SAYFALAR

25 Mart 2021 Perşembe

SESSİZ GEMİ

Ben ‘Sessiz Gemi’ şiirini ilk olarak Rize Lisesinde okumuştum. Edebiyat Dersinde Hocanın da anlatımıyla şiirin özünde bir cenazenin tabut içerisinde mezara götürülüşü olduğu ve insanın ölüm olayını anlattığını söylemişlerdi. Halbuki öyle değilmiş. Şiir büyük bir aşkın kavuşmadan son bulmasını ölüme benzeterek anlatıyormuş.

Öykü şöyle;

Celile Hikmet Hanım, Anne tarafından Alman kökenli ve Selanik te doğmuş, güzelliği ile İstanbul sosyetesinin en fazla tanınan ve ilgisini çeken kadınlarından biridir. Güzelliğinin yanında ressamlık, piyanodan el işlerine kadar her dalda becerileri vardır ve parmakla gösterilmektedir. O Osmanlı’nın ünlü Valilerinden biri olan Hikmet Bey ile evlendirilir. Evliliklerinin birinci yılı bir oğulları dünyaya gelir, adını Nazım Hikmet koyarlar.

Nazım Hikmet, okul çağına geldiği zaman Heybeliada Bahriye Mektebi'ne öğrenci olur. Yahya Kemal Beyatlı da bu okulda öğretmendir. Öğretmen öğrenci ilişkilerinden iki aile tanışırlar. Bir zaman sonra Yahya Kemal Beyatlı, Nazim Hikmet’e evinde de dersler vermeğe başlar.

Yahya Kemal‘in öğretmenlik yaptığı grupta, geleceğin ünlü şairi Nazım Hikmet dışında, bir de Necip Fazıl vardır. Ve bir şekilde Nazım Hikmet'in annesi ile Yahya Kemal arasında ki başlayacak olan aşka, onun da ismi karışacak ve hatta ceza bile alacaktır.

Celile Hanım oğlu Nazım Hikmet'in hocası Yahya Kemal ile tanışınca ona aşık olur ve yuvası tehlikeye girer. Yahya Kemal, Nazım Hikmet'e ders verdikten sonra kalan boş zamanında, Celile Hanım’la sanat ve edebiyat hakkında uzun sohbetler eder, bir birlerine hissi yönden çok yakınlaşırlar. Aralarındaki yakınlık giderek artar ve aşka dönüşür. Celile Hanım çok geçmeden evliliğini sonlandırarak eşi Hikmet'ten boşanır. Bekar olan Yahya Kemal’in kendisiyle evleneceğini ümit etmektedir.

Celile Hanım ile Yahya Kemal arasındaki yakınlık, bir süre sonra Nazım Hikmet'in öğrenci olduğu Bahriye mektebinde duyulur. İstanbul artık bu ikisinin aşk söylentilerini konuşmaktadır.

Hatta bu dedikodular yüzünden Yahya Kemal, bir süre okula gidemez. Okula gittiğinde ise, öğrencisi ve Nazım Hikmet’in de arkadaşı Necip Fazıl tarafından alaylı cümlelerle karşılanır. Bu söylediklerinden dolayı Necip Fazıl okulda ‘Kodes’ dedikleri ceza ile cezalandırılır.

Celile Hanım ile Yahya Kemal arasındaki aşktan az zaman sonra Nazım Hikmet’ın de haberi olur. Nazım Hikmet, bu aşka olan tepkisini göstermek için, öğretmeni Yahya Kemal’in paltosunun cebine bir not bırakır; 'Muallim olarak girdiğiniz bu eve, babam olarak giremezsiniz.' Diye yazar ve her rastladığı yerde hocasını ölümle tehdit eder. Yahya Kemal, Celile Hanım ile Nazım Hikmet'in tehditlerinden korktuğu için evlenmek istemez. Celile Hanım ise dedikoduları kapatmak için Yahya Kemal ile evlenmek ister. Hatta bütün hazırlıklar yapılır, eşyalar bile alınır. Onu her zaman Nişantaşında ki evine çağırır fakat Yahya Kemal gidemez.

