SAYFALAR

27 Mart 2022 Pazar

ORHAN BORANLI YILLAR

1960-70 lı yıllarda TRT radyolarında ve Televizyon ilk yıllarında çok esprili efsane bir adam vardı, Orhan Boran. Anlattığı fıkraların çoğuna hayalı olarak kayınçosunu karıştırır, ondan da bahsederdi. Bir de onun meşhur Yukı si vardı. Elinde beyaz bir mendil tutar, envayi çeşit fıkralar anlatır, hatta kendisini de fıkralara karıştırır, kendi başından geçmiş gibi, milleti gülmekten kırar geçirirdi.

Her neyse böyle nükteli insanlar günlük yaşam hayatlarında da bazen nükteli olaylarla karşılaşırlar. 

Bir gün Orhan Boran’ı bir program nedeniyle Ankara Radyosuna davet ederler. Orhan Boran İstanbul dan biner uçağa ve Ankara Esenboğa da iner. Saatine bakar ki programın başlamasına çok az bir zaman var. Hemen koşar bir taksiye biner ve “Beni Ankara Radyo Evine götür.” Der şoföre.

“Yok ağabey! Kusura bakma. Birazdan radyoda Orhan Boran programı başlayacak, ben onu izleyeceğim, sen başka taksi ile git.” Der şoför.

Bu cevap Orhan Boran’ın çok hoşuna gider, keyiflenir, fakat bir taraftan da programa geç kalıyor, gitmesi lazım.

“Kardeş buradan Radyo evine taksiler kaç lira alır?” diye sorar. Taksici; “10 lira ağabey.” Diye cevaplar.

Orhan Boran “Ben sana 50 lira veriyorum, hadi götür!” deyince,

50 lira o zamana göre çok iyi para tabi.

Şoför; “Atla ağabey, kim takar Orhan Boran’ı.” Der.

Belki olay gerçekten olmamış veya olmuşta olabilir. Fakat Orhan Boran öyle anlatıyor.

*********************************

Bir de kayınçosuyla konuşuyor. Kayınçosu ona anlatıyor;

“Ağabey yeni bir ilaç çıkmış, susuzluğu ve harareti anında yok ediyormuş. Çok mucize bir ilaç Çölde yaşayan insanlar ve turistler için yapılmış çok harika.”

Orhan Boran da soruyor; “Peki nasıl bir ilaç bu?”

“Valla küçük, beyaz, hap şeklinde, bir kutu içerisinde ve kutuda 30 tane var.” 

Orhan Boran tekrar soruyor;

“Peki nasıl kullanılıyor?”

Kayınço cevap veriyor;

“Ağabey susadığın zaman, bir büyük bardak soğuk su içerisine bu haplardan bir tane koyup iyice eridikten sonra içeceksin. İnsanda hiç hararet bırakmıyormuş.”

********************************
Orhan Boran aile büyüğü olarak kayınçosuna kız istemeye gidecekler. Bakar ki kayınçonun ayakları çok kokuyor, yanında durulmuyor, çoraplarını değişmesini söylüyor. "Kirli ve kokan çoraplarla kız istemeğe gidilmez" diye uyarıyor. 

Kayınço da yeni çorap alıp ayağına giyiyor ve kız istemeğe gidiyorlar. Kayınçonun ayağı yine dayanılmaz bir şekilde kokuyor.

Sonra geri gelirlerken Orhan Boran Kayınçoya soruyor; “Ne oldu, çoraplarını değişmedin mi?”

Kayınço cevap veriyor; “Ağabey ben seni dinlemez olur muyum? Değiştim, yeni çorap giydim fakat eski çorapları da ceketimin cebine koydum.” Diyor.

22 Mart 2022 Salı

SABIKA

Zabıta Memurları şehrin Pazar yeri yakınlarında, esnafı kontrol ederlerken, eşek arabasıyla pazarda satmak için bir kaç kasa üzüm getiren ihtiyar bir köylü adam görürler. 

Adamla dalga geçmek veya biraz bedava üzüm alabilmek için yaklaşan ihtiyara; 

“Hoop..Dur bakalım bey amca, arabayı sağa çek kontrol var” derler.

İhtiyar Köylü şaşkın bir vaziyette eşek arabasını sağa çeker, durdurur ve arabadan inip eşeği yolun kenarındaki korkuluğa bağlar.

Zabıta Memurları gelip başlarlar arabayı inceleyip ihtiyar adamı sorgulamağa;

“Bey amca ehliyetin var mı ?”

İhtiyar Amca;

“Ne ehliyeti, eşek için ehliyet mi olur?” der.

Zabıtalar;

“Yeni kanun çıktı, bundan sonra eşek arabası için ehliyet ruhsat lazım” derler.

İhtiyar adam;

“Yapmayın evladım, eşeğin ruhsatı mı olur?

