SAYFALAR

30 Ekim 2020 Cuma

ANNEM YOLLAMADI

Seksen yaşlarında bir Dede, eskiden bekar delikanlıyken sevgilisiyle çektiği sevdalıklarını, yaşadığı heyecanlı zamanlarını düşünür ve çok duygulanır.

Yine seksen yaşlarında ki hanımı Nene ye; “Eskiden birlikte geçirdiğimiz o bekarlık günlerimiz, o gizli gizli buluşmalarımız aklıma geldi ve ben çok etkilendim. Sen o günleri hiç özlemedin mi?” diye sorar.

Nene de “Ah herif hiç özlemez miyim. Neydi o dere kenarında ki kaçamak buluşmalarımız? Kalbim yerinden çıkacakmış gibi çarpardı.” diye Nene de hatırlayıp söyleyince, Dede iyice ipin ucunu kaçırır ve;

“Yarın o gençliğimizde buluştuğumuz yere, yine o eskisi gibi ayrı ayrı gidip te gizli buluşalım. O heyecanları yeniden bir daha yaşayalım Hatun.” Der.

Nene de; “Peki herif, çok iyi olur.” Der.

Ertesi gün olur. Dede Nene den habersiz en güzel takım elbisesini giyer. Kravatını takar. Çiçekçiden de kendine yakışan bir demet yaptırır ve doğruca Nene ile ilk buluştuğu dere kenarında ki o yaşlı söğüt ağacının altına gider. Bekler, bekler, bekler. Akşam olur fakat yok. Nene gelmez.

Dede öyle pişman geri eve gelir bakar ki Nene de en yeni elbiselerini giymiş, oturmuş başını eğmiş evde ağlıyor.

“Ne oldu niçin ağlıyorsun? Hanı dere kenarına gelecektin, niçin gelmedin Hanım?” diye sorar Dede, Nene ye.

Nene başını kaldırır, gözlerini kurular ve cevap verir: “Annem yollamadı.”

23 Ekim 2020 Cuma

ADALET İÇİN

Yakın zamanlarda Kanada’da bir olay olur. Ottowa şehrinde Michael isimli ihtiyar bir adam, aç kaldığı için, fırından bir ekmek çalar. O çaldığı ekmeği yerken Kanada polisi tarafından yakalanır ve mahkemeye sevk edilir. Hannah isimli bir bayan hakim davaya bakar.

Michael yaptığı hırsızlığı şöyle ifade vererek mahkeme heyetine anlatır:

"Yalnız yaşıyorum. Çok acıkmıştım. Neredeyse açlıktan ölecektim. Param olmadığı için bir ekmek çaldım ve karnımı doyurdum. Başka imkanım yoktu. Hırsızlık yaptığıma pişmanım." Der.

Hakim, Michael’i dinledikten sonra onun suçlu olduğuna hükmeder ve şöyle bir açıklama yapar:

"Sen hırsızlık yaptığını biliyorsun, söylüyorsun ve hırsızlığın kötü olduğunu da bilip utanıyorsun. Ben de senin suç işlediğini anladım, biliyorum ve sana on dolar ceza veriyorum. Bu cezayı sana verdiğim için ben de utanıyorum. Paran olmadığını da biliyorum. Bu parayı ödeyemeyeceğini de bildiğim için, senin yerine on dolar cezayı ben ödüyorum." Der.

Duruşma salonunda herkes sessiz, olup bitenleri izlerken dava Hakimesi Hannah Hanım  ayağa kalkıp çantasını eline alır ve içinden on dolar çıkarır, ihtiyar adam Michael’in  cezası olarak ödenmesi için vezneye gönderir.

Ardından salonda ki sükuneti tekrar aynı Hakime Hanım bozarak sesini yükseltir ve konuşmasına devam eder: "Aslında hepimiz suçluyuz. Zira, hep birlikte yaşadığımız bir şehirde, bir ihtiyar adam aç kalıp, karnını doyurmak için ekmek çalıyorsa, bizler hepimiz suçluyuz. ve on ar dolar ceza ödemeliyiz. Ben on dolar cezamı ödedim. Sizlerde her biriniz on ar dolar cezanızı ödeyiniz." Der ve duruşma salonunda 480 dolar para toplayıp, toplanan parayı ihtiyar adam Michael’e verir.

Ve sözlerine şunları da ekler.

"Eğer medeni insanların yaşadığı bir şehirde, yoksul bir insan görürseniz, bilin ki o şehrin yöneticileri halkın hakkını vermiyorlar, çalıyorlar." Der ve sözlerini bitirir Kanadalı davaya bakan Hakime Hannah Hanım!


17 Ekim 2020 Cumartesi

ADALET

Hukuk Fakültesinde, hukuk dersi veren bir profesör derse girer. Girer girmez bir öğrenciyi parmağı ile gösterir ve ayağa kalkmasını ister. Öğrencinin adını soyadını sorduktan sonra, hoca bir anda sinirlenerek; “Ahmet sen defol git ve bir daha benim dersime hiç girme. Seni derslerimde görmek istemiyorum.” Der ve öğrenciyi dersten kovar. Ahmet te nere uğradığını şaşırır, çıkar gider.

Sınıfta bütün öğrenciler paniklerler fakat hocaya hiçbir şey diyemezler. Hatta sınıfın içinde bir aşağı bir yukarı gezinen hoca ile göz göze gelmekten bile kaçınırlar. Bütün öğrenciler hocadan korkarlar. Hoca bütün öğrencileri süzerek bir kaç dakika daha geçirdikten sonra hiç bir öğrenciden ses çıkmayınca öğrencilere bir soru sorarak derse başlar.

“Çocuklar kanunlar niçin vardır?” 

Bir öğrenci, düzeni korumak için. Bir diğeri, yaşam haklarını idame ettirmek için. Öbürü, toplumda yaşayan halkların hak ve hürriyetlerini korumak için. Bir başkası, devlete güveni sağlamak için. Daha başkası, devletin vatandaşlarına haklarını nasıl arayacaklarını göstermek için, kanunlar vardır. Derler öğrenciler.

Hoca öğrencilerden kendisini tatmin edecek bir cevap alamadığı için tekrar sorar; “İçinizde başka cevap vermek isteyen  var mı?” Yok.

Öğrencilerden ses çıkmayınca hoca sorduğu soruyu kendisi cevaplar; “Ben size kanunlar niçin vardır?” diye sormuştum.

“Kanunlar ADALET için var.” Der ve devam eder.

“Peki az önce Ahmet isimli arkadaşınıza ben adaletli mi davrandım?” der. Sınıfta hep bir ağızdan “Hayır” cevabı çıkar.

Hukuk dersi anlatan profesör sınıfın kapısını açar ve kapıda iki büklüm bekleyen az evvel kovduğu Ahmet isimli öğrenciye teşekkür ederek içeri alır. O zaman herkes bu yaptıklarının bir senaryo oyun olduğunu anlar.

Hoca; “Az önce Ahmet isimli arkadaşınıza karşı yapmış olduğum haksızlığa, adaletsizliğe hepiniz şahit oldunuz. Neden kabul ettiniz ve bir tepki göstermediniz? Bir açıklama istemediniz? Arkadaşınızın hakkını neden savunmadınız? Sizler hepiniz birer hukukçu olacaksınız ve yarın topluma adalet dağıtacaksınız. Böyle mi adalet dağıtacaksınız?” diye azarlar.

Herkes susar. Hiçbiri cevap veremez.

Hoca sözlerine şöyle devam eder: “Sevgili yarın adalet dağıtacak olan genç arkadaşlarım. Bu olaydan hepinizin çıkartacak olduğu dersler olmalı. Bunu size yüz saat ders versem anlatamazdım. “der ve sözlerine şöyle devam eder: “Asla bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın diye düşünmeyin.  O yılan bir gün mutlaka sizi de sokacaktır. Bir memlekette adalet unsurları sağlam kaldıkça, diğer unsurların ciddi surette bozulmasına imkan kalmazAdaleti sağlam olmayan bir millet, bu felaketini hiçbir şekilde  telafi edemez. Bir ülkeyi yıkacaksanız önce adalet unsurunu ortadan kaldırınız. Bir kişiye karşı yapılmış haksızlık, bütün insanlığa karşı yapılmış haksızlık demektir. Adaletsizlik yapıldığını görüp te göz yuman insanlar bir gün haysiyet ve onurlarını kayıp etmeğe mahkumdurlar. Bir şahsa karşı yapılan haksızlık, toplumda herkese karşı yapılmış demektir. Adalet hakkı gerçekleştirmektir.” Der ve dersini bitirir.

İşte adalet ve adaletsizlik budur. Adalet herkese eşit olarak uygulanmalı ve bu anlayış bütün topluma yayılmalı. İşte o zaman bir ülke adaletle, adil olarak idare edilir ve ilelebet var olur.

12 Ekim 2020 Pazartesi

SATRANÇ


Bilmem siz satrancı bilir misiniz, veya sever misiniz? Milattan sonra 550-600 yıllarında Hindistan’da bir Bilge ilk defa böyle bir oyunu icat etmiş. O zamanlar savaşmayı çok seven bir kral varmış. Bu kralın en büyük zevki başka ülkelerle savaşmakmış. Savaş yıllarca sürer, her iki ülke de karşılıklı büyük zararlar görür fakat kral savaştan bir türlü vaz geçmezmiş. Halk onun için savaşmak istemezmiş fakat bunu da krala bir türlü söyleyemezlermiş. Kral da hiç boş durmak istemez sebepsiz yere başka ülkelere savaş açarmış.

Yıllarca süren bu savaşlar halkı bezdirmiş ve içten içe isyanlara sürüklermiş ama yapacakları hiç bir şey de yokmuş. Çünkü krala karşı gelmek öldürülmek veya iyi ihtimalle zindanda çürümek anlamına gelirmiş.

Bunalan halk çaresizlik içerisinde Hindistan’ın en bilgili kişisi olan ‘Bilge Adam’ a gidip dertlerini anlatmışlar ve akıl danışmışlar. Bilge Adam gerçekten çok bilgiliymiş. Evinin içerisinde yüzlerce kitap bulunur ve her gün kitaplar okurmuş. İşte halk derdini bu Bilge Adama anlatmış ve bir şekilde kralı savaşmaktan vaz geçirmeğe ikna etmesini istemişler.

Bilge Adam düşüncelere dalmış, çünkü kralı mantıklı bu davranışa ikna etmenin zor olduğunu o da çok iyi biliyormuş. Günlerce yememiş içmemiş düşünmüş. Bilge Adam içerde düşünürken halk da heyecanla kapıda onun vereceği cevabı bekliyorlarmış. Bir, iki, üç, dört derken bir hafta geçmiş. Bilge Adam bir hafta sonra koltuğunun altında bir tahta kutu ile evinden çıkmış ve halka “Beni krala götürün” demiş. Onu hemen krala götürmüşler ve krala Bilge Adamın geldiğini haber vermişler. Kral sevinmiş, çünkü ne kadar gaddar, acımasız olsa da Bilge Adamı sever takdir edermiş ve iyi karşılamış;

 “Hoş geldin Bilge. Bu ziyaretinin sebebi nedir?”

“Değerli kralım size bir hediye getirdim.”

“Çok sevindim. Eminim ki güzel bir şey düşünmüşsündür. Nedir o?”

Bilge Adam kucağında ki tahta kutuyu krala uzatmış.

“Bakalım siz ne olduğunu bilecek misiniz? Kralım” demiş.

Bilge Adamın kral ile konuşmalarını dinleyen  izleyenler de çok merak etmeğe başlamışlar. ‘Acaba kutunun içinden zehirli bir yılan çıkacak da kralı mı ısıracak? Yoksa kutuda ki bir tuzak kralı mı öldürecek.’ diye düşünenler olmuş.

Hayır yılan çıkmamış. Tuzak ta yok. Bilge Adam hakikaten akıllı bir insanmış ve sorunları barışçıl şekilde halledecek kadar da zekiymiş.

Tahta kutuyu açtıkları zaman içinden değişik şekilli iki değişik renkte taşlar çıkmış. Kutuyu masanın üzerine koyup taşları kutunun üzerinde ki karelere yerleştirmiş Bilge adam. Kral ne olduğunu anlayamamış çünkü o güne kadar böyle bir şey hiç görmemiş. Bilge adam başlamış karala anlatmağa:

“Kralım siz savaşmayı çok seviyorsunuz. Bu sebeple size aynı gün içerisinde defalarca savaşma imkanı bulacak bir oyun icat ettim ve onu getirdim. Bu ufak taşlar askerleriniz. İki tane atlı birliğiniz ve iki tane de filli askerleriniz var. Yine aynı şekilde iki tane savaş arabalarınız var. Siz de oyunda ortada ki şahsınız. Ve de yanınızda baş yardımcınız vezir var. Askerlerin ve vezirin seni koruyacaklar. Aynı şekilde karşınızda da düşmanlarınız var. Bu gördüğünüz tahtanın üzerinde, aynı güçte ki karşıdaki düşman Kralla savaşacaksınız.” Der.

Kral hemen oyunla ilgilenir. Taşların nasıl hareket ettiğini sorar ve Bilge Adam ile oynamağa başlar. Oyunu öyle sever ki bir daha komşularıyla hiç savaşmaz. Satranç tahtasında savaşmak hem masrafsız, hem de daha eğlenceli gelir ona.

Hindistan halkı da böylece büyük savaşlardan kurtulmuş olur. Kral bu oyunu öyle beğenir ki Bilge Adama “Dile benden ne dilersin?” der.

Bilge Adam “Para pul istemem kralım. Bana buğday verin yeter.” Der. Kral bir kese altın verdikten sonra ne kadar buğday istediğini sorar. Bunun üzerine Bilge Adam “Bu oyunun adı ‘SANTRAÇ’ oyunudur ve bu tahtanın üzerinde 64 adet kare vardır. Siz birinci kareye bir buğday ikincisine iki, üçüncü kareye dört, dördüncü kareye on altı ve sonra ki her kareye bir öncekinin karesi olacak şekilde tahta üzerinde ki kareleri buğday ile doldurun ve bana verin, yeter.” Der.

Kral Bilge ye biraz kızar. Çünkü buğdaydan bir şey çıkmayacağını, az olacağını düşünür ve “Ben sana daha kıymetli altın, elmas, toprak verebilirdim. Sen sadece buğday mı istiyorsun, hayret.” der.

Bilge adam “Hayır kralım siz bana dediğim şekilde buğday verin yeter. Ben başka bir şey istemem.” der.

Kral hazinesinden sorumlu vezirini çağırtır, buğdayın hesaplanmasını ve Bilge Adama verilmesini ister. Vezir bir hafta kadar hesap yaptıktan sonra üzgün bir vaziyette kralın karşısına çıkar ve krala anlatır;

“Efendim bu hesaba göre Bilge Adama verilecek olan buğday tüm ülkemizin ve askerlerimizin yedi yıl yiyeceği buğdaydır. Ancak şu anda bu kadar buğday da elimizde yok.” Der. Kral ülkesinde ki hesap uzmanlarına tekrar tekrar hesap yaptırır. Vezir haklı Bilge Adam ödeyemeyecekleri kadar buğday istemektedir.

Kral Bilge Adamı zekasından dolayı, çok tebrik edip daha çok saygı duyar ve her zaman sarayında ağırlamak ister. Bilmem essah, bilmem yalan, satranç oyunu için bu hikayeyi anlatırlar.

7 Ekim 2020 Çarşamba

FIRSATLARI KAÇIRMA


Eski zamanlarda kasabanın birinde, güzelliği dillere destan, güzel mi çok güzel, bir kız yaşarmış. Kendisiyle evlenmek isteyen uzak ülkelerden gelen nice insanları, asıl, zengin ve yakışıklıları reddetmiş.  Kimseleri beğenip kendisine layık görüp evlenmiyormuş.

Bu güzel kıza kendi kasabalarından çok seven genç bir yakışıklı delikanlı da evlenmek için talip olmuş. Ama kız onu da beğenmemiş, reddetmiş. Delikanlı gururundan günün birinde kasabayı terk edip gitmiş. Başka bir kasabada kendini seven başka bir kız bulup onunla evlenmiş. Yeni bir hayat kurup çoluk çocuğa kavuşmuş, mutlu olmuş.

Aradan bir kaç yıl geçtikten sonra yolu o terk ettiği güzel, şirin eski kasabasına düşmüş. Aklına bir zamanlar aşık olduğu ve evlenemediği o güzel kız gelmiş. Ona ne olduğunu zaten çok merak edip dururmuş.

O terk ettiği kasabada dolaşırken tanıdık yaşlı bir adama rastlamış. Hemen o güzel kızı sormuş. Yaşlı adam biraz gittikten sonra kasaba dışında bir ev göstermiş ve evlenip bu eve taşındığını söylemiş o güzel kızın. Delikanlı o eve yaklaşmış ve evi gözlemeğe başlamış. Çünkü kimseleri beğenmeyen bu kızın kiminle evlendiğini çok merak edermiş. 

Evden çıkarken görmüş. Kızın yolcu ettiği adam yaşlı, çok şişman, kel, bir ayağı da topal, kaba saba bir adammış. Üstelik hiç te zengin değilmiş. Bu sefer bu adamın kim olduğunu çok merak etmiş. Kocası olamaz diye düşünmüş. Çünkü feleği beğenmeyen o kız, o yolcu ettiği adamla evleneceğine hiç inanamamış. Kız ile konuşmak için hemen gidip evin kapısını çalmış. Kız kapıyı açınca bir müddet bakışmışlar ve delikanlıyı tanımış, içeri buyur etmiş.

Delikanlı eskiden sevdiği bu kıza hemen evlenip evlenmediğini ve kocasını sormuş. Kız kocasını az evvel yolcu ettiğini anlatınca o gördüğü yaşlı ve şişman adamın kocası olduğunu anlamış ve kıza tekrar sormuş;

“Sen ki hiç birimizi beğenmedin, nice kısmetlerini geri çevirdin, nasıl oldu da böyle biriyle evlendin?” demiş.

 Kız da ona:

“Sana cevabı vereceğim fakat önce benimle gel.” Demiş. Almış delikanlıyı çok büyük ve güzel bir gül bahçesine götürmüş. “Bu gül bahçesine gireceksin. Hiç geri bakmadan ilerleyeceksin ve bana gördüğün en güzel gülü koparıp getireceksin.” Demiş. Delikanlı "peki" demiş ve çok güzel güllerin olduğu bahçede ilerlemeye başlamış. Önce çok güzel kara bir gül görmüş. En güzel gül bu deyip yanına gidip tam koparacakken biraz ileride daha güzel kocaman pembe renkli bir gül daha görmüş. Tamam budur işte diye düşünüp kara gülü bırakıp pembe gülün yanına gitmiş. Tam onu koparacakken ilerde muhteşem güzellikte sarı bir gül daha gözüne ilişmiş. Kırmızı gülü bırakıp hemen sarı gülün yanına koşarak gitmiş. Hangisini koparacağına bir türlü karar verememiş, daha güzel çiçeği bulacağım derken, bir de bakmış ki bahçenin sonuna gelmiş. Geriye de gidemeyeceğine göre, bahçenin sonunda ki yaprakları solmuş kötü bir gülü mecburen koparıp kıza götürüp vermiş.

Kız gülü almış ve gülümseyerek adama:

“Bak gördün mü? Daha iyisini  bulacağını düşünürken sen farkında olmadan gül bahçesi bitti ve beğendiğin güller arkada kaldı. Hayatta işte buna benzer. Kimseye beğenmezsin, bu arada ömür geçer de sonunda en kötüsüne razı olmak zorunda kalırsın. İşte bana da öyle oldu. Bu yüzden vaktin geçmeden, gençlik bitmeden elindekinin değerini bilip, kanaatkar olmak ve yetinebilmeyi öğrenmek gerekir.” Demiş.

Hepimiz belki de böyle durumlarla karşılaşmış, bir çok fırsatları değerlendirmiş, bir çoğumuzda böyle fırsatları kaçırmışızdır. Hayat dediğimiz yolda yürürken aynı şartlar altında bir daha aynı yerden geçemeyiz. Bu vesileyle karşımıza çıkan fırsatları iyi değerlendirmezsek bu fırsatları kaçırırız.

Bir gün bir bakmışız hedeflediğimiz noktadan da uzaklaşıp çok farklı bir noktaya gelmişiz. Yaşadığımız hayat dönüp baktığımızda geriye kalan sadece kaçmış bir çok fırsat ve bize kalan içimizi kemiren “KEŞKE” diye yankılanan düşüncülerimiz. Onun için her şeyi zamanında değerlendirmek ve doğru kararları vermek gerekir.



5 Ekim 2020 Pazartesi

VATANSEVER ERMENİLER

Dünyada insanların ve dolayısıyla devletlerin münasebetleri doğru olarak anlatılmalı. Kim ne yaparsa herkes tarafından doğru olarak bilinmeli. Fakat bazı insanlar çıkıp ta doğruyu söylemezler. Çünkü bazı insanların doğruyu söylemek işlerine gelmez. Menfaatleri ağır basar. 

Bütün dünya Ermenilerin Türklere karşı soy kırımı uyguladıklarını, akıl almaz vahşetler yaptıklarını bilirler. Zaman zaman da olaylara şahit olan Rus ve Batılılar tarafından dile getirilmesine rağmen çıkıp ta açık açık söyleyen pek az. Çünkü bu vahşetleri Ermenilere yaptıranlar kendileri. Türkleri dünya yüzünden kaldırmak için bütün Batı Ülkeleri bir olmuşlar, birlikte hareket ediyorlar.

Bu olan haksızlıklardan rahatsız olan Ermeni veya Batılı yok mudur? Evet, var, hem de çok sayıda. Fakat onlar seslerini çıkaramıyorlar. Vicdanen rahatsız olan Amerikalı bir yazar bakın ne diyor:

“Türk tarihi ile uğraşan bütün Avrupalı tarihçilerin biricik gayesi vardır, o da Türkleri tarihlerinden ve kimliklerinden koparmaktır.”

ABD li Araştırmacı Yazar: Arthur Mills Perce Stratton

Şimdi de Ermeni Türk vatandaşlarından vicdanının sesiyle hareket edenlere gelelim. Gevond Turyan isimli Ermeni din adamı ve araştırmacı yazar Türkiye de yaşadığı zamanlarda 1917 yılında çıkardığı DADJAR isimli Ermenice dergi ve Ermeni Kronolojisinde anlattıklarına göre; 1100-1200 yıllarında; Karadenizde Ermenilerin yaşadığı zamanlarda, Arapların Doğu Karadeniz Bölgesine giderek çok kanlı savaşlar yaptıkları ve yerli halkın tamamını öldürdükleri, sağ kalan Ermeniler kıymetli eşyalarını toprağa gömerek bölgeyi terk etmek zorunda kaldıkları anlatılmaktadır. Ayrıca Türkleri yok etmek için Türkiye de ve dünyada ki kiliseler nasıl kullanıldığı, bütün kirli oyunların buralarda çevrildiği ve bazı zamanlar kiliselerin silah deposu olarak kullanıldıkları anlatılmaktadır.

Bu yazılarından dolayı Rahip Gevond Turyan Londra da 1933 te kilise de ayın sırasında vaız verirken iki Ermeni militan tarafından katledilmiştir.

Ermeni Diasporası’nın gerçek yüzünü gören, Ermeni asıllı vatandaşımız, Artin Penik, ASALA terörüne tepkisini göstermek ve dünya kamuoyunun dikkatini çekmek için 1982 yılında Taksim’de kendini yakarak, intihar etmiştir.

Ve işte Kurtuluş Savaşımız esnasında Türklerle aynı tarafta savaşıp ta Türkiye’nin kurtulmasında yardımcı olan ve İstiklal Madalyası alan Ermeni vatandaşlarımız;

ARMAN PANDIKYAN 

Ermeni asıllı Türk, İngilizlerin İstanbul u işgalinde İngiliz İstihbaratı, Deniz İstihbaratı Örgütünün Amiri ve en yetkilisi. Hem de İngiliz İstihbarat Amiri Yüzbaşı John Berett’in tercümanı olmasına rağmen, emrindeki Türk asıllı İngiliz ajanları ve diğer ajanların melanetini Türk İstihbarat servislerine haber vermiş ve; “Ailemi, çocuklarımı size rehin ederken şerefim ve namusum üzerine söz veriyorum. Bu dakikadan itibaren hem düşmanın parasını alacağım, hem de emrinizde olarak vatanıma hizmet edeceğim.” diyerek, Kuvayı Milliyetcilerin İstanbul’dan kaçırdıkları silah ve cephanelerin kazasız belasız Anadolu’ya ulaşması için yardımcı olmuştur. Ajan BENNET’in Anadolu’ya sızdırmaya çalıştığı Telkis ve Ohannes adlı iki ermeni genç, Arman Pandikyan EFENDİ’nin yardımıyla “Mehmet ve Ramiz” olarak İshak KAPTAN’ın motoruyla Ankara’ya yollanır. Karşı casusluk oyunlarının en alası sergilenerek, bu kanaldan İngiliz ajanlarının raporları Türk Genel Kurmayınca elde edilir. Verilen sahte bilgilerle İşgal ajanları oyalanır ve yanlış yönlere sürülürler. İstanbul'un kurtarılmasında çok büyük katkıları olur.

BERÇ KERESTECİYAN
Osmanlı Bankası Müdürüdür. Atatürk ün bindiği Bandırma Vapuruna İngilizler torpido atacaklardı. Onu haber verdi ve Atatürk ün hayatını kurtardı. Milli Mücadele yıllarında Anadolu ya sandıklarla ilaçları ve silahları gizli olarak gönderdi.

ARTİN GÜLÜKYAN
Gülükyan da Kuvayı Milliye’ye katılanlar arasında. İstiklal Harbi sırasında İstanbul’daki Selimiye Kışlası’ndaydı, tezkeresini Diyarbakır’dan aldı. Cephe gerisinde 18. İnşaat Taburu’nda görev yaptı.

KARABET KARGICI
Isparta’da doğdu. Amcası Kugas Kargıcı, pehlivandı. Karabet Kargıcı, hayvan alım satımıyla, besicilikle, ticaretle uğraştı. Babası Kirkor’la birlikte askere gitti,cephede esir düştü ama kurtuldu.

AGOP ÖZEL
Zir’de doğdu. İstiklal Harbi’nden sonra sıvacılık yaparak hayatını kazandı. İstiklal Madalyasını 1971’de aldı.

KARABET AYVAT
Marangozdu. İstiklal Madalyasını 1980 yılında, 85 yaşındayken alabildi. Yunan işgali sırasında askere alındı. Savaş sırasında Garp Cephesi’nden Ankara’ya gönderildi. Hem cephede hem de cephe gerisinde görev yaptı.

OHANNES ERKAN
Zir doğumlu. 20 yaşında askere alındı. İstiklal Harbi’nde Eskişehir’deki askeri inşaatlarda çalıştı. Madalyasını 1971’de aldı, 1980’te vefat etti.

OHANNES ÖZÇINAR
Madalyasını, ailesi 1976 yılında aldı. Savaş sırasında develerle Yozgat’tan Kayseri’ye cephane taşıdı. Develerin altında kalıp yaralandı, üç ay hastanede yattı.

AGOP AYIK
Zir doğumlu. İlk görev yeri 1920’de Kırşehir’deki taburdu. Tezkeresini Eskişehir’den aldı. Askerliğinin son aylarını sıhhiyeci olarak tamamladı. 1968’de İstiklal Madalyası’yla ilgili kanunun güncellenmesiyle, başvurusunu yapıp 1970’te madalyasını aldı.

OHANNES KASPARYAN
Afyon doğumlu doktor. Hem askerlik hayatında hem de sivil hayatında Türk milleti için bir çok fedakarlıklar yaptı. İstiklal Madalyası aldı.



4 Ekim 2020 Pazar

KÖPEĞİNİZİ SEVİYORUM

Atatürk, halka şapkayı tanıtmak için 1925 yılının Ağustos ayında, dokuz gün süren Kastamonu gezisine çıkmıştı.

Yanında Foks da vardı.

Bu gezide Atatürk Terzi Mehmet Ağa' nın konağında kalmıştı.

Konağın yan tarafında başka bir konaktaysa bir öğretmen ailesi kalıyordu. Ailenin Belkıs adında bir de küçük kızları vardı.

Küçük Belkıs, konağa girip çıkarken gördüğü Foks'u çok sevmişti.

Foks da onu görünce hemen kuyruk sallamaya başlıyordu.

Fırsat buldukça birlikte oynuyorlardı.

Bunu farkeden Atatürk, bir gün çocukla sohbet ederken: "Beni mi çok seviyorsun, köpeği mi" diye sordu..

Küçük Belkıs bir Atatürk'e baktı bir de çevresinde dolanan Foks'a...

Doğruyu söyleyiverdi:

"Köpeğinizi daha çok seviyorum,"

Atatürk, küçük bir şaşkınlıkla gülümsedi:

"Niçin?"

Küçük Belkıs bir an düşündü, sonra Atatürk'e dönüp:

"Çünkü o sizi koruyor" dedi.

Beklemediği cevap Atatürk’ü hem şaşırttı hem de güldürdü.

Kaynak: Mustafa Eski, Atatürk' ün Kastamonu Gezisi.


3 Ekim 2020 Cumartesi

KARADENİZ DEYİMLERİ

Okut okut, bi da burnina kokut

Baktun olmayı, bakmayacaksun

Lafun tutarsa hakimsun, tutmazsa sen çimsun?

Eğer Karadeniz kızına kafa tutayisan, ya çok yağlu yidun dilun kayayi, ya da mermidan hızlı koşayisun

Geliysan gel gelmiysan haydee.

Sevduğuni alamadiysan, alduğuni seveceksun.

Cidenun peşinden ağlayamam, yüreğum ağır değil, her öküzi bağlayamam. 

Yarumden ayri düştum gözlerum nemli, içki haramdur deyi çay içtum demli.

İçune atarsun ama içunden atamazsun.

Anasinun sütiyla adam olmayani, siğur neylesun.

Bakmayun siz hamsinun ufak olduğune, sülalesi kalabaluktur.

Oksijen değilsun ğoş, sensuzde yaşarum da.

Habu yalan dünyada eleceksen elenle, sevdaluk eyi şeydur edeceksen bilenle.

Dik cidup, arkırı celesun.

Ben yol olur uzanurum nazli yarum gezerse.

Kalbim defter, dilum dönmez.

Sevduğunu alamiyasan, alduğunu seveceksun.

Kalktı rahmetli, oturdi korbakor.

Karının eyisi ele celmez, çotisi yere cirmez.

Finduk kadar aklun vardi, ondada kurt çikti.

İlan bile topraği katuk ederek yer.

Karınca çi kanadlanur, gebermeği yakin olur..

Kedi anasının canı içun sıçan tutmaz.

Kedinun kuyruğuna basmayinca sana ğırlamaz.

Kestane kumuşiden çıktı, gerisini beğenmedi.

Kim verursa bağa yerum, ben ondan yana derum.

Sesun kemençe sesu cibi, adami costurayi.

Adami yapan da karidur, yikan da karidur.

Anzer balı cibi dadlisun, Giresun findugu cibi şirinsun.

Kendume yer edeyim, bak sağa ne edeyim.

Varliğun adami, rüzgarin yelkeni savurduğu cibi sallayi.

Laz diyip geçme sakın, o da üç harflidir. Çarpar ha!

Sevdaluk deduğun ince bir maraz, yürek yakar ama can almaz.

Habu moral Çin malimudur? Ula, herkezin ki bozuk.

Kız çay yaprağına benzer, zamanını çeçurdun mi kartlaşur.

Afkurmasını bilmeyen köpek, koyuna kurt getürür.

Gemi aldın kıçına, toprak aldın içine, karı aldın başına, geç otur.

Sevdaluk, gönüllü yanmak demektur.

Karabiber karadur, diremlan satiliyi, kar da öyle beyazdur çureklen atiliyi.

Ayranum budur, yarısı sudur, yersan da budur, yemesan da budur.

Haçan yeni gelin olursun ederler seni huri, sonra mısır ekmeği da vermezler, sana kuri.

Hamsinin ufak olduğuna bakup aldanmayasun, soγu kalabaluktur.

Habu yalan dünyada öIecesun öIenlan, sevdaluk eyi şeydur edecesun biIenle.

Gözlerun ayder yaylasi gadar cuzel, culdugun zaman yüzün cunes cibi parlayi.

Korkma kışın kişundan, kork aprilun beşinden, okuz ayrilur eşinden.

Hukumet işine karışma, delinun işine karışma, Allağun işine hiç karışma.

İlan eğri buğri gider ama, deliğune düz girer.

İyiluk yap at bayışağa.

Sevdaluk edeceksan, olacak memleketlin, sen ona balum dersun, o da sana kıymetlim.

Misur ekmeğunun kara lahanaya verdugu dad cibi, hayatma dad verdun cüzelum.

Güli seven tikenine katlanur.

Adam deduğun çay gibi demIenmiş olacak, oγIe sallama, dallama olmayacak.

Sığır yavaş yavaş otlar, toprak sabırla bekler.

Çok gülen tez ağlar.

Kimse unum siyahtur demez.

Erken kalkan çok yol alır.

Siçan deliğe sığmayınca, gorgaları arkasına bağlarmış.

Eceli gelen köpek, cami duvarına işer.

Kediyi çok darlatırsan yüzüne gözüne dalar.

Lazutu değirmen dönerken öğüteceksin.

Kenduni met etme seni başkaları beğensin.





2 Ekim 2020 Cuma

HER ŞEY ALLAHTAN

 


Bektaşi, sokakta dolaşırken kendi kendine, "Her şey Allah'tan, her şey Allah'tan" diye mırıldanır dururmuş. 

Bunu gören densizin biri, Bektaşi'nin arkasından biraz takip ettikten sonra, yaklaşıp ensesine kuvvetli bir tokat patlatınca, Bektaşi can havliyle geri dönmüş.

Hemen arkasında duran ve ensesine vuran densiz adam;
"Her şey Allah'tan, her şey Allah'tan" diyerek Bektaşi'yle alay etmiş.

Bektaşi de:

"Ben de biliyorum her şey Allah'tan da, sadece bu iş için hangi şerefsizi aracı etti, onu merak ettim, bakıyorum.” Demiş.

1 Ekim 2020 Perşembe

KARA ÖKÜZ



Bektaşi’nin biri iki öküz beslermiş. Bu öküzlerin biri sarı diğeri siyah renkliymişler.

Vakti geldiği zaman bu öküzlerle çift sürer geçimini sağlarmış.

Fakat öküzlerin sarı renkli olanı uysal mı uysal, az yem yiyen, çok akıllı, çok çalışkan bir öküz, kara renkli olan öküz ise aksine çok yem yiyen, inat mı inat ve çok tembel bir hayvanmış.

Haliyle Bektaşı da kara öküzü huyundan dolayı hiç sevmezmiş.

Her gün bu kara öküze çok öfkelenir beddua edermiş.

“Ey Allahım şu kara öküzün canını al da kurtulayım.” Diye söylermiş.

Bir sabah Bektaşi ahıra girince sarı öküzün yerde yattığını görmüş. Kuyruğundan tutup çektiği halde öküz kalkmayınca öldüğünü anlamış ve hemen on yaşlarında ki oğlunu çağırmış.

Çocuk koşa koşa gelip ahıra girmiş ve sarı öküzü yerde görünce; "Ey vah baba sarı öküz öldü mü? Yerde niçin yatıyor?" diye sormuş. 

Bektaşi sarı öküz öldüğünü tam olarak anlayınca hemen ellerini göğe açmış ve;

“Ey Allahım, bacak kadar çocuk renkleri biliyor da, sen kara ile sarıyı ayırt edemedin mi?” demiş.