En son Celile Hanım'a bir mektup yazarak bu büyük aşkı hüsranla sona erdirir fakat yıllar sonra tekrar karşılaşırlar. Celile Hanım oğlu Nazım Hikmet’i hapisten kurtarmak için Galata Köprüsünde açlık grevi yapmakta ve kendisine taraftar toplamağa çalışmaktadır. Yahya Kemal da oradan geçerken görür fakat yanına gidip konuşmaz. Celile Hanım da kör olduğu için Yahya Kemal'i görüp tanıyamaz. İki defa oğlunu kurtarması için Yahya Kemal'e mektup yazar fakat Yahya Kemal hiç ilgilenmez.

Yahya Kemal öldükten sonra, notları arasında, bir zarf çıkar ve o zarfın içerisinde de kurumuş iki yaprak gül vardır.

Zarfın üzerinde; ‘Bu zarfın içindeki hatıra, 19 Ağustos 1930’da Sirkeci garında gece saat 10.00 da veda edip ayrıldığımız aziz bir kadının göğsüne taktığı güldendir. Koparıp verdiği bu iki yaprağı daima muhafaza edeceğim.’ Diye yazar.

Celile Hanım, Yahya Kemal’den umudunu kesince, gemi ile Paris’e gitmeğe karar verir ve vedalaşmak için Yahya Kemal'ı de Sirkeci Garı’na çağırır. Yahya Kemal Sirkeci Garına gider fakat onunla vedalaşmak için cesaret edip yanına yaklaşamaz.

İşte Yahya Kemal’in ünlü şiiri Sessiz Gemi, büyük aşkı Celile Hanım vapurla İstanbul’dan ayrılıp Paris’e giderken, onun bindiği geminin arkasından bakarak Sirkeci Rıhtımında yazdığı aşk şiiridir. İçinde sevgilisi Celile Hanımı taşıyan gemi Paris'e doğru hareket ederken o bu yolculuğu mezara götürülen bir tabuta benzetir ve o şiiri yazar.

SESSİZ GEMİ

Artık demir almak günü gelmişse zamandan,
Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan.
Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol;
Sallanmaz o kalkışta ne mendil ne de bir kol.

Rıhtımda kalanlar bu seyahatten elemli,
Günlerce siyah ufka bakar gözleri nemli.
Biçare gönüller! Ne giden son gemidir bu!
Hicranlı hayatın ne de son matemidir bu!

Dünyada sevilmiş ve seven nafile bekler;
Bilmez ki giden sevgililer dönmeyecekler.
Birçok gidenin her biri memnun ki yerinden,
Birçok seneler geçti; dönen yok seferinden
                                  Yahya Kemal Beyatlı

18 Mart 2021 Perşembe

MÜSLÜMAN OLDULAR


İsveç’e görevli gitmeden önce imtihanlara girerken eşime hiç söylemedim. İki defa Adana da iki defa da Ankara da dört defa imtihanlara girmeme rağmen onun hiç haberi olmadı.

Herkes torpil bulup öyle imtihanlara giriyorlardı. Hem de torpiller Millet Vekillerinden olacak. Ben öyle torpil nerde bulurdum. Hem bulsam da zaten kabul etmez, kimseye borçlu kalmak istemezdim. Öylesine imtihanlara girdim işte. İşin içinde kazanamamak ta olduğu için mahçup olmak vardı. Onun içinde hiç kimseye söylememiştim. Hem de kazanırsam sürpriz yaparım diye düşünmüştüm.

Ankara ya imtihanlara giderken de ‘dış illere göreve gidiyorum!’ diye gitmiştim. Çünkü o zamanlar Adana da ki bir çok suçlar komşu illerde ki insanlar tarafından işlenir, suç işleyenler çeker memleketlerine giderler kimsenin haberi de olmazdı. Ağır suçlara biz Cinayet Masası baktığımız için suçlu hangi ilden gelmiş ve suç işlemişse, izini sürer Valilik onayı ile gider, üç dört gün o ilde kalır suçluları yakalar getirirdik. Onun için bizim hanım da hiç şüphelenmedi.

