SAYFALAR

29 Mayıs 2020 Cuma

ZEHİR

Uzun yıllar önce Çin de Li-Li adında genç ve güzel bir kız yaşar. Evlenme çağına gelen Li Li mahallenin en yakışıklı delikanlısı ile evlenir. Evlenir fakat evlendiğine de bir zaman sonra çok pişman olur. Çünkü Li Li aynı evde kocası ve kaynanası ile birlikte yaşamaktadır. 

Bir müddet  iyi geçindikten sonra kocası ile iyi de, kaynanası ile geçinmenin çