösterip, bilinen normal yoldan giderken, emir eri Musa ve arkadaşı altınlar yüklü develerle birlikte gizli çöl yollarından giderek Yemen’e doğru yol alırlar ve birkaç gün sonra Zenci Musa altınlarla birlikte Sana’ya ulaşır.

Altınları Yemen Komutanı Ali Sait Paşa’ya teslim ederken, buruk bir ses tonuyla, “Çok şükür başardık ama Eşref Paşa'mızın düşman eline düşmesine engel olamadık.” Diyerek ağlamağa başlar.

Altınların kaçırıldığını ve Yemen'e götürüldüğnü anlayan İngiliz kuvvetleri Zenci Musa ve arkadaşının peşine düşerler ancak ne Musa’yı ne de arkadaşını yakalamayı başaramazlar.

12 Ocak 1917’de gerçekleşen bu olay, London Times Gazetesi’nde sekiz sütunla manşetten verilir. İngilizleri aldatarak 300 bin altını Ali Sait Paşa’ya teslim eden Zenci Musa artık bütün İngilizler tarafından tanınmaktadır.

Zenci Musa, vatana hizmet aşkıyla büyük bir işe imza atmış, ancak engin bir muhabbet ve sadakatle bağlı olduğu komutanı Eşref Paşa'dan da ilelebet ayrılmıştı.

Zenci Musa altınları teslim ettikten sonra yine gönüllü olarak Yemen’deki direnişe katılır. Büyük kahramanlıklar gösterir fakat İngilizlere esir düşer. Birinci Dünya Savaşı’nın bitiminde serbest bırakılır.

Bir müddet Yemen de kaldıktan sonra Millî Mücadelenin başladığını duyar duymaz İstanbul’a gelir. Ancak ne bir kuruş parası ne de yatacak bir yeri vardır. Bir ikindi vakti kendisini Yemen’den tanıyan, kaçırdığı altınları teslim ettiği Ali Sait Paşa ile buluşur. Ali Sait Paşa, "Musa, bu vatana çok hizmet ettin, emeklilik için dilekçe ver kabul edeyim." der. Zenci Musa şöyle bir etrafına bakar ve; "Paşam, ben bu fakir milletin parasını kabul edemem." diyerek teklifi reddeder.

Ali Sait Paşa hamallar kâhyası Ferit Bey'e götürerek, ön ayak olur ve Zenci Musa’ya Karaköy Gümrüğünde hamallık yapması sağlanır.

Musa artık bir hamaldır ve hamallık yaparak geçimini sağlamağa çalışmaktadır fakat devletine hizmet etmekten de hiçbir zaman geri kalmaz. Gündüzleri gümrükte hamallık yaparken, geceleri Özbekler Tekkesi’nden Anadolu’ya gönderilen silah sevkiyatı işlerine yardım eder.

İstanbul işgal kuvvetleri komutanı Harrington'a, ‘hani şu kuvvetlerimizi atlatıp altınları Yemen’e ulaştırmayı başaran Sudanlı Zenci Musa var ya, işte o gümrükte hamallık yapıyor.’ derler. İşgal kuvvetleri komutanı General Harrington, Zenci Musa’yı görmek için Karaköy Gümrüğüne gider ve onu bir süre uzaktan izler. Sonra yanına gidip ‘kendileri ile çalışması halinde onu altına boğacağını, bu perişan halden kurtulacağını’ söyler.

Aldığı teklif karşısında çok sinirlenen ve olanca heybetiyle oturduğu yerden ayağa kalkan Zenci Musa, General Harrington’a “Komutan, her teklif, herkese yapılmaz. Senin bu teklifin beni ancak rencide eder. Benim bir devletim var. O da Devlet-i Osmanî. Bir bayrağım var. O da ay yıldızlı bayrak. Benim bir tek komutanım var. O da Kuşçubaşı Eşref Paşa. Ama şunu bil ki bu iş daha bitmedi. Sizinle mücadelemiz devam edecek.” diye bağırır.

Zenci Musa’nın uzun yıllar boyunca çektiği sıkıntı ve eziyetler nedeniyle yorulan bedeni hayat şartlarına daha dayanamaz vereme yakalanır. Bavulunu alır ve Özbekler Tekkesine sığınır. Özbekler Tekkesi Şeyhi Ataullah Efendi tarafından kendisine bir oda tahsis edilir, orada yatar kalkar. Az bir zaman sonra Zenci Musa’nın bedeni vereme yenik düşer ve ruhunu hakka teslim eder.

Vefat ettiğinde geriye sadece tahta bir valizi kalır. Ömrünü sadakatle vatanına adayan Sudanlı Zenci Musa’nın valizi açıldığında içinden; bir adet Mushaf-ı Şerif, bir adet ay yıldızlı Türk Bayrağı, beyaz bir kefen bezi, bir Osmanlı haritası ve birde birlikte çalıştığı Komutanı Kuşçubaşı Eşref Paşa'nin solmuş, eski bir fotoğrafı çıkar.

Kuşçubaşı Eşref Paşa ile birlikle Arabistan’a seyahatleri sırasında, Zenci Musa’yı tanıyan Mehmet Akif Ersoy ise Zenci Musa için, “Eşref Bey’in emir eri Zenci Musa, Omuzundan arşa yükseldi Nebi İsa” diye mısralar yazmıştır.

Zenci Musa’nın sadakatle bağlı olduğu komutanı Kuşçubaşı Eşref ise esir tutulduğu Malta’dan kurtulup İstanbul'a gelir. Gelir gelmez emir eri Zenci Musa’yı yanına almak için arar, ancak ölüm haberini alır, o da çok üzülür.

Kuşçubaşı Eşref Paşa, çok sevdiği emir eri için hatıralarında “Ben Malta’dan kurtulup Millî Mücadele’nin bayrağını açma şerefine mazhar olduğum sıra, o benim kahraman Arabım veremden ölmüş.” diye not düşmüştür.

Anadolu'ya döndükten sonra Türk Kurtuluş Savaşı'nda yer alır. Çerkez Ethem'le birlikte Kuva-yi Seyyare'de Yunan işgaline karşı çıkar. Adapazarı civarındaki Kuva-yi Milliye'nin başarıları Kuşçubaşı Eşref'e mal edilir.

Çerkes Ethem'in Türk kuvvetlerine isyan edip yenilmesinin ardından onunla beraber Yunan kuvvetlerine sığınır. Yunan ve İngiliz iş birlikçisi olduğu iddiasıyla, Çerkez Ethem'le beraber Yüzellilikler listesinde yer alır ve vatandaşlıktan çıkarılıp sürgüne gönderilir.

Türkiye'ye gelişine izin verilmez. 1936 affı ile yurda girişi serbest bırakıldığı halde "Hiçbir zaman af dilemem, ben hain değilim ki affedileyim." der ve yurda dönmez, Mısır'da İskenderiye şehrinde yaşar. 

1950 yılında Türkiye'ye geldi. 14 sene Türkiye'de yaşadı ve beraber savaştığı silah arkadaşlarının mezarlarını ziyaret etti. 1964'de hayata gözlerini yumdu. Kabri Aydın'da Söke-Kuşadası yolu Yaylaköy Caferli Granta Mezarlığı yanındadır.

Bu vatan öyle ucuz kurtulup ta yaşayalım diye Allah tarafından bize verilmedi. Bu vatanı kurtaran başta Atatürk ve yüce milletimiz çok büyük bedeller ödedi. Bu bedeller kendileri için değil, bizlerin hür yaşaması, geleceğimiz, çocuklarımız içindir. Bu vatana bir şey olursa, başkası değil, yine sen bedeller ödeyerek kurtarabilirsen kurtaracaksın. Veya hiç bir şey yapmayıp öyle uykuda sağ kalırsan sen ve evlatların vesayet altında olacak. Sen vatanını kurtarmazsan, başkası sana vatan kurtarmaz. İyi düşün....