Oturduğumuz Gazipaşa Mahallesinde komşuların hepsi bizi çok severlerdi. O Arap uşağı kadınlar çocuğumuzu elden bırakmazlar ben görevde, hanım da görevde olduğumuz zamanlar hiçbir karşılık beklemeden onlar bakarlardı. Hatta ben bazen kendi çocuğuma kızdığım zaman bana bağırır hakaret bile ederlerdi. Hanım da görevi bitip okuldan geldiği zaman o kadınların yanlarına gider onlarla oturur vakit geçirirlerdi.

En son imtihan ve tabanca atışları için Türkiye'nin bütün illerinden şartları tutan bir çok polisleri Ankara'ya çağırdılar. Ankara Emniyet Müdürlüğünde imtihanlara girdik. 
İmtihan sonuçları üç beş gün kadar sonra kadrolarımıza bildirildi. Onun için neticeleri imtihan heyetinden başka hiç kimse bilmiyordu ve dolayısıyla ben de bilmiyordum. 

Eve geldiğim günün akşamı hanım; “Çok heyecanlıyım. Böyle bir şey olamaz. Bugün Keriman Ablalarda kahve içtik te gelini falımıza baktı. Bana öyle güzel şeyler söyledi ki! İnanamadım. Zaten inanılmaz fakat yine de çok hoşuma gitti. Mutlu oldum, çok sevindim.” Dedi.

“Ben de merak ettim ve anlat bakalım ne dedi?” diye sordum.

“Üç gün veya üç ay içinde siz ailenizle birlikte çok uzak ve çok güzel ve hayırlı bir yerlere gideceksiniz. Tayınınız çıkmış, eviniz toplanmış. Bu gideceğiniz yer o kadar güzel bir yerdir ki belki de Cennettir. Yemyeşil ağaçlık, deniz aralarına girmiş, çok güzel görülmemiş güzellikte bir yerlerdir.” Demiş. “Mümkün değil o fal çıkmaz, ben de inanmadım fakat yine de öyle bir sevindim ki anlatamam.” Dedi.

İşte o zaman; “Ben sana söylemedim fakat yurtdışı imtihanlarına girdim, belki de kazanıp yurt dışına gideriz.” Dedim. Evimizde bir kıyamet koptu. Sadece “Sen böyle bir şey yapar da bana nasıl söylemezsin.” Diyordu ve bana bağırıyordu. Hanımım çok ta haklıydı. Ona söylemem lazımdı. Çok büyük bir hata işlediğimin farkına vardım. Dört gün kadar sonra Ankara dan imtihanları kazandığıma dair emir geldi. Sadece üç gün sonraya bir tarih verilmiş. “Geçici görevle yurt dışında görev yapacağından şu tarihte Dışişleri Bakanlığında hazır bulunun” Deniliyordu gelen emirde. Nereye gideceğim saklı tutuluyor, yazılı değildi. En son uçak biletlerini alana kadar bana da söylemediler.

Bu sebepten eşim beni defterden sildi. Artık benimle konuşmuyordu. Kadınların inadı başka bir şeye benzemez. Bir türlü beni af etmiyordu. Ağabeyi Metin memleketten gelince daha bir şey diyemedi ve ufak ufak benimle konuşmağa başladı. O iş, yanı küslük az da olsa biraz düzeldi.

Artık gerisi kolaydı. Barıştıktan sonra ben Ankara'ya gittim ve İsveç'e gideceğimi öğrendim. Hemen telefonla eşime haber verdim. Dışişlerinden pasaportumu ve harcirahı aldıktan sonra ertesi gün dört beş saatlık bir uçak yolculuğundan sonra İsveç'e indim. Yerleştikten sonra eşim de iki oğlumuzla birlikte üç ay sonra geldiler. Ücretsiz izin almıştı. Hakikaten falda anlattıkları gibi bir yerdi İsveç. Tamamen değişik çok güzel bir ülkeydi. Orada çalışan Türk işçileri de vardı. Bir çoklarıyla tanıştık ve dost olduk.