“Bundan sonra ruhsatsız değil yola çıkmak, tarlaya bile gidemezsin” derler ve devam ederler;

“Bunun plakası da yok”

Yaşlı adam;

“Tövbe yarabbi. Eşek arabasının plakası mı olur”

Zabıtalar;

“Olmaz mı? Hem de cezası çok ağır. Yeni kanun çıktı. Yük taşıyorsun. Allah bilir sende ilk yardım seti, yangın söndürme, çekme halatı, reflektör de yok.” derler.

İhtiyar adam iyice çıldırır;

“Yok, hiçbiri yok” der.

“O zaman bey amca, kusura bakma ceza yazacağız. Senin adına yazarsak 100 tl, eşeğe yazarsak 50 tl. Hangisini tercih edersin? Kime ceza yazalım?” diye sorarlar ve bir kalem ile ceza makbuzu çıkarırlar.

İhtiyar Adam biraz üzgün görünerek ;

“Yazın evladım, eşeğe yazmayın, bana yazın.” Der.
Zabıtalar;

“Bak iyi düşün bey amca, sana yazarsak 50 tl zararın olur.”

İhtiyar adam;

“Olsun siz gene de bana yazın. Eşeğe yazmayın.” der yaşlı adam ve kimliğini uzatır zabıtalara.

Zabıtalar;

“Neden eşeğe değil de sana, bey amca?” diye tekrar sorarlar.

İhtiyar Köylü Amca hemen cevabı yapıştırır;

“Yeni kanun çıkmış evlat! Bu eşek okuyacak, ilerde ZABITA OLACAK, SİCİLİ bozulup, SABIKA almasın! Onun için bana yazın!” der.

19 Mart 2022 Cumartesi

FETO TAKTİĞİ SOYGUNLAR

Emekli olduğum yıllardı. Ankara da bir alış-veriş mağazasından eşimle birlikte alış veriş yaptık ve poşetler elimizde arabaya doğru aceleyle giderken, orta yaşlı bir bayan önümüzü kesti, şaka yollu “Hem dinlenin, biraz soluk alın, hem de ben sizinle biraz konuşmak istiyorum.” Dedi. Elinde bir klasör bir de kalem vardı. Ben o ayaküstü satıcılardan bildim. “Kusura bakma, bizim paramız yok. Bir şey alacak durumda değiliz.” Dedim. “Ben bir şey satmıyorum, sadece konuşmak istiyorum.” Dedi ve orada oturakların üzerine oturduk.

Eşim “Ne hakkında konuşacaksınız?” diye sordu. Bayan elinde ki dosyayı gösterdi ve bizlere hafta sonu tatil yaptırmak istediklerini anlatıyordu. Dosyada bir sürü isim ve telefon numaraları yazılıydı. Ben pek karışmadım. Eşimle konuşuyorlardı. Bütün masraflar kendilerine ait 'Balıkesir Edremit Güre de bir termal otelde bir hafta sonu misafir edeceklerini' söylüyordu. Bu nasıl olabilirdi? Araba ile buradan alacaklar. Balıkesir Edremit Güre’ye getirecekler. Üç gün yedirip içirip geri getirecekler. Bunu kim yapar? “Kızım git işine, bizimle kafa bulma!” dedim ve ben ayrıldım. O bizi bir türlü bırakmıyordu. Ben arabayı çalıştırırken o eşimi tutmuş ha bire dil döküyordu. Eşim de inanmamış fakat o an elinden kurtulabilmek için telefon numarası vermiş.

Biz olayı unuttuk. İki hafta kadar sonra bir telefon geldi. Bir bayan arıyordu. “Bu Cuma günü akşamı saat 20.00 de Sıhhıye ye gelin otobüslerimiz oradan hareket edecek.” Diyordu. Eşim bana sordu; “Ne dersin, Gidelim mi?” dedi. Aldım telefonu; “Siz insanları neden kandırıyorsunuz. Yaptığınız düpedüz dolandırıcılık!” dedim. “Yok Beyefendi, biz reklam parası verip te televizyon ve gazetelerde reklam yapmıyoruz. O para ile insanları götürüp yerlerimizi gösterip reklam yapma yolunu tercih ediyoruz. Her şey tamamen sizin rızanızla olan bir şey. Göreceksiniz, çok hoşunuza gidecek. Mutlaka gelmenizi tavsiye ediyoruz.” Dedi. Bazı büyük alış-veriş merkezlerinin çekiliş yoluyla bu tür uygulamalar yaptıklarını duymuştum. Hatta bir arkadaşımız gitmiş, anlata anlata bitiremiyordu, ben de onlar gibi bir şey bildim. “İyi, tamam, geliriz.” Dedim. Cuma günü bir daha aradılar. Tekrar teyit ettirdiler.

Akşam saat 20.00 de gittik. Sıhhıye de o dedikleri yer çok kalabalıktı. Üç büyük otobüs bizleri bekliyordu. Üç otobüste tam olarak doldu. Zaten öyle ayarlamışlar. Kafile başkanı 35 yaşlarında genç bir delikanlıydı. Bizim otobüste türkü, şarkı ve fıkralar anlatılarak neşeli bir şekilde yolculuk başladı. Ben kendi kendi me düşünüyordum ‘Vay anasını be, az daha gelmeyecektim. Geldiğimi ne iyi etmişim.’ Diye fakat hiç inanamıyordum böyle devam edeceğine. Mutlaka sonunda bir pürüz çıkacağını da arada düşünüyordum.

Ne ise ertesi gün Güre’ye gittik. Birbirine ekli ve uzun bir çok iskanlar yapılmıştı. Eşimle beni bir odaya yerleştirdiler. Binanın zemin kısmında büyük havuzlar vardı. Yemeklerden sonra bu havuzlara girebileceğimizi söylediler. Bir defa girdik. Boş zamanlarımızda da dinleneceğimiz müzikli salonlar vardı. Buralarda yeme içme bizlere aitti. Diğer masraflar bizi getirenlere. O havuzda görevli olanlara usulca sordum: “Bu havuz kime ait?” diye. Havuz bu binalara ait fakat işletmesini başkası almış para ile işletiyor. Bizim o havuza girmemiz için çok yüklü bir para ödemişler işleten adama. Hay Allahım bu nasıl olur?

Son gece Pazar günü gecesi her şey anlaşılmağa başladı. Karı koca bir çifti yalnız olarak bir odaya alıyorlar. Çift yarım saat kadar sonra alkışlamalar eşliğinde odadan çıkıyor, biraz felekleri şaşmış gibi gözüküyordu. Ne ise gece saat bire doğru bizi de aldılar. İki sandalye koymuşlar. Oturduk. Tam önümüzde de iki kişi oturuyorlardı. Önlerinde masanın üstünde bonolar, yazılmış bir çok evraklar vardı. Önce gönlümüzü okşamakla başladılar. Nasıl, iyi vakit geçirip geçiremediğimizi sordular. Ve esas meseleye geldik.

Bu binaları devre mülk olarak sattıklarını, yer de pek kalmadığını fakat bizlerin çok şanslı olduğumuzu, buradan bir devre mülk alabileceğimizi, yılda bir defa gelip buralarda böyle vakit geçirebileceğimizi söylediler. 

Eşim hiç karışmadı. Hep benimle muhatap oldular. Ben boşuna zaman kaybetmemelerini, almayacağımızı, paramızın da hiç olmadığını söylediysem de, sözle benim dediklerimi hep çürütüp ille almamızı ısrar ettiler. Ben tekrar almayacağımızı söyledim ve bizleri dışarı çıkarttılar.

Başka çiftleri almağa devam ettiler ve her çıkana sorduğum da anladım, hepsi sözleşme ve hatta bonolar imzalamış, kapora vermişler.10 veya15 günlük devre mülkler satın almışlar. Ben o zamana kadar bilmiyordum. Bir daireyi senede bir kaç günlüğüne satıyorlar. Sana ayrılan günlerde, sene de 10 veya 15 gün gidip kendi evin gibi kalıyorsun. Sonra da anahtarı yönetime teslim edip gidiyorsun. Adı da 'devre mülk' muş. Bir daireyi böylece 30-35 kişiye satıyorlarmış. 

Sabah oldu. Kimsede zaten uyku yok. Ben tam ‘iyi kazasız belasız almadan atlattık’ diye düşünürken saat 05.00 sıralarında tekrar bizi ikinci defa içeri aldılar. Bu sefer iki kişi bizimle pazarlık ediyorlar, onların arkasında yüzleri bize dönük üç kişi daha var. O iki kişi bana akıl verirken o arkadakilerde başlarını sallayarak veya sözle beni etki altına almak istiyorlar. Bir taraftan da şak şak şak alkışlıyorlar. Ben yine “yok, almayacağım.” Dedim. Eşim baktı ki belaya kalacağız “Tamam alıyoruz.” Dedi. Büyük bir alkış tufanı koptu. Daha önce de başkalarına satarken o alkış seslerini dışarıdan duyuyorduk.

Ben tekrar almayacağımı söyledim ve yerimden kalktım. Omuzumdan ve arkamdan tutup beni itip çekmeğe başladılar. Hanımın kolundan tuttum ve kendimizi zor dışarı attık. Daha orada durmayıp hızla binanın dışına çıktık. Bir araba ile Edremit’e gidip, oradan da Ankara ya geldik. O kadar insanın içinde bir tek ben devre mülk satın almamışım ama az kaslında başıma büyük bir bela almışım. 

İşte Feto’nun çalışma tekniklerinden sadece bir tanesi. Günümüzde ki soygunların çoğu Feto taktiği ile yapılan soygunlardır. Daha şeytanın aklına gelmeyen bir çok taktikleri var. Sonradan duydum ki bu devre mülk satın alan insanların çokları para ödeyememiş, mahkemelere düşmüşler. Yanı anlayacağınız Feto alacaklarını Türkiye Mahkemelerini kullanarak tahsil etmiş.

16 Mart 2022 Çarşamba

İNANILMAZ BİR OLAY

On yıl kadar önce Ankara dan memleketim Fındıklı’ya otobüsle gidiyordum. Rize'nin şirin İlçelerinden biri olan Pazar'a kadar gittik te Doğukaradeniz otobüsü ile sabah saatlerinde Pazar terminaline girdik. 

Sahil boyu giderken öyledir. Otobüs her ilçenin içinde terminaline girer on-on beş dakika o ilçenin terminalinde bekler, eşya ve insan indirdikten sonra yoluna devam eder. O saatler de sabahın erken saatleri olduğundan yolcuların çoğu uyur, uyananlarda uykudan yarı sarhoş olurlar. 

Ben de nedense pek uyuyamadım bagaj indi bindilerini izliyordum. Çünkü yanlışlıkla başka valizler de indirilebilir. 

Pazar da da bir çok eşyalar indirdiler. Yataktan tutun da sandıklara kadar her çeşit eşya vardı. Ben de yanımda ki arkadaşımla otobüsten inmiş, hem etrafı dikiz ediyor, hem de ayaklarımız açılsın diye, kısa mesafeli yürüyüşler yapıyorduk. 

Öyle kırmızı yüzlü gün görmüş bir ihtiyar, Muavine kendisine İzmir den gönderilen bir emaneti soruyordu. İkisi birlikte bagaja doğru gittiler ve önce bir, sonra iki büyük karton kutuları indirip birlikte sürükleyerek biraz götürüp, terminalde orta yerde bıraktılar. İhtiyar adam biraz daha uğraştı fakat tek başına bu ağır karton kutuları yerinden oynatamadığı için kenara götüremedi, olduğu yere bırakıp aceleyle koştu terminalden çıktı gitti. Anlaşılan bir yardımcı veya araba getirecekti. 

O sırada eski bir kırmızı çift kabin Isuzu araba ağır ağır geldi. İçinde iki genç vardı ve arabayı kullanan telefonla konuşuyordu. Yazıhanelere doğru giderken o ortada duran ihtiyar adamın bıraktığı karton kutulardan birine bindirdi, yavaşça hoop üzerinden geçti ve kutu ortadan ikiye bölündü. Parmak kalınlığında beyaz ve siyah ezilmiş üzüm salkımları sağa sola dağıldı. O zaman içinde üzüm olduğunu anladık. 

Meğer bu ihtiyar adama İzmir den iki büyük karton kutularla dolu üzüm yollamışlar. Üzümleri ezip üzerinden geçen çift kabin arabada kiler hiç oralı olmadılar. Sanki de farkına varmadılar bile. Yahut ta anladılar da anlamaz göründüler. Arabadan bile aşağı inmediler. Biz de kenara çekildik ve seyretmeğe başladık. O sırada bir kaç adam "Aaa üzümler ezildi. Yazık!" filan diye bağırdılar. O ezen araba ilerde yazıhanelerden birinin önünde biraz durdu, taktı geri geri geldi, hoop orada duran ikinci kutuyu da aldı altına ezdi. Her taraftan üzüm suyu fışkırıyor. Bu sefer durdular. Şoför indi arabadan baktı ki kutuları ezmiş. Hiç ses yok. Yine oralı olmadı. Arabasında hasar olup olmadığını anlamak için galiba, öyle çevresine uzaktan bir göz attı ve yine bindi arabasına tekrar kutuların üzerinden ikinci bir daha geçerek ön tarafa bir yazıhanenin önüne çekip arabanın içinde beklemeğe başladılar.

Yarım saat kadar sonra terminal girişinden son model siyah bir Mitsubishi çift kabin araba göründü ve yavaş yavaş o karton kutuların bulunduğu yere geldi, durdu. Arabayı kullanan genç bir delikanlıydı. Ön tarafta da o kutuları oraya bırakan kırmızı yüzlü ihtiyar adamdı. Arabadan indiler. Galiba o kutuları taşımak için genç delikanlının arabasıyla gelmiş ki, içinde üzüm olan o kutuları götürecek. Adam baktı ki kutular ezilmiş suyu akıyor.  “Kim benim kutularımı ezdi? Çabuk söyleyin. Kim yaptı bu işi?” diye bağırmağa başladı. O kutuları ezen adamlar da az ilerde arabanın içinde bekliyorlardı ya, ihtiyar adamın söylediklerini duyunca bir geri baktılar. Arabayı kullanan telefonunu cebine koydu. Arabasını çalıştırdı ve hemen bastı gaza süratle geri geri gelmeğe başladı. Üzümlerin sahibi ihtiyar adam arabasının sol tarafında durmuş ezilen üzümlerini inceliyordu. Isuzu onun yanında duran yepyeni arabasına sağ taraftan bir taktı, sağ ön far ile çamurluğu olduğu gibi ezip kopardı. Çamurluk birkaç parça halinde yere düştü. Çarptığı arabayı geçtikten sonra biraz durur gibi yaptı, çarpılan arabayı oraya getiren ihtiyar adam bağırarak yanına doğru koşarken, o durmadı, ön vitese taktı ve bastı gaza kaçtı gitti. 

Zavallı yaşlı adam tövbeye geliyor ve “Ya ne olur? Ben arabayı emanet almıştım, bu araba benim değil. Çarptılar harap ettiler. İzmir'den gelen üzümlerimi de ezdiler. O çarpan arabanın plakasını alan varsa, insanlık namına bana versin.” Diye yalvarıyordu. Ben plakayı okumuştum, aklımdaydı. Hiç kimse oralı olmayınca o çarpan arabanın plakasını bir kağıda yazıp verdim ihtiyar adama.

Bu olay en azından Pazar da başından geçenler tarafından mutlaka bir yerlerde anlatılmıştır. Belki de olay mahkemeye intikal etmiş veya benim gibi bu olaya şahit olan çok insan vardır. Daha netice ne oldu bilmiyorum. Biz yolumuza devam ettik. 

Şimdi düşünüyorum da o yörede bazı cinayetlerin sebeplerinden biri belki de böyle olaylardır. Kaza olabilir. Hatta bazı kazalar kaçınılmazdır. Karşı beri anlayış gösterip anlaşmak lazım. Vurdum duymazlık ve suçunu kabul etmeme çok kötü bir şey. Bu olayın insanları karşılaşsalar belki de o üzümleri ezen adam “Ben haklıyım. Orta yerde bırakmasan!” diyecek ve üzümlerin sahibi yaşlı adamı haksız çıkarmağa çalışarak daha da tahrik edecek. Ve ben düşündüm, o yaşlı adamın yerinde ben olsam ne yapardım? Ne yapardım acaba, hiç bilemiyorum.

Eğer adamlar birbirlerini tanıyor olsalar veya bir araya gelip konuşsalar her şey kolaydan halledilecek. En nihayet enteresan bir kaza galiba. Kasıt olsa neden olsun? Vel hasıl o gün bir kere daha anladım ki, insanın başına ne geleceği hiçbir zaman belli olmaz. Bir saat sonra ne olacağı bilinmez. 

Başımıza bir şey gelmediği için bizler alışmışız öyle bir karar yaşayıp gidiyoruz. Bazen insanların böyle şanssız, kırık, nakıs günleri olur. İstek dışı bazı nahoş olaylar başa gelebilir. Çok eskilerden Tolstoy'un bir kitabında okumuştum. Adam 'Ayakkabımı kayıp etmiştim. Ağlayarak arıyordum. Karşımda bir ayağı kesik bir adam gördüm. Hemen şükredip kendime geldim.' diyordu. Her şeye şükredip ‘Allah beterinden korusun’ deyip olgun karşılamak lazım.

15 Mart 2022 Salı

YÜZBAŞI FARUK

Cumhuriyetten önce Osmanlı İmparatorluğu yıkılmak üzereyken İngilizlerin İstanbul'u işgal ettikleri sırada yaşanmış bir olay;

Osmanlı İmparatorluğu İstanbul Hükümeti Harbiye nazırı Ziya paşa her zamanki yumuşaklığı ile ''Beyler'' dedi ,''İngilizlere kafa tutmayınız. Adamların hiç şakası yok. Daha geçen gün, bir bahane icat ederek İzmit'i tekrar işgal ediverdiler.''
Kapı açıldı, kapının boşluğu içinde yaver göründü:
-Emrettiğiniz yüzbaşı göründü efendim.
-İçeri Al
Nazır, subaylarına bilgi verdi;
-Az önce sözünü ettiğimiz talihsiz olayın faili.
Yüzbaşı bekletmeden içeri girdi, kaygılı bakışlarla kendisini izleyen subayların arasından hızla ilerleyerek nazırın masası önünde durdu, selam verdi.
-Yüzbaşı Faruk, İstanbul. Beni emretmişsiniz.
Uzun boylu, kumral, yakışıklı, biraz bıçkın havalı bir subaydı. Nazır önündeki bir yazıya bakarak, yumuşak bir sesle,
-Oğlum, dedi. Dün akşam Beyoğlu'nda İngiliz İnzibat Subayı Teğmen Miller'i, emre rağmen selamlamamışsın. Doğrumu?
-Evet efendim doğru.
Nazır dürüst subaya babacanca yol gösterdi.
-Herhalde görmediğin için selamlamadın, değil mi çocuğum?
-Hayır efendim gördüm
Nazırın canı sıkıldı.
-Niye selamlamadın öyleyse, selamlamanız için emir verilmişti.
-Rütbesi benden küçük olduğu için selamlamadım paşam, askerlik töresince, önce onun beni selamlaması gerekmez miydi?
Ziya paşa derin bir kederle elini açtı.
-Askerlik töresi mi kaldı a yavrum? Adamlar galibiyet haklarını kullanıyorlar. İngiliz komutanlığı bu sabah olayı protesto etti. Mesele çıkarılacak zaman değil. Hemen şu müzevir teğmeni bul da özür dile olayı kapatalım.
Başıyla çıkması için izin verdi. Ama yüzbaşı yerinden kıpırdamadı.
-Paşam birde beni dinlemenizi rica ediyorum.
Nazır bıkkınlıkla;
-Söyle bakalım. dedi.
-Balkan savaşında teğmendim. Çanakkale de üsteğmen, Suriye cephesinde yüzbaşı oldum. Ben bu rütbeleri tek başıma savaşarak almadım. Her rütbem de binlerce şehidin ve gazinin hakkı var. Onların hakkını korumak namus borcumdur. Beni affedin özür dileyemem.
Harbiye nazırı bozuldu
-Anlamadın galiba Harbiye nazırı olarak emrediyorum.
Yüzbaşı sükunetle
-Anlıyorum efendim dedi,
Apoletlerini bir hamlede söküp masasına bıraktı.
-Artık emirlerinizi dinlemek zorunda değilim!
Selam vermeden dönüp kapıya yürüdü. Oturan subayların, İstanbul'u tutan birkaçı dışında, hepsi saygıyla ayağa fırladı. Hepsinin rütbesi yüzbaşıdan daha büyüktü.

Gözleri dolarak yüzbaşıya selam durdular. 

Alıntı Şu Çılgın Türkler, Turgut Özakman 

11 Mart 2022 Cuma

ADALET MÜLKÜN TEMELİ

Mısır’da Selahadin-i Eyyûbi zamanında emirlik ve kadılık yapan Karakuşi isimli bir Kadı varmış. Bu Kadı enteresan kararlar verdiği için hükümlerine Hükm-i Karakuşi derlermiş.

Hani bir dava önüne gittiği zaman dava dosyasını okumadan eliyle tartıp, "Avrak ağırdır, idamına; veya avrak hafiftir." beraatına diyen kadılar var ya onlardan.

Bir gün Karakuşi Kadı, Kahire de bir fırının önünden geçerken burnuna güzel bir koku gelmiş. Etrafa bakınca anlamış. Vitrinde güveç içinde nar gibi kızarmış sahibini bekleyen nefis bir ördek var. Karakuşi Kadı, Fırıncıya:

“Ben bunu aldım, evime yolla da akşam yerim.” Demiş

Fırıncı, ‘ördek başkasınındır filan demişse de dinletememiş kadıya. “Ördek, uçar cinstir, sahibine uçtu dersin.” demiş Kadı. Hem Kadıya itiraz edilir mi? Fırıncı hemen ördeği paket yapıp yollamış Kadı’nın evine.

Az sonra ördeğin asil sahibi gelmiş:

“Hani bizim ördek?” Fırıncıya sormuş.

Fırıncı, “Ördeğin uçtu.” Deyince, adam “Kesilip temizlenen ördek uçar mı?” demiş. Fırıncı Karakuşi Kadı isterse uçar demiş ve kavga da başlamış. Kavga sırasında fırıncı, araya giren bir gayrimüslim müşterinin gözünü çıkarınca korkup kaçmaya başlamış. Gayrimüslim de peşinden kovalamağa...

Bir duvardan atlarken, bilmeden hamile bir kadının üstüne düşmüş. Kadın, çocuğunu düşürdüğü için, kadının kocası da balta elinde fırıncının peşine düşmüş. Can havliyle kaçan fırıncının çarpıp devirdiği Yahudi bir vatandaş da kızıp peşlerinden koşmağa başlamış. Sokalar da bir hengamedir devam ederken, zaptiyeler hepsini yakalayarak Karakuşi Kadı'nın karşısına çıkarmışlar.

Kadı durumu anlamak için sırayla ifade almağa başlamış.

Ördeğin sahibi,

“Bu adam ördeğimi hiç etti” diye şikayetçi olmuş.

Karakuşi Kadı, fırıncıya sormuş:

“Ne yaptın bu adamın ördeğini?”

Fırıncı

“Uçtu” demiş.

Kadı, kara kaplı kitabını açmış:

“Ördeğin karşısında tayyar yazılı. Tayyar 'Uçar' anlamına gelir. O halde ördeğin uçması suç değil, normal” diyerek, fırıncının ördek işinden beraatına karar vermiş.

Gözü çıkan gayrimüslim vatandaşa da sormuş. Onun şikayetine de kara kaplı kitaptan bir madde bulmuş:

“Her kim, bir gayri müslimin iki gözünü çıkara, o müslimin tek gözü çıkarıla.”

Davacı:

“Benim tek gözüm çıktı. Şimdi ne olacak?” diye sorunca Karakuşi Kadı’ye

Kadı Hazretleri “Şimdi Fırıncı senin öbür gözünü de çıkaracak, biz de onun tek gözünü çıkaracağız.” Tabii gayrimüslim iki gözünden de olmamak için şikayetinden hemen vazgeçmiş, fırıncı bu davadan da beraat etmiş.

Çocuğunu düşüren kadının kocasına da Karakuşi Kadı:

“Tamam, Karını vereceksin, bu adam ile dört ay evli kalacak, düşen çocuğun yerine yeni çocuk koyacak.” Deyince o adam da şikayetini anında geri almış, fırıncı bu davadan da kurtulmuş. Kadı dönmüş Yahudi'ye:

“Senin şikayetin nedir bre?” Yahudi bir süre düşündükten sonra ellerini açmış,

“Ne diyeyim kadı efendi, adaletinle bin yaşa Sen, emi !” demiş.

GİT BOYU KISA BİR BOYACI BUL !
Hırsız bir evi gözüne kestirmiş, etrafı kolaçan etmiş. En iyisi balkondan girmek demiş. Gece bastırınca bahçeye dalmış, balkona tırmanmaya başlamış... Bir adım, bir adım daha, tam çıkmak üzere, balkonun korkuluğu kırılıp kopmuş. Hırsız düşüp ayağını kırmış...

Sabah olunca, hırsız doğru Karakuş Kadı’nın yanına kendisi gitmiş, halini gösterip şikayetçi olmuş. "Kadı efendi, ben soymak için eve girecektim, fakat balkon korkuluğu çürük çıktı, koptu. Ben de düşüp ayağımı kırdım!" demiş.

Kadı da pek anlamamış: "Eeee ne istiyorsun, şimdi seni hırsızlığa teşebbüsten içeri atayım mı?" diye sormuş. Hırsız da, "hayır kadı efendi, bir dinleyin.” Bunun üzerine Karakuşî Kadı, "anlat bakalım!" demiş.

Hırsız başlamış anlatmaya; "Ev sahibinden davacıyım, eğer balkonun korkuluğunu sağlam yaptırsaydı, ben de düşüp ayağımı kırmazdım... Tamam hırsızlık suç ama cezası balkondan düşüp ayak kırmak değil!"

Karakuşî Kadı keyiflenmiş, tam ona göre bir dava, çağırmış ev sahibini: "Be adam, niçin evinin balkonunu sağlam yaptırmıyorsun? Korkuluk sağlam olsaydı bu adam düşüp ayağını kırmazdı!"

Ev sahibi şaşırmış: "Aman efendim, balkonun korkuluğunu Marangoz Ahmet usta yaptı. Çürük yaptıysa benim günahım ne?"

Kadı efendi, hemen Marangoz Ahmet Ustayı çağırın demiş, Marangoz gelmiş. Sorgu suale çekilmiş ve başlamış anlatmaya; "Efendim ben balkonun korkuluğunu çakarken yoldan yeşil başörtülü bir hanım geçiyordu. Başörtüsü o kadar güzel yeşile boyanmıştı ki, herhalde gözüm ona daldı. Çiviyi boşa çakmış olacağım!" demiş.

Kadı emretmiş: "Hemen o yeşil başörtülü kadını bulup getirin!" demiş. Kadıncağız gelmiş, tir tir titriyor: "Kadı efendi, benim günahım ne? Ben başörtüsünü, boyasın diye boyacıya verdim, o boyadı!"

Sıra boyacıya gelmiş; kadı sorguya çekmiş: "Ulan, başörtülerini böyle göz alıcı renge boyuyorsun, marangozun gözü başörtüsüne takılıyor, çiviyi boşa çakıyor. Balkona tırmanmaya çalışan hırsız düşüp ayağını kırıyor!" Boyacı verecek cevap bulamayınca, kadı da hükmünü vermiş: "Götürün bu herifi asın!"

Biraz sonra cellat gelmiş: "Kadı efendi, bu boyacının boyu sehpaya uzun geldiği için asamıyorum!"

Kadı elini sarığına dayamış, biraz düşünüp çözümü bulmuş:

"Git, kısa boylu bir boyacı bul, yerine 
onu as!"

SUÇLU
Karakuşî bir gün hapishaneleri teftiş eder. Herkese suçunu sorar. Sekiz kişi hariç diğerleri masum olduklarını söylerler. Diğer sekiz kişiyse, suçlarını itiraf ederek: ‘’Biz suçluyuz! Elbette cezamızı yatar çekeriz.” derler.

Bunun üzerine Karakuşî zindancı başına şu emri verir: ‘’Şu sekiz suçluyu derhal sokağa atın ki burada kalan bunca masumun ahlâkını da bozmasınlar!’’

Halbuki hukuk herkese eşit uygulanmalı ve suçlu suçsuz iyi tespit edilip cezayı müeyyideler ona göre adil uygulanmalıdır. Keyfi uygulamalar mülkü yok eder. Nice devletler keyfi uygulamalar yüzünden bugün yok olup gitmişlerdir.

5 Mart 2022 Cumartesi

KAHRAMAN 57. PİYADE ALAYI

57. Piyade Alayı Sancağının esası nerede bulunduğu bilinmemektedir. Hakkında bir çok söylentiler var. Avusturalya veya İngiltere’ye götürüldüğü en yakın ihtimallerdendir.

57. Piyade Alayın tamamı Çanakkale'de şehit olduğu söylense de gerçek böyle olmamıştır. Yanı 57. Alay yiğitlerinin yekünü Çanakkale de şehit olmadı.

19. Piyade Tümenine bağlı üç alaydan biri olan 57. Alay, 1 Şubat 1915’de Tekirdağ’ın Yarkışla mevkiinde kurulmuştur. Bu şanlı birliğin kahraman kumandanı Yarbay Hüseyin Avni Bey’dir.

57. Alay kurulduktan 22 gün sonra, 23 Şubat 1915’te Çanakkale’ye doğru yola çıkmış ve 25 Şubat 1915’te Eceabat’a gelmiştir. 19. Piyade Tümeni’nin bağlı olduğu, 5. Ordu’nun Enver Paşa tarafından kurulmasının ardından 57. Alay,  yedek kuvvet olarak 26 Mart 1915’te Bigalı Köyü’nde beklemeğe başladı. 24 Nisan 1915 tarihine kadar 57. Alay, Yarbay Mustafa Kemal ve Binbaşı Hüseyin Avni Bey tarafından Bigalı Köyü’nde sürekli eğitime tabi tutuldu.

57. Alay, Bigalı Köyü’ndeki eğitim ve tatbikatlarını sürdürdüğü sırada 5. Ordu tarafından yeri değiştirilmek istendi fakat düşman kuvvetlerinin çıkartılacağı noktaya en yakın yerlerden birinde olması nedeniyle, Mustafa Kemal 57. Alayın Bigalı Köyü’nde kalmasına direndi ve 57. Alay, Bigalı Köyü’nde kaldı.

25 Nisan 1915 Pazar sabahı, Mustafa Kemal, düşman çıkartmasını haber alır almaz, kendisine verilecek emri beklemeden 57. Alayı Conkbayırı’na doğru hareket ettirdi. 3 tabur ve bir dağ bataryasından oluşan yaklaşık 3000 subay ve askeriyle 57. Alay, bizzat Mustafa Kemal’in yönetiminde kendisinden çok daha büyük bir düşman gücüne karşı saldırıya geçti.

57. Alay, çatışmalarda mevcudunun üçte ikisini kaybetmiş, savaşın ortasında takviye edilmiştir. 13 Ağustos 1915'te 57. Alay komutanı olan Hüseyin Avni Bey, karargâha düşen bir top mermisiyle şehitlik mertebesine ulaşmıştır.

Hüseyin Avni Bey’in yerine atanan Binbaşı Hayri Bey, alayı Keşan bölgesinde konuşlandırmış ve Alay, eksikleri giderildikten sonra 19. Tümenle birlikte 15. Kolordu bünyesinde Galiçya Cephesi’ne gönderilmiştir.

57. Alay, Galiçya Cephesi’nde de çok büyük kahramanlıklar göstermiş, alayın mevcudunun çok büyük bir kısmı buradaki çatışmalarda şehit düşmüştür. Mevcudu sadece 1100 kişi kalan 57. Alay, cephe gerisine alınarak eksikleri bir daha giderildikten sonra yeniden cepheye gönderilmiş fakat Rusya’da patlak veren Bolşevik Devrimi’nin ardından Galiçya Cephesi’ndeki savaş sona ermiştir. 57. Alay bağlı bulunduğu 15. Kolordu ile bu sefer Sina ve Filistin Cephesi’ne yollanmıştır.

57. Alay burada da çok büyük kahramanlıklar göstermesine rağmen İngilizler tarafından çembere alınmış ve mevcudu iki gün içerisinde sadece 260 a düşmüştür. Megiddo Muharebesi sırasında ise 57. Alayın kalanı İngilizler tarafından esir alınmış ve ALAY imha edilmiştir.

Bu kahramanların anısına o günden beri Türk ordusunda 57. Alay yoktur. Türk Askeri okullarında yoklama esnasında Mustafa Kemal’in okul numarası 1283 ve 57. Alay okunduğu zaman bütün öğrenciler “BURDA” diye bağırırlar. Dünyada en çok madalya sahibi olan alay 57. Alaydır ve dünya milletleri tarafından, en kahraman askeri birlik olarak 57. Alay kabul edilmiştir. Bütün Komutan ve Erlerini, hepsini saygı, minnet ve hürmet duygularımla yad ediyorum. Ne mutlu size! Ne mutlu Türküm diyene!