11 Aralık 2022 Pazar

BİLİYORUZ AMA BİRŞEY YAPAMIYORUZ


Yıl 1920 kör bir adam Topal Molla lakabıyla, Afganistan’ın Güneyinde bir TEKKE kurar. Para verip bir kaç adamlara reklamını yaptırır ve Topal Mollanın müritleri üç yıl içinde 200 bine ulaşır.

Müritlerin sayısı beş yılda 400 bini aşar ve bir gün, bilgi yarışması için Türkiye'ye gönderilecek olan altı lise öğrencisi kız çocukları için 'EY VAH DİN ELDEN GİDİYOR' diye propaganda yaparak Topal Molla, Afgan Kralı Emanullah Han'a karşı ayaklanma başlatır.

Bir yıl boyunca Afganistan‘da kan gövdeyi götürür. Kral Emanullah Han, ülkesini terk etmek zorunda kalır. Hava alanında yanına kör bir adam yaklaşır ve çok güzel bir Urduca ile: “Beni tanıdın mı? Ben meşhur Topal Mollayım. Afganistan’daki görevim bitti, İngiltere’ye, geri ülkeme dönüyorum.” der.
“Seni tanıdım! Ben senin İngiliz Ajanı olduğunu da biliyordum fakat halkıma o kadar çok tesir etmiştin ki, onları hain olduğuna bir türlü ikna edemedim.“ der Afgan Kralı Emanullah.

Sarıklı ve sakallı Topal Molla, isyandan sonra sakalını kesmiş, sarığını atmış, başına silindir şapkasını oturtmuş ve İngiltere yolunu tutmuştu.

O dönemden kalma kötü alışkanlıklardan biri Afkanistan'a mal olmuş, hala daha devam etmektedir. 'Bacha bazi' denen bu adet, erkek çocuklara karşı cinsel istismardır. Fakir ailelerin 7-15 yaş arası erkek çocukları para karşılığı satın alınır, dans öğretilir, mekanlarda dans ettirilip, parti sonunda isteyene para karşılığı satılırlar. 

Bizim ülkemiz de de, tarikatlar küçük yaşta kız çocukları evlendirmek, küçük yaşta bir çok kız çocuklarına tecavüz, 
bir çok erkek çocuklara istismar olayları ortaya çıkarak adli makamlara intikal etmiştir. Halbuki müslüman ülkelerde şeriat hükümlerine göre, fuhuş suçtur ve karşılığı ölüm cezasıdır. Bu cemaat ve tarikatlarda Allah bilir daha neler yapılıyor da bizim haberimiz olmuyor ve bütün bu yaptıkları da  İslam dini ile caizmiş gibi gösteriliyor.

Böylesine çarpık uygulamalar ise, ne hiç bir dinde, ne de hiç bir insanlıkta, hatta hayvanlarda bile yoktur, olamaz.

Ülkemizde de her zaman bir çok Topal Molla’lar olmuştur. Bazıları bilinmiş, bazıları hiç bir zaman bilinmemiş, kimi politikacı, kimi din adamı, kimi ilim adamı olarak karşımıza çıkmışlar, toplumu zehirlemiş birlik ve beraberliği bozmuşlardır.

Her aklına gelen bir tekke de tarikat veya cemaat kuruyor. Kendi adamlarına kendilerini reklam ettirip, yazdıkları ve söyledikleriyle cahilleri ve gençleri zehirliyorlar. Sonra da kendilerini Allah'ın yerine koyup milleti korkutup kandırıyor, taraftar topluyorlar. Hep bilinmeyen için, öteki dünya için sanki gitmiş gelmişler de her şeyi onlar görmüş, bilmişler gibi bir şeyler yazıyorlar, söylüyorlar, fetvalar veriyorlar. Öbür dünyanın Cenneti ile aldatıp, bu dünyada millete Cehennemi yaşatıyorlar. Herkesi uyuturken kendilerini Allahın mübarek kulu gösterip, hem çoluk çocuğa tecavüz ediyor, hem de topladıkları bağışlarla köşeyi dönüyorlar. Bir taraftan da İslam Dinini baltalamış oluyorlar. Ne kadar sinsi ve kurnazca bir oyun değil mi?

Her şeyin bir fitne, yalandan ibaret olduğunu, aslında O’nun zehirli biri, yani bir hain olduğunu, milleti bir nevi din hipnozu ile uyuttuğunu anlatsan da kimse sana inanmıyor, seni hain ilan ediyorlar. 

Düşünmek, araştırmak, sorgulamak, eleştirmek ve cahil kalan toplumu aydınlatmak çok önemlidir. Topal Molla’lar, düşünen, sorgulayıp, araştıran, eleştiren beyinlere yaklaşamaz onlardan uzak dururlar.

NOT: Emanullah Han,Kurtuluş Savaşımız esnasında Türkiye’ye büyük maddi yardımlarda bulunmuş, teşviki ile Afgan kadınlar da kollarında ki altın takılarını göndermişlerdir.

Emanullah Han,Atatürk hayranıydı ve onu örnek alıyordu. Bu durum İngilizleri rahatsız etti ve meşhur İngiliz oyun ve dalaverelerini devreye soktular.

O sırada Ankara Hükümeti, Afgan ordusunu ıslah etmek üzere Kabil'de bulunan General Kazım Orbay başkanlığındaki Türk Askeri Heyeti, Emanullah Han'ı Türk vatanını müdafaa eder gibi, hayatlarını ortaya koyarak korumakla görevlendirir.

Atatürk de, Kral'ın huzurunda açılacak özel bir telgrafta Emanullah Han'a şu mesajı gönderir:

”Son günlerde Zatı Şahanenizi muztarip eden bazı ahval ve hadisattan haberdar oldum. Eğer vaki ise öz kardeş bildiğim sizin, ıstırabınızı tahfife medar olacak noktai nazarlarımı bildirmek üzere beni hakikatten haberdar ediniz. Orada bulunan ve yolda emrinize iltihak etmek üzere olan bil cümle Türk ümera ve zabitanı sizin için fedayi hayat emrini almışlardır. Büyük alaka ile cevabınızı intizar ederim kardaşım.” Der fakat mesaji kendisine ulaştıramazlar. Atatürk'ün bu mesajı sunulmadan isyancılar Kabil'e girer.

Emanullah Han, Elçi Yusuf Hikmet Bayur'un ifadesiyle bir çaduriye giyerek, kadın kılığında Kabil'den kaçar ve Roma'ya gider. Zaman zaman Türkiye'ye gelerek Atatürk'le de görüşür.

Atatürk, Emanullah Han'dan sonra Afgan tahtına oturan Mehmet Nadir Han'a biraz mesafeli durur. Ancak Mehmet Nadir Han da Türkiye'ye yakın davranır. Yeniden doğan sıcak hava üzerine Büyükelçi Yusuf Hikmet Bayur 24 Haziran 1930'da Mehmet Nadir Han'a güven mektubunu sunar ve görüşmeyi Ankara'ya şöyle bildirir:

24 Haziran'da itimatnamemi verdim. Kral mükamele (karşılıklı konuşma) esnasında ezcümle şöyle dedi, kâffemiz (cümlemiz) Reisicumhur Hazretlerini (Atatürk ü) başımız tanırız.

