SAYFALAR

22 Nisan 2024 Pazartesi

BİLMEK LAZIM

Dört tane mum usul usul yanıyordu. Ortalık o kadar sessizdi ki, mumların konuşmalarını duyabiliyordunuz.

Birinci mum dedi ki: 'Ben BARIŞ'ım.!Ama kimse benim yanmama yardımcı olmuyor. Sanırım yakında söneceğim.' Alevi hızla azaldı ve sonunda tamamen söndü.

İkinci mum: 'Ben VEFA'yım.! Ne yazık ki artık vazgeçilmez değilim. Onun için, bundan sonra yanıp durmamın bir anlamı kalmadı.' Sözlerini tamamladığında esen hafif bir rüzgar onu tamamen söndürdü.

Sırası geldiğinde üçüncü mum, hüzünlü bir sesle dedi ki: 'Ben SEVGİ 'yim! Yanacak gücüm kalmadı. İnsanlar beni unuttu, değerimi anlamıyorlar. En yakınlarım sevmeyi bile unuttular.' Sevgi' de daha fazla beklemeden sönüp gitti.

Ansızın..! Odaya bir çocuk girdi ve üç mumunda yanmadığını gördü.

'Neden yanmıyorsunuz? Sizin sonsuza kadar yanmanız gerekmiyor muydu? ' dedi. Ve ardından ağlamaya başladı.

O zaman dördüncü mum konuşmaya başladı: 'Korkma, ben yandığım sürece öteki mumları da yeniden yakabiliriz,

ben UMUT'um! 'Çocuk parlayan gözleriyle UMUT mumunu aldı ve öteki mumları birer birer yaktı.

UMUT ışığı yaşamımızdan hiç eksik olmamalı ki hepimiz onunla birlikte VEFA'yı, BARIŞ'I ve SEVGI'yi yaşatabilelim...

Selâm olsun Vefayı, Barışı, Sevgiyi Umutla yaşatabilene!

Kimdi bu insanlar ?
- Alfred Kantorowicz

- Philipp Schwartz

- Hans Reichenbach

- Walther Kranz

- Von Aster

- Albert Eckstein

- Zuckmayer

- Holzmeister

- Carl Ebert

- Paul Hindemith

- Dessauer

- Rudolf Nissen

- Erich Frank

- Von Hippel

- Von Mises

- Fritz Arndt

- Finlay Freundlich

- Freundlich

- Dessaur

- Kessler

- Kantorowicz

- Igersheimer

- Ernst Hirsch

- Bruno Taut

- Curt Kosswig

- Fritz Baade

- Clemens Bosch

Hitler'in iktidara gelmesinden sonra toplama kampına gönderilen, yüzlerce bilim insanlarından bazıları.

Kampta ölüme terk edilmişlerdi. Sonra bir gün. "Serbestsiniz, Ülkeyi terk ediyorsunuz." dediler.

Şaşırdılar, önce anlamadılar. Ne olmuştu? Bu bir mucizeydi.

Aslında mucize değildi. İşin arkasında bir isim vardı. Mustafa Kemal ATATÜRK.

Çünkü bu isimlerin hepsi kendi alanlarında çok büyük isimlerdi.

O sırada Türkiye’de sadece bir üniversite vardı. Milli Eğitim Bakanı Reşit Galip, Almanya ile anlaşma imzaladı. Tarih 6 Temmuz 1933 

- Hans Reichenbach - Matematiksel mantığı,

- Walther Kranz - Filoloji, latince ve yunancayı

- Von Aster - Felsefe Tarihini

- Albert Eckstein - Çocuk Sağlığını

- Zuckmayer - Müziği- Holzmeister - Mimariyi

- Carl Ebert ve Paul Hindemith - Klasik Müzik, Opera ve Baleyi

- Dessauer ve Erich Frank, - Doktorluğu ve fizik tedaviyi

- Fritz Arndt - Kimyayı

- Von Mises - İstatistiği

- Freundlich - Astronomiyi

- Kantorowicz - Diş hekimliğini

- Igersheimer - Göz hastalıklarını,

- Ernst Hirsch -Hukuk ve kütüphaneciliği

- Bruno Taut - Modern mimariyi,

- Zoolog Curt Kosswig - Manyas Kuş Cennetini,

- Fritz Baade - Kırşehir'deki şifalı suları ve akik taşını

Türkiye’de yaşadılar ve eğitimler verdiler, yüzlerce, binlerce genci eğittiler.

Mustafa Kemal ATATÜRK

Hitler’in zulmünden 150 ye yakın Yahudi bilim adamını kurtardı. O insanlar da her şeylerini bu ülkeye verdiler.

Daha fazlasını

Ahmet Özgür Türen tarafından hazırlanan "Atatürk'ün Ülkesine Sığınanlar" kitabından okuyabilirsiniz. Bu, Ata’mızın bazıların bildiği, bazılarının da hiç bilmediği bir yönü. Sonsuz şükran, minnet ve saygılarımla. Alıntı

15 Nisan 2024 Pazartesi

BİLİNMEYEN BİR KAHRAMAN


Yahya Kaptan

1891'de Makedonya'nın Köprülü kasabasında doğdu. Henüz 21 yaşındayken amcasına saldıran bir Bulgar’ı öldürüp dağa çıktı. Müslüman Türk köylerine saldıran Sırp ve Bulgar çetelerine karşı kendi çetesini kurarak savaştı. Her çete reisi gibi Kaptan lakabını aldı.

Balkan Savaşı çarpışmalarına katıldı. I. Dünya Savaş'ında gizli haber alma örgütü Teşkilat-ı Mahsusa’da görev yaptı.Teşkilat-ı Mahsusa’da bulunduğu sürede iki görev üstlendi. Birinde, Sırplara karşı sabotaj eylemleri gerçekleştirdi. İkincisinde ise Halil Paşa’nın Irak cephesindeki mücadelesinde, Arap aşiretlerinin çöl çeteciliği taktiğine, karşı-çeteci eylemler üretti. İttihat ve Terakki’nin ünlü silahşoru Yakup Cemil ile Irak Cephesi’nden dönerken tanıştı.

Enver Paşa’ya suikast girişiminden tutuklanıp yargılandılar. Yakup Cemil idam edildi, Yahya Kaptan ise Irak’a sürgüne gönderildi.

I. Dünya Savaşı bittiğinde, İstanbul'a geldi. Ama Teşkilat-ı Mahsusa dağıtıldığından İstanbul’da kalamadı. Eski İttihatçıların kurduğu gizli örgütlerden en önemlisi olan Karakol Cemiyeti’nin Menzil gurubuna katıldı. Yenibahçeli Şükrü Bey liderliğindeki Menzil Gurubu, Anadolu’da başlaması olası mücadeleye malzeme ve insan aktarımını sağlamak için Kocaeli Yarımadası’nı kontrol altında tutmayı amaçlamıştı.

Dağınık birlikler toplanarak başına Yahya Kaptan getirildi, Kurtuluş Savaşı başlarında Mustafa Kemal ile ilişki kurdu ve onun direktifleri, İstanbul'daki Karakol Cemiyeti'nin de yardımlarıyla İstanbul'dan Anadolu'ya geçmek isteyenlere yardım etti. Gebze'de Kuvay-ı Milliye'yi örgütleyerek İstanbul-Kocaeli yöresinde çeşitli eylemlere girişti. İstanbul'da Bekirağa Bölüğü'nü basarak Halil Paşa, Şadi Bey ve Talat Bey'in kaçırılmasını sağladı. Aralık 1918’de Tavşancıl'da konuşlanmış, 
İstanbul Ahırkapı Cephaneliği Baskını, Darıca Un Deposu Baskını, Rum çetelerinin imhası gibi önemli hizmetler yapmıştı. İstanbul Hükümeti kuvetleriyle Tavşancıl'da girdiği çarpışmada yakalandı ve 8 Ocak 1920'de başı kesilerek öldürüldü.

Mustafa Kemal Paşa, savaştan sonra Yahya Kaptan’ın iki yetimini himayesine alır ve ailenin de sıkıntılarının giderilmesiyle ilgilenir. 19 Ekim 1922 günü de ailesine ‘Vatan hizmetleri tertibinden’ maaş bağlanmasına ilişkin kanun TBMM’de kabul edilir.

Adı İzmit'te pek çok yere verilmiş ve öldürüldüğü yere Mustafa Kemal'in emriyle anıtı dikilmiştir. Ölümünün 104. yılında andığımız Yahya Kaptan, memleketi Gebze Tavşancıl’da yatmaktadır.

6 Nisan 2024 Cumartesi

SIDIKA AVAR KİMDİR

Cumhuriyet kurulduğu ilk yıllarda İzmir Kadınlar Hapishanesindeki mahkum kadınlara akşam dersleri verilmesi ve kadın mahkumların eğitilmesi kararlaştırılır.

Tam o günlerde bu iş için bir eğitimci aranırken Milli Eğitim Müdürünün odasına zayıf, ufak tefek bir genç kız girer.
"Ben bu dersleri memnuniyetle gönüllü olarak veririm, efendim." der, Müdür Bey e.
Müdür şaşırır. Karşısındaki genç kız, okuldan yeni çıkmış, tecrübesiz bir eğitimciye benziyordu.

Müdür Bey bir kez daha hapishanedeki tipleri gözünün önüne getirdi. Olacak şey değildi. Lakin düşüncesini belli etmedi.
- Peki, hoca hanım, bu işle meşgul olacağım. dedi.

İki hafta geçmeden, genç kız soğuk ışıklar altında hapishane koğuşundaki akşam derslerine başlamıştı. İşi bittikten sonra, ince pardösüsünün yakasını kaldırıyor, süngülü nöbetçilerin, zincirli kapıların arasından geçerek sokağa çıkıyor ve hızlı adımlarla evine koşarak gidiyordu.

Hapishane müdürü de, milli eğitim müdürü gibi, hayretler içindeydi.
O, kavgacı, o geçimsiz, o canından vaz geçmiş mahkumlar, genç öğretmeni hem sevmeye, hem saymaya başlamışlardı.
Kadınlar hapishanesinde ilk defa böyle bir hava esiyordu.

İşinde inanılmaz bir başarı gösteren bu genç öğretmen kızın, bir süre sonra acayip bir suçla adliyeye götürüldüğü görüldü. 
Suçu Misyonerlik.

Hakkındaki suçlamalar gittikçe çoğaldı bir dosya oluşturuldu.

Neler de neler yapmamıştı ki:
Kadınlar hapishanesi derken, Kinder Garten Teşkilatında çalışmalar,
çocuklara iyi insan olmak hususunda ki birtakım telkinler. 
Bütün bunlar misyonerlik olarak sayılmıştı, bu dosyada.

İş o kadar dallanıp budaklanmıştı ki, bu olay Ankara'ya kadar intikal etmiş ve onca mühim işi arasında Mustafa Kemal Atatürk ta meseleyi merak etmişti.

Bir gün
- Bana misyoner öğretmenin dosyasını getiriniz, dedi. Dosyayı getirtip Mustafa Kemal'e verdiler.
Bütün bir gece o dosyayı inceledikten sonra, ertesi günü öğretmen Sıdıka Avar'ı yanına çağırttı. Genç öğretmen Atatürk'ün karşısına çıktığı vakit bir yaprak gibi titriyordu.

Atatürk, bu ufak tefek kıza hayretle baktı.
- Misyoner öğretmen sensin, öyle mi? diye sordu.
Avar şaşırmıştı. Yavaşça,
- Efendim, ben öğretmen Avar, diye fısıldadı.
Atatürk, o zaman genç öğretmene doğru parmağını uzatarak yüksek sesle şöyle dedi:
- Hayır, sen misyoner Sıdıka Avar'sın. Bana, senin gibi misyonerler lazım.

Ondan sonra da Atatürk düşüncesini açıkladı:
'Bir toplum, daha ziyade aile yoluyla, bilhassa kadın yoluyla
kazanılabilir. Genç öğretmen Doğu'ya gidecekti. Oradaki genç kızları, hatta bunların arasında hiç Türkçe bilmeyenleri bile toplayacaktı. Onları, bu toplumun potasında yetiştirecekti, sonra bu çocuklar birer ışık huzmesi altında köylere gönderecekti.'

Amerika ve İngiltere bunu uzun yıllar önce, 1700 lü yıllarda yapmıştı. Doğu ve Güneydoğu İllerimize bir sürü misyonerler yollamış, Saiti Nursi, Şeyh Sait ve Şeyh Riza gibi isyanlar çıkartan vatan haini insanlar ve bir çoğu, işte onların yetiştirdikleri insanlardı.

Atatürk sözlerinin sonunda:
- Git, memleketin içine gir, dağ köylerine uzan; orada bizden ışık bekleyen yarının annelerini göreceksin, dedi, bu genç öğretmene!
Genç öğretmen, içi içine sığmaz bir halde Atatürk'ün yanından duygulandığı için gözleri yaşlı çıktı.

İşte yıllar boyunca Avar, doğu illerinden birinde Kız Enstitüsü Müdürlüğünde, bu inanılmaz işle meşgul oldu. Yıllarca kendi kaderlerine bırakılan o insanların eğitilmesi ve Türk toplumuna kazandırılması için çalıştı. Şimdi; Elazığ, Tunceli, Bingöl çevrelerindeki halk, bu ufak tefek kadından bir azize gibi bahseder. Onun hakkında iki yüze yakın mani, masal ve çocukların dilinde sayısız Avar şarkıları vardır.

O, yol vermez, geçit tanımaz dağlara at sırtında tırmanır, dağ köylerinden, çoğu esmer köy kızlarını toplar, onları kendi ceketine sarıp okuluna götürür.

Avar, Doğu'da gerçekten inanılmaz bir isimdir. Dağ tepesindeki köylere bu masal kadının, öğrenci toplamak için gittiği zaman köylüler:
- Kızımı da götür, Avar.! diye atın üzengisine yapışıyorlar. Şehre, Avar'ın okuluna gelen kızı, bir kere de üç-dört yıl sonra görünüz.

Ben, bir insan yaratma mucizesini orada gözlerimle gördüm.
Hikmet Feridun Es Hayat Dergisi 1957 Alıntı.

Tek kelime ile işte Türk Kadını, sizleri kutlamayan ve hakkınızda kötü düşünenler nankördür. Ne mutlu Türk kadınına, ne mutlu annelerimize ki, bizleri dünyaya getirdiler! Bütün kadınlara saygılar.

Gazeteci Banu Avar da işte bu kadın Sıdıka Avar'ın kızıdır.

Atatürk’ün yazdığı, o zamanlarda orta okullarda “Yurttaşlık Bilgisi” olarak okutulmuş, çok kolay anlaşılabilecek, bir başka kitap daha var; 'Yurttaşlar İçin Medeni Bilgiler.' 

Bu kitabı okursanız, küresel emperyalistlerin yıkmaya çalıştıkları ulus devletin ne anlama geldiğini öğrenir ve her ağzınızı açtığınızda 'Kürt, Laz, Çerkez, Ermeni, Süryani, Alevi, Sünni vs.' sayma alışkanlığından da vaz geçersiniz! Ulus devlet döneminin kapandığı savını emperyalistler, her zaman olduğu gibi, kendi dışındaki devletleri parçalayarak sömürmek için öne sürmekte; fakat kendi ulus devletlerini sıkı sıkı korumaya çalışmaktadırlar. 

Fransa’nın eski Adalet Bakanlarından Ermeni asıllı Patrik Deveciyan, Sıdıka Avar'ın kızı Gazeteci Banu Avar ile yaptığı röportajda kendisine 'Ermeni' dediği zaman bakın nasıl itiraz ediyor ve karşı çıkıyor? 

“Fransa bir ulus devlet ve ben de Fransız yurttaşıyım. Yani Fransız’ım” diyor. Banu Avar’ın, “Ama Türkiye’de insanlara Kürt, Laz, Çerkez, Süryani diye hep ayrım yapıyorsunuz.” dediği zaman, 
“O BAŞKA!" diye cevap veriyor. 

İşte “O BAŞKA” sözünü anlamayanlar ya aptal, ya da Türkiye’yi parçalamak isteyen emperyalistlerin ajanı veyahut ta haindirler! Bilgilerinize!!!

18 Mart 2024 Pazartesi

ANALİZ

Türk Milleti çok enteresan çözülmesi çok zor bir toplumdur. İnsanların vatanı var, ataları almış kendilerine bırakmışlar. İşleri güçleri var, çalışıyorlar. Devlet içerisinde her türlü bürokrat olup her türlü devlet kademelerinde çalışabiliyorlar. Her istedikleri yerden istedikleri kadar arazi mal mülk alabiliyorlar. Suç işlemedikten sonra hiçbir karışanları da yok. Ey yavrum bu güzel memlekette istediğin gibi kazanıp yaşa.

Fakat öyle olmuyor. Bizde 'HÜRRİYET ve DEMOKRASİ' insanların huzur içinde, rahat yaşamaları için değil, vatanı yıkmak için, bölmek parçalamak için isteniyor. Bence bütün idare şekillerini kaldırıp, Türk Milleti 'TÖRE' ye göre yönetilmeli. Kim olursa olsun vatana ihanet edenin kellesi alınmalı.

Bir zamanlar adam geliyor, 'Lenin iyidir hadi onu savunup onun yolundan gidelim' veya 'Mao iyidir' diyor. Herkes hurra peşinden koşup gidiyorlar. Herkes Karl Marx çi oluyor. Eğer onlar iyiyse git memleketlerine orada yaşa. Bu adam kimdir? Öneren adamlar kimlerdir? Düşünen yok. Cahili de kültürlüsü de hemen onu kabul ediyorlar. Senin dünyanın taktir ettiği Mustafa Kemal Atatürk'ün var, niçin onu örnek almıyorsun? Niçin onun açtığı ışıklı yolda gitmiyorsun? Almazsın, gitmezsin, çünkü senin liderin yabancı olacak! Yabancılar insana dost görünür ama insanı kazığa oturturlar, haberiniz olsun.

Şimdi de bir adam cami de kürsüye çıkıyor, Hiç olmayacak şekilde olur olmaz fetvalar veriyor, cahili de kültürlüsü de hiç düşünmeden ona inanıyorlar. Daha sonra bir yerde toplanıp 'HUY' çekiyorlar. Bu esnada kafalarını salladıkça 'Aha Cennetlik olduk uçacağız.' diye düşünüyorlar. Ondan sonra da Efendi hazretleri ne derse o olacak, bunları Cennete yollayacak! Hatta büyük kurtarıcılarına bile kin ve nefretle bakıyorlar. Her türlü hakaretleri yapıyorlar. 

Onlar savaş görmemiş, işgal artında kalmamış nankörler. Onlar dünyayı hep böyle yaşadıkları gibi bir karar biliyorlar. Halbuki bu dünyanın bin bir çeşit halı var. Sen ülke işgal edildiğini hiç gördün mü? Irakta ki gibi ülke insanlarının köpeklere boğdurulduğunu gördün mü? Eeh.. niye o zaman ‘Keşke Yunan galip gelseydi’ diyorsun. Sen İslam ülkelerinde ki o Müslümanların ne çektiklerini biliyor musun? Sen İstanbul işgal edildiği zaman, o halkın orada Yunan ve İngilizlerin elinden neler çektiklerini biliyor musun? Sen işgal sırasında gün ortası İstanbul’un göbeğinde at arabasıyla giden çarşaflı kadını indirip, beş Fransız askeri tarafından sokak ortasında tecavüz edildiğini ve o askerlerden ikisini olay sırasında öldüren Polis Memuru Mehmet Cemil Efendi nin yeryüzü Cehennemi Guyana Hapishanesine gönderildiğini ve belgesellere konu olduğunu biliyor musun? Yazıklar olsun!

Herkes sanki çok biliyorlarmış gibi kafasına göre bir idare şekli istiyor ya, Cumhuriyeti beğenmiyorlar. Ben de fikrimi söylüyorum: eski Türkler de olduğu gibi, ‘Töreye dayalı Cumhuriyet Sistemi’ şimdiki sitemden tek farkı olacak. Vatana ihanet edenin kellesi gidecek. Karl Marx, Lenin ve bir çoklarının teorilerini kabul ettiniz de benim teorimi neden kabul etmediniz?

Gözlerinizi açın ve etrafa bir bakın. Hiç düşündünüz mü, dünyada kaç ülke var? Ben söyleyim. Kayıtlara göre tam 206 ülke var. Otonom kendi kendini idare eden ve bilinen tam 206 ülke. Belki de kendi halinde kendilerini idare eden ve kimsenin bilmediği ülkeler de var.

Bu ülkelere yayılmış resmi olarak kayıtlara geçmiş tam dört adet te bu insanların kabul ettiği ve inandığı dinler vardır. Bu dinler; İslamiyet, Hristiyanlık, Yahudilik ve Budizm dir. İrili ufaklı bazı kesimlerin taptığı, belki de hiç duyulmamış, bilinmeyen dinlerde vardır. Bu insanların içinde bu dünyada hiç dinsiz, inançsız yaşayanlar da vardır. Bütün bu ülkelerin hiç birinde böyle bir şey olamaz. Neden olamaz? Çünkü insanlara bir fikir söylendiği veya akıl verildiği zaman, insanlar onu düşünür, muhakeme eder, doğruysa inanırlar, yoksa kanmazlar. Sadece Türkiye kural dışıdır, kim ne derse hiç düşünmeden herkes inanır canı pahasına peşinden giderler.

Dünyada var olan bu devletler arasında mutlaka geçimsizlikler olur. Dinler arasında da geçimsizlik vardır. Sadece İslamiyet diğer dinleri de kabul eder, ancak insanlar tarafından değiştirildikleri için son olarak İslam dini geldiğini kabul ederler. Diğer dinler İslamiyeti kabul etmez.

İslam dini gerçekten en adaletli ve mantığa uygun bir dindir ve zorlama katiyetle yoktur. Zimse kimseyi zorla Müslüman edemez. Kötülüklerden tamamıyla arındırılmış dünya düzeni için en harika uygun bir dindir. Müslüman kişinin doğruluğu, dürüstlüğü örnek alınarak başkaları tarafından Müslümanlık kabul edilir. Kişi tamamen karşısında ki Müslümanı imrendiği için kendiliğinden Müslüman olur. Türkler savaş açacağı ülkelere önce bir gurup Müslüman yollar o ülkeye yerleştirir, o gurup o ülkede örnek olarak gösterilir, yerli halk onlara inanır ve daha sonra o ülke kolaydan elde edilirdi. Bu tarihler boyunca hep böyle olmuştur fakat şimdi insanlar bu dinden tiksinir hale geldiler. Neden? Dini uygulayanlar veya kendilerini cemaat olarak tanıtanlar tarafından din devamlı sabote edildi.

İnsanları bu dinden soğutmak için, Müslüman olmadıkları halde Müslüman görünüp dinde görev alan kişiler, akla hayale gelmeyen metotlar sergileyerek, dine her türlü zararı vermektedirler. Mesela kurs hocası, Kur’an Kursunda ki öğrenciye tecavüz ediyor. Hani ‘Zina suçunun İslamiyet te cezası ölümdü. Demek ki başta o hoca orada dini ders veriyor fakat kendisi Allah'a ve İslamiyete inanmıyor. Yanı açıkçası Müslüman değil. Öyleyse Türk te değil. Peki bu nasıl olur? O adamlar o göreve, oraya nasıl getirilmiş? Evet olur dış güçler bir çok ajanları imam olarak oraya yerleştiriyor ve işte o ajanlar dini kötülemek için her şey yapıyorlar. 

Bunun örnekleri çok eskilere dayanmaktadır. İslamiyet'i veya çoğunluğu Müslüman olan bu Ülkeyi yıkmak için bu yollara baş vurdukları kesin olarak o ajanların itiraflarından ve yazdıkları kitaplardan anlaşılmaktadır. Amenna, bu tamam bunu kabul ettik fakat bir de yakından tanıdığımız Türk veya Müslüman olduklarını bildiğimiz insanlarda aynı suçları işliyorlar. Bunu nasıl açıklayacağız bilemiyorum.

Dünyada ki tüm Müslüman ülkelere bakın, halkı refah içinde yaşayan bir tane Müslüman ülke gösteremezsiniz. Fitne, fesat, yolsuzluk ve adaletsizlik hepsinde mevcut. Bir kesim her zaman imtiyazlı durumda. Haksızlıklar olunca bu ülkeleri dış güçler de devamlı karıştırıyorlar. Halbuki Avrupa ülkelerinde herkese eşit uygulanan bir adalet sistemi ve geçim standartları var. Bu ülkelerde gerçek adalet içinde, herkese aynı şartlarda kanunlar uygulanıyor ve bunu inanarak yapıyorlar. ‘Adalet Mülkün Temelidir’ buna tam olarak inanmışlar, uyguluyorlar ve bağlı kalıyorlar.

Ve şimdi dünyada ki Müslüman olmayan ülkelere öyle üstünkörü bir göz gezdirelim. Hiçbir ülke din ile idare edilmiyor. Amerika Birleşik Devletleri, İngiltere, Fransa, Almanya, İsviçre ve bir çok Avrupa Ülkeleri; çoğunluğu Hristiyan olmalarına rağmen, bir çok Müslüman din adamları da dahil, çocuklarını bu ülkelere gönderip oralarda tahsil yaptırıyorlar ve gerekirse o ülkelere yerleşmelerini sağlıyorlar. Neden?

Demek ki kendileri de gittikleri yolun bir kurtuluş yolu olmadığını biliyorlar. Yollarını beğenmiyorlar. Halbuki nasıl olur? Allah'ın yolu en doğru yol değil midir? Evet şüphesiz en doğru yoldur fakat başta kendileri de inanmıyor veyahut ta dış güçlere taşeronluk yapıyorlar. ‘Haram yemek günahtır’ deyip kendisi haram yerse ne olur? Şu durumda kendi çıkarları için her türlü yalan mubahtır. 

Din böyle lastikli bir biçimde uygulanmaz. Ben yaparsam sevap, aynı şeyi sen yaparsan günah. Böyle bir şey nasıl olabilir? Gerçek adalet ne ise onu uygulamak lazım. Uyanıklık yapıp büyük toplulukları kandırarak onların sırtından zengin olup, dünyada refah içinde yaşadıkları anlaşılıyor. Şimdi böyle bir ülkede refah ve kurtuluş olur mu? Allah böyle bir toplumu sever mi? O toplumda yaşayan insanların isteğini yapar mı? İşte onun için dünyada ki bütün Müslüman ülkeleri yaşanmaz bir durumda. Hindistan eski Devlet başkanı Mahatma Gandhi ‘nin bir sözü var: ‘Mustafa Kemal Atatürk İngilizleri yeninceye kadar, Tanrıyı da İngiliz zannederdim.’ Diyor. İnsanın aklına hemen şu geliyor. Acaba Gandhi haklı mıdır? Allah gavurlara yardım mı ediyor?

Dolayısıyla dünyada ezilmemek, yok olmamak, var olmak için çok çalışıp her söylenen şeyi beynimizde sorgulayıp ondan sonra inanmamız ve uygulamamız gerekiyor. İnsan düşünmeli. Hayvan ile insan arasında ki fark, hayvan düşünmez insan düşünür. Hacı hoca dedi diye bir takım hurafeleri yapmamak, söküp atmak lazım. 

Kul, Allah ile kendi arasına asla kimseyi almamalı. Şimdi gelelim ‘Allah gavurlara yardım mı ediyor?’ Sorusunun cevabına; Allah kimseye yardım etmiyor. O sizler gibi kimsenin uşağı değil. O kimsenin işine karışmıyor. Sadece çalışana ve kafasını çalıştırana yardım ediyor. Senin yaptıklarına iyiyse ödül, kötüyse ceza veriyor. Saygılarımla.

11 Mart 2024 Pazartesi

GERÇEK İMAM

Sizlere gerçek iki Türk Müslüman imamından bahsedeceğim. Türkler başka ülkeleri fet etmeden önce o ülkeye bir gurup Müslüman Türkleri yollar yerleştirir, çevre edinmelerini ve iyi tanınmalarını sağlar, sonra da onların yardımı ile o ülkeyi fet ederlermiş.

Bu vesileyle Belgrat’a da bir gurup Müslüman Türk yollamışlar. Belgrat’ın bir köşesine yerleşen bu gurup, camilerini yapmış ve kendi hallerinde ibadet edip yaşamağa başlamışlar.

Şehre gidip gelmek için de yolda bekleyen faytonları kullanırlarmış. Caminin imamı da herkes tarafından tanınır ve orada bekleyen faytonlara biner öyle gider gelirmiş köylerine.

Bir gün, imam faytondan inerken ücret için faytoncuya tüm para vermiş. Faytoncu paranın üstünü verirken yanlışlıkla 10 dolar fazla vermiş imama. İmam evde parasını sayınca yanlışlığı fark etmiş.

Kendi kendine 10 doları geri versem mi faytoncuya diye düşünmüş, ama içinden bir ses te ‘çok az bir para, belki de faytoncu farkında bile değil. Aslında bu parayı başka ihtiyaçlarıma da kullanabilirim. Çünkü bu bana ALLAH'tan gelen bir hediye.’ Diye de düşünmüş.

Birkaç gün sonra bir daha şehre giderken faytoncuların beklediği durağa gelen imam bakmış, o faytoncu durmuş orada yine yolcu bekliyor. İmam birden fikrini değiştirmiş. Hemen faytoncunun yanına yaklaşıp,10 doları faytoncuya uzatmış ve "Geçen sefer bana paranın üstünü yanlışlıkla fazla verdiniz. Al bu sizin!" demiş.

Faytoncu gülümsemiş ve imama:

“Siz, Müslümanların yaptığı o yeni caminin imamısınız değil mi? Aslında uzun süredir sizi gözlüyordum ve caminizde ziyaret etmek istiyordum. Amacım İslami öğrenmek ve Müslüman olmaktır. Bu yüzden bilerek size fazla para verdim. Nasıl tepki vereceğinizi öğrenmek istedim.” Demiş.

İmam kala kalmış, artık bacaklarını hissetmiyormuş. Yere düşmemek için, başkalarına hissettirmeden sendeleyerek gidip faytonun kapısına zor tutunup kendine gelmeye çalışmış.

Gözlerinden yaşlar dökerek göğe bakmış ve: “Ey ALLAH'ım az daha İslam dinini 10 dolara satıyordum!” demiş.

Kurtuluş Savaşı sırasında Mustafa Kemal, Sultan Beyazid Camii Vaizi Abdurrahman Kamil Efendi Hocayı çağırtarak ertesi günkü Cuma hutbesinde, Kurtuluş Savaşı’nın öneminden söz etmesini istemiştir. Gecenin ilerleyen saatlerinde Abdurrahman Kamil Efendi Hoca, Atatürk'ün istediği yarınki Cuma hutbesini hazırlaması gerektiğini belirterek Mustafa Kemal’den müsaade istemiştir. Bunun üzerine Mustafa Kemal ayağa kalkarak:
“Yanınıza bir adam katayım, karanlıktır” deyince, Abdurrahman Kamil Efendi Hoca, Mustafa Kemal’in gözlerinin içine bakarak: 
“Gözlerinizin ışığı beni götürür Paşam!” demiştir.
Bu söz üzerine biraz duygulanan ve düşünen Mustafa Kemal, hocaya:
“Baba! Bu işte muvaffak olmak da var, olmamak da. İnşallah muvaffak olacağız. Eğer olamazsak bizi asarlar. Kelle gider!
Ne dersin?” diye sorunca, Hoca Kamil Efendi, yine Mustafa Kemal’in o derin mavi gözlerinin içine bakarak:
“Oğul! Sen ki genç yaşta başını vatan millet uğruna feda etmişsin, benim bu ihtiyar kelleyi de, koy senin uğruna feda olsun” demiştir.
Kaynak: Bizden biri Atatürk, s.26-27 

Ben hiç yorum yapmayacağım. Şimdiki imamlarla siz kıyaslamasını yapınız, düşününüz ve ona göre karar verip hareket ediniz. Bazıları İslami satıyorlar mı satmıyorlar mı, anlayınız. Saygılar.

9 Mart 2024 Cumartesi

MEVALİ NE DEMEK


İslamiyet'ten önce Araplar ''Azad edilmiş kölelere'' Mevali derlerdi. İslamiyet'ten sonra da Araplar, kendilerini diğer Müslüman milletlerden üstün görmeye başladılar. İslamiyet'ten sonra, Mevali kavramı, Arap olmayan Müslüman Milletler için kullanılmağa başlandı ve halen daha kullanılıyor.

Arap geleneğine göre; Mevali'nin malı, parası, karısı, kızı Araba gibi bütün malları Araplara helal sayılıyor.
Mevaliden doğan çocuk veliaht olamıyor.
Arap tarihinde, Mevali denildiği zaman akla TÜRKLER geliyor.
TÜRKLER, islamiyet dünyaya indiği 612 yılından, üç asır sonra, 934 yılında Müslüman olmuşlardı. Onlara göre Kuran 'Mekke ve etrafında yaşayan insanları uyarmak için, Arapça inmiş' bir kitaptı ve bu ayet ile sabitti. O dönemde, Mekke etrafında Araplar yaşadığına göre mekanın sahibi onlardı.

''Her millete bir peygamber gönderdik'' şeklindeki Kuran hükmünü, Araplar, 'Hz. Muhammed Araplar için gelmiş Peygamberdir' diye anladılar.
Arap olmayanların Müslümanlığını kabul etmediler. Sonradan Müslüman olan başka milletleri MEVALİ diye tanımladılar.

Emevi döneminde başlayan, İslam'daki ayrıcalığa ilk karşı çıkan Hanefi Mezhebinin kurucusu Ebu Hanife 699-767 olmuştur. Büyük İmam diye tanımlanan Ebu Hanife, Mevali geleneğine karşı çıkması yüzünden, Arapların hışmına uğramıştır.

Sonradan Müslüman olan TÜRKLER'İN Hanefi Mezhebini seçmeleri tesadüf değildir.

Mevali kavramı, sadece Emevilere mahsus değildi. Abbasiler de aynı geleneği devam ettirdiler.

Bağdat'taki Abbasi Halifesi, kendini kurtaran Selçuklu Sultanı Tuğrul Beye kızını vermedi.

Gerekçe, Tuğrul Bey'in TÜRK olması ve Mevali sayılmasıydı.
Tarihin hiç bir döneminde, Araplar, TÜRKLER'İN İslami liderliğini ve egemenliğini tanımadılar. İlk fırsatta TÜRKLERE karşı isyan ettiler. Hilafeti temsil eden Osmanlıya karşı, İngilizlerle beraber savaşan Arap isyancılar binlerce Mehmetçiğimizin vahşice kanını akıttılar.

Bu anlayışın gerisinde MEVALİ inancı yatıyordu.
Nitekim; Osmanlıya isyan eden Arapların başındaki isyancı Şerif Hüseyin İstanbul doğumluydu ve Haşimi soyundan geldiği için Mekke Şerifi tayin edilmişti. Hain Şerif Hüseyin'e göre, TÜRKLER Mevali idi. Mevaliden Halife olamazdı. Mevalinin iktidarına karşı gelmek, İslama karşı durmak anlamına gelmezdi. Bu anlayış, Arapların TÜRKLERE karşı isyan etmelerine yeterli gelmiştir.

2020 yılı Mart ayında Suudi Müftüsü:"TÜRKLER mevalidir, İslami temsil edemezler'' diye fetva verdi. TÜRKLERE karşı Suudilerin, Yunan tarafını tutması ve PKK'ya para yardımı yapmasının gerisinde Mevali anlayışı yatıyor.

Tarihin hiç bir döneminde Araplar TÜRKLERİ kendileri ile eşit Müslüman saymadılar. Zira, Arap kültürüne göre, Mevalinin iktidarı meşru sayılmıyor.

TÜRKLER ise ısrarla tüm bunlara rağmen Araplara layık olmadıkları sevgiyi göstermişler, siyasi ümmetçilik yaparak, Arapları bile kendilerine güldürmüşlerdir. Bu tarihi gerçeği her TÜRK insanı bilmeli, ona göre hareket etmelidir.
TÜRKLER'İN Araplar için ağlaması Atalarına hakarettir! Alıntı

1 Mart 2024 Cuma

ATATÜRK'Ü TANIYIN

Adam 69 yaşında bir fizikçiydi. Karnının üst tarafında 2-3 yıldır artan ağrı yakınması vardı. Bunlara son günlerde artan reflü yakınması da eklenmişti. Şikâyetleri onun yoğun çalışma temposu içinde çalışma ritmini yavaşlatıyor, yaşam kalitesini ve bilimsel üretkenliğini belirgin olarak düşürüyordu.

Hastayı 1948 yılında dünyanın en ünlü cerrahlarından biri gördü ve ona oldukça karışık ve kendi ismi ile anılan reflü ameliyatı yaptı. Ünlü cerrah, operasyon sırasında fizikçinin karın ağrısına asıl neden olanın aortik anevrizma (ana atar damarda balonlaşma) olduğunu da ortaya çıkardı ve anevrizmayı selafon ile sardı. Selafon o günün inanışına göre ana atar damar duvarında bağ dokusu reaksiyonuna neden oluyor ve damarın duvarını kuvvetlendiriyordu. Fizik profesörü 3 hafta hastanede kaldıktan sonra taburcu edildi ve sonraki bilimsel yaşamını üretken biçimde ve çok daha az yakınma ile sürdürebildi.

Bu fizikçinin ismi Albert Einstein, operasyonu yapan ünlü cerrah ise Prof. Dr. Rudolph Nissen’di.

Dr.Nissen, Münih’te bir Yahudi ailenin çocuğu olarak 1896 yılında dünyaya gelmişti. 1931 yılında ilk pnömonektomi, yani akciğer dokusunun ameliyat ile çıkartılması operasyonunu yapmış ve genç yaşta ünü Almanya dışına taşmıştı. Ancak ülkesinde rahatı hiç yerinde değildi. Naziler iktidardaydı ve bir Yahudi olarak büyük bir tehdit altındaydı.

Aynı yıllarda genç Türkiye Cumhuriyeti çağdaşlaşma savaşı veriyordu. Üniversite reformu 1933 yılında gerçekleştirilmişti ve yeni kurulan üniversiteye öncü bilim adamları gerekliydi.

Dr Nissen, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün davetiyle İstanbul’a getirildi ve henüz 37 yaşındayken ordinaryüs Profesör olarak İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesinin Cerrahpaşa’daki 1. Cerrahi kliniğine direktör olarak atandı. Türkiye’de kaldığı sürece Türk Tıbbına akademik ve idari anlamda büyük katkılar sağladı ve ayrıldıktan sonra da ilişkiyi hiç kesmedi.

Ayrıldığında geride yeni cerrahi binasının planlanması ve inşaatı, Türkçe ve Almanca yazılmış 4 cerrahi kitabı, 62 adet Türkçe yazılmış bilimsel makale ve yetiştirdiği onlarca öğrenci, asistan ve cerrah bıraktı.

Dr. Nissen, 1939-1952 yılları arasında ABD’de çalıştı. Einstein ile yollarının kesiştiği yıllar bu yıllardır. Ünlü Alman cerrah Prof.Dr. Rudolf Nissen...

1933'de Hitler tarafından ülkesinden kovulmuş ve, 1933 Üniversite Reformu sonrası Türkiye'ye sığınanlardan.

"Helle Blaetter, Dunkle Blaetter" adlı 400 sayfalık anı kitabından işte bir alıntı:

"1935 senesinde Atatürk, o tarihlerde tedavi etmekte olduğum kız kardeşi Makbule Atadan'ı ziyarete gelmişti. Benden hasta hakkında bilgi aldıktan sonra,

Hitler hakkında ne düşündüğümü sordu. *Ben de kendisinin seçimlerle iktidara geldiğini filan söylemeye başlayınca beni susturdu ve devam etti :

Bakın Herr Professor, dünya tarihi, Hitler gibi kendisini bütün tarihlerin en güçlü devlet adamı ve komutanı sanan megolamanlarla doludur.

O da göreceksiniz kendi ülkesini ve de dünyayı büyük bir felakete sürükleyecektir.

Ve tarih de onu öyle anacaktır. Devlet adamı deneyimi olmayanlara devlet idaresini teslim etmek büyük hatadır." Ve Nissen anılarında devam ediyor:

"Atatürk'ün dedikleri kısa zaman sonra gerçek oldu. O büyük insan İstiklal Savaşını kazandıktan sonra üniformasını sırtından çıkardı ve bir daha hiç giymedi. Osmanlı'dan bir enkaz halinde devraldığı ülkesini kısa zamanda medeni bir dünya devleti haline getirdi".

“Kötü ruhlu kişiler dedikodumu yapmaya kalkıp, Mustafa Kemal dün akşam içki içmiş, dans etmiş derlerse, evet içti, evet dans etti cevabını verin. Her şeyi, günahı da sevabı da açık yapmak gerekir. Ne yapacaksak daima milletin gözünün önünde yapacağız” diyordu.

Harbiye öğrencisiyken, arkadaşlarıyla sık sık Çemberlitaş'a giderlerdi, Tavuk Pazarı'nda Yorgo'nun meyhanesine uğrarlardı.

Devamlı müşteri oldukları için açık hesapları vardı, ay başında maaşı alınca kapatırlardı.

Cumhurbaşkanı olduktan sonra insanlardan uzaklaşmadı.

Tokatlıyan'a Pera Palas'a Garden Bar'a Rose Noir'a giderdi.

Yaz aylarında Büyük ada Anadolu Kulübü favorisiydi.

Kış aylarında Park Otel'in akşam yemeklerini çok severdi.

Türk insanı Cumhuriyet'le birlikte eğlenme özgürlüğüne de kavuşmuştu.

Yurttaşların geceleri ailece dışarı çıkmalarından, ailece eğlenmelerinden çok memnun olurdu, teşvik ederdi.

Restoranda, akşam yemeğinde çocuklu aile görürse, çocuğu mutlaka yanına çağırır, hatıra olarak saatini veya kalemini hediye verirdi.

Para ödemeden asla çıkmazdı.

Hiçbir mekanda tek kuruş hesap bırakmazdı.

Kimsenin kendisinden para istemeyeceğini bildiği için, kalkmadan önce mutlaka kontrol ederdi, gazinocunun parasını ödediniz mi?

Ödendi cevabını almadan, emin olmadan kalkmazdı.

Çay aramazdı.

Kahve tiryakisiydi.

Günde 30 civarında Türk kahvesi tüketirdi.

Çalışırken peşpeşe isterdi.

Köpüklü severdi.

Sade içerdi.

Savaş yıllarında şeker çok kıymetliydi, karaborsada bile bulmak çok zordu. Ömrü savaşlarda geçen jenerasyonun tamamı gibi, Mustafa Kemal de mecburen şekersiz içmeye alışmıştı.

Rakı içerdi.

Zihnini dinlendirme ilacıydı.

Adabıyla, ölçülü tüketirdi.

Sarhoş olduğu asla görülmedi.

Konuşmasının bozulduğu asla görülmedi.

Gündüz içmezdi.

Savaşlar sırasında ağzına sürmezdi.

“Leylekboynu” tabir edilen kadehle içerdi.

Çay bardağından biraz büyüktü, bugünkü rakı kadehlerinin yarısı ebatındaydı.

Dimitrakopulo ve Bilecik markalarını severdi.

Buz koymazdı. Buz gibi su isterdi.

Meze aramazdı.

Sarı leblebi olmazsa olmazıydı.

Yemekle beraber içmezdi.

Önce rakı faslını geçer, üstüne yemeğini yerdi.

Sofrada altı yedi saat otururdu, bunun en fazla bir saati rakı'lı olurdu.

Nadiren viski içerdi.

Tatlı içkileri, kokteylleri pek sevmezdi.

Şarap ve şampanyayı resmi ağırlamalarda tercih ederdi.

Sadece yabancı misafirlere ikram edildiğinde masaya gelirdi.

Sıcak yaz akşamlarında bazen soğuk bira canı çekerdi.

Poker ustasıydı.

Özellikle parasına oynardı, çalışma arkadaşlarının hırslarını, tamahlarını, zafiyetlerini poker masasında test ederdi.

Kazanırsa, kazandığı paraları iade ederdi, kaybederse öderdi.

İskambil oyunlarının tamamına hakimdi. 

Briç oynardı. Bezik oynardı. Kanasta oynardı.

Tavla'ya Manastır'dayken başlamıştı.

Harp okulu öğrencisiyken, Babıali'de Stefan'ın kıraathanesine, Meserret Kıraathanesi'ne, Sirkeci'de Rum Yani'nin kıraathanesine takılırlardı.

Bilardocuydu.

Çankaya Köşkü'nde bilardo masası vardı, Paris'ten getirilmişti.

Akşam yemeğinden önce misafirleriyle oynardı.

Tek başına bilardo oynuyorsa, düşünüyor demekti.

Arada ıstakayı bırakır, notlar alırdı.

Müzikseverdi.

Müzik kültürünün sadece fizyolojik ve psikolojik yönüyle değil, sosyolojik yönüyle de ilgileniyordu.

Dinlemeyi de severdi.

Söylemeyi de severdi.

Müzik eğitimi almamıştı ama, nota bilirdi, makam bilirdi.

“Hayat musikidir” diyordu.

“Musikiyle alakası olmayan mahlukat, insan değildir” diyordu.

Rumeli türkülerinin yeri ayrıydı.

Vardar Ovası'nı dinlemekten bıkmazdı. Tekrar tekrar söyletirdi.

Fuzuli'nin Nedim'in güftelerini çok beğenirdi.

Nihavend, Rast ve Segah makamlarını tercih ederdi.

Bağırarak okuyanlardan hoşlanmazdı.

Bektaşi nefeslerini çok etkileyici bulurdu.

Gazel okuturdu.

Fasıl severdi.

Yakın arkadaşları, sevdiği misafirleri geldiğinde incesaz heyetini çağırırdı. İstek şarkılar listesini bizzat yazarak verirdi.

Safiye Ayla için “dünya çapında” diyordu.

Onun sesinden “Yanık Ömer”i dinlemeye doyamazdı.

Müzik kitaplarını incelerdi.

Fransız müzik teorisyeni Albert Lavignac'ın “müzik ve müzisyenler” eserini orijinalinden okumuştu, satırların yanına notlar almıştı.

Barok müziğe meraklıydı.

Enstrümanların tarihsel gelişimini araştırıyordu.

Rahmetli olduğunda sayım yapıldı…

Çankaya Köşkünde 464 adet plak vardı.

Beethoven'ın eserlerini seslendiren Viyana Filarmoni Orkestrası'nın, Philadelphia Filarmoni Orkestrası'nın albümlerini satın almıştı.

Caz dinliyordu.

Müzik arşivinde, Paul Whiteman'dan Last Night, Jan Garber'den Sweet Georgia Brown, Jack Hylton'dan Nothing Else To Do, Harry Roy'dan Cheek to Cheek parçaları vardı.

Rebetiko dinliyordu. Roza Eskenazi'den Murmuraki'yi çok severdi.

Tango, vals, foxtrot plakları vardı. En geniş liste, elbette Türk müziğine aitti.

Hafız Kemal beyin gazelini, hafız Osman efendinin klarnet taksimini, udi Nevres beyin, tamburi Cemil beyin, kanuni Hüseyin Sadettin beyin taksimlerini dinlemeye doyamazdı.

Çankaya'da Dolmabahçe'de Yalova'da Savarona'da treninde, gramofonsuz mekanı yoktu.

Şahane dans ederdi. Çocukluğundan beri meraklıydı.

Rüştiye talebesiyken, mahalle arkadaşı Fuat Bulca'yla birlikte Halil efendi'nin salonuna giderlerdi, Selanik'in ilk dans okuluydu. Vals ve polka öğreniyorlardı.

Türkiye hatıralarını kaleme alan Sovyet sanatçılar şu ortak yorumda buluşmuştu: “Mustafa Kemal çok etkileyici dans ediyor.”

Muhteşem zeybek oynardı.

“Milli dans” olmasını arzu ediyordu.

Köy düğünlerine denk geldiğinde, sırtından ceketini fırlatır atar, içten, doğal neşesiyle halaya katılırdı.

Gönlünden geçtiği gibi yaşardı.

O ne der, bu ne der, mahalle baskısı, umursamazdı.

İnsanların da tıpkı böyle, özgürce yaşamalarını isterdi.


Tiyatronun hamisiydi, çok severdi, çok sık giderdi.

Sinema da öyle… Çankaya'da veya Dolmabahçe'de izleme imkanı varken, topluma örnek olmak için, ilgiyi arttırmak için bizzat sinemaya giderdi.

Hatta herkes görsün diye yürüyerek giderdi.

1923… İzmir İkiçeşmelik'te Ankara Sineması vardı.

Mustafa Kemal, Latife'yle birlikte geldi. Locaya oturdular.

Salona baktı, hınca hınç doluydu ama, herkes erkekti.

Cevabını gayet iyi bildiği halde “neden hiç kadın yok?” diye sordu.

“Paşam kadınlara yalnız salı günleri sinema gösteriyoruz” dediler.

Yaverine döndü, “salonun yarısını boşaltın, bizi karşılamak için dışarda biriken kadınları davet edin” dedi.

Kadınlar alkışlayarak ve ağlayarak salonu doldurdu.

Koridorlar bile tıklım tıklım kadın oldu.

Hep birlikte “Şarlo İdama Mahkum” filmini seyrettiler.

Milattı…

Kadın-erkek bir arada, tarihimizde ilk kez işte böyle film izledi.

Bu muhteşem hadisenin keyfini uzatmak istiyordu.

“Hayatımda hiç bu kadar güldüğümü hatırlamıyorum, şunu bir daha seyretsek olmaz mı?” dedi.

Kahkahalarla tekrar seyrettiler.

Eğlencenin çalışmak kadar önemli olduğunu, ikisini birlikte götürmeyi başaranların “medeni insan” olduğunu söylüyordu.

İşte MUSTAFA KEMAL'i anlattık… ATATÜRK işte budur ve bir yaşam felsefesidir… Saygılarımla. ALINTI

22 Şubat 2024 Perşembe

İSYANLARA YABANCI BAKIŞI VE YORUMLAR

Ağuiçen ocağı.

Osman Coşkun'dan alıntı

İSYANLARIN YORUMU-1

Jwaldeh:
“İngiltere (günümüzde ABD) Türkiye’ye zarar vermek için hep Kürtleri kullanmıştı; Cihan Harbi’nde, Türkiye’yi sırtından vursunlar diye Kürtleri ayaklandırmak için ajanlarını, Lawrence ve Noel’i, göndermişti; aşiretleri silahlandıran ve kışkırtan ajanları yine ordaydı.”

Armstrong:
“İngiltere Musul’u ve onun petrolünü istiyordu. Musul’un ve Irak petrolünün anahtarı da Kürtlerdi. Gizli faaliyetlerle İngiltere, Türkiye’yi Musul’dan vazgeçirmeye çalışıyordu. Şeyh Sait Padişah-Halife’nin, vatan haini Vahdettin’in uğruna savaşa girmemiş miydi? İngiltere’yle o yaşlı dalkavuk arasındaki bağlantıyı herkes biliyordu. Ve muhalefet liderleri cumhuriyeti parçalamak ve onların Türkiye’sini mahvetmek üzere bu çeteye katılmışlardı.”

Kürtçü ırkçıların iddia ettikleri tersine, isyanların hiç birinin Kürtçülüklerle ilgileri yoktur.

Koçgiri isyanı, Yunanlılara karşı mücadele verildiği sırada patlak verilmişti. Bu isyana Sünni Zazalar ve Kürtler destek vermemiştir. Hatta Koçgiri aşiretine mensup bazı alt kollar bile isyana katılmamıştır.

Şeyh Sait isyanına Kürt-Zaza Alevileri destek vermediği gibi Türk kuvvetleri yanında yer aldılar. Bu isyan, açıklandığı gibi hilafetin kaldırılmasına karşı mollaların isyanı görünse de arkasında Musul meselesi yüzünden İngilizlerin parmağı vardır.

Ayrıca Şeyh Sait isyanına hala Terakkiperver partisi içindeki halifesever kafalar da el altından destek olmuştur.

Seyit Rıza isyanı sırasında da Türkiye Hatay meselesi ile uğraşıyordu. Bu isyana da Sünni Kürtler ve Sünni Zazalar destek vermemiştir. Hatta Dersim’deki çok az sayıdaki aşiret isyana katılmıştır. Sonuç olarak hiçbir isyan Kürt devleti kurmak için yapılmamıştır.

Bu isyanların hiç biri Kürtler değil, Zazaların çıkardığı isyanlardı. İsyanlarda asla dil ve milliyet belirleyici olmamıştır dolayısıyla Kürtçülükle ilişkileri yoktur.

Soileau:
“Dersimi’nin anlatımlarında "Kürt ordusu", "Kürt kuvvetleri", "Kürt askeri", "Kürt subayı", "Kürt Askeri Divanı Harbi", "Kürt askeri heyeti" gibi, bir devlete ait olduğu izlenimini veren birimler/ terimler kullanarak, meydana gelen olayları "Kürt bağımsızlık savaşı" olarak lanse etmek istemiş ve milliyetçi ideolojisini meşrulaştırma amacıyla abartılarla kurgulamıştır. Zira Dersimi'nin anlatılarını ne resmi arşiv belgeleri ne de yerel sözlü kaynaklar doğrulamaktadır.”

Ticareti, sanatı, parayı elinde tutan Ermenileri ve Rumları geçmiş yüzyılda kışkırtan ve Türklere karşı savaşmaları için her desteği veren Batı, tehcirde Ermenilere ve mübadelede giden Rumlara yardım yapmamıştır. Çünkü istediği Anadolu’yu onlardan boşaltmak, boşalan yerlerini kendi şirketleri ile doldurmaktı ve öyle de yaptılar.

Yanlışa karşı çıkmak, yeni yanlışlar üretmek için olmamalıdır. İsyanların temelinde yeniliklere karşı çıkan, halkı yüzlerce yıldır sömüren feodal yapının temsilcilerini emperyalizmin tetiklemesiyle oluşturduğu gerici hareketlerdir. Emperyalizm bugün olduğu gibi dün de her fırsatta Kürt kartını sahaya sürmüştür.

Devlet içinde devlet olan ortaçağ zihniyeti aşiret yapısını yıkarak halkı kulluktan özgür yurttaş olmaya, okullarla tanıştırmaya ve dünyaya açmak için aşiret yapılanmasının yıkılması şarttı. Mustafa Kemal, halkı bu gerici, ilkel ve karanlık zihniyetin elinden kurtarmak için kararlıydı.

Astahov:
“Kürtlerin ezici bir çoğunluğu milli harekete katılmaktan uzak durdular; zaman zaman da tam tersine, TBMM'ye karşı İngiliz ve Konstantinopol entrikalarının etkisinin eksik olmadığı bir dizi isyana giriştiler.”

Dersim milletvekili Aygün:
“Dersim 1938'e dair Komünist Enternasyonal tarafından yapılan ''gerici aşiret isyanı'' şeklinde değerlendirmektedir.”

Meydan:
“Şeyh Sait isyanında Kürtçü faşistlere göre 100 bin kişi katledilmiştir.”

Gül:
Dersim’de, [1938 yılının 10 ağustosunda binlerce insan kurşuna dizilmiştir. Casus olarak gönderilen bir kadın yakalanmış (O zamanın Dersim’inde kadın Türkçeyi biliyor ve asker-eşraf arasına casusluk yapabiliyor) 1938’de onlarca kadın kendini asmış veya uçurumlardan atmış. Nehir insan cesetleri ile dolu olduğu için su içemeyen askerler susuzluktan öldü.]

İnsan cesetleri baraj olmuş gibi koca nehri tıkadı, aşağı su sızdırmadı ve su bulamamış askerler (aylarca susuz kalmış olmalı) susuzluktan ölmüşler. Bu kirli bilgiler belge-tarih diye kitaplaştırılıyor ve bu ve benzeri yalanlara tepki gösteren dürüst bir Kürtçü ortaya çıkmıyor.

Mollaların, şeyhlerin, seyitlerin… alanı genişledikçe, halkın ıstırabı büyüyordu. Cumhuriyet idaresine karşı halkı aldatmada, kandırmada ve şuursuzca isyana sürüklemede din adına din adamları olmuştur.

Kürtçü ırkçıların arzuladığı gibi Dersim; şeyhlerin, seyitlerin, pirlerin yönetiminde olmuş olsaydı eğer, halk hangi çağı yaşardı?

Dersim isyanı bastırılırken elbette görevini kötüye kullananlar, masumlara zulüm yapanlar olmuş ama bir katliam yaşanmamıştır.

Kürtçü ırkçıların siyasi oluşumu parti dinden geçinen dinci geçinenler gibi Atatürk’ü anma, cumhuriyet kutlamaları gibi etkinlikleri asla hazetmezler ve hatta katılmazlar, anmazlar, kutlamazlar.

Çünkü geçmişte Atatürk’e karşı isyan eden şeyhlerin, seyitlerin, ağaların torunlarıdır da ondan.

“Şeyh Sait olayının hazineye verdirdiği kayıp 25 milyon liradır. Sadece Irak petrollerinin gelirinden, İngiltere lehine vazgeçmenin bedelinin (yılda) 500 bin Sterlin olduğu düşünülürse, işin vahameti anlaşılacaktır. Harekâttan on yıl sonra bile 1948’de, “yalnız Dersim merkezi için yılda 3 milyon lira” harcanmaktadır.”

Halkın yanında olan bir zihniyet, halkı ezen, sömürenlere karşı cephe alması gerekmiyor mu? Hem halkın yanında hem reislerin, seyitlerin yanında. Hem ezilenden, sömürülenden yana, hem ezenden, hem sömürenden yana… Binbir surat gibi.

Cavadbeyli:
“Kürtler saf ve eğitimsizler; bunun içinde bütün yabancı güçlerin oyununa geliyorlar.”

 

18 Şubat 2024 Pazar

KAÇ YIL OLDU

1- Türk siyasetine damga vuran usta siyasetçi Süleyman Demirel, Azerbaycan Cumhurbaşkanı Haydar Aliyev'i yolcu ederken gözlüğünün bir camı düşer. Farkında olmayan Demirel, tek cam gözlük ile misafirini yolcu eder. Fotoğrafı çekilen Demirel'e  'Korsan Baba' yakıştırması yapılır.

Bu fotoğraftan rahatsız olması beklenen Süleyman Demirel, büyük bir olgunluk göstererek fotoğrafı çeken Fahir Arıkan'ı tebrik edip, ödül verdiği, 27 yıl oldu.

2- Süleyman Demirel "genel evleri kapatalım" diyenlere, ''Genelevleri kapatalım da, millet bizi mi si..sin ?" diyeli 48 yıl oldu.

3- Ecevit, bir mitingde "Düzen değişecek" Deyince, bir vatandaş; "Düzen hayatından memnun, düzülen ne zaman değişecek?" Diyeli 28 Yıl Oldu .

4- Güzel dere Köyü Muhtarlığı siyasetçilerin köye girmesini yasaklayalı 17 Yıl Oldu.

5- Tansu Çiller, " Cenabı Allah'ı size emanet ediyorum!" Diyerek miting alanındakilere büyük bir sorumluluk yükleyeli 20 Yıl Oldu.

6- Tansu Çiller’e miting alanından biri "Abla senin pıttığını yerim" dedi. Bunun üzerine Çiller yanında ki korumasına 'pıttık' nedir? diye sordu. Koruma "Yürek, kalp anlamına gelir" deyince, "Ablanızın pıttığı size feda olsun" diyeli 22 yıl oldu.

7- Kaya Çilingiroğlu, Ferrari'ye binerken "Ferrari'yi yeni mi aldınız?" sorusuna "Siz Feraye'yi nerden tanıyorsunuz ?" Diyeli 15 yıl oldu.

8- Çorum'da Hayvanları Koruma Derneği açılışında bir koç kurban kesileli 8 yıl oldu.

9- Kırşehir'de komşusunun tavuğuna tecavüz eden adam, yakalanınca "Sadece arkadaşız" Diyeli 8 yıl oldu.

10- Japonya'daki 8,9 büyüklüğündeki depremde camdan atlayan tek kişi bir Türk çıkalı 8 yıl oldu.

11- Elazığ'ın tanıtımını yapan bir bayan; Elazığ'ın ne kadar mübarek bir şehir olduğunu söylediği 5 yıl oldu.

12- Erzurum da arkadaşlarına balkondan atlama şakası yapan bir bayanın, gerçekten atlayabilmesi 5 yıl oldu.

Fırat Budacı'nın 'Kaç yıl oldu?' kitabından alıntı.



16 Şubat 2024 Cuma

OSMANLI DÖNEMİNDE AVAKADO

Cehalet her dönem başımıza bela olmuştur. Yöneticiler de halkı istedikleri şekilde kullanabilmek için, onların cahil kalmalarını tercih etmişler. İşte Osmanlı döneminde olan ilginç bir olay; 

Avokadonun anavatanı Meksika'dır ve tarihi MÖ. 10 bin yıllarına kadar dayanır. Timsah armudu da denen bu meyve, oval şekildedir ve armuta benzer, oldukça insana faydalı bir meyvedir. Tropikal iklimde yetişen avokado bugün Türkiye'nin Akdeniz bölgesinde de yetiştirilir. Peki ya çok önceden de yetişiyordu da başına neler geldi?

Evet, yaklaşık 300 yıl önce Osmanlı'da da avokado yetiştiriliyordu. Osmanlı döneminde yaşayan 1688 doğumlu Molla Kamil Efendi, din alimi olmasına rağmen pozitif ilimlerle de ilgilenen bir beyefendi. Hatta ailesinin buna itiraz etmesine rağmen eğitim almak için Roma ve Paris'e kadar gitmiş, dini bilginin yanında ilmi bilgiyi de almış birisidir kendisi.

Molla Kamil Efendi, buralarda özellikle nebatiye ve ziraat ilimlerinde eğitim almış ve İstanbul'a geri dönmüş. Ağabeyinin aracılığıyla da sarayda bostancı başının yanında çalışmaya başlamış. Çalışkan ve azimli Kamil Efendi'nin dikkatleri üstüne çekmesi 1720 yılında yaşanan bir olaya dayanır.

Bu tarihte İstanbul'daki lale bahçelerinde nedeni anlaşılamayan bir hastalık tüm laleleri yok etmiş.

Dönemin sadrazamı Nevşehirli Damat İbrahim Paşa da bu meseleyi çözmesi için Kamil Efendi'yi görevlendirmiş. O da öğrendiği bilimsel yöntemlerle hastalığı tedavi etmiş ve “Halaskaran-ı lalezar" lakabı ile sarayın takdirini kazanmıştır.

Ayrıca Kamil Efendi'ye müfakat olarak da Yalova'da ziraat çalışmalarını yapması için bir arazi tahsis edilmiştir.

Kamil Efendi'nin burada yaptığı en ilginç çalışma ise Fransa'da görüp çok beğendiği avokadoyu Anadolu şartlarında yetiştirmeye çalışması olmuştur.

Uzun uğraşlar sonucunda avokadoyu Yalova'da yetiştirmeyi başarmış ve mahsulünü saraya takdim etmiştir.

Kamil Efendi bunu yaparken avokadonun faydalı olduğunu, leziz bir tada sahip olduğunu söylemiş.

Meyvenin tadını beğenen Damat İbrahim Paşa verdiği davetlerde insanlara avokadoyu ikram etmeye başlamış ve moda haline gelen bu egzotik yiyecek kısa zamanda İstanbul seçkinleri tarafından benimsenerek sofralardaki yerini almış.

Ancak Kamil Efendi halkın da istifade etmesini istese de bu meyve halka inememiş, sadece yüksek zümredekiler arasında tüketilmiş.

Ancak avokado üretilmesi çok uzun sürmemiş.

1730 yıllarında Osmanlı Devleti'nde Patrona Halil isyanı çıkar ve isyancılar Damat İbrahim Paşa ve Kamil Efendi'yi zulmederek öldürürler.

Ayaklanmaya katılan bir grup, avokadonun timsah ile ağacın birlikteliğinden olduğu söylentisini yayar.

Avokadonun mekruh olduğu, Müslüman memlekette üretilmesinin ve yenilmesinin caiz olmadığı fetvası verilince de Yalova'daki bütün avokado ağaçları yakılarak yok edilir.

Türk tarihinde modern bir anlayışla çalışan bu bilim adamının yaptıkları böylelikle bir grup yobaz tarafından engellenmiştir.

Avokadonun faydalı bir meyve olduğunu tekrar keşfetmemiz ve ülkemize geri gelmesi de 250 seneyi bulmuştur. 

İşte cehalet böyle bir şeydir. Eğer halk cahil olursa duyduklarını hiç sorgulamadan hemen kabul ederler. Kandırılmaları çok kolay olur. Başkalarını kandırma yolu da dini inançlar yoluyla olur. Halk dindar olmalı fakat yapılan her dini telkinlere de inanmamalı. Akli ile düşünüp her şeyi sorgulamalı ve öyle hareket etmeli. Bilgilerinize.


10 Şubat 2024 Cumartesi

CAZI


Eski Türk inançlarında olduğu gibi, Doğukaradeniz de de bazı inançlar vardır. Mesela 'Cazı' isimli bir varlığa inanılır.

Cazı kimdir, nedir?

Gecenin geç saatlerinde, herkes uyuduktan sonra, girdiği küpün içinde, kimseye görünmeden havada giderek, köyde ki lohusa kadınları bulup, yanlarında yatan yeni doğmuş bebeklerinin ciğerlerini her zaman yanında taşıdığı agışı ile çıkarıp yiyen bir yaşlı kadındır. 

Havada küpün içinde giderken, daha önce mezarlık üzerinden alıp yanında kese içinde taşıdığı bir avuç toprağı, lohusa kadının yatmakta olduğu o evin üzerine geldiği zaman, evin üzerine serper. Mezarlık toprağı serpildikten sonra evde uyuyanların hepsi derin bir uykuya dalar ve uyanamazlar.  

Küpün içinde havada seyahat ederken yanında bebeğin ciğerini çıkarmak için kullandığı, küçük, bir ucu eğri kanca gibi agış dedikleri, özel yapılmış bir alet taşıdığına da inanılır. Esas agış dedikleri bir tarafı düz diğer ucu kanca gibi bükülmüş, açık ateşi karıştırmak ve ekmek yaparken pilekiyi kaldırmak için kullanılan demirden yapılmış ince uzun bir alettir. Cazı ise bebek ciğeri çıkarmak için onun küçüğünü bir yerden bulmuş ve onu kullanır.

Bebek ciğeri çıkaracağı eve yaklaşan cazı, odada annesinin yanında veya beşikte yatmakta olan 5-10 günlük taze erkek çocukların ciğerini agışı ile çıkarır yer ve çocuğun ölmesine sebep olur. Kendi de tekrar geldiği küpe girip çıkar geri evine gider.

Bir başka inanışa göre; Cazı bir evde yeni doğan bir 
bebeğin ciğerini çıkarmak için küpün içinde havadan eve kadar gittikten sonra, eve girerken 'Örümcek' şeklinde görünür. Bebeğin yanına örümcek olarak yaklaşır. Bu nedenle gece gördükleri örümceği hiç iyi saymaz ve hemen öldürürler.

Cazıdan korkanlar, yeni doğan bebeklerin hayatta kalmasını sağlamak için, bebek olduğu odada sabaha kadar hiç uyumadan nöbet tutanlar olur. Çünkü cazıların erkek olduğu odaya veya kocası ile yatan kadının yanına girmediklerine inanılır. Bir de bebeklerini bu cazılardan korumak için bebeğin uyumakta olduğu beşiğin içinde, yastığın altına tabanca veya bıçak gibi silahlar koyarlar. Cazı silahlardan da çok korkar ve silah olan yere asla yaklaşamaz. 

Çeşitli defalar güya bazı cazı ların bebek sahipleri tarafından yakalandıkları da anlatılır. Mesela birisi gece evinin duvarında bir örümcek görmüş. Örümceği yakalamak isterken o da kaçmak istemiş ve örümceğin bir bacağı kopmuş. Adam karanlıkta örümceği kayıp etmiş. Sabah olup gün ağardığında evinin ortasında bir bacağı kopmuş bir kocakarı yatarken bulmuş. Güya işte o cazı ımış. 

Yine bir baba odada saklanıp bebeği için beklerken cazı gelmiş. Tam çocuğun ciğerini çıkaracakken yakalamış ve cazı adamdan kurtulmak için çok yalvarmış, bir daha cazılık yapmayacağına yeminler etmiş. Adam da canını bağışlamış ve güya ondan sonra da doğan çocukları yaşamış. Buna benzer hikayeler de çok anlatılır.

Köyde cazı olan kocakarılar da tahmin edilerek bilinir fakat bir suç isnat edilmez, sadece dedikodusu yapılır. Bir de Cazı’lar çok çirkin olurlarmış. Onlara tekerlemeler de söylemişler; “Çat orada, çat burada, çat kapının ardında. Sabuna basasın, tepen üstü düşesin, mendebur olasın, sakat kalasın” diye.

Bir de cazıların her şeyi bildiklerine inanırlar. Çok dikkatli olup ta bir şeyi çok inceleyen insanlara 'Cazı gibi' yakıştırması yaparlar ve deyim haline gelen bu cümleyi çok kullanırlar.

Hikaye veya inançları ne derece doğru bilemem fakat gerçekten de akşamdan iyi iyi beşiğe girip te, ertesi sabah ölü olarak bulunan bir çok bebeklere o zamanlar rastlanılırdı. Bazı ailelerin peş peşe dört çocuğu, beş çocuğu bu şekilde öldüğü bilinmektedir.

Bu ölüm olayları gerçek fakat dedikleri gibi çocukları öldüren cazı değil de,
 ölmelerinin sebebi; gündüz ve gece hiç dinlenmeden çalışan Karadeniz kadını çocuğun annesi, gece çocuk ağlamağa başladığı zaman, memesini ağzına verip te yorgunluktan üstüne uyuyabilmesi neticesinde, meme çocuğun solunum yollarını kapatarak nefes alamadığı için boğulup ölümüne sebep olduğu ve anne bilmeden kazaen öldürebildiği bebeğinin ölümüne bir sebep bulunamayınca, suçu Cazı olarak adlandırdıkları bu hayalı varlığa yüklemiş olabilirler.

Dünyanın her tarafında ve her kültüründe buna benzer mitolojik olaylar vardır. Sanırım bu olaylar insanların başlarından geçen ve sebebini anlamadıkları bazı olaylar karşısında, zorunlu sebepler ile yarattıkları bazı hayali varlıklardır. Cazı da olmadığı halde 
insanlar tarafından korkulan ve olduğuna inanılan hayalı bir yaratıktır.


4 Şubat 2024 Pazar

HAYVANLAR VE DOĞA OLAYLARI

Eskiden büyüklerin torunlarına “Uluma, yağmur yağdıracaksın” demelerinin temelinde gerçekten hayvanlarla ilgili kadim bilgiler saklıdır.

Kurtlar yağmurlar gelmeden evvel uzun uzun ulurlar. Arkasından da fırtına olur ve yağmurlar yağmağa başlar.

Bunu aslında fırtınalı yağmuru haber vermekten ziyade çağırmak için yaparlar herhalde. Uluyarak fırtınayı çağırırlar ki yağmurdan sonra geyiklerin taze ot fışkıran açık bölgeye akın etmelerini ve onları avlamayı düşünürler.

Geyikler yağmurun etrafa yaydığı taze ot kokusunu alır ve ona giderler. Bunu bilen kurtlar da uluyarak fırtınalı yağmuru çağırırlar. Büyüklerin diline yerleşen bu sözün öz anlamı da bence budur.

Örümcek ağına dikkat etmek gerekir. Havaya güvenemeyenler, örümceğe rahatlıkla güvenebilirler. Yağışlı ve sert hava yaklaşırken örümcekler hisseder ve ya ağlarını terk eder ya da ağ üzerinde çok fazla hareketlidirler. Yaklaşan bol rüzgârlı ve yağmurlu havaya karşılık ağlarını güçlendirmek için yoğun bir çalışma safhasına girerler. Sakin hava şartlarında ise ağının ortasında durup avlarını beklerler. Sabah saatlerinde örümcek ağlarına çiy düştüğü görülürse gün içinde tertemiz ve taze bir hava yaşanacağı anlamına gelir.

Karıncalar da bu ilimden nasibini almış hayvanlardır. Genelde sağa sola koşuşturarak yiyecek arayışı halindeyseler, yağış yakındır, yağmura hazırlık yapıyorlar, fakat tek bir çizgi üzerinde dümdüz ilerliyorlarsa hava güzel, keyifleri yerinde demektir.

Sadece hayvanlar doğadan haber vermezler. Bazı doğa durumları da yeni hava şartları hakkında bilgi verir. Mesela Ay’ın etrafında parlak bir hare oluşur. Bu hare ertesi gün gelecek olan yağmurun habercisidir.

Otları okşamak da hava şartları hakkında doğru bilgi almak açısından önemlidir. Sabahları kapı önünde ya da etraftaki herhangi yeşillik bir alanda otlar okşandığında avuç içi kuru kalıyorsa, gece olmadan önce gün içinde yağmur yağacağının işaretidir. Bu işaretleri takip etmek bile insanın doğa ile bütünleşmesini sağlar. Bütünleşme ve uyumlanma ile birlikte insanın sezgileri de güçlenir ve hissetme duygusu artar.

Eski Türk avcıları üzerinde sayıların yazdığı takvimleri takip etmezler, doğanın işaretlerine göre zamanlamalarını organize ederlerdi.

Özellikle de yaprakların ağaçlardan düşme zamanı onlar açısından çok önemliydi. Ağaçların yaprakları sonbaharın ilk ayında düşmeye başlıyorsa, o yıl kış yumuşak geçecektir. Eğer ki sonbaharın ikinci ayında yapraklar düşmeye başlarsa, o yıl kış sert geçecek ve hayvanlar zor şartlar altında yaşamlarını sürdürebilecek. Bu şartlar altında av hayvanı bulmaları zor olduğu gibi, avlanma sırasında hayati tehlikeler de söz konusu olacaktır. Avcılar bu verilere göre önlemlerini alırlardı.

Doğayı anlamak için kuşların hareketlerini de gözlemek gerekir. Kargalar güzel havayı çok sever. Kara renkli oldukları için güneşin sıcaklığını daha çok çekerler ve bu onların enerjilerini çoğaltır. Enerjileri yüksekken havada eşleriyle birlikte uçarlar.

Çiftler halinde gökyüzünde uçan kargalar görüldüğünde, bu hem o gün, hem de ertesi gün mis gibi bir bahar havasının yaşanacağına işaret eder.

Eğer ki kuşlar sonbaharda ötmeyi kesmişlerse, kış mevsimi sert geçecek demektir. Çünkü kuşlar ötmeyi kesip sert geçecek kış ayları için hazırlık yapmağa başlamışlar, bu yüzden de susmuşlar demektir.

Hava yağmurlu olduğu halde kuşlar ötüşüyorsa bu durum yağmurun hemen dineceğine işaret eder. Yağmurda kuşlar ötmüyorlarsa, bu da yağmurun süreceği anlamına gelir.

İlkbaharda otlar boy atmaya başlarlar ve yaz mevsiminin başına kadar da uzamaya devam ederler. Otların boyu yaklaşmakta olan kış mevsiminde yağacak karın yüksekliğini gösterir. Bununla birlikte kışın sertliği ve uzunluğu hakkında da tahminler yürütülebilir.

Bir yıl kar ne kadar yoğun olursa, gelecek yıl o kadar bereketli, verimli ve ürünlü geçer.

Bulutlar ne kadar yüksekteyse, o gün o kadar açık ve temiz bir hava yaşanacak demektir.

Arılar sadece güneşli ve rüzgârsız havalarda dolaşıp polen toplarlar.
Rüzgâr ve yağmur bacaklarına yapışmış polenleri yıkayabileceği için kovanlarında kalmayı tercih ederler. Yağmur yağacağı, sis bastıracağı ya da rüzgâr çıkacağı zaman arılar ortalıkta görünmezler.

Koyunlar yağmursuz havalarda otladıkları için açık havada çayıra çıkarak etrafa yayılırlar. Bulutlar da tıpkı koyunlar gibi gökyüzüne parça parça dağılmış halde ve bembeyazsa o gün hava yağmursuz, sakin ve açık olacaktır.

Kedi köpek ve diğer evcil hayvanlar mutlaka doğa hakkında bir şeyler bilirler fakat insanlara bildiremezler. Konuşmalarımızın bir çoğunu anladıkları halde kendi bildiklerini insanlara anlatamazlar. Bazen uyarılar için kesik kesik havlamalar dışında hiç bir şey yapamazlar. Kendi aralarında anlaştıkları halde insanlarla iletişim kuramaz ve bildiklerini anlatamazlar. Eğer bu mümkün olsaydı belki de insanlar deprem olmadan çok önce haberdar olacaklar ve önlemlerini alacaklardı.

Velhasıl doğada her şeyin bir anlamı, manası var da biz insanlar bunu görüp çözemiyoruz. Hayatta en büyük dersleri hayvanlardan ve doğadan alıyoruz. 'Su iki molekül hidrojen ve oksijen birleşmesinden olur' diyoruz fakat doğada iki molekül hidrojen ve bir molekül oksijeni birleştirip su yapamıyoruz. Ve dolayısıyla da kabul etmek lazım ki dünyada ki sırların hiç birini bilmeyen zavallı yaratıklarız.

28 Ocak 2024 Pazar

KAFKA'NIN BEBEĞİ

Kafka, Bohemya Krallığı'nın başkenti ve daha sonra Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun parçası olmuş, Çekoslovakya'nın başkenti olan Prag'da, doğmuş, Almanca konuşan, Yahudi  bir ailenin çocuğudur. Avukat olmak amacıyla hukuk eğitimini tamamladıktan sonra bir sigorta şirketinde çalışmaya başladı. İşinden dolayı bulduğu boş zamanlar onu yazı yazmaya sevk etti. Yaşamı boyunca, gergin ve mesafeli bir ilişki yaşadığı babası dahil olmak üzere, ailesine ve yakın arkadaşlarına yüzlerce mektup yazdı. Birçok kez nişanlandı fakat hiç evlenmedi ve 1924'te yaşında iken veremden öldü.

Franz Kafka,

Berlin'de bir parkta yürürken, çok sevdiği oyuncak bebeğini kaybettiği için ağlayan hiç tanımadığı küçük bir kız çocuğu görür. Çocuk üzülüp ağladığı için onunla ilgilenir ve çocukla birlikte bebeği uzun süre arar fakat bulamazlar. Ertesi gün onunla bebeğini aramak için yeniden buluşurlar fakat yine bebeği bulamazlar,

Sonraki ertesi gün çocuk ile tekrar buluşurlar. Kafka teselli etmek için kaybolan bebek tarafından yazılmış bir mektup verir bu kız çocuğuna. Mektupta "Lütfen ağlama, dünyayı görmek için bir gezintiye çıktım. Maceralarım hakkında sana yazacağım,"diyordu. Böylece, Kafka'nın yaşamının sonuna kadar devam edecek bir hikaye başlar ve kız çocuğu da bu haberi alınca biraz rahatlar.

Franz Kafka küçük kızla her buluşmasında, kaybolan bebeğin maceraları yazılmış olduğu mektupları küçük kıza verir ve akabinde küçük kız çocuğunun çok mutlu olduğunu görür.

Bir zaman sonra Kafka Berlin'e dönmeden önce oyuncak dükkanda uğrar ve bir tane oyuncak bebek satın alır. Ertesi gün kız çocuğu ile buluşmaya parka gidince bebeği çocuğa uzatır. "İşte bebeğin döndü." der. Çocuk "Ama hiç benim bebeğime benzemiyor" der. Kafka, bebeğin yazdığı bir başka mektubu çocuğa uzatır. Bu mektupta da
"Seyahatlerim beni değiştirdi" yazmaktadır. Küçük kız yeni bebeği kucaklar ve onunla mutlu bir şekilde evine gider.

Bir yıl kadar sonra Franz Kafka ölür. Yıllar sonra yetişkin bir kız olan bu küçük çocuk Kafka’nın verdiği bebeğin içinde bir mektup bulur. Mektupta şöyle yazmaktadır: "Sevdiğin her şeyi er yada geç kayıp edeceksin, ama sonunda sevgi başka bir şekilde geri dönecek.”



23 Ocak 2024 Salı

YOK YOK

İşte sizlere bir HAZİNE;  İLGİNİZİ ÇEKEBİLECEK BİR ARŞİV, İÇİNDE YOK YOK

1- Türkiye'de yayınlanan ve yayınlanmış olan gazetelerin geçmişten günümüze tüm sayılarına ulaşabileceğiniz bir platform:

https://t.co/Doz0MiMR3g

2- Tübitak'ın tüm yayın ve dergilerinin arşivi:

https://t.co/Ts07vP30xd

3- Milli kütüphane arşivindeki tüm taş plaklara ses dosyası olarak ulaşabileceğiniz bir platform:

https://t.co/6d9xR1MEcX

4- ABD Meclis Kütüphanesi, 1800-2020 yılları arasında dünya üzerinde çekilmiş milyonlarca fotoğrafa ulaşabilirsiniz:

https://t.co/TAnRGqCJNP

5- Yüz binlerce resim, çizim, karikatür ve görseli konularına göre arayabileceğiniz büyük bir arşiv:

https://t.co/aQkjrZcVfr

6- 1920-23 arası TBMM 1. Dönem gizli celse kayıtları:

https://t.co/ibbq2sLiOz

7- Servet-i Fünun dergisinin yayınlanmış tüm sayıları:

https://t.co/g3oobfwnpY

8- İBB'ye ait Taksim kütüphanesindeki binlerce esere ücretsiz olarak ulaşıp, okuyabilirsiniz:

https://t.co/OHRr39Bm0V

9- Sultan 2. Abdulhamit'in fotoğraf arşivi:

https://t.co/ErRooRF69B

10- Geçmişten bugüne çizilmiş tüm haritalara ulaşabileceğiniz bir arşiv:

https://t.co/sSek4ilFMl

11- Birleşmiş Milletler bünyesinde yayınlanan tüm eserlere ulaşabileceğiniz bir arşiv:

https://t.co/4ALBiAtYlG

12- Balkanlar'daki Osmanlı eserlerinin olduğu fotoğraf arşivi:

https://t.co/mFrHHkEAyL

13- Türkiye'deki tüm yer isimlerinin tarihi, eski adları ve değişimlerini inceleyebileceğiniz bir platform:

https://t.co/mP2bGx5HLI

14- Çekilmiş tüm filmlerin çarpıcı sahnelerinin olduğu bir arşiv:

https://t.co/dyoYVG7Xsa

15- Telifsiz film, kitap, makale, fotoğraf arşivi:

https://t.co/A4kjVB8PPx

16- Antik Yunan, Mısır, Çin ve Asya üzerine yazılmış binlerce esere ulaşabileceğiniz bir platform:

https://t.co/ukIhS1nM1G

17- Marmara Üniversitesi'ndeki nadide eserlere online olarak ulaşabileceğiniz platform:

https://t.co/2IXnhyxhBI

18- Dünyanın her yerinden yüzlerce üniversitenin ortak çevrimiçi kütüphanesi:

https://t.co/aEBpyME6mC

19- Her dilden birçok konuda makalelere, eserlere ulaşabileceğiniz dünyanın en büyük online kütüphanelerinden biri:

https://t.co/eqwnmM8bLC

20- Telif süresi dolmuş tüm eserlere e-kitap olarak ulaşabileceğiniz bir site:

https://t.co/NhKKR7tWvN

21- Türkiye'de 1950 öncesi çıkan sinema dergileri arşivi:

https://t.co/FuI2wk2GrK

22- Ücretsiz sesli kitap arşivi:

https://t.co/93t8HhHgHT

23- Western Filmleri İzle - En İyi Kovboy Filmleri - HD:
sinema.cc›izle/western-filmleri/

24- Western Filmleri İzle, 1080P Full HD İzle - Filmizlesene:
filmizlesene.pro›kategori/turler/western-izle


16 Ocak 2024 Salı

RİZE'NİN İŞGAL YILLARI

SÜLEYMAN KAZMAZ ANILARINDA RİZE’NİN İŞGAL YILLARI

21 Şubat 2013 tarihinde aramızdan ayrılan Süleyman Kazmaz, kalemini yüreğini Rize’ye Rize kültürüne adamış koca bir çınardı. Kazmaz, zaman içerisinde kırk bir kitap, yüzlerce makale, araştırma ve derlemeye imza atarak Rize ilimizi ülkemizin sanatını, kültürünü, güzelliklerini ve gerçek değerlerini dünyaya tanıttı. Her anında yeni bir eserin heyecanı ve paylaşma arzusu vardı. Süleyman Kazmaz üstadımı rahmetle anarken Rusların Rize ilini işgali sırasında yaşananları kaleme aldığı derlemeleri sizlerle paylaşıyorum.

*Rizeli Hafız Rasim oldu Gavur Rasim

* Ruslar Rize'ye bağırsak kurdu hastalığını getirmişlerdir.

* Karadeniz'i kan gölü haline getirmek istiyorlardı.

* Rize'de de Tuzcuoğlu Nigahı Bey'in evini hastane yaptılar.

*Amaçları Rize'ye Rum mutasarrıf atamak, Rum bayrağı çekmekti.

* Taşlıdere-Fener burnu arası boydan boya Rus nakliye gemileriyle doldu.

Rize'nin 1916-1918'li yıllarda Ruslar tarafından istilâ ve işgali;

Bir gün Rize'de şöyle bir haber dolaştı: “Bugün Rus çok asker döktü, satırlar bilendi. Rize'de Türkler kesilecek, kimse yatmasın, beklesin”. O gün çok yağmur yağdı. Gece yatmadılar, herkes ağlıyor, helalleşiyor. Rus taraftarı olarak bilinen Rize’nin yerlisiydi. Gâvur Rasim namı ile anılan bu kişi için, “Bizim Gâvur Rasim, oldiler bize hasım!” deniliyordu. Ruslar gittikten sonra, Gâvur Rasim'i öldürdüler. Sonra karısını, oğlunu ve kızını aradılar. Onlar da ahırda gizlenip, üzerlerine ot döktüler. Böylece saklandılar. Halk onları bulamadı. İşgal sırasında Gâvur Rasim olarak anılan, Hafız Rasim Ruslara casusluk ederdi. Kim Rusların aleyhine bir şey söylerse hemen gider, Ruslara haber verirdi. Gâvur. Rasim çok iyi yaşardı. Giyimi çok iyi idi, kat kat elbisesi vardı. Kimsenin onun kadar elbisesi yoktu. Kimse onun kadar iyi yaşayamazdı. Bütün bunları Ruslardan aldığı paralarla yapardı. Ruslar çekildikten sonra Rasim'in cesedini bir köprünün altında buldular. Rize'nin Portakallık Mahallesi'nden Hacı Rasim bir gece eve geldi, ev halkına şöyle dedi: “Bu akşam Rize hep kılıçtan geçecek, bir evden bir eve gidilmesin!”. O gece yeni evlenen bir çift katliam olmasın diye sabaha kadar dua etti. O gece, sabaha kadar yağmur yağdı; katliam olmadı. Sonradan öğrenildi ki katliamı Ermeniler yapacaktı. Fakat Rusya'daki Türkler Çar'a baskı yaptılar. Ermeniler de katliamdan vazgeçtiler. Ardından Hacı Rasim şöyle dedi: “Rusya'da ihtilâl oldu, sonra Ruslar Rize'den çekildi. Gâvur Rasim, Rusların adamıydı, onun için Gâvur Rasim'in teyzesine "Rasim seni kurtarır" dediler. O da "Nereden kurtaracak?" diye cevap verdi. Düşman istilâsı ve işgali milletler kadar aileleri de harabeden, maddî ve manevî acılara ve kayıplara sürükleyen olayların başında yer alır. Rize'nin 1916-1918'li yıllarda Ruslar tarafından istilâ ve işgali ailemizi manevî bakımdan derin acılara sürüklediği gibi, maddî açıdan da büyük kayıplara ve yokluklara uğratmıştı. Yabancı bir devletin buyruğu altında yaşamak, bağımsızlığı, özgürlüğü ve kişiliği yitirmek gibi acıların en büyüğü en derinidir.

RİZE’Yİ YAKTILAR YIKTILAR

Ailemiz iki yıl bu acıyı yaşamış, ayrıca büyük maddî kayıplara uğramıştı. Ana tarafından dedem, Rizeli Hacı Bilâl Zade, Hacı Mahmut Efendi'nin Rize çarşısındaki camii ve dükkânı yakılmıştı. Baba tarafından da öyle; Ruslar Çayeli'nin Beyazsu Köyü'ndeki ailemizin atadan kalma evini yakmışlar, ayrıca Çayeli’nin merkezinde, Eskipazar Mahallesi'ndeki evi yağmalamışlar, evin bütün eşyasını alıp götürmüşlerdi. Bu yağmanın yarattığı darlık ve yokluk, ömür boyu telâfi edilememiştir. Öyle ki evde herhangi bir eşyadan söz edildiği zaman, "Yağmaya gitti." deyimiyle anlatılmak suretiyle yaşanan acı daima tekrar edilmiştir. Ayrıca ev Ruslar tarafından hastane olarak kullanıldığı için aile iki yıl Rize'de oturmak zorunda kalmış, ancak Ruslar çekildikten sonra Çayeli'ne dönmek imkânını bulabilmiştir.

KENDİLERİ GİTTİ HASTALIĞI BIRAKTILAR

Ruslar Rize'yi işgal ettiği zaman halk büyük ölçüde batıya ya da İstanbul'a göç etmiştir. Göçün acılarından biri de Rusların bıraktığı hastalık toplum için büyük bir acı kaynağı olmuştur. Çünkü Ruslar Rize'ye "ankilostom", başka bir deyimle, bağırsak kurdu hastalığını getirmişlerdir. Ankilostomla mücadele günlerini hatırlarım. Henüz çocuktum, bir gün evin arkasındaki tarlada iki kocaman kazan kuruldu. Kazanların birinde ilaç, ötekinde de müshil vardı. Kazanlar, altlarına ateş yakılmak suretiyle kaynatıldı. Halk toplandı, önce asıl ilâç, ardından müshil verildi. Böylece bağırsakların boşaltılması sağlandı ve hastalığın önü alındı. Bilindiği gibi Cumhuriyet'in ilk başarılı eserlerinden biri, sağlık çalışmaları, bulaşıcı hastalıklarla yapılan mücadeledir. Böylece halk sağlığa kavuştu ve sağlıklı kuşaklar yetiştirildi. Rusların Karadeniz donanmasına mensup büyük savaş gemileri, batıdan Rize yönünden doğuya doğru geliyordu. Çayeli önlerinden tekrar Rize'ye döndüler. Rize limanındaki yelkenli ticaret gemilerini topa tutarak batırdılar. Daha önce Araklı limanında bulunan tüccar gemilerini batırmışlardı. Böylece Ruslarla da Doğu Karadeniz'de savaş başlamış oldu. Osmanlı Devleti ile Rusya arasındaki cephe Hopa idi. Sonraları cephe Arhavi, Fındıklı, Ardeşen ve Fırtına Deresi oldu. Çayeli'ne kadar olan cephedeki ordumuz için Midilli savaş gemisinin himayesindeki yük gemileri ile Trabzon'a getirilen yiyecek maddeleri küçük yelkenli kayıklarla cepheye naklediliyordu. Ruslar ordumuza yiyecek taşıyan bu kayıkları sıkı bir şekilde izliyordu. O tarihlerde telefonla haberleşmek imkânı yoktu. Kıyı boyu seyreden yelkenli kayıkları, Rus gemilerinin saldırısından korunmak için şöyle bir haberleşme düzeni kuruldu: Kemer, Limanköy ve Taşlıdere burnuna bayraklar çekilmek suretiyle Rus gemilerinin geldiği haber verilirdi. Kemer burnuna bayrak çekildiği zaman halk toplanır, Limanköy dolaylarında, kıyı boyu seyreden kayıkları, duvarların, tümseklerin arkalarına çekmek suretiyle gizler, dolayısıyla Rus gemilerine karşı korurdu.

İstilâ ve işgal günlerini Mustafa Kazmaz hatıralarında şöyle anlatırdı; “ilkokul ikinci sınıfa devam ederken, hocamız Yelkenci Ali Efendi bir gün, “Ruslarla harbimiz var” diyerek, bizi okuldan salıverdi. Biz de evin arkasındaki tepede, günümüzde çaylık olan Sofuoğlu'nun hozan dediğimiz çimenliğine, başka bir deyimle düzlüğe çıktık, buradan denizi seyrettik. Rusların Harşid Deresi'ne kadar ilerlemesinin sebebini vaktiyle Osmanlı Devleti'nin yaptığını tekrarlamak, Karadeniz'i kendileri için bir göl haline getirmek, dolayısıyla işgal ettiği Doğu Karadeniz Bölgesi'nden çıkmamaktı. Bunun için halka iyi davrandılar. Çayeli'nde bizim evi, Rize'de de Tuzcuoğlu Nigâhı Bey'in evini hastane yaptılar. Buralarda doktor muayenesi yatak, ilaç, tedavi parasızdı. Ayrıca Dağıstan Türklerinin ve Müslümanların yöreye mısır gönderdiklerini söylerler ve bu mısırı halka parasız olarak dağıtırlardı. Böylece Dağıstan Türklerinin Rus yönetiminde, dolaysıyla Ruslar sayesinde size yardım edecek duruma geldiklerini anlatmak "Siz de Rusların burada kalmasına itiraz etmeyin ki, onlar gibi zengin olun" demek isterlerdi.

GÖRÜRSÜNÜZ NELER OLACAK

Mustafa Kazmaz Rumlarla ilgili dikkate değer bir olay anlattı. Bir Ramazan günü, vakit akşama yakın, kahvede kimse yok, kahve pişirilmiyor. Kasabada bulunan Rum terzi ocakta kendisi için yaptığı kahveyi içiyor, o sırada kahveye giren Mustafa Kazmaz'a şunları söylüyor: “Görürsünüz, neler olacak!

Mustafa Kazmaz bu sözün anlamını sonraları anladı. O günlerde Yunanlılar İzmir'e çıkmıştı. Atatürk henüz Samsun'a varmamıştı. Rum hayal kuruyordu: Trabzon'da Pontus Devleti, Sürmene'ye Rum kaymakam, Rize'ye Rum mutasarrıf ve buralarda Rum bayrağı. İşte Rumların hayalleri. Fakat Rumlar Türk gücü sayesinde bu hayallerini hiçbir zaman gerçekleştiremediler ve günün birinde Anadolu'dan çıkarıldılar.

RUSLAR KARŞISINDA ÇEKİLME

Hopa, Arhavi, Fındıklı, Ardeşen, Pazar işgal edildiği zaman, halk Çayeli'ne, Rize'ye geldi. Bu hareket iki yıl kadar sürdü. Halk Rize'den İstanbul'a kadar göç etti. Erzurum'a gidenler, erken saatlerde bizim eve gelerek babamla vedalaştılar. Pazar'dan sonra Çayeli işgal edildi. Ruslar kıyı boyunu işgal ederken bizim askerler de dağ tarafından yollarına devam ettiler. Çayeli'nde, Büyükdere Vadisi'ndeki çarpışmada dört şehit verdik. Ruslar Çayeli'nin önüne asker çıkararak Büyükdere Vadisi'nde dağa doğru asker sevkettiler. Maksatları son cephemiz olan Fırtına Deresi'nden cephenin bozulması yüzünden dağlar istikametinde yollarına devam eden askerlerimizin önünü kesmekti. Köylere doğru çıkmakta olan Rus askerleri denizdeki harp gemilerine mevkilerini göstermek suretiyle bizim askerlerin topa tutulması için önlerine çıkan evleri yakıyorlardı. İlk yaktıkları ev bizim mahallenin, Eskipazar Mahallesi'nin yukarı kısmında, tepe üzerinde bulunan Kavranoğlu Şakir’le Kavranoğlu Mehmet Ali'nin evleri oldu. Onlardan sonra, Sabuncular Mahallesi'nde on kadar ev yaktılar. Harp gemilerinin koruması altında yollarına devam eden Rus askerleri Beyazsu Köyü'ndeki bizim ailenin evini de yaktılar ve Haramtepe Köyü'ne doğru yürüdüler. O sırada bizim birliğin komutanı Ziya Paşa, emrindeki askerlerle beyaz at üstünde Haramtepe'den Karaağaç Köyü'ne doğru yürüyordu. Haramtepe Köyü'nde İsmail Çorapçı da yaya olarak askere yol gösterdi. Ziya Paşa beyaz atıyla yoluna devam ederken Rus askerleri de kıyıdan içerlere doğru ilerliyorlardı. Ziya Paşa Rusça bilen tercüman vasıtasıyla savaş mı yapılacağını yoksa geri mi çekileceğini sordu. Ruslar geri çekilme teklifini kabul ederek, Beşikçiler Köyü'ne doğru geriledi. Bunun üzerine bizim asker Sant Boğazı üzerinden yürüyüşe devam etti.

TAŞLIDERE’DE CEPHE KURULDU, ŞEHİTLER ÇEŞMESİ VE HATIRALAR

Dağ yolundan giden askerlerimizle kıyıdan yürüyen askerlerimiz Taşlıdere'de birleşerek bir cephe kurdular. Rize Jandarma Komutanı Kalkavan Zade Kahraman Bey’in komutasında Ruslarla savaştılar. Rize Jandarma Komutanı Kalkavan Zâde Kahraman Bey Rize'deki jandarmalarla askerleri toplayarak Taşlıdere'de cephe kurdu, Ruslarla savaştı. Bu sırada Rus gemileri denizden top atışıyla bizim cepheyi bozdu. Burada birkaç şehit verdik. Şehitler yurttaşlar tarafından gömülürken aralarından birinin çorabının içinden altın çıktı. Bu altınlarla orada yurttaşlar bir çeşme yaptılar. Şehitler Çeşme'si adıyla anılan bu çeşme uzun yıllar hizmet gördü. Ordumuz geri çekilirken, Değirmendere'deki ordunun deposu ateşe verilerek yakıldı, mayın fişeklerinin patlaması etrafta bir hayli korku yarattı. Bu durumu ağabeyim Mustafa Kazmaz şöyle anlatır: “Bizim ordu, İyidere Vadisi’nde cephe kurdu. Bu cephede askerlerimiz Rusları iyice sıkıştırmıştı. O sırada Taşçıoğlu Camii'nde okuyorduk. Bir sabah kalktığımız zaman, Taşlıdere burnuyla Fener burnu arasındaki deniz bölgesinin boydan boya büyüklü küçüklü Rus nakliye gemileriyle dolu olduğunu gördük. Bu gemilerden Rusların getirdiği Kazak askerleri kıyıya çıkarılıyordu. Yine bu gemilerden vinçlerle denize indirilen atlar yüzerek kıyıya varıyordu. Gemilerden indirilen Kazak askerleri savaşa girince, İyidere'deki cephemiz bozuldu. Trabzon'da da mukavemet edecek kuvvetimiz olmadığı için Ruslar Harşid Deresi'ne kadar ilerlediler. Bu arada Erzurum işgal edildi. Bayburt'tan gelen birliklerimiz İyidere Vadisi’nden Erzurum'a doğru ilerleyen Ruslarla Çaykara ilçesinin Sinek Yaylası'nda savaşa başladılar. Yapılan savaş sonunda otuz kadar şehit verdik. Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay'ın emriyle burada şehitlik yapıldı; çevresi duvarla çevrildi. Şehitlerin başlarına dikilen mermer levhalarda savaşın tarihi, şehitlerin adları ve rütbeleri yazılıdır. Savaşın her yıl dönümünde şehitlik ziyaret edilir. Fatih Sultan KAR / İST. Alıntı

15 Ocak 2024 Pazartesi

CUMHURİYETTEN SONRA TÜRKİYE

1923 Cumhuriyetten;

1 Yıl sonra, Hakkari Nesturi isyanı..

2 Yıl sonra, Diyarbakır Şeyh Sâid isyanı..

3 yıl sonra, Şemdinli Şeyh Abdullah isyanı..

4 yıl sonra, Taşnak Hoybun çetesi...

5 yıl sonra, Ağrı isyanları..

7 yıl sonra, Taşnak Hoybun Ağrı isyanı..

7 yıl sonra, Barzani Dağlıca isyanı..

15 yıl sonra, Tunceli isyanı..

16 yıl sonra, 2. Dünya Savaşı.

Yani?

Bu Vatan kolay kurtarılmadı,

Bu Cumhuriyet kolay kurulmadı.

Bir Jandarma Birliği, altı asker kaçağını yakalamak için 13 Şubat 1925’te Bingöl’ün Eğil Bucağı’na bağlı Piran köyüne gelir.

Piran köyü, Şeyh Sait’in kardeşi Şeyh Abdurrahman’ın köyüydü.

Ayaklanma hazırlığı yapan Şeyh Sait, üç yüz kadar atlı isyancıyla birlikte oradaydı.

Kaçakları Jandarmaya vermek istemedi. Birlik komutanları, görevlerini yapmak zorunda olduklarını söylediler.

Bunun üzerine Şeyh Sait, subay ve askerlere ateş açar. İki teğmeni tutsak alır.

Planlanan ve tarihe Şeyh Sait isyanı olarak geçen ayaklanma böylece başlatılmış olur.

Hınıslı bir aşiret reisi olan Şeyh Sait, bölgedeki Nakşibendi Tarikatı’na bağlı müritlerin önderi, okuma yazma bilmeyen bir toprak ağasıydı.

Dinsel konumunu kullanarak, köylülere ücretsiz çobanlık yaptırmış ve onların sırtından büyük bir servet kazanmıştı. Ankara’da kurulan Cumhuriyet onu rahatsız ediyordu. Osmanlı döneminde sahip olduğu ayrıcalıklı haklarını yitirmekten korkuyordu.

Ayaklanmaya, özellikle Varto ve Tunceli’nin Alevi aşiretleri katılmadılar. Hatta karşı koydular. Veli Ağa Aşireti, Şeyh Sait’e karşı savaştı. Mustafa Kemâl Paşa, bu nedenle 27 Şubat 1925’te Hormek Aşireti’ne bir kutlama telgrafı gönderdi.”

Şeyh Sait’in adamları, ellerinde yeşil sancak, göğüslerinin üzerinde Kur’an-ı Kerim; bankaları, evleri, dükkânları basıp soyarak ilerlediler.

Kürdistan’ın geçici başkenti yapmayı düşündükleri Bingöl ve Elazığ’ı ele geçirdiler. Lice’yi Ergani’yi ve çok sayıda köyü işgal ettiler.

Silahlı isyancılar, cami şerefelerinden Türk askerine ateş açtılar.

Çatışmalar, Diyarbakır’da bir savaş durumunu yansıtıyordu.

Şeyh Sait’in hocaları, Şeyh Sait’le birlikte savaşanlara Cennet’te ödüller vadediyordu.

Kent ve köylerde, yerden ve havadan bildiriler dağıtılıyor:

“Hilafetsiz Müslümanlık olmaz; saltanat ve hilafet geri getirilmeli, okullarda dinsizlik öğreten, kadınları yarı çıplak gezdiren Kemalist hükûmetin başı ezilmelidir....” deniyordu. Ayaklanmacılar hem dini hem de etnik yapıyı kullandılar.

Şeyh Sait İsyanı, Kürtçülerin ve Şeriatçıların anlattığı gibi Piran’da (Dicle) hazırlıksız bir şekilde aniden başlamadı. En az iki yıldır hazırlıkları yapılıyordu.

İngiliz istihbaratı isyanın çıkacağını yedi ay önce Londra’ya bildirmişti. İngilizler, Musul-Kerkük için adım atan Türkiye’ye karşı Nakşi-Kürt kartını masaya sürmek için hazırlık yapmıştı.

İngilizler, Musul-Kerkük’e el koymak için çalışırken, Kürtçüler ise 'Kürt-İslam Devleti' kurmak hayaliyle onlarla iş birliği yapıyorlardı. İngilizler, isyanın zamanlamasını Türkiye’nin Musul-Kerkük’e odaklanacağı sırada, enerjisini ve kuvvetini isyan bölgesine çekecek şekilde planladılar.

İsyan başarılı olmazsa bile, Türkiye kuvvet gönderemeyeceği için Musul-Kerkük’ten olacaktı. İngiltere’nin istediği buydu. Böyle de oldu.

Ayaklanmanın başlangıç aşamasında, Bağdat’taki Fransız Komiserliği, Paris’e 40 sayfalık bir rapor gönderir. Raporda şöyle yazılır:

“Şeyh Sait, 1918’den beri amacı İngiliz mandası altında bir Kürt Devleti kurmak olan, İstanbul Kürt Komitesi’ne bağlı olarak çalışmaktadır…”

1925 yılında, Bağdat’taki Fransız Yüksek Komiserliği, Paris’e gönderdiği gizli raporda Şeyh Sait isyanı ile ilgili şunları yazar:

“Şeyh Sait ayaklanması kendiliğinden birdenbire ortaya çıkmadı. Kürdistan dağları yabancıların kışkırtması ve desteği ile ayaklandı. Bu bölgede ortaya çıkan olaylar, İngilizlerin uğradıkları yenilgiden sonra hiç affetmedikleri Mustafa Kemal’e karşı yürüttükleri siyasetin bir parçasıdır.

Kürt ayaklanması bundan daha iyi koşullarda patlak veremezdi. Ayaklanma, Türklerin Musul üzerindeki iddialarını araştıran komisyonda, Türklerin kendi topraklarındaki Kürtler arasında bile huzuru sağlayamayacağını gösterecekti.”

Sadece bu belge bile, İngilizlerin Musul-Kerkük üzerindeki hedeflerini göstermektedir.

Şeyh Sait İsyanı mimarlarından Kürt İslamcılar, Ermeni terörist çetelerle ittifak içindedirler.

Ortak bir örgüt de kurarlar. Örgütün adı, Taşnak-Hoybun’dur. Örgüt, Türkiye ve Türkler aleyhine çalışmak ve kan dökmek amacıyla kurulur. 1980’lerde PKK/ASALA ittifakı bu örgütün devamıdır. Hedef Türk düşmanlığı.

1925 Nisan ayı ortasında, Şeyh Sait ve yanındakiler kuşatıldılar. Durumu umutsuz gören Şeyh Sait, yenilgiyi kabul ederek teslim oldu. Üzerinde, çeşitli belgeler ve yetkilileri şaşırtacak kadar altın çıktı. 13 Şubat’ta başlayan ayaklanma 62 gün sürdü ve 15 Nisan 1925’te bastırıldı.

Ve yıl 2014… Cumhuriyet’e ve Türkiye’nin bütünlüğüne kasteden Şeyh Sait’in adı, yıllar sonra, 2014’te Diyarbakır’da bir meydana verildi. Diyarbakır Büyükşehir Belediye Meclisi, Dağkapı Meydanı'nın adını, Şeyh Sait Meydanı olarak değiştirdi. Meydana giden yollarda bulunan yön tabelalarına, “Şeyh Said Meydanı” yazıları konuldu. Dönemin Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı, PKK terör örgütüyle bağlantılı olduğu iddia edilen Halkların Demokratik Partisi’nden Gültan Kışanak: “Biz bu nedenle meclisimizde tartıştık. Şeyh Said isminin meydana verilmesi bizim önerimizdi. Ak Partili meclis üyeleri de destek verdi…” açıklamasını yaptı.

Ve yıl 2023, Diyarbakır Belediyesi, yapımı süren bulvara Şeyh Sait’in adını verdi. Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi duyurusu şöyleydi: “Silvan yolunu Elazığ yoluna bağlayacak 12 kilometre uzunluğunda ve 50 metre genişliğindeki Şeyh Sait Bulvarı’nın yapım çalışmalarına başladık.”

İngilizlerle iş birliği yaparak isyan eden, Musul ve Kerkük’ün elden çıkmasına neden olan Şeyh Sait anısına meydan ve bulvar…

PKK bölücü terör örgütünün yere göğe sığdıramadığı Şeyh Sait’in anısına bulvar…

Kahramanlarımıza ve şehitlerimize hakkımızı böyle mi ödeyeceğiz?..

Kanla yeşeren bu vatana borcumuzu böyle mi ödeyeceğiz?..

Devlet böyle bir yanlışı yapmaz, yapamaz, yapmamalıdır. 
Naim BABÜROĞLU