İsveç te kaldığım yer iş yerime çok uzaktı. İlk zamanlar önce otobüse sonra trene sonra yine otobüse biner öyle gider gelirdim. Sonraları araba alınca araba ile gidip gelmeğe başladım. Arabasız gidip gelirken tam bir saatım yolda geçerdi fakat hiç zorluk çekmezdim, çünkü otobüs ve tren geçeceği saatler duraklarda yazılı olurdu ve bineceğim araçlar tam o yazdığı saatte gelir hazır olurlardı. Zaten birinden indim mi bineceğim araç durakta yolcuyu bekliyor olurdu.

İsveç’in iklimi aynen bizim Karadeniz iklimine benzer. Fark kışı çok ağır geçerdi ve kışın bazı geceler hiç sabah olmaz, yerlerden de buz hiç kalkmazdı. Yazın da gece olmazdı. Gündüzün beş on gün devam ettiği olurdu. İki üç günde bir mutlaka fazla miktarda yağmur yağardı fakat duraklarda çok beklemediğimiz için pek problem olmazdı.

İsveçli orta yaşlı bir aile komşumuz vardı, kendileriyle sadece selamlaşır geçerdik. Hiç çocukları yoktu. Veya vardı da belki başka şehirde yaşıyordu. Bazen kavga ederlerdi biz sadece gürültü ve seslerini duyardık. Kavgaları da çok enteresandı. Önce erkeğin sesi gelirdi. İsveççe bir şeyler söyler, bağırır çağırır, pencereden çatal, kaşık, tabak dışarı fırlatılır. Yarım saat kadar bütün sesler kesilir ortalık süt liman olurdu. Yarım saat sonra kadın başlardı bağırmağa. Hiç erkek sesi çıkmazdı. O da pencereden radyo, teyp ne varsa atardı dışarı. Yine sesler kesilir bir yarım saat daha geçince erkek tekrar başlardı bağırmağa. Bu kavgaları saatlerce sürerdi. Birbirlerine evin içinde vurup vurmadıkları görünmezdi, sadece gürültüler ta dışarıdan duyulurdu.

Bir sabah yağmurlu bir havada öyle aceleyle evden çıktım ve iş yerime gidecektim. Bizim apartmanı biraz geçtikten sonra 8-9 yaşlarında sarışın olduğundan İsveçli olduğunu anladığım bir kız çocuğu durakta durmuş yağmurdan sebep bir yere gidemiyordu. Aynı zaman da biraz da ıslanmıştı. Çocuk sarışın çok güzel ve sevimliydi ve hem de ağlıyordu. Ben İngilizce bir şeyler sordum fakat çocuk İngilizce bilmiyordu. Aslında ben de bilmiyordum da çat pat bir şeyler konuşuyordum işte. Elimde ki şemsiyeyi çocuğa verdim ve ben oradan ıslanarak şemsiyesiz bir kaç adım yürüdüm. Çocukta galiba öğrenciydi, aksi tarafa benim şemsiyemi açtı eline aldı ve yürüyüp gitti. Bir tane şemsiye ne olacak? 5 krona en iyisini alırdım. Ben tabi biraz ıslandım fakat olsun.

O gün akşamdan geri geldim, benim çıkacağım asansörun önünde 60-70 yaşlarında sarışın ırı yarı bir adam bekliyordu. Ben asansorun kapısını açınca o da bindi ve bana İsveç çe bir selam verdi. Ben de ‘hey’ dedim selamını aldım. Nereli olduğumu sordu. Bana İsveççe bir şeyler daha anlattı ama ben anlamadım. Evime girdim. O nereye gitti bilmiyorum.

Bir saat kadar sonra kapım çalındı. O adam, kendi gibi İsveçli bir sarışın bayan ve bir de ‘fifon (şeytan)’ dedikleri kara kafalı bir adam ile geldiler. Genel de İsveçliler yabancıları hiç sevmezler siyah saçlılara İsveççe de şeytan anlamına gelen 'fifon' derlerdi. Kara kafalı Türkçe konuşuyordu, Nevşehirli Kerim isminde bir işçi. Anlaşılan o İsveçli Nevşehir liyi tercüman olarak getirmiş. Benimle konuşmak istediklerini söylediler.