Ve o günlerden sonra da Afganistan'ın durumunu herkes görüyor. Dün Afganistan’ın yaşadığı bu acı olayların aynısını bugün Türk milleti olarak bizler yaşamaktayız. Haini - Ajanı - Casusu – Yüzlerce Topal Molla ları görüyoruz, tanıyoruz ama maalesef kimseyi inandıramıyoruz! Hiç bir şey yapamıyoruz!

İslami kullanarak darbeyi yapan ve Afganistani yıkan aslında bir İngiliz ajanı "TOPAL MOLLADIR" yanı İngilteredir. Afgan halkını din ile uyutarak, kandırarak emeline ulaşmıştır. Kendi milletini kandırarak bir devleti yıkmak bu kadar kolay olmamalı. Din devlete bağlı kalmalı. Çünkü bir devlet yıkıldığı zaman o din de yıkılır.



7 Aralık 2022 Çarşamba

DUVAR YAZILARI


Tuh yandık, şimdi ne yapacağız?. Adam Noel kutlamalarına karşı çıktığı için rakının yanında meze olur diye çerez satmıyor.



Sebzeciden yerinde serzeniş


IRSIZ BEY ! (HIRSIZ BEY)

 Asansör arızalı

Ölü canlı alabalık

İnsan tamiratı

Burokolinin ismi değişmiş BURUK ALİ

Karalüferli acaba balıklı daire mi?

Galiba boxter şort demek istiyor

Takma dişin ikinci el satışını da gördük

Engelli 6. kata nasıl çıkacak?

Azcık ötede her şey var.


Uyarı tam, ona göre hareket ediniz.

Rize'nin tam merkezinde 

Yerlere izmarit atıp kirletmeyin. Bu tasın içine atın. Yeniyol Köyü

Kadın veya bayan alınacakmış

Katma Değer Vergisi mi yoksa kart deve mi?

Bunu da din tüccarları icat etti

Gazete ilanı Satılık mezarlık

Tercüman

Himalya yerli nasıl olur?

Yanı namuslu tavuk yumurtası, istersen al


Satılık daire

Ne demek istiyor anlamadım

Çay alım evi
Baahçe ilanı



Namaza davet
Polis ile pazarlık
Cumhuriyetin 100. yılında Kuş Adasında bir esnafın dükkanına astığı yazı.
Fiatları ayarlayanlar



28 Kasım 2022 Pazartesi

GERÇEK BİLDİĞİN

Yıl 1987 veya 88 Ankara Emniyet Müdürlüğü eski bina. Yeni bina filan yok. Daha yeri yurdu da yok. Bir iki yıl sonra Et Balık Kurumu orada Emniyete bitişik olan yerini bağışladı da yeni Ankara Emniyet Müdürlüğü Fransa da Paris Emniyetine eş olarak yapıldı fakat iki üç sene sonra yine emniyet teşkilatına cevap veremez oldu. Yanı anlayacağınız teşkilat yeni yapılan Ankara Emniyet Müdürlüğü binasına sığmadı.

Ankara Emniyet Müdürlüğü Eski Hırsızlık Bürosu, eski bina dördüncü katta iç içe iki oda ve karşısında bir amir odasıyla, Ankara da ki hırsızlık olaylarına karşı hizmet veriyordu. Aynı katta Asayiş Şube Müdürü, Cinayet Büro ve Yandol gibi bazı kısımlar da bulunuyordu.

O yıllarda Asayiş Şube Müdürü kendisine çok saygı duyduğum ve birlikte çalışmaktan zevk aldığım Sayın Bahri Baykal dı. Hopa’lı olduğu söylenirdi ama işin doğrusu nereli olduğunu tam olarak kimse bilmezdi. Hırsızlık Büro yanı bizim Büronun Amiri de Sivas lı Başkomiser Turan Güder di. Benden çok eski, Hırsızlık Büro da polislik bile yapmış, Ankara'nın her tarafını çok iyi bildiği gibi sabıkalılarında kimlik bilgilerini ve ev adreslerine varana kadar hepsini hafızasında tutardı. O adeta bu işin fröfesörü olmuş canlı bilgisayar gibiydi. Bilgisayar dedikte o zaman bilgisayar da yoktu. Tamamen eskimiş, üzerine yazılmış çizilmiş büyük bir fihrist vardı ve sabıkalılar bu deftere kayıt edilirdi.

Her gün sabah saat 09.00 da nezarette ki suçlular Büroya çıkarılır, tüm hırsızlıkta bulunan polisler suçluları görmeleri ve tanımaları sağlanırdı.

O günlerde Ankara da zengin bölgelerde her gece en az 10-12 hırsızlık olayları olur ceraim numarası alırdı. Bazı olaylara da 'çok görünmesin' diye ceraim vermezlerdi. Hatta İçişleri Bakanı Mustafa Kalemli’nin evine bile girmişler, Bakan da hırsızlardan şikayetçi olmuştu. Bizler de görevli arkadaşlar hırsızlarla baş edebilmek için canla başla koşturur fakat başa pek çıkamazdık.

Bir gün Müdürümüz Bahri Baykal beni çağırdığını söylediler. Allah Allah bu sıra dışı bir şeydi. Genel de ekip amirlerini hiç çağırmaz, gerekli emirleri kısım amiri vasıtasıyla iletirdi. Böyle ekip çağırma işi ya işlenen bir suçla ilgili, veya özel bir görev verilecekse mümkün olabilirdi. 

Ekip arkadaşlarıma sordum "Benim bilmediğim bir durum varsa söyleyin!" diye. Çünkü öyleydi bizde kural. Ekip arkadaşlarından biri, başka bir yerde bir suç işler, senin haberin olmasa da, gelir o ekibin amirinden  sorarlardı, o suçu. 

Arkadaşlarımın temiz olduklarını anlayınca hemen önümü ilikleyip vurdum kapısını girdim içeri “Buyrun sayın Müdürüm, beni emretmişsiniz” dedim. “Kızılırmak Sokak nerede?” diye sordu. Bizler de hırsızların peşinden koştura koştura Ankara da bütün sokakların nerelerde olduklarını  aşağı yukarı tamamını biliyorduk. Hemen hiç teredütsüz “Küçükesat semtinde.” Dedim. Artık Müdür Beye bir ihbar mı gelmişse veya neyse “Maltepe de değil mi Komiser?” dedi. Ses tonundan bana biraz kızdığını anladım.

Ben de ekibimle birlikte iki üç gün önce Küçükesat Kızılırmak Sokakta bir çalışma yapmıştım. Onun için gayet emin olarak “Hayır efendim, Küçüesat ta” diye ısrar ettim. “Çık dişarı Başkomiserinle birlikte gel.” Dedi. Çıktım ve koridorda yürürken, Başkomiser de galiba beni bekliyordu, görünce çağırdı ve hemen sordu “Müdür Bey sana ne dedi?”

"Kızılırmak Sokak nerede Başkomiserim?" diye bende ona sordum. "Müdür Bey Maltepe de olduğunu söylüyor.” Dedim. “Sen ne dedin Recep Bey? Küçükesatta demedin mi? Kızılırmak Sokak Küçükesat tadır, yoksa bilmiyor musun?” dedi. “Evet ama o Maltepe de dedi. Ben Esatta deyince bir de bana kızdı.” Dedim.

Başkomiser önüm de ben arkasında kapıyı çalıp hemen Müdür Beyin makamına girdik. İçeri girer girmez ona da “Turan Bey Kızılırmak Sokak nerededir?” diye sordu. Turan Bey hiç tereddütsüz “Maltepe de Müdürüm!” dedi. Bir den şoke oldum kaldım.

