SAYFALAR

30 Ağustos 2022 Salı

SENİ ALLAH MI GÖNDERDİ KEMAL

Lütfen Mustafa Kemal Atatürk’ü sevseniz de sevmeseniz de sonuna kadar okuyunuz. Çünkü öyle büyük insan yalan dolanla olunmuyor. İnsan yapısıyla, düşüncesiyle büyük insan oluyor. İşte büyük bir insanın büyük olması meziyetlerinden biri.

Tarih, 30 Ağustos 1968 Kocatepe’de zafer kutlamaları yapılıyor. Saygı duruşu ve İstiklal Marşı’ndan sonra konuşmacılar geliyor. İlk konuşmacı Kurtuluş Savaşı Süvari Kolordu Komutanı Fahrettin Altay Paşa. Bir albay, Paşanın koluna giriyor ve kürsüye çıkmasına yardımcı oluyor. Konuşma süresince de elinde bir şemsiye ile O’nu güneşten koruyor. Fahrettin Altay Paşa konuşuyor;

“Bana Mustafa Kemal’ i anlatır mısın? dediler. Ben de memnuniyetle kabul ettim ve geldim. Ancak anlatımım kısa olacak. Size 26 Ağustos 1922 sabah Taarruz anındaki bir olay aktaracağım. Bu şekilde Mustafa Kemal’i anlatmış olacağım.” dedi.

“Planlandığı şekilde 26 Ağustos 1922 sabah saat 05.00’te başta Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere İsmet Paşa, Fevzi Çakmak, Nurettin Pasa, ben ve diğer komutanlar, ordu karargah olarak Afyon Kocatepe’deydik. Plan gereği Taarruz; önce top atışlarıyla başladı. Bu bir baskındı ve 20 dakika sürdü. Ardından tahrip atışlar yapıldı. Bu da 10 dakika devam etti. Yunan mevzilerindeki makineli tüfek yuvaları, Yunan topları, tel örgüleri hedef alındı. Komutanlar olarak bizler de top atışlarının sonucunu görmeye çalışıyor, alt kademelere iletmek üzere Mustafa Kemal’in emrini bekliyorduk.

Sonuçta Yunan mevzilerinde alevlerin yükseldiğini, hedeflerin vurulduğunu, düşmanın mevzilerini terk ederek geri çekilmekte olduğunu gördük. Mustafa Kemal’e yöneldik. O’nun taarruz ve takip emrini bekliyorduk. Ne ki O, gözlerini Yunan mevzilerinden ayırmıyor ve geri çekilen Yunan ordusunu izliyordu.

Fevzi Çakmak, sessizliği bozdu. “Haydi Kemal, düşman kaçıyor, taarruz emrini ver.” Dedi. Mustafa Kemal :”Dur Abi” diye cevap verdi. Bir süre sonra Fevzi Çakmak : “Kemal, tarihi bir fırsatı kaçırıyorsun, düşman yan mevzilerine yerleşecek, emini ver artık. ” diye ısrarda bulundu. Mustafa Kemal, yine “Dur Abi” dedi. Bir süre daha geçti. Fevzi Çakmak bu kez “Allah aşkına Kemal ver şu emri, komutanlar seni bekliyor, yeter artık .” diye sesini yükseltti.

Mustafa Kemal yine “Dur Abi” dediği sırada beklenmedik bir olay meydana geldi. Yunan ordusunun terk ettiği mevzilerde cehennemi patlamalar başladı. Mustafa Kemal’in taarruz ve takip emrini geciktirme sebebi anlaşıldı.

Yunan ordusu, geri çekilirken cephe boyunca mevzilere zaman ayarlı bombaları yerleştirmiş, askerlerimize tuzak hazırlamışlardı . Mustafa Kemal’in öngörüsü, büyük bir felaketi önlemişti. Taarruzda ısrar eden Fevzi Çakmak, Mustafa Kemal’e sarıldı. “Seni bize Allah mı gönderdi Kemal !” dedi.

Müteakiben süngü hücumu ve ileri top atışlar emrini aldık. Alt kademelere ilettik. Sonucu biliyorsunuz. Bana Mustafa Kemal’i anlat dediler. İşte Mustafa Kemal budur.” dedi ve Paşa yine albayın yardımıyla kürsüden indi.”