Eve davet ettim ve ne konuşacaklarını sordum. Kerim o İsveçli adam ile konuştuktan sonra “Sen bu sabah bir kız çocuğuna şemsiyeni verdin mi?” diye bana sordu. Hemen o sabah ki olayı hatırladım ve çok korktum. Acaba o şemsiyemi verdiğim kız çocuğuna bir şey olmuştu da ben den mi bileceklerdi? Acaba ben iyilik yaptığımı düşünürken beni suçlayacaklar mıydı? “Eee ne olmuş o çocuğa?” dedim. “Konuştur çabuk anla da bana da anlat.” Dedim. Uzun uzadıya onlarla konuştu ve bana da anlattı, rahatladım.

O İsveçli karı koca, sabah o durakta ağlayan çocuğa şemsiyemi verdiğimi pencereden görmüşler. Çok merak etmişler. Akşama doğru gelecek diye asansörun önünde o İsveçli adam beni beklemiş ve benimle konuşmak istemiş. Bütün mesele bu. Oh çok rahatladım. Üstelik çocuğu da tanımıyorlar mış.

“Bizler de böyle bir adet yok. Kendi malımızı başkasına asla vermeyiz. Senin ihtiyacın olduğu halde kendi şemsiyeni başkasına niçin verdin?” dediler.

“Ben kendimi korurum fakat o küçük çocuk kendini koruyamaz hasta olurdu, onu düşünerek verdim. Sonra bizim dinimizde; 'Komşun aç iken sen tok yatmayacaksın! İhtiyacından fazlasını başkalarıyla paylaşacaksın. Herkese iyi niyetle yaklaşıp, iyilik edeceksin.' der. Onun için şemsiyemi o çocuğa verdim.” Dedim.

Dinimizi sordu ve Müslüman olmak istediklerini söylediler. O Nevşehirli Kerim onları aldı camiye götürdü. Orada Pakistanlı bir hoca vardı onunla tanıştırdı ve karı koca Müslüman oldular.

11 Mart 2021 Perşembe

FALCILAR BAZEN BİLİYOR


Ünlü ve zengin bir kadın sabah uyandığı zaman içi sıkılıyordu. Anlamadığı bir nedenle çok huzursuzdu ve içinde büyük bir sıkıntı vardı. Biraz oyalandaıktan sonra geçer diye düşündü ama hiç geçmedi, daha da arttı. Kadın bu duruma çok endişelenmeğe başladı. Acaba neden içine böyle bir sıkıntı girmişti.

Daha önceden de defalarca yanına gittiği ve tanıdığı bir falcı dostu vardı. Bu falcıyı zaten o memlekette tanımayan hiç kimse yoktu. Çözemediği bazı sorunları olduğu zaman hep onun yanına gider ona fal baktırırlardı ve baktığı falların çoğu da üç aşağı beş yukarı tutar, insanlar biraz olsun rahat olurlardı.

Bu kadın da düşündü ve karar verdi en iyisi o falcıya gitmekti. Kendisine ancak o yardımcı olabilirdi.

Bu ünlü falcıya telefon açtı ve randevu istedi.

''İmkansız, tam çıkmak üzereydim!'' dedi falcı kadın.

Israr etti ve falcı kadını bekletti. O çok zengin ve içi sıkılan kadın yanına gitti. Karşılıklı oturdular ve biraz sohbetten sonra sıra esas dertlerine fal bakmağa geldi.

Falcı kadın fal baktığı küresini yanına getirdi önlerine koydu ve ikisi birlikte içine baktılar. Falcı kadın bir taraftan da kürada gördüklerini anlatıyordu. Birden kaşları çatıldı, göz bebekleri büyüdü, yüzü korkunç bir hal aldı ve kafasını kaldırıp o fal baktırmağa gelen içi sıkıntılı zengin kadının yüzüne baktı.
''Ay, olamaz, çok üzgünüm!'' dedi. Bir an için durakladı. Belli ki söylemek istemiyordu.