Müdür Bey bana döndü ve “Kızılırmak Sokak nerde imiş, öğrendin mi, komiser?” dedi. Ben daha bir şey demedim, daha doğrusu diyemedim. Bana bir oyunmuydu? O sokakla ilgili ne olmuştu? Hiçbir şey de bilemedim. Yanı Müdür Bey de onunla ilgili bir şey açıklamadı.

Dışarı çıktığımız zaman; “Başkomiserim hani Kızılırmak Sokak Küçükesat ta idi, az evvel bana öyle söyledin, sonra neden Müdür Bey'e Maltepe de dedin?” diye sordum. Başkomiser gülümsedi ve; “Recep Bey, sen bizi açığa mı aldıracak sın? O Müdürdür, o ne derse doğrudur. O her zaman haklıdır. Bunca senelik polissin, sen daha anlayamadın mı?” dedi. Hayda bir daha şoke oldum.

Daha sonra hemen Ankara haritasından baktım. Evet Kızılırmak Sokak Küçükesat ta fakat aynı isim de bir de Maltepe de Anıt Caddesini kesen kısa bir Kızılırmak Sokak daha var. Müdür Bey de haklıymış ve bilerek bizleri mi denedi onu da bilmiyorum.

Bu olaydan çıkardığım bir ders var, sizlere de söyleyim; bazı zaman gerçek bildikleriniz bile doğru değildir. Kuvvetli ve güçlü olan ne derse o doğru olur. İtiraz ederseniz, hep yalnız kalır, haksız olur, zarar görürsünüz! Bazı şeyler büyüklerin işine gelirse, onların durumlarına göre doğru sayılır. Bilginiz olsun.

 

19 Kasım 2022 Cumartesi

HAYAT VE YAŞAM

Hayatta yaşam üç devreden oluşur; Dün, bugün ve yarın. ‘Dün’ geçmiş, ‘bugün’ şimdi, ‘yarın’ gelecek. Bu üçü birbirini tamamlar. Dün olmadan, bugün, bugün olmadan da yarın, yanı gelecek olamaz. 

Gündüzün bitimi gece, gecenin bitimi de gündüz olarak birbirlerini takip eder, gider. Yıllarla aylarla ifade edilir sonra. Hayat dediğimiz budur işte.

İnsanlar kötü alışkanlıklarıyla birlikte gelmezler dünyaya. Kötü alışkanlıkları dünyaya geldikten sonra edinirler. İnsanın bilmesi gereken çok önemli hayatı meseleler vardır. Bu meseleleri çocuk ailesinde anne babasından öğrenir. Bir insan başkaları tarafından değerlendirilirken önce ailesinin durumuna bakılır ve ona göre; iyi aile çocuğu, kötü aile çocuğu, diye vasıflandırılır.

Baba veya anne sigara içiyorsa, çocukta mutlaka içmeği dener. Bir evde akşamdan aile bir araya toplandıkları zaman, neden çok bahsedilir, en çok ne konuşulursa, çocuk onu kavrar ve ona ilgi duyar. Anne baba öğretmense eğitimden, doktor ise, tabiplikten, bilimden, eğer asker ise askerlikten polisse polislikten, çoban ise çobanlıktan konuşmalar olur ve çocukta onları dinlediğinden, o yönde meyil göstermesine olanak sağlar. 

Eğer aile hırsız ve dolandırıcı ise, akşamları evde tüm konuşmalar hırsızlık ve dolandırıcılık üzerine olur ki, çocuk ta hırsızlık veya dolandırıcılığa ilgi duyar ve ona meyil başlar.

Aile durumu bazı hallerde çocuğa iki türlü etki eder. Baba sarhoşsa çocuk babasına bakarak, ya o da içki içip sarhoşluğu veya onun hareketlerini beğenmeyip hiç içki içmez, doğru yolu seçer. Veya işçi olan bir ailenin çocuğu, anne babanın çektiği eziyetlerden ders alır, okuyup başka türlü yaşamak için, başka yollar aramağa yönelir.

Bazı bilgiler de çocuğa çevresinden geçer. Arkadaşları ve çevre de çok önemlidir. Bu konu da birçok söz var ama bir tanesi var, hiç yabana atılmaz; ”Arkadaşını söyle, kim olduğunu söyleyim.”

Daha sonra okullar çocukların eğitim yuvalarıdır. Bir çok hayatı ve mesleki bilgileri okullarda öğrenirler. Okullarda kötü alışkanlıklar edinmiş eğitimciler de vardır. Çocuk onlardan da bazı kötü beceriler kapar veya bilinçli olarak bu yola itilir. Dünyaya gelip te bir defalık yaşayacak oldukları hayatları berbat olur. Belki de yarın bir daha düzelemezler.

İnsan evlenirken de doğru karar vermesi lazım. Küçük yaşta evlenirse veya anne babanın zoruyla evlenirse, bu evlilik pek fazla yürümez, az zamanda son bulur.

Alışkanlık ilk etapta hoşa giden bir şeye duyulan ilgiyle başlar. Telkinle gelişir ve artık insan bazı iyi veya kötü huyların esiri olur. El kol gibi bedene bağlı hareket alışkanlıkları o hareketlerin çok kez tekrarından sonra beyin tarafından benimsenmesi ve kişiye mal edilmesi ile oluşur. Futbol, basketbol, güreş, boks vs. gibi sporlar bu kategoride sayılabilirler. Vücut bir hareketi kendine mal edebilmesi için, o hareketin bir çok defa tekrarlanması ve beyinde yer etmesi gerekir. Sadece uyuşturucu bağımlılığı, tekrarına gerek olmaz. Bireyin bir tek kez denemesiyle uyuşturucu alışkanlığı kişiye mal olur ve o kişi  madde bağımlısı olur, bir daha asla kurtulamaz. 

Alışkanlıklar kişiyi terk etmezler. Ömür boyu kişi ile birlikte olur ve kişiye de olumlu veya olumsuz çok büyük etkileri olur. Neticesi kötü olan ve bir daha geri dönüşü olmayan alışkanlıklar insan ruhunda yıkım yapar. İntiharlara bile sürükler. Kötü alışkanlıkları olan insan, topluma yararlı değil, bilakis topluma zararlı bir kişi olur.

Hayat dünün geçmişi, bugünün yaşananı ve yarın onun devamıdır. Hayat düne göre dizayn olur ve dün, bugün, yarına göre de bütün alışkanlıklar, bilgi ve beceriler ile birlikte akar gider. Bazı şeyler iyi veya kötü bugünden mal edilir ve yarın ki yaşamdan hiç silinmezler. Kişinin yaşamını mutlaka etkiler geçmiş. İnsan başladığı o kötü alışkanlığı istese de bir daha hayatından silip atamaz. Mesela sigara içmek alışkanlığı, kumar oynamak alışkanlığı, kız ve erkek çocuklar için kötü yola düşme alışkanlığı.

Velhasıl birey dünyaya geldiği zaman, ne yapacağını bilmeyen, günahsız, masum bir varlıktır. Hayatın zaman ve yaşam evrelerinde, yukarda saydığımız etkenler onu iyi veya kötü yönde şekillendirir. 

Hayat üç vakittir. Dün, bugün ve yarın. Geçmiş tekrar geri satın alınamaz. Düzeltmek için yeniden yaşanıp tamir edilemez. Ve yanlış yapanları da hiç af etmez. Bu en büyük gerçeklerinden biridir hayatın. 
Pişman olacağınız bir şeyi bugün yapmayın ki, yarına temiz ve huzur içinde giresiniz ve yaşadıkça hep temiz bir dün ve geçmişiniz olsun. 

İnsan yaşarken daha çok hata ve kötülüğe meyillidir. Bugünü hatasız yaşamak ve yarına temiz çıkıp, hayatı öyle devam ettirmek zordur. İnsan; bir kez yaşayacağı bu hayatını, kazasız, belasız, düzgün bitirmesi, hakikaten çok büyük bir şanstır veya çok büyük bir akıl ve irade işidir. Saygılar…

12 Kasım 2022 Cumartesi

VAKTİ ZAMANI

Vaktiyle bir derviş gider oturur berber koltuğuna ve “Vur usturayı keş saçlarımı berber efendi,” der.

Berber dervişin saçlarını kazımaya başlar. Bir tarafı bitirir ve diğer tarafa başlayacakken, mahallenin kabadayısı birden içeri girer.

Doğruca dervişin yanına gider, dikilir ve başının kazınmış tarafına sert bir tokat atarak:

"Kalk bakalım kabak, kalk da tıraşımızı olalım!" diye bağırır.

Dövene elsiz, sövene dilsiz’ olan, her şeyin Hak’tan geldiğine inanan derviş, sabreder. Yerinden kalkar, kabadayı koltuğa oturur ve traş olmağa başlar.

Fakat kabadayının traş esnasında da dili durmaz, sürekli alay eder, derviş ile: 'Kabak aşağı, kabak yukarı.' diye.

Nihayet traş biter. Kabadayı dükkandan çıkar. Henüz birkaç metre gitmiştir ki, kontrolden çıkan bir at arabası yokuştan aşağı hızla üzerine gelerek kabadayıyı altına alıp sürükler. Kabadayı oracıkta feci şekilde can verir.

Berber dervişe bakar ve sorar:

"Biraz ağır olmadı mı derviş efendi?"

Derviş düşünceli bir şekilde cevap verir:

"Vallahi ben gücenmemiştim ona. Hakkımı da helal etmiştim. Ama kabağın da bir sahibi var. O gücenmiş olmalı ki böyle yaptı!" der.

Ne demiş Yunus Emre;

"Olsun be aldırma Yaradan yardır,

Sanma ki zalimin ettiği yanına kârdır.

Mazlumun ahı, indirir şâhı,

Her şeyin bir vakti, zamanı vardır."



5 Kasım 2022 Cumartesi

TACEDDİN DERGAHİ

İşte gerçek bir Türk Dergahi ve Müslüman Tarikat evi. Osmanlı'nın işgali ve kurtuluş savaşı sıralarında, kahraman askerlerimize ve milli mücadele veren halka, saymakla bitmez yardımlarda bulunmuş ve moral vererek yurdun kurtulmasına destek vermiştir..

Bugün kü tarikat, cemaat ve dergahların Müslüman dahi olmayan sahte şeyhler tarafından kurulup yönetildiği ve tek amaçları Türkiye Cumhuriyetini yıkmak, ortadan kaldırmak için çeşitli oyun ve entrikalar ile faaliyet gösterdikleri apaçık ortadadır. 

Ankara, Altındağ İlçesinde bulunan bir ev var. Restore edildi ve 1949 da müze oldu, Taceddin Dergahı. Mehmet Akif Ersoy Kurtuluş Savaşı yıllarında bu evde ikamet etti ve İstiklal Marşı başta olmak üzere çok sayıda şiirlerini bu evde yazdı. Bu ev Hacettepe Üniversitesi Merkez Kampüsü'nün sınırları içinde yer alır ve halen Müze Ev olarak kullanılmaktadır. Müze Evde Mehmet Akif Ersoy’a ait bir cep saati, gözlük, tesbih ve tüfek bulunmaktadır. Şairin yüzünün kalıbı müzede teşhir edilmektedir.

Evin karşısında Mehmet Akif Ersoy'un büstü ile, İstiklâl Marşı’nın ilk iki kıtasının yazılı olduğu bir de kitabe yer almaktadır.

Taceddin Dergahi Tarihçesi;

Taceddin Dergahı, ilk olarak Kanuni Sultan Süleyman tarafından Hacı Bayram-ı Veli’nin kurduğu Bayramiye tarikatının bir kolu olan Celvetiler için yaptırılmıştır. Adını, bahçesinde kabri bulunan Taceddin Sultan'dan alır. Sultan Abdülmecit tarafından ilaveler yapılarak türbe, dergah evi, çeşme, hazire ve camiden oluşan bir külliye haline getirilmiştir. Dergahın bulunduğu sokak sonradan Mehmet Akif Ersoy Sokağı adını almıştır.

Burası Mehmet Akif'in ikameti nasıl oldu?

Mehmet Akif Ersoy, İstanbul'un işgalinden sonra milli mücadeleye devam etmek için Atatürk'ün daveti ile Ankara'ya geldi. Kalacak yeri yoktu. Kendisini Taceddini Veli Camisi İmamı Tevfik Hoca karşıladı. Kiralık ev bulmanın imkansız olduğu o dönemde, dergahta bulunan bu evde kalması için evi Mehmet Akif'e tahsis etti. TBMM Burdur Milletvekili olduğu yıllarda da günlerini hep bu mütevazı evde geçirdi. Dostlarıyla milli mücadele meselelerini bu evde tartıştı. 

Mehmet Akif, bir ulusal marş yazılması için açılan yarışmaya para ödüllü olduğu için başlangıçta katılmadı. Yarışmaya katılan şiirlerin hiçbiri uygun nitelikte olmayınca, dönemin Milli Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi Bey, Mehmet Akif'in arkadaşı olan dönemin Balıkesir Milletvekili Hasan Basri Bey'den marş yazma konusunda Akif'i ikna etmesini için rica etti. Mehmet Akif, Hasan Basri Bey'i kıramadı ve İstiklal Marşı'nı bu evde yazmaya başladı.  Gece gelen ilhamı kaçırmamak için bazı dörtlükleri mum ışığında dergahın duvarlarına kazıdığı anlatılır. 

Bu dergahta diğer bir sır daha vardır, o sır nedir, bilir misiniz?

ANKARA TACEDDİN DERGAHI'NDAKİ TARİHİ SIR

O yıllarda bu evde Mehmet, 
Eşref, Hasan adlarında üç mebus ve bir de bu mebuslarla samimiyet kurmuş arada sırada uğrayan sivil bir adam yaşıyorlardı. 
Daha Cumhuriyet kurulmadan 1921 senesinin Mayıs ayında bu eve bir mektup geldi. Mektup MUSTAFA SAGİR adında ki o sivil adama İngiltere'den geliyordu.

Mustafa Sagir isimli o sivil adam kim di?

Mustafa Sagir, bu evde yaşayan o üç mebus ile yakınlık kurmuş, bir Hintliydi. O devamlı bu evde yaşamıyordu fakat kesin bir adresi olmadığı için, bu evi adres olarak kullanıyor, kendisine gönderilen mektuplar bu eve geliyor, Hintli Mustafa Sagir de arada bir uğrayıp gelen postalarını
 bu evden alıyordu. Ayrıca bu zat üst düzey kişilerle de tanışıp ilişki kurmağa çalışıyor, kendisi de herkesçe tanınıyordu.

Bir gün bu eve bir mektup geldi. Evde sadece Mehmet adlı mebus vardı. Mektup Hintli Mustafa Sagir'e İngiltere Kraliyet Sarayından geliyordu. Yarı açık vaziyetteki mektubu postacıdan alan Mehmet içine bakınca şüphelendi mektuptan. Zarfın içinde ki kağıtın üzerinde hiç yazı yoktu. Tertemiz dosya kağıdı. 'İnsan neden birine boş sayfa gönderir ki!' diye düşündü ve şüphelendi. Özel bir yöntemle yazılmış, gizli bilgiler olabilirdi. 

