SAYFALAR

20 Kasım 2020 Cuma

MAKAM ARABASI

Gördüğünüz bu araç, Mustafa Kemal'in makam arabası. Hem de ilk yapıldığı 1922 yıllarda, Mustafa Kemal bu aracı makam aracı olarak kullanıyor. Dünyada ya üç, ya dört tane var, bu arabadan.

Allah Allah bu araba zamanın en lüks, son model, Rolls-Royce marka arabası. İngiltere de yapılmış. Bir tanesi Türkiye de Mustafa Kemal’in makam arabası da öbürüler nerde bilemem. Kim bilir fiyatı kaç liradır? 

Olacak gibi değil. Ülke işgal altında, kurtarmağa çalıştığı millet, aç sefil perişan iken, asker cephede sade hoşaf suyu içerek savaşırken, vatandaş ayağında ki çorabı çıkartıp asker giysin diye verirken, Atatürk bu arabaya nasıl biner. Kaç para verip almıştı? Yoksa İngiltere Kraliçesi filan mı yollamış, hediye etmişlerdi? O zaman hasta adam dedikleri Türkiye ye kim ne hediye ederdi ki? Hiç biri de değildi. Acaba Mustafa Kemal bu arabayı nasıl elde etmişti?

İSTANBUL DÜŞMAN İŞGALINDAN NASIL KURTULDU?

Çanakkale savaşlarında Mustafa Kemal’in Birliğinde bir er vardı. Normal sıradan bir er. Savaşta ki gözü pekliği ve gösterdiği fedakarlıklardan dolayı Mustafa Kemal ona önce onbaşı, sonra da çavuşluk rütbeleri verdiği bir er. Sonra da askerlik bitmiş ordudan terhis olmuş bir er. Terhis olmuş, askeriye ile bir ilişiği kalmamış fakat Mustafa Kemal ile bağlarını hiç koparmamış bir er. Hatta Mustafa Kemal’in Şişli de ki evinde bazı zamanlar bir araya gelir, memleket meselelerini konuşurlar, ayrıca bu evin güvenliğini de bu adam sağlarmış. Çünkü savaşta aralarında oluşan bağ, memleket sevgisi bağları ve karşılıklı saygı sevgi ve birbirlerine güven hiç kopmamış, ilelebet devam etmiş, ta ölünceye kadar. 

Bu adam ilk okulu dahi bitiremeyen ve o haylazlıkları yüzünden okuldan kovulan bir adam. Askerliği çavuş olarak bitirmiş ama tanıyanlar ona 'Cambaz' derlermiş, Topkapılı Cambaz Mehmet. Mustafa Kemal Anadolu’ya geçerken, kazasız belasız vapura binmesi için baştan ayağa silahlı ve çeşitli kılıklara girmiş, elli gözü pek adamlarına önlem aldırır ve Atatürk ü vapura bindirerek Anadolu’ya sağ salim yolcu eder Topkapılı Cambaz Mehmet. En son ayrılırlarken Mustafa Kemal “Aman ha Cambaz gözünü seveyim. Göreyim seni. Tembihlerimi unutma. Umudum sensin ha. İstanbul sana emanet!” Diye hatırlatmalar yapar ve ayrılırlar birbirlerinden. Cambaz Mehmet İstanbul da kalır, Mustafa Kemal Anadolu ya gitmek üzere Samsun’a hareket eder İstanbul Galata Rıhtımından, Bandırma vapuruyla 15 Mayıs 1919 da. 

Topkapılı Cambaz Mehmet Mustafa Kemal'e verdiği sözü tutar ve kendisine bağlı emrinde, beş binden fazla hırsız, ipsiz, sapsız, dolandırıcı ve onlardan başka da normal işi gücü belli olan seksen yüz bine yakın adamı vardır İstanbul da ve Türkiye nin her yanında. Bu insanlarla birlikte bir örgüt kurar, M. M. G. Ö. Açık yazılışı ‘Milli Müdafaa Gurubu Örgütü’ dür. Sonraları bir çok subaylar ve paşalar da bu örgüte üye olurlar fakat başlarında bir çavuş vardır, Albay Mustafa Kemal’in Çanakkale Savaşında keşfettiği, yetiştirdiği ve asla yanılmadığı, ilkokulu bile bitirememiş, Topkapılı Cambaz Mehmet Çavuş. Herkes onun emrindedir ve severek çalışırlar.

Mart 1919 da İstanbul İngiliz, Fransız, İtalyan, Yunan, Yeni Zelanda Devletleri tarafından işgal edilince, İşgal Kuvvetleri İstanbul’a girer girmez çok büyük katliamlara başlarlar. Halbuki bilmezler ki İstanbulda Topkapılı Cambaz Mehmet vardır ve sanki İstanbul'a değil de işte bu Topkapılı Cambaz Mehmet’in Cehennemine girerler. Kısa süre sonra Topkapılı Cambaz Mehmet, İstanbul İngiliz İstihbarat sorumlusu Yüzbaşı Johnn Bennett’in emrindeki bir numaralı adamları Ermeni Arman Pandikyan, Papaz Robert Frew, diğer adları; Rahip Fru, Albay Emiling, İngiliz Kraliyet misyoneri olan bu rahip ve onun arkadaşı İngiliz Muhipleri Cemiyeti Başkanı Sait Molla’nın tavsiyeleri ile İngiliz İstihbaratının içine girer. Akla hayale gelmeyecek aldatmacalarla düşmana darbe üstüne darbe vururlar. 

Galatasaray’da kaçırılan, Bennet’in tercümanı, Arman Pandikyan efendi sorgulanır. Sorguda, soruların mahiyetinden, ülkenin içinde bulunduğu korkunç durumun farkına varan, kendi yaşamlarını hiçe sayarak kurtuluşa adayan Millicilerin zorlu savaşından etkilenen Ermeni asıllı Arman Pandikyan efendi İngilizler adına çalıştığı için utandığını ve gözünün boyandığını anlatarak milli mücadele saflarına şunları söyleyerek katılır:

“Ailemi, çocuklarımı size rehin ederken şerefim ve namusum üzerine söz veriyorum. Bu dakikadan itibaren hem düşmanın parasını alacağım, hem de emrinizde olarak vatanıma hizmet edeceğim.”

Sözünü tutan Arman Pandikyan efendi, kurtuluş mücadelesi başarıya ulaşana kadar verdiği ön istihbaratla önemli destek sağlar. Kendisinin verdiği önemli bilgilerden hareketle, Kuryeyle gönderilenler hariç, İngiliz istihbaratının bütün mektupları açılıp deşifre edilir, sahiplerine yollanır, elde edilen bilgilerle kurtuluş savaşı kazanılır.

İngiliz İstihbarat Başkanı Yüzbaşı Johnn Bennett’e suikast düzenlenir. Johnn Bennett ölmez fakat topal kalır geri memleketine kaçar gider. Gerçekten Topkapılı Cambaz Mehmet ve adamlarının şerrinden kurtulmak isteyen İşgal Kuvvetlerinin hepsi de 6 Ekim 1923 te geldikleri gibi çeker, geri giderler. İstanbul'u terk ederler.

Topkapılı Cambaz Mehmet, kendi gibi gözü pek arkadaşı Kadıköylü Şoför Murat ile birlikte bir gün İngiliz askeri üniformaları giyerek, General Harington’un aracının park ettiği Tepebaşında ki düşman Karargahının önüne giderler. Topkapılı Cambaz Mehmet'in 7 yaşında ki oğlu Ali de gözcülük yapar. İki arkadaş tabancalarını çekerek nöbetçilerin üzerine yaylım ateşi açarlar ve Şoför Murat General Harington’un yeni temizlenmiş gıcır gıcır makam arabasının direksiyona atlar. Gözcülük yapan küçük Ali'yi da arabaya alarak gaza basar. Beyoğlu Sokaklarında duman ve toz bulutu içinde araba ile birlikte kayıp olurlar. 

Arkada kalan General Harington’un adamları, herkes şaşkın ne yapacaklarını bilemezler.İşte o işgal sırasında, 1920 ile 1923 yılları arasında, İşgal Kuvvetleri başlarında bulunan Başkomutan İngiliz General Sir Charles Harington üç yıllık işgal süresinde adamlarıyla birlikte onlarda İstanbul’a kan ağlatmışlardır. Yukarıda görmüş olduğunuz Mustafa Kemal’in makam aracı Rols-Roys araba, işte o adama aittir. İşgal Kuvvetleri Başkomutanı General Sir Charles Harington’a. İngiltere den İstanbul‘a gelirken bu arabayı beraberinde getirmiş. İstanbul'u işgalleri sırasında makam aracı olarak kullanacakmış. Ancak az bir zaman kullandıktan sonra Atatürk'ün makam aracı olmuş. Hediye edilmiş fakat General Sir Charles Harington tarafından değil. O canını zor kurtarmış ve İngiltere ye zor kaçmış. E peki araba Atatürk'ün nasıl olmuş?

İşgal Kuvvetleri Komutanı İngiliz General Sir Charles Harington'un makam aracı artık Şoför Murat ile Cambaz Mehmet’in elindedir. Arabayı Şoför Murat Konya Akşehir'e kadar götürür ve orada Mareşal Fevzi Çakmak’a düşmandan zorla aldıkları bu aracı teslim eder. Araba Ankara’ya yollanır ve yakışanı olur. Mustafa Kemal’in makam aracı olur. İngiliz General Harington ondan sonra daha nere bindiğini bilemem. Zaten İstanbul da da duramaz kaçar gider.

Sizlerden ricam bu Topkapılı Cambaz Mehmet ismini hiç unutmayın. Çünkü bir çok yaptığı akıl almaz işleri ileriki zamanlarda yine anlatacağım. Çok ketüm olduğundan bu güne kadar yaptıkları hiçbir şeyi anlatmamıştır. Ancak bildiğimiz olayları yakın arkadaşları anlatmışlardır. 

Bağlanan o zaman ki 1500 tl maaşı kabul etmemiş, Kızılaya bağışlamıştır. Millet vekilliğini de kabul etmeyip sade bir vatandaş olarak yaşamağa devam etmiş; "Ben bütün bunları milletim ve Atam için yaptım." demiş, sadece bir 'Üstün Hizmet Madalyası'nı kabul etmiştir. Resimler internetten.

13 Kasım 2020 Cuma

YERALTI DÜNYASINDA DEĞİŞİM

Türk yeraltı dünyası,1960 yıllarında ilk defa kabuk değiştirmeğe başladı. Sicilya tipi mafya örgütlenmesinin ilk adımları İstanbul da cezaevinde atıldı.

Kabadayılar Kemal Uzun, Oflu Hasan ve Süleyman Sırrı Prodan, cezaevinde anlaştılar. Türkiye de artık uluslar arası gangsterlik kuralları hüküm sürecek ve Türk kabadayıları mafyaya katılacaklardı. Diğer bir ifade şekliyle dünyanın her yerinde gayrı meşru insanlar bir birlerini tanıyacak ve yeri geldiği zaman birbirlerine arka çıkacak, yardımcı olacaklar, mafya tek elden yönetilecekti. Bu da kendilerine büyük bir güç katacaktı.

Amerikan ve İtalyan mafyasıyla temas kurulmuş, bu konularda gizli anlaşmalar yapılmıştı. Böylece Türkiye de kabadayılığın mafyaya dönüşmesinin ilk adımı atılmıştı.

O yıllarda tüm ülkelerde uyuşturucu patlaması yaşanıyordu. Baz morfin, eroin ve LSD en çok tercih edilen uyuşturuculardı ve bunların bir çoğu Türkiye den elde ediliyordu. Uyuşturucu adresi Türkiye de Diyarbakır’ı gösteriyordu ve uzun süre devam etti. Böylece Türkiye de bu çarkın içine alınmış; kumar, haraç ve kaçakçılık ile gelişen Türk yeraltı dünyası, uyuşturucu alanındaki bu gelişmelerden de nasibini alacaktı.

Kabadayılar mafya babaları, adamları da tetikçi olacaklar, daha rahat çalışabilmek için ‘işadamı’ statüsünü seçecekler. Büyük şirketler kuracaklar. Kirli işlerini yasal işlerle kamuflaj ederek, üstlerini kapatacaklar ve ‘işadamı’ kisvesi altında daha rahat, kirli ve daha çok para kazanacaklar, kendilerine polis karışamayacaktı. Kaçakçılar nakliye şirketleri, kumarcılar ise otellerde kumarhane işletmeğe başlamışlardı. Türk yeraltı dünyası o eski kabadayılık yıllarından mafya yıllarına geçiş yapmıştı. Bu değişmelerden sonra para ve güç kazanmak için kan dökmekten çekinmeyen bir yapıya da sahip olmuşlardı. Silah, fişek ve uyuşturucu kaçakçılığı en büyük kazanç yollarıydı.

Dışarıda bu değişiklikler olurken cezaevi koşulları da değişmişti. İçerde en önemli racon volta kesmekti. Sonucu ölüm bile olurdu. Eskiden bileğine güçlüler 'Koğuş Ağası' olurlardı ve topladıkları kumar manoları ve uyuşturucu paralarıyla yoksul mahkumlara bakarlar, daha sonra da kirli işlerinde kullanırlardı. Sonraları parası çok olanlar koğuş ağası olmağa başladılar. Onlarda idare ile anlaşırlar içeri silah ve uyuşturucu getirtirler, içerde cinayetler bile işletirlerdi.

Yine olan polislere oldu;

Bu gelişmelerden sonra Türkiye'den uzaklaşması gereken bir mafya tetikçisi İtalya'ya gönderilmiş, orada İtalyan mafyası tarafından misafir etmişti. İtalyan mafyası da, başından savmak istediği bir Amerikalı tetikçiyi Türkiye ye göndermek istemiş ve Türk mafyasına bir haber yollamıştı; “Size bir arkadaş geliyor, onunla ilgilenin. Arkadaşımız papikçidir.”

‘apikçi’, hap kullanan, uyuşturucu müptelası demekti. İtalya’dan gönderilen kişi, sonradan ‘Camgöz Gary’ adıyla tanınacak olan Teksaslı Ralph Gary Bouldin adında Amerikalı bir gangsterdi. Amerika da ki Galbino çetesi, üzerlerinde ki polis baskısı nedeni ile tetikçi Ralph Gary Bouldin’ı İtalya’ya, İtalya mafyası da bu adamdan rahatsız olunca kurtulmak için Türkiye ye gönderiyorlardı. İtalyan sevgilisi Patricia Ann Seeds ile, Milanoda kiraladıkları bir Fiat arabayla Ralph Gary Bouldin Türkiye ye geldi. Bir kaç gün içinde Hatay, Mersin tarafları ve İstanbul da elde ettikleri uyuşturucuları, Türkiye den rahat çıkarabilmek için arabalarına uyuşturucu zulası yaptırmak istediler. ‘Zula’ uyuşturucuların arabada saklandığı gizli yerlerdir. Sirkeci de bir torbacıyla fiyat konusunda anlaşamayınca, ikinci bir torbacıya gittiler ve anlaştılar. İlk gittiği torbacı, ikinci torbacıyla anlaştıklarını öğrenince şahısları polise ihbarda bulundu.

28 Aralık 1968 Cumartesi, Bayramın birinci günü, polisler, Gary ve sevgilisi Patricia’yı, Fıat marka arabalarıyla Beyazit ta dolaşırlarken yakaladılar. Üst araması yapmadan bu şüpheli şahısları Karaköy Liman Lokantası'nın üstündeki Mali Şube Bürosuna götürdüler ve Nöbetçi Polis Memuru Ahmet Çetin’e teslim ettiler. Bir gözü takma olan Amerikalı gangster burada üst araması yapılacağı sırada, birden ayağa kalktı ve belinden iki silahını da çekerek etrafa rast gele ateş etmeğe başladı. Polislerde ateşle karşılık vermeleri üzerine dört saat süren silahlı çatışmada; Polis Memuru Ahmet Çetin, İngilizce konuşarak kendisini ikna etmeğe çalışan Emniyet Amiri Kemalettin Eröge ve o anda orada bulunan banka görevlisi Sadrettin Beksaç ile lokantada çalışan Kemal Barut olmak üzere toplam dört kişi, bu hippi gangster Gary'in tabancasından çıkan kurşunlarla can verdiler. Ayrıca altı kişi de yaralandı. ABD Büyük Elçiliğinden çağrılan iki CIA Ajanı, ölüm kusturan bu cani Ralph Gary Bouldin’ı makineli tabancalarla taradılar. Vücuduna altmış dört kurşun isabet etti ve orada öldürüldü. Bazılarına göre de O zaman ki Asayiş Şube Müdürü Saip Gözet’in vurarak öldürdüğü söylenir. Bu menfur olaydan gazeteler günlerce bahsettiler.
Baştan hatalı davranıp üst araması yapmayan Polis Memurları, hem arkadaşlarının, hem başkalarının canlarına, hem de bu olayın yaşanmasına sebep oldular.

Gary’nın İtalyan sevgilisi Patricia Ann Seeds o kargaşadan faydalanarak üzerinde ki iki kilo yedi yüz gram uyuşturucuyu olay yerinde koridora attı ve Mali Şubeden çıkıp kaçarak ABD Büyük Elçiliğine gitti.

Öldürülen Amerikalı saldırgan Ralph Gary Bouldin’in bir gözü takma olduğu için bizim gazeteciler hemen bir isim uydurdular ‘Camgöz Gary’. Yakınları Gary'nin cenazesine sahip çıkmadılar ve İstanbul da Feriköy Protestan mezarlığına gömüldü. Bu olay, on üç yıl kadar sonra İtalyan Trento Savcılığı tarafından yürütülen büyük bir eroin davası soruşturması esnasında bulunan, bir hatıra defterinde ki notlardan tam olarak anlaşıldı ve Galata vuku bulan bu katliam da tam olarak çözüldü.

12 Mart 1971 Muhtıra dönemi, babaları da operasyon kapsamına aldı. Ünlü ‘Babalar Operasyonu’ sırasında, hamalken babalığa yükselen Abuzer Uğurlu, Oflu İsmail, Dede Sultan ile Dündar Kılıç ve birçok ünlü isim cezaevine konuldu. Dündar Kılıç, Ankara'nın ünlü kabadayısı Kürt Cemali'nin öldürülmesine adı karışınca İstanbul'a kaçmış, kısa bir süre sonra o da ünlü kabadayı olmuştu.

Babaların cezaevine girmeleri, işlerine daha çok yaradı. Siyasi olaylar nedeniyle cezaevlerine atılan sözde aydın kişilerle tanıştılar ve mafya takımı ile aydın kişiler arasında bir dostluk oluştu. Bazıların dostlukları dışarıda da devam etti ve siyasi olaylarda teröristler silah ve cephaneleri bazı babalardan temin ettiler.

Aslında babalar operasyonun amacı, yeraltı dünyasını çökertmekti. Ancak tam tersi oldu. Babalar, cezaevinden daha da güçlenerek çıktılar. Parayı konuşturup, aşama kaydetmişlerdi. Sicilya geleneğini Türkiye'ye yerleştirmiş; adliyeden politikacısına, askeriyeden polisine kadar bir çok çevrede dost edinmişlerdi. Turgut Özal iktidarı zamanında babalar vergi iadesi için hayali ihracatçılığa da el attılar. Bu yoldan da çok büyük vurgunlar vuruldu. Yasalar mafyanın menfaati için değiştirildi. Kanunlardan genel müsadere cezası kaldırıldı. İstediğin kadar çal, çaldığını devlet elinden alamayacaktı.

Babalarla devlet iç içe olmağa başladı. Kalp krizinden ölen mafya lideri Oflu Hasan'ın cenazesi, bütün bu olanların kanıtıydı. Bu mafya babasının cenaze törenine, çok sayıda politikacı, emniyet müdürü, polis ve askerler katılmıştı. Dönemin Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay'ın oğlu Kaya Sunay Oflu Hasan’ın ölümüne çelenk göndermişti.

Mezarlıkta, kumarhaneci Arap Nasri ile dönemin Çalışma Bakanı Ali Rıza Uzuner birlikte dua etmiş, gazeteciler tarafından görüntülenmişti. Zamanla meşhur silah ve uyuşturucu kaçakçısı Abuzer Uğurlu ile MİT arasında bir yakınlaşma olmuştu. Böylece o eski kabadayılar gitti, yerine mafya ve babalar, gangsterlik daha kanlı bir şekilde geldi.

Günümüze yakın zamanlarda ise bu gelişmeler daha da ilerledi ve uyuşturucu baronları engel tanımaz oldular. Türkiye de yasalmış gibi hareket edip uyuşturucu trafiğini idare ettiler. Sigara kaçakçılığından uyuşturucu baronluğuna yükselen Urfi Çetinkaya, göz boyamak için kazandığı uyuşturucu paralarıyla İstanbul da sekiz okul yaptırıp, Milli Eğitim Bakanlığına bağışladı ve devletten takdir aldı. Daha sonraları 'Son Tango' operasyonunda kendisini yakalayan jandarmalar hakkında 'Beni uyuşturucu kaçakçısı ilan ettiler.' diye, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine suç duyurusunda bulundu ve Mahkeme Türkiye Cumhuriyeti Devletini 10 bin euro tazminat ödeme cezasına mahkum etti.

Daha sonra ki yıllarda Hüseyin Baybaşın, Nejat Daş ve Çetin Gören gibi baronlar tarafından kurulan şirketler kanalıyla uyuşturucu, tırlarla ve gemilerle sevk edilmeğe başlandı.

Günümüzde ise İran uyruklu ünlü uyuşturucu baronu Naci Şerifi Zindaşti'nin 'Uyuşturucu Kaçakçılığı' davasına bakan hakim Cevdet Özcan'ı telefonla arayarak, yargı üzerinde baskı kurup, tahliye olmasını sağladığı için, Cumhurbaşkanlığı Hukuk Politikaları Kurulu Üyesi Prof. Dr. Burhan Kuzu ve dava hakimi Cevdet Özcan hakkında soruşturma başlatıldığı, 18.03.2020 tarihli Sözcü gazetesi Haber Gündem de yer almıştır.

Eskiden beri uyuşturucu ve silah kaçakçılığından kazanılan milyarlarca dolarlar FETÖ, PKK gibi yıkıcı örgütlere aktarıldı. Bu arada bir çok kirli işleri kapatmak için, bir çok cinayetler işlendi, gemiler batırıldı ve olayların çoğu faili meçhul, üstü örtülü olarak kaldılar. Bu olayların bir kısmına bazı ülkeler de devlet desteği verdiler.

İşin en acı tarafı ise piyasaya sürülen uyuşturucuların ancak yüzde onu yakalanıyor olması. Yüzde doksanı ile insanlar zehirlenerek çok miktarda paralar kazanılması ve bu paraların da Türkiye Cumhuriyeti Devletinin yıkılması için kullanılıyor olması.

6 Kasım 2020 Cuma

HAZİNE

 
Vaktiyle bir ülkede fakir bir adam yaşarmış. Bu adamın on beş yaşlarında bir de oğlu varmış. Ölmeğe yakın oğlunu yanına çağırır ve ona küçük bir sandık vererek; “Oğlum ben çok fakir yaşadım. Çok sefalet içinde büyüdüm. Senin de sefalet içinde yaşamanı istemem. Bu sandığı iki yıl kadar önce bir ihtiyar bilge adam vermişti. İçinde muazzam bir hazine var. O hazineye ben sahip olamadım. Ömrüm yetmedi. Sen sahip ol ve bolluk içinde yaşa. Sefalet içinde yaşama!” Der ve yaşlı adam bir zaman sonra düşer ölür.

Yalnız başına kalan yaşlı adamın oğlu bir kaç yıl daha sefalet içinde yaşadıktan sonra babasının verdiği sandık aklına gelir. Sandığı açar bakar ki, içinde bir kitap var. Genç kitabı itabı eline alır. Kitabın ilk kapağında; ‘Bu kitap çok kıymetli bir hazinenin yeri var. Hazineye ulaşmak için kitabı hiç sayfa atlamadan sabırla ve sırasıyla okumalısınız. O zaman hazineye sahip olursunuz. Sayfa atlarsanız, büyü bozulur ve hazineye ulaşamaz zengin olamazsınız. Hazine kimsenin ulaşamayacağı bir yerde saklıdır ve güvendedir. Kitap bittiği zaman hazineye ancak siz sahip olacaksınız.” Diye yazıyormuş.

Genç çok merak eder ve büyük bir heyecanla başlar kitabı okumağa. Türkçe yazan kitabı delikanlı büyük bir dikkatle okur. Kırk elli sayfa okuduktan sonra kitap konuyu İngilizce anlatmağa başlar. Hay aksi. Birkaç sayfa daha okur fakat okuyamaz. Çünkü delikanlı İngilizce bilmiyor. Tercümana götürüp okutsa, o hazinenin yerini tercüman öğrenecek ve delikanlıya söylemeden gidip hazineyi tercüman alacak. Ne yapsın?

Delikanlı hemen gitmiş uğraşmış, çalışmış, didinmiş İngilizceyi öğrenmiş ve kitabı okumağa devam etmiş. Aaa on beş yirmi sayfa kadar sonra kitap Almanca olarak anlatmağa başlamış. Yaşlı adamın oğlu gitmiş Almancayı da öğrenmiş. Daha sonra kitap Arapça devam ettiği için Arapçayı ve Çinceyi de öğrenmiş. Bu sırada da yabancı dilleri öğrendiği için geçimini tercümanlık yaparak sürdürmeğe devam etmiş. Bir süre sonra da genç adam o ülkenin en iyi tercümanlarından biri olmuş. Refah içinde yaşayıp sefaletten kurtulmuş. Kurtulmuş fakat o kitabı okumağı da bırakamamış, okumağa devam etmiş.

Kitabı okumağa devam ettikçe o kitapta ekonomiden tutunda değerli maden ve taşlara, inşaattan, ustalığa kadar her şeyi yazıyormuş ve delikanlı hepsini öğrenmiş. Ve artık geçimi için de öğrendiklerinin hepsini genel yaşamında uyguluyormuş. Çok zengin olmuş.

Bu delikanlının ünü az zamanda her tarafa yayılmış ve Kralın kulağına da gitmiş. Kral bu bilgisiyle ünlü genci görüp tanımak istemiş. Bir gün sarayına çağırmış. Sarayında tanıştıktan sonra ona görevler vermiş ve az zaman sonra danışman yapmış. Zamanla çok daha bilgili olduğunu görünce vezir ve baş vezir yapmış.

Önceleri sefalet içinde yaşayan bu delikanlı, artık çok refah ve rahat bir hayat yaşamağa devam etmiş. Kralın bir de çok güzel kızı varmış. Delikanlıya aşık olmuş. Delikanlı da ona aşık olmuş ve onunla evlenerek güzel bir yuva kurmuş, kralın kızıyla bu delikanlı.

Ben de yıllar önce bir mecmuada bu yazıyı okurken hep kitabın sonunu merak ederdim. Acaba bu kitabın sonun da ne yazıyordu? Hazine neredeydi? Delikanlı da merak etmiş olacak ki yine de devam etmiş, kitabı bitirmiş ve en son yaprağı çevirince;


“BİLGİ EN KIYMETLİ HAZİNEDİR !” diye yazıyormuş, kitabın sonunda.