18 Ağustos 2022 Perşembe

HAKSIZLIĞA KARŞI




Yıl 1980, yer İsveç’in başkenti Stockholm. Büyükelçilik koruma görevim esnasında Stockholm de yaşarken başımdan geçen çok ilginç bir olay. Burada paylaşmak istiyorum.

İsveç te hemen hemen bütün hizmetler postanelerde yapılır. Bu nedenle insanlar sık sık bankalardan çok postanelere giderler. Ben de Adana da Polis arkadaşım Burhanettin’e bir adet Amerikan kelepçesi yollayacaktım. Kelepçeyi mağazadan aldım ve kutusunun içinde, ben dil bilmediğim için Elçilik şoförü Ündal ile birlikte öğleden sonra Huddinge Postanesine gittik. Yılbaşı yakın olduğu için bayağı bir kuyruk vardı. Biz kuyruğa girdikten sonra arkamıza baktığımızda az zamanda bizden sonraki kuyrukta uzayıp gitti. Bir saat kadar sonra sıramız geldi ve elimde ki paketi görevini yapmaktan yorulmuş veya bıkkınlık gelmiş, her halinden sinirli olduğu anlaşılan bir bayan görevliye uzattım.

Bu memlekette de yabancılar kara kafalarından dolayı hemen tanınırlar ve yerli halk tarafından hiç sevilmezler, bu durumu da her sahada fark ettirirlerdi. Hatta kara kafalıları 'fifon (şeytan)' diye vasıflandırırlardı ve 'Gou your Home (Evinize gidin)' derler hemen saldırıya geçerlerdi.

Bayan görevli elimde ki pakete bir göz attı ve 'kapatıp iyice bantladıktan sonra getirmemi söyledi.' Ündal dillerini anladığı için bayana 'bantımız olmadığını, içine bakacaklarını sandığımız için kapatmadığımızı, orada kendilere ait masada ki bant ile kendisinin yapıştırmasını' söyledi. Yabancı olduğumuzu bilen görevli bayan bize bağırmağa başladı. Bir şeyler söylüyor, bir taraftan da bağırıyordu. Arkamız da da 50-60 kişi kuyrukta insanlar, olan bitene ister istemez büyük bir sessizlik içinde şahit oluyorlar ve öylece bekliyorlardı. Ben çok korktum, yabancı düşmanlığı var ya, ilk etapta arkamızda bekleyenlerin bize saldıracaklarını düşündüm.

Görevli bize ‘Kuyruğu engellememizi, en arkaya geçmemizi, paketi bantladıktan sonra tekrar kuyruk sırasına göre oraya gelmemizi bağırarak bayağı bir azarlayarak söyledi ve bizden sonrakilere ‘Sırada ki’ diye bağırdı. Biz de bir şey diyemedik, arkaya da gitmedik ve yana çekilerek kenarda beklerken, müthiş bir şey oldu. 

Sırada ki görevli tarafından çağrılan adam gişeye yanaşmadı. Görevli bayan birkaç defa bağırdı; "NEXT, NEXT" hiç kimse işlem yaptırmak için gişeye yanaşmadılar. 

Biz 'bize saldırırlar' diye düşünürken kuyrukta bekleyen o memleketin vatandaşları, insanlar bize sahip çıkmışlardı. En öndeki beyefendi yüksek sesle “Lütfen bu adamların işini görün. Onları bekletmeyin. Biz o zaman işimizi yaptırırız, yoksa sabaha kadar bekleriz.” Dedi. Gözlerim yaşardı. Orada bulunanlar ne zaman anlaşıp hep birlikte o şekilde karar verip hareket ettiler? Nasıl oldu da, onca kişi bir kişiye yapılan haksızlık için tepki gösterdiler? Hala daha anlamış, bir anlam vermiş değilim ve çok da hayret ediyorum.

Hiç bir işlem yapmadan 20-30 dakika kadar bekledikten sonra görevli bayan sinirli bir şekilde yanıma yaklaştı, göndereceğim paketi elimden çekip aldı ve işlemimizi tamamladı, makbuzu verdi. 

Biz oradan ayrılırken arkadaşım Ündal bir konuşma yaparak arkamızda kuyrukta bekleyen, o asıl hareketi yapan İsveçlilere çok teşekkür etti ve el sallayarak oradan ayrıldık.

İşte sizlere örnek alınacak bir olay. Halbuki 'kuyruktan bir kişi eksildi' diye orada bekleyenler sevinecekken İsveçli Gavur öyle yapmadı. Hiç biri gişeye gitmedi.

Biz arabaya binerken, sırada arkamızda ki adam da işini bitirmiş yanımıza geldi ve “O görevli bayan dersini aldı, bir dahaki sefere vatandaşa yanlış yaparken üç kez düşünecektir. Ona haddini bildirdik. Sizlere iyi günler.” Dedi.

Kendimize veya bir başkasına yapılan haksız bir davranış karşısında, çekimser kaldığımız veya başka nedenlerle tepkimizi koymadığımız sürece, yaşamımızda bir çok defa daha aynı haksızlıklarla karşılaşacağımızı unutmayalım. Saygılarımla..


ŞEYH SAİD

Türkiye, Cumhuriyetin ilk yıllarında bir başka dertle uğraşıyordu; Şeyh Said ayaklanması ile. Genç cumhuriyeti milletlerarası alanda meşrulaştıran Lozan Antlaşması imzalanalı daha birkaç ay olmuş ama Musul'la Kerkük'ü kimin alacağına karar verilememiş, meselenin çözümü sonraya bırakılmış ve bütün gözler petrol bölgelerinin geleceğine çevrilmişti. 

Türkiye'yle o zamanların Musul'unu kontrolü altında tutan İngiltere arasında diplomatik bir mücadele yaşanıyordu ve işte tam o günlerde, 1925 Şubat'ında güneydoğuda bir ayaklanma patlayıverdi. Palu lu Nakşibendi şeyhi Şeyh Said şeriat iddiasıyla bayrak açtı, kuvvetleri bir ara Diyarbakır'a girdi ve üç buçuk ay içinde binlerce kişi can verdi. Ayaklanmanın liderleri sonra tek tek yakalanıp İstiklal Mahkemesi'nin karşısına çıkartıldılar.

Şeyh Said 1925'in 26 Mayıs günü verdiği ilk ifadesinde ‘‘Bu işlerde ne öndeyim, ne de arkadayım. Belki ortada bulunmuştum. Bizzat kumanda etmedim. Harbi ne uzaktan, ne yakından görmedim’’ dedi. Sonra harekete hakim olamadığını iddia etti ve ‘‘Aşiretler kendi akıllarıyla hareket ediyordu, kimse kimsenin sözüyle hareket etmiyordu’’ diye yakındı. Savcı Ahmet Süreyya Bey (Özgeevren) ‘‘Neden isyan ettiniz?’’ diye sorunca, cevabı ‘‘şeriat için’’ oldu. Sonra ‘‘Amacımız din hükümlerinin uygulanmasını rica yoluyla hükümete arz etmekti. Böyle zannediyorduk, inşallah kabul buyurulur’’ dedi. Dinsizlikle suçlayıp isyan ettiği cumhuriyetin ‘‘Müslüman olduğunu’’ söyleyiverdi: ‘‘Anayasada 'Türkiye Cumhuriyeti'nin dini İslamdır' diye yazılıdır. Din hükümlerinin yerine getirilmesi de yazılıdır. Maksadımız da buydu. Allah'a hamdolsun, Türkiye'nin yöneticileri Müslümandır’’.

Bir ay devam eden mahkeme, 46 kişinin idamına karar verdi. Belgeler ayaklanmanın arkasında İngiltere'nin bulunduğunu, maksadın Türkiye'nin başına böyle bir dert açıp Musul'u oldu-bittiye getirmek olduğunu gösteriyordu. Neticede Musul Türkiye'den koptu, önce İngiliz himayesine girdi, sonra da Irak'a verildi.

1925 isyanının lideri Şeyh Said de ‘Hatalarımız oldu’ demiş, mahkûm olunca ‘‘Hani ya doğruyu söylersem kurtaracaktınız?’’ diye sormuş, son sözü ‘‘Fena yaptık, bundan sonra iyi olur inşallah’’ olmuştu.

5 Mayıs 1925 gününün öğleden sonrasında Diyarbakır'da, hükümet konağının önünde Kolordu komutanı Mürsel Paşa'yla Şeyh Said arasında geçmişti. İşte, bu konuşmanın bazı cümleleri:

Mürsel Paşa: Hoş geldiniz. Yolda çok rahatsız oldunuz mu? Seyahatiniz nasıl geçti?

Şeyh Said: Sefer zahmettir.

Mürsel Paşa: Hastaydınız, nasıl oldunuz?

Şeyh Said: Şimdi iyiceyim.

Mürsel Paşa: Yemek yemeye başladınız mı?

Şeyh Said: Hayır, daha korkuyorum.

Mürsel Paşa: O halde sizi daha tedavi etsinler. Doktorlar bakıyorlar mı?

Şeyh Said: Allah hepsinden razı olsun.

Şeyh Said ayaklanmasının liderlerinden Şeyh Şemseddin yakalanıp 11 Mayıs'ta Diyarbakır'a getirilecek ve vilayet konağında ‘‘Hamdolsun hükümetimiz sayesinde rahat geldim. Bir eksiğim yoktur. Cenáb-ı hak cumhuriyeti başımızdan eksik etmesin’’ diye dua edecek, mahkemedeki ifadesinde ‘‘Peygamberimiz ölürken cumhuriyeti emretmişlerdir. Bugünkü idare şeklimiz de peygamberin emrine uygundur’’ diyecekti.

SON SÖZÜ: ‘HANİ BERABER KUZU YİYECEKTİK?’

Şeyh Said'in Diyarbakır'da 1925'in 26 Mayıs sabahı bir sinema salonunda başlayan mahkemesi bir ay devam etti ve karar 28 Haziran'da açıklandı. Şeyh Said'le adamlarından 46'sı idama mahkum olmuştu.

Kararlar ertesi gün sabaha karşı infaz edildi. Şeyh Said hücresinden alınıp sehpaya götürüldüğü sırada kendisini mahkum eden hakimlerden Ali Saip Bey'e (Ursavaş) döndü ve ‘‘Saip Bey’’ dedi. ‘‘Hani ya doğruyu söylersem kurtaracaktın?’’

Hakimin cevabı ‘‘Ne yapalım Said Efendi’’ oldu. ‘‘Seninle Hınıs'ta kuzu yiyemedik’’.

Şeyh idama mahkum olmazsa, herkese kuzu ziyafeti vermeyi vadetmişti.

Bundan sonra, aralarında şöyle bir konuşma geçti:

- Şeyh efendi, bundan daha hafif ceza olur mu?

- Bundan daha ağırını söyle bakalım Saib Bey! Artık kuzu filan kalmadı. Ne olurdu Edirne'de yüz bir sene verseydiniz?

Şeyh Said ‘‘Boynuzsuz keçinin ahını boynuzludan alırlar’’ dedi, sehpaya çıktı ve son sözü ‘‘Fena yaptık, bundan sonra iyi olur inşallah’’ oldu. 

(İttihad ve Terakki'nin liderlerinden Bahriye Nazırı Cemal Paşa'nın küçük oğlu Behçet Cemal'in 1955'te yayınladığı ‘‘Şeyh Said İsyanı’’ isimli kitaptan)

12 Ağustos 2022 Cuma

HAN DUVARLARI

Faruk Nafiz Çamlıbel’in ünlü “Han Duvarları” şiirinde ki aşağıda yazılan üç kıta aslında kendisi tarafından yazılmamış, sadece kaleme alınmıştır. 

Şiirdeki o satırların esas sahibi, ömrünü cepheden cepheye koşup, savaşlarla geçiren ama savaşırken şehit olmayıp tam anne babasına kavuşacakken bir handa mola verdiği sırada ölüp, köyüne varamayan Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış tarafından yazılmış gerçek kendi hayat hikayesidir. Ülkemizde kim bilir böyle hala daha meydana çıkmamış, bilinmeyen nice kahramanlar mevcuttur?
 
Sarıkamış’tan sağ dönen bir askerdir Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış. Yemen cephesinden Sarıkamış cephesine sevk edilen askerlerden olduğu için, üzerinde kışlık elbisesi bile yoktur ve savaş bittikten sonra köyüne, anne babasına kavuşmak için yola çıkar. Ancak o zaman ki kötü şartlarda vereme yakalanır ve Niğde Ulukışla'ya kadar ancak gidebilir.

Niğde Ulukışla’da geceyi geçirmek için kaldığı bir handa, köyüne ulaşamadan ölür. Ölmeden önce de hanın bir duvarına işte bu üç dörtlük şiiri karalar.

1922 yılının soğuk bir Mart ayında Kayseri Lisesi'ne atanan genç Edebiyat Öğretmeni Faruk Nafiz Çamlıbel bir yaylı arabayla atandığı okula giderken aynı handa kalır ve Şeyhoğlu Satılmış'ın ölmeden önce duvara yazdığı o meşhur dörtlüklere rastlar ve kayıt altına alır. Yazdığı şiirin adını ‘HAN DUVARLARI’ koyar.

İşte han duvarlarında rastladığı Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış'ın yazdığı şiir;

On yıl var ayrıyım kına dağından,
Baba ocağından yar kucağından,
Bir çiçek dermeden sevgi bağından,
Huduttan hududa atılmışım ben.

Gönlümü çekse de yarın hayali,
Aşmaya kudretim yetmez cibali,
Yolcuyum bir kuru yaprak misali,
Rüzgârın önüne katılmışım ben.

Garibim namıma Kerem diyorlar,
Aslımı el almış harem diyorlar,
Hastayım derdime verem diyorlar,
Maraşlı Şeyhoğlu Satılmışım ben.          
Cibali: Dağ


6 Ağustos 2022 Cumartesi

DERVİŞ TOPAL MOLLA

1919 yılında Afganistan devlet yönetimini İngilizlerden Ravalpindi savaşı ile alan Emanullah Han, 1923’de kendisini Afgan Emiri ilan eder ve Afganistan'ı yönetmeğe başlar.

Atatürk, Afganistan Asya’nın ortasında olduğunu belirterek, Büyükelçimiz Yusuf Hikmet Bayur'la Emanullah Han'a çok dikkatli ve çok temkinli olması yönünde mesaj göndererek uyarır.

Afgan Kralı Emanullah Han Atatürk'ten aldığı ilhamla ülkesinde reformlar yapmaya yönelir. Türkiye Cumhuriyeti'ni ilk ziyaret eden devlet başkanı Afganistan Kralı Emanullah Han olur. Kral, batılı ülkelerin Başkent nasıl olsa İstanbul'a taşınır, düşüncesiyle büyükelçilik bile açmakta isteksiz davrandıkları Ankara'ya eşiyle birlikte gelir ve bir hafta boyunca Atatürk'ün konuğu olur.

Yeni Türkiye'de yapılanlardan etkilenen Emanullah Han ile Türkiye-Afgan Dostluk ve İşbirliği Anlaşması imzalanır. Ziyaret sırasında Türkiye ile Afganistan'ın, elçiliklerini karşılıklı olarak büyükelçilik düzeyine çıkarması kararlaştırılır. Böylece Kabil, o sırada Türkiye'nin dünyada büyükelçi bulundurduğu 26 ülkeden biri olur.

Emanullah Han, kurtuluş savaşımız esnasında Türkiye’ye büyük maddi yardımda bulunmuş, O’nun teşviki ile Afgan kadınlar da altın takılarını göndermişti. Emanullah Han Atatürk hayranıydı ve O’nu örnek alıyordu. Bu durum İngilizleri rahatsız etti ve meşhur İngiliz üç kağıtları, dalavereleri başladı.

Bütün bu olumlu gelişmelerden önce 1920 yılında, Afganistan'da Topal Molla lâkabıyla tanınan bir zat ortaya çıkar ve bu zat önce bir tekke kurar. Hemen ardından kendi adamlarını Afganistan’ın dört bir yanına salarak ‘şöyle büyük bir evliya, böyle büyük bir ulema, böyle bir din adamı daha dünyaya gelmedi.’ şeklinde kendi reklamını yaptırır. Üç yıl gibi çok kısa bir zaman içinde Topal Molla'nın müritlerinin sayısı 200 bine ulaşır ve 1925 yılında daha da artarak 400 bini aşar.

Atatürk'ün Afgan Kralı Emanullah Han'ı uyarısından bir süre sonra Topal Molla, istediği sayıya ulaşınca Krala karşı ayaklanma başlatır. Gerekçe; eğitim için Türkiye'ye gönderilmek üzere seçilen 15-20 kişilik kız öğrenci grubu için ‘Dinsiz Kral Emanullah kızlarımızı kâfirlere peşkeş çekecek, din elden gitti!’ diye çıkarılan söylentilerdir. Güney'deki aşiretler ayaklanırlar. İsyancılar Kabil'e doğru yürümeye başlarlar. Bir yıl içinde büyük katliamlar yapılarak oluk oluk kan akıtırlar.

O sırada Afgan ordusunu ıslah etmek üzere Kabil'de bulunan General Kazım Orbay başkanlığındaki Türk askeri heyeti, Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü imzasıyla gönderilen yazılı talimatla, Kral Emanullah Han'ı Türk vatanını müdafaa eder gibi, hayatlarını ortaya koyarak korumakla görevlendirir ve Atatürk Kral'ın huzurunda açılacak özel bir telgrafta Emanullah Han'a şu mesajı gönderir:

-Son günlerde Zatı Şahanenizi muztarip eden bazı ahval ve hadisattan haberdar oldum. Eğer vaki ise öz kardeş bildiğim sizin, ıstırabınızı tahfife medar olacak noktai nazarlarımı bildirmek üzere beni hakikatten haberdar ediniz. Orada bulunan ve yolda emrinize iltihak etmek üzere olan bilcümle Türk ümera ve zabitanı sizin için fedayi hayat emrini almışlardır. Büyük alaka ile cevabınızı intizar ederim kardaşım.

Atatürk'ün bu mesajı sunulamadan isyancı Derviş Topal Molla adamlarıyla Kabil'e girer. Kral Emanullah Han, Yusuf Hikmet Bayur'un ifadesiyle; 'bir çaduriye bürünerek' kadın kılığında Kabil'den kaçar ve Roma'ya gider, yerleşir. Zaman zaman Türkiye'ye gelerek Atatürk'le de görüşür.

Kaçmaktan başka çaresi kalmayan Afgan Kralı Emanullah vatanından ayrılmak için hava alanına geldiğinde, aniden yanına esrarengiz bir kişi yaklaşır ve kendisine;

-Beni tanıdınız mı, ben o meşhur Topal Mollayım. Afganistan’ı karıştırmakla görevliydim, görevimi başarıyla bitirdim ve şimdi İngiltere’ye dönüyorum.” der.

Afgan Kralı Emanullah acı acı iç çektikten sonra, İngiliz ajanı Topal Mollaya der ki;
- Ben senin İngiliz ajanı olduğunu ve hangi görevle Afganistan’a gönderildiğini çok iyi biliyordum. Sen, halkımı öylesine etkilemiştin ve onların gönüllerine girmiştin ki, senin İngiliz casusu olduğunu onları inandırmak imkansızdı.

İngiliz ajanı Topal Molla, sarığını, fesini atmış, uzun sakallarını kesmiş, başında İngiliz fötr şapkası, boğazında gayet kibar kravatıyla, kazandığı zaferin mağrurluğu için de İngiltere’ye doğru yola çıkmıştı.

Atatürk, Emanullah Han'dan sonra Afgan tahtına oturan Mehmet Nadir Han'a biraz mesafeli durur. Ancak Mehmet Nadir Han da Türkiye'ye hayranlığını bildirir. Yeniden doğan sıcak hava üzerine Kabil Büyükelçisi Yusuf Hikmet Bayur 24 Haziran 1930'da Mehmet Nadir Han'a güven mektubunu sunduktan sonra görüşmeyi Ankara'ya şöyle bildirir:

'24 Haziran'da itimatnamemi verdim. Kral mükamele (karşılıklı konuşma) esnasında ezcümle şöyle dedi, "kâffemiz (cümlemiz) Reisicumhur Hazretleri Atatürk’ü başımız tanırız."

Dün Afganistan’ın yaşadığı bu acı olayın tıpkı benzerini, daha önce Osmanlı, bugün de Türk milleti olarak bizler yaşamaktayız. DERVİŞ VAMBERY, TOPAL MOLLA, HUMEYNİ, KÜRT SAİD ve FETHULLAH GÜLEN gibi ve daha bir çok hainleri, ajanları görüyor, tanıyor ama maalesef kimseyi inandıramıyor, bir şey yapamıyoruz. Şu anda Türkiye de yüzlerce 'TOPAL MOLLA' lar var. Bunlar hem İslam dinini yıkmak, hem de Türkiye'yi yıkmak için bütün güçleri ile uğraşıyorlar.. BİLGİLERİNİZE