Mektubu Mustafa Sagir'e vermedi ve incelenmesi için Kimyager Avni Refik (Bekman)'a Bey'e verdi. Avni Refik Bey özel bir solüsyon ile mektupta yazılanları meydana çıkararak okudu. Mektubun sahibi Mustafa Sagir yakalanıp hemen gözaltına alındı.

Neden biliyor musunuz? Bu Hintli Mustafa Sagir'in İngilizler tarafından görevlendirilmiş bir Ajan olduğu ortaya çıktı.

Mustafa Sagır Şubat 1919’da Afgan Emiri Habibullah’ı öldürmüş, Mustafa Kemal Paşa’yı da öldürmesi için İngilizler tarafından Ankara’ya gönderilmişti. Ankara’da herkese dost gibi görünerek bilgiler topluyor, Atatürk’ü öldürmek için fırsat kolluyor, gelişmeleri mektupla bildirip, İngiliz Hükümetinden mektupla talimatlar alıyordu.

Neticede İngiliz Ajani Hintli Mustafa Sagir suçunu itiraf etti ve 24 Mayıs 1921’de idam edildi.

Atatürk’e suikastı, bu evde yaşayan Mehmet adındaki Mebus ortaya çıkarmıştı. O mektuptan şüphelenmese belki Atatürk, Hintli Mustafa Sagir haini tarafından öldürülecekti.. 

Peki bu mektuptan şüphelenen Mebus MEHMET kim di? Hangi Mehmet?

Hintli Mustafa Sagir’in yakalanmasını sağlayan, Atatürk’e suikastı ortaya çıkarıp önleyen kişi bu evde yaşayan, Burdur Mebusu Mehmet, yani İstiklal Marşımızın yazarı Mehmet Akif Ersoy’dan başkası değildi. Evet İstiklal Marşı yazarımız Mehmet Akif Ersoy'un dikkati neticesinde İngiliz Ajani Mustafa Sagir yakalanmış ve Mustafa Kemal Atatürk'ün hayatı kurtulmuştu. 

O evde kalan üç Milletvekilleri;

Burdur Mebusu Mehmet Akif Ersoy,

Balikesir Mebusu Hasan Basri Çantay,

Adana Mebusu Dr. Eşref Akman dır.

Bu ibret dolu gerçekler, Türk gençlerinin bilgilerine sunulur. Lütfen unutmayınız ve unutturmayınız. Bu bilgileri gelecek olan nesillere mutlaka aktarınız. Dün çeşitli entrikalarla Türk Devletlerini yıkan düşmanlar, hiç bir zaman boş durmuyorlar, bugün de ülkemizi almak için çanla başla çalışıyor, çeşitli senaryolar uydurup, oyunlar sergiliyorlar. Yarın da daha başka oyunlarla gençlerimizin karşılarına çıkacaklar.  Saygılarımla..




1 Kasım 2022 Salı

TOLSTOY'UN SÖZLERİ

Rus büyük yazar Tolstoy'un ders alınacak sözleri.

1. Öyle horozlar vardır ki, öttükleri için güneşin doğduğunu sanırlar.

2. Hayat ne gideni geri getirir, ne de kaybettiğin zamanı geri çevirir. Ya yaşaman gerekenleri zamanında yaşayacaksın, ya da yaşamadım diye ağlamayacaksın.

3. Bozuk para insanın cebini deler, bozuk insan da kalbini. Bu yüzden harcayın ikisini de gitsin.

4. İnsanı bedenen ameliyat etmek için uyutmak, ruhen ameliyat etmek için ise uyandırmak gerekir.

5. Herkes insanlığın kötüye gittiğini kabul eder ama hiç kimse kendisinin kötüye gittiğini kabul etmez. Herkes insanlığı değiştirmeyi düşünür ama hiç kimse önce kendini değiştirmeyi düşünmez.

6. Varlığı bir şey kazandırmayan insanların, yokluğu hiçbir şey kaybettirmez.

7. Ne diye şeytana kızarsın? Bir iyilik yap da, o sana kızsın.

8. Bil ki, yaşadıklarınla değil yaşattıklarınla anılırsın. Ve Unutma; ne yaşattıysan elbet bir gün onu yaşarsın.

9. Bir insanı bulunduğu mevkiyle değil, göz koyduğu mevkiyle ölçmek gerekir.

10. En güçlü iki savaşçı sabır ve zamandır.

11. Bir insan acı duyuyorsa canlıdır. Başkasının acısını duyuyorsa insandır.

12. İnsanın gerçek gücü sıçrayışta değil, sarsılmaz duruştadır.

13. Kendi mutluluğundan başka hedefi olmayan insan kötüdür.

14. İnsanların çoğu onu yapıyor diye yanlış, yanlış olmaktan çıkmaz.

15. Kimse, kimseyi küçümseyecek kadar büyük değildir, bilmelisin. Küçümsediğin her şey için gün gelir, önemsediğin bir bedel ödersin.

16. Birine çamur atmadan önce iyi düşün ve sakın unutma: önce senin ellerin kirlenecek.

17. Başkalarının hayatından ders alın. İnsan, bütün hataları kendisi yapacak kadar uzun yaşamıyor. Alıntı.

24 Ekim 2022 Pazartesi

SİLİNMEYEN İZLER

Sanırım 1998 yılıydı. Ankara Emniyet Müdürlüğü, Eğitim Şube de, Polis Aday Büro Amirliği yapıyordu bir Başkomiser. Bir yıl kadar bu görevi de yaptı. Ahlak Büro Amiri iken buraya atanmıştı. Polis olmak isteyenler buraya baş vuruyor ve burada değerlendirilip polis olup olamıyacaklarına karar veriliyordu. 

Polisliğe çok fazla müracaat vardı. Gençlerin bir çoğu şartları uygun ise kısa yoldan hayata atılmak için polis olmak istiyorlardı. Bu Başkomiser kimsenin hakkı zayi olmasın diye her şeyi titizlikle takip ediyor, 18 arkadaşıyla birlikte gece gündüz çalışıyorlardı. Onlar hafta sonu tatilinde de tatil yapmayıp, adayların tamamlanan müracaat dosyalarını emniyet müdürlerinden oluşan komisyona sunup, kazananların polis okullarına gidip eğitim almalarını sağlıyorlardı.

Bir gün öğleden sonra yetişkin bir kız çocuğu geldi Büroya. Elinde ki evrakları Polis Memuru Arif Baltacı’ya verdi. Polis olmak için müracaat edecekti. Arif te dosyayı inceledikten sonra Başkomiserin görmesi gerektiğini düşünüp, kız çocuğunu elinde ki evraklarıyla birlikte Başkomisere getirdi. “Başkomiserim bir bakar mısın? Tıp ta öğrenci polis olmak istiyor.” dedi.

Kız “Ağabey seninle görüşmek istiyorum.” Dedi başkomisere. Yanında oturdu ve üzgün üzgün başladı konuşmağa;

“Ben Hacettepe Tıp Fakültesi dördüncü sınıfta öğrenciyim. Artık daha hiçbir gücüm kalmadı. Ailem de çok fakir. Ailenin en büyük çocuğuyum. Para kazanıp onlara da bakmak mecburiyetindeyim. Okulu bırakıp en kısa yoldan polis olmak istiyorum, bana yardımcı olur musun?” diyordu. Başkomiser kimliğine filan baktı. Evet Hacettepe Tıp Fakültesi öğrenci kimliği vardı o kız çocuğunun.

Öyle ince yapılı, beyaz benizli, yuvarlak yüzlü, uzun boylu, kısa saçlı, saçlarını ortadan ikiye ayırmış, gözlüklü, tatlı görünümlü 22-23 yaşlarında bir hanım kızdı. Hatta biraz dikkatlice bakınca gözlüklerin altında gözlerinde fark ediliyordu biraz çekingen olduğu. Konuşma aksanı Ege taraflarını andırıyordu. 