''Ne'' dedi öbür kadın.

Falcı Kadın;

''Kürede yarın yok, göremiyorum!'' dedi.

Yıkılmıştı içi sıkıntılı zengin kadın. Medyum bugüne kadar pek az yanılmıştı. Kürede yarın olmadığına göre, bu gece son. Ölecekti. İkisi de çok üzüldüler. Bir daha görüşmemek üzere sarılıp vedalaşıp ayrıldılar. Zengin kadın evine geldi. 

Ne yapmalıydı? Vasiyetini yazdı. Biraz televizyon izledi. Sonra da ölüm için bazı hazırlıklar yaptı. Biliyordu ki yarın ölecekti. Uykusu pek gelmemişti fakat son gecesiydi ve ne yapacağını bilemiyordu. Gitti evinin terasında ki yatağına girdi. Uyurken ölürse daha iyi olurdu. Hiçbir şey hissetmeden ayrılırdı bu dünyadan. Gözlerini kapattı, uyumağa çalıştı. Önce uyuyamadı ve sonra derin bir uykuya daldı.

Saatler sonra deliksiz bir uykudan uyandığı zaman güneş yeni doğuyordu. Cıvıl cıvıl kuş sesleri duyuluyordu. ‘Acaba Cennette miyim?’ diye düşündü. Her şey gece bıraktığı gibiydi ve ölmemişti evindeydi. Yatağından kalktı. Sabahlığını giydi ve salona indi. Her şey normaldı. Falcı kadın yanılmıştı galiba bu kez, kürede gördükleri olmamıştı. Kapısına bırakılan gazeteleri aldı ve tekrar terasa çıktı. Hazırladığı yiyecekleri masaya getirip, zevkle ve büyük bir sevinçle kahvaltı ederken bir taraftan da yanda duran gazetelere bakıyordu. Birden gözü gazetelerde ki bir habere takıldı.

Gazete manşetinde büyük puntalarla şöyle yazıyor; 
'Fal bakıp her şeyi bilen ünlü kahin, dün akşam trafik kazasında öldü.'
                                      (Alıntı)

4 Mart 2021 Perşembe

MASLAK TA

Gece yarısı karakolun telefonu çalar. Nöbetçi memur ahizeyi kaldırır. Karşıdaki ses:
- İiiiiyi aaaakşamlar. Meeemur bey biiir iiihbaaarım olacaktı.

Memur;
- Buyrun.

İhbarcı;
- Buuburada ööölü bbbbir at var.

Memur;
- Adresi verin, hemen aldıralım efendim.

İhbarcı;
- Mm... Mmmmaaaa...

Memur;
- Maslak mı?

İhbarcı;
- Mm Mmmaaaa..
Polis memuru:
- Yeter kardeşim, konuşmayı öğren, öyle ara!


Bir iki dakika sonra telefonu yine çalar. 

Karşıdaki ses:
- İiiyi akşamlar. Bbbir iiihbarım olacaktı.

Memur;
- Dinliyorum.

İhbarcı;
- Bbbuu burada öölü bir at var.

Memur;
- Tamam beyefendi adresi verin hemen aldıralım.

İhbarcı;
- Mmm. Mmmaaa..

Memur;
- Maslak ta mı?.

İhbarcı
- Mmm.. Mmmmaa..
Polis memuru tekrar telefonu kapatır. 

Aradan üç dört saat geçer, telefon tekrar çalar. 

Karşıda ki ses:
- Bbbiiir iiih..baarım varrr.

Memur;
- Tamam kardeşim biliyorum. Bir ihbarda bulunacaksın. 
Orada ölü bir at var. Maslak ta!

İhbarcı;

- Eeevet. Eeevet Meemur bey Maslak ta da.. Ama ben ölü atı Maaçka dan Maaaslak'a gggetirene kkadar aaanam aağladı! der.