Paradan sebep okumayacak, Tıp Fakültesini dördüncü sınıfta bırakıp, kısa yoldan geçimini sağlayabilmek ve ailesine bakmak için polis olacaktı. Polisliğin ne kadar zor olduğunu, yapıp yapamayacağını ve kendisinin şimdiye kadar ki o okullarda verdiği emeği, çektiği çileyi düşünmüyordu bile.

Başkomiser kızı dinledikten sonra orada oturup beklemesini söyledi ve hemen Asayiş Şubeden geldiği için koşar adımlarla oraya gitti. Çünkü o uzun yıllarını hep Asayiş Şubede geçirmiş, onu Asayiş Şubede herkes çok iyi tanırlardı. Eğitim Şubede de nazı geçtiği arkadaşlarından oldukça çok miktar bir para toplayıp, cebinden de biraz ilave ettikten sonra geri gelip kızın yanına oturdu. Getirdiği parayı gizlice avucunun içinde tutup kıza vermek için ona doğru uzattı. 

Kız parayı görünce utandı, almıyordu. Başkomiser ısrar edip zorla vermek istedi ve Büro da çalışanların hepsi de farkına varıp şahit oldular. Hatta bayan memurlar da “Al kız, al!” diye söylendiler. Kız katlanmış parayı heyecandan titreyen ellerinden birini uzatarak başkomiserin elinden aldı, avucunun içinde tuttu. Başkomiser kıza; “Ben bir ağabeyin olarak her zaman buradayım ve sağ olduğum müddetçe yanındayım. Her darda kaldığın zaman hiç çekinme yanıma gel veya ara. Evladım sayılırsın. Okulunu bırakmak yok. O okul bitecek.” dedi ve kart-vizitini de vererek, polislik müracaat dosyasını almadan kızı geri yolladı. Bunca sene verdiği emeğin, çektiği çilenin heba edilmesini istemedi galiba. Veya belki de kendi gençlik çağlarında ki çektiği yoksulluklar geldi aklına. 

Kızın gözleri yaşardı. Ağlayarak çıktı gitti. Başkomisere “Seni ve nasıhatlarını ömür boyu hiç unutmayacağım Ağabey.” Dedi.

O kız bir daha o Başkomiserin yanına hiç gelmedi. Daha polisliğe de müracaat etmedi. Telefon da açmadı. Bir kaç yıl sonra aklına geliyor, Başkomiser hep merak ediyordu; acaba o kız okulu bitirip doktor oldu mu? Yoksa başka bir iş bulup okulu bıraktı mı? Yoksa piyangodan filan para çıktı da birden zengin mi oldu? Yoksa Allah geçinden versin, bir kaza sonucu öldü mü? Yoksa hiç öğrenci filan değildi de para koparmak için numara mı yaptı? Ama son ihtimal çok zayıf çünkü kız öyle birine benzemiyordu ve elinde de bazı resmi belgeler ve okul kimliği vardı. 

Aradan yıllar geçti. O Başkomiser başka yerlere tayin oldu gitti, bayağı ihtiyarladı ve nihayet emekli oldu, Ankara'ya yerleşti. Bir ara gözlerinden rahatsızlandı. Müthiş bir kaşıntı, yaş ve çapak oluyor, dünyaya bakamıyor, ara sıra da dayanılmayacak gibi baş ağrısı çekiyordu. Uğraşmasına rağmen hastaneden bir türlü randevu da alamıyordu ve ‘belki muayene olurum’ diye bir gün Ankara Numune Hastanesine gitti. Ek bina alt katta Göz Polikliniği Sekreterliği önünde durdu ve içeride ki kayıt yapan büro memurlarına camdan kimliğini uzatıp, muayene olmak istediğini fakat randevusu olmadığını söyledi. İçerden memurlar randevusuz muayene yapılmadığını söylediler. Başkomiser biraz ısrar ettiyse de olamayacağını anlayınca, öyle üzgün geri döndüğü sırada, yanından geçmekte olan beyaz önlüklü, gözlüklü bir bayan, her halde konuştuklarına kulak misafiri olmuş olacak ki, geri döndü, camdan başını uzatarak içerideki görevlilere; “Bu Amcanın kaydını yapın!” ve Başkomisere de “Gel benimle amca!” dedi. Başkomiser o bayanın doktor olduğunu, kendisine yardımcı olacağını anladı ve çok mutlu oldu. Önünü ilikleyip hafif eğilerek saygı gösterdikten sonra peşinden gitti.

İçerde eski Başkomiseri muayene ederken “Sen emekli misin, nerden emekli oldun amca?” diye sordu. “Emniyetten” dedi o Başkomiser de. “Başkomiser misin yoksa?” diye tekrar sordu ve daha cevap almadan; "Aman Allahım." dedi, elinde ki lensler yere düştü. O zamana kadar galiba önünde ki bilgisayara bakmamış, Başkomiserin ismini okumamıştı. Yıllar önceki karşılaşmağı, Hekime Hanım hatırlamış ve o Başkomiseri o zaman tanımıştı. “Sen Ankara da Polis Aday Büro Amirliği yaptın değil mi? Amca" Diye tekrar sordu. Çıktı ortaya ki işte o polis olmak isteyen kız Tıbbiyeyi bitirmiş ve göz doktoru olmuştu. Bir de, o yıllar önce kendisine iyilik eden Başkomiseri şimdi tedavi edecekti.

Eşi de doktor. Telefonla çağırdı ve yanlarına geldiği zaman Başkomiseri ‘manevi babam’ diye tanıttı. O eski olayı en ince detaylarına kadar bir kez daha anlattı eşine. Yan tarafta masanın üstünde duran çantasını eline aldı ve Başkomiserin, o zaman, yıllar önce kendisine verdiği kart-viziti çıkardı içinden. Kart-vizit biraz eskimiş fakat üzerinde ki yazılar okunuyordu. 'Recep Ali Öztürk' altında 'Başkomiser,' onun altında da 'Ahlak Büro Amiri' karalanmış ve kendi el yazısıyla 'Polis Aday Büro Amiri' diye yazıyor ve bir de telefon numaraları vardı. 

"Bu kartı hiç yanımdan ayırmadım. Bu kart benim hayatta ki en büyük güvencem oldu Amca. Bazı zaman bu kart sayesinde hayata tutundum." dedi, Doktor Hanım. Bu sefer de kimilerine göre; herkese kötülük eden, yüzü hiç gülmeyen, merhametsiz, hiç sevilmeyen, herkesin korktuğu o Başkomiser göz yaşlarını tutamadı. Ağladı. Hem de yüksek sesle. 

Darda olanlara her zaman yardım edin, iyilik yapın ki, hiç bir zaman kayıp etmez, her zaman kazanırsınız! Saygılarımla..



19 Ekim 2022 Çarşamba

BİR ZAMANLAR POLİS

70 lı yıllarda bir kadın mahalle bakkalından hırsızlık yapar ve yakalanır, hakkında şikayetçi olurlar ve polis çağırılır. Polis gelir kadını kalabalığın elinden teslim alır ve sorar;

"Ne çaldın?"

Kadın ezilip büzülüp korkarak cevap verir;

"Çocuklarım için üç yumurta ve bir ekmek çaldım" der.

Polis kadın ile birlikte tekrar bakkala girer. Kadının çaldığı yumurtaları ve ekmeği bakkal sahibine teslim eder. Kendi parasıyla alışveriş yapıp, bir sürü malzeme alır ve kadına verir.

Dışarı çıktıklarında kadın ağlamaya başlar ve polise;

"Efendim bu aldıkların çok, bir azını bana ver." der.

Polis ise kalabalığa dönüp;

"BAZI OLAYLARDA ESNEK DAVRANMAK, İNSANLIĞI ELDEN BIRAKMAMAK LAZIM." der ve kadını serbest bırakır.

22 Eylül 2022 Perşembe

BAŞKA BİR ORGANİZASYON

Bir devlet kendi vatandaşına tuzak kurar mı? Hayır, kurmaz. Ya peki bu nedir? Başka izahi var mıdır? Eğer vatandaşın sırtından para kazanacaksa baştan harbi olarak ‘ver şu kadar para’ desin ve alsın alacağını, vatandaşını git gel yormasın.

Önce onu söyleyim, ben hırsızlık masasında çalışırken şimdiki gibi değildi. Şimdi evime giren hırsızı kendim tespit ettim de, devlet yakalamak bile yakalamadı. Biz canla başla çalışır, vatandaşın çalınan malını çıkardık mı, mal sahibinden çok sevinirdik. Öyle olmasına rağmen müştekinin biri bana bir soru sordu, altından kalkamadım. Çünkü düşününce nispeten doğru bir şeye parmak basıyordu “Ağabey ben miyim suçlu yoksa hırsız? Evime hırsız girdi ve yakalanmış. Hırsızla birlikte yer gösterme için evime geldiniz. Hırsıza bile yemeğimi yedirttiniz. Onu arabaya alıp gittiniz. Bana "Kısma gel." dediniz. Yanınıza geldim, hırsızı oturttunuz beni ayakta beklettiniz. Hırsıza ‘ağam-paşam-gülüm’ dediniz, bana git oraya-gel buraya diye icabında bağırdınız. Adliyeye gittim, hakimler hırsıza güler yüz gösterdi beni azarladılar.” dedi. Adam hakikaten haklıydı.

Şimdi gelelim devletin başka bir uygulamasına. 

İşte başımdan geçen canlı bir olay;

Ne suçluyum, ne suçsuz. Sadece devlet kapısında adaleti, hakkımı arıyordum.

Hakkım nedir?

Arazimde hudut u geçmişler. 

Nasıl geçmişler?

Basbayağı geçmişler.

Kim geçmiş?

Devlet geçmiş.

Tapu çıkartılıp kadastro tarafından kayıt altına alınırken, belki sehven, belki bilerek yanlış kayıt yapılmış. Hudut ların baş tarafından on kadar kişinin yerleri sağ tarafa doğru, bir kaç metre yatık olarak kayıt edilmiş. Bunu kadastro da kabul etmiş, mülk sahipleri de fakat düzeltilmesi mümkün değilmiş. Düzeltilmesi ancak mahkeme kararıyla olabilirmiş.

Ben de İlçemizde ki Avukat Hasan Bey’e gidip, durumu anlattım. Birlikte kadastroya gittik. Onlarda bu hatanın farkında olduklarını, düzeltilmesi için, tapu kaydından sonra 10 yıl geçmemesi gerektiğini ve kadastroyu değil de benim arazime geçen kişiyi mahkemeye verebileceğimi söylediler. Şaşırdım. Ben daha kadastronun şikayet edilemeyeceğini bilmiyordum. Bu memlekette bütün kurumların memurları hakkında görevleri nedeniyle dava açılabildiği halde kadastro memurları hakkında açılamazmış.

Biz de süre dolmadan alel acele 2019 yılında hudut u geçen komşumuzu mahkemeye verdik. Avukatlığı Hasan Bey'in yanında çalışan Avukat Elif Hanım yaptı. 2019/111 Esas no lu Pazar/Rize 2.Asliye Hukuk Mahkemesinde kadastro tespit tapu iptali ve tescil istemine itiraz niteliğinde dava açıldı ve mahkemeyi kazandık.

2021/18 nolu Gerekçeli Mahkeme Kararına göre 86.18 metre kare arazi bana verilerek, kadastronun bu hatası düzeltilecekti ve ben düzeltildiğini düşünüyordum.

Karardan bir yıl kadar sonra tapudan kontrol ettiğimde bu durumun düzeltilmediğini öğrendim. Mahkeme kararının tapuya geldiğini fakat ben tekrar bir karar daha getirip baş vuru yaparsam düzelteceklerini, yoksa düzeltmeyeceklerini söylediler.

Avukatıma giderek durumu anlattım. Ertesi güne tapudan randevu aldı ve bir mahkeme kararıyla Fındıklı Tapu Dairesine yolladı. Tapu dairesi kendileriyle ilgili olmadığını, kadastroya gitmem gerektiğini söylediler.

Kadastroya gittim. Elimde ki Mahkeme Kararıyla olamayacağını, onu mahkemeye tasdik ettirmemi ve bir de tasdikli Bilirkişi Rapor ve Krokisi getirmemi söylediler. Rize Pazar da ki mahkeme kalemine giderek istenen belgeleri çıkartıp getirip Fındıklı da Kadastroya teslim ettim.

Bir gün sonra telefonuma mesaj geldi “487 tl parayı, Halkbank veya Ziraata yatırın. Parayı yatırdım ve makbuzlarla tekrar kadastroya gittim. “Makbuz gerekmez, biz ekrandan görüyoruz. İşlem bitince sizi arayacağız.” Dediler. Zamanım az olduğundan birkaç defa gidip sordum ve 7-8 gün sonra Tapuya yansıdığını öğrendim. 

Tapu dairesinden Belediyeye yolladılar ve arazilerin rayiç bedelleri kayıtlarını alarak Tapu Dairesine teslim ettim. Neticeyi almak için birkaç defa daha tapu dairesine gidip sordum. En nihayet 9-10 gün sonra telefonuma mesaj geldi. “756.00 tl Halkbank veya Ziraat Bankasına yatırın ve işlemleriniz için tapuya geliniz.” Parayı Halkbanka yatırdım ve ertesi gün koşarak tapu ya gittim. İşlem tamam. Kına gibi oldu. 

Sırf benden bu kadar parayı alabilmek için günlerce bekletip dolaştırdılar. Her şeyden önce mahkeme beni haklı bulup lehime karar verdiği halde. Bu olayda esas suçlu kim? Kadastro. Ona bir şey yok. Davayı kazandığım için ben suçluyum. Bunu neden yapıyorlar ben anladım. 'Haksızlığa uğrayıp ta adalet arayanlar devlet kapısına gelmesin' diye yapıyorlar. Başka türlü izahı olamaz.

Şimdi ben o muhitte 100 metre kare başkasının arazisini para ile  alsam belki 100.00 tl tutmaz ama hesap yapıyorum, Devletim bana Rize İli Fındıklı İlçesi Ihlamurlu Köyünde ki babamdan kalan 86 metre 18 santim büyüklükte ki kendi arazimi; 

2000.00tl avukat+

1300.00tl keşif+

  487.00tl kadastro+

  233.00 tl döner sermaye+

  523.00 tl tapu harcı olmak üzere bir de Mahkeme Kararı olduğu halde toplam

4543.00tl ye sattı. Halbuki beni sağa sola yollayıp ta stres yaşatmadan baştan bana “Bu kadar para ver.” Dese olmaz mıydı? Hesaplanamaz mıydı yanı bu para? Ama para kazanmak için bütün bu yolları düşünüp te vatandaşını düşünmeyen o devletin adamına helal olsun. Feto taktiklerini uygulamış. Nasıl bir organizasyon ama? Güzel değil mi? Yaşasın, Adalet Mülkün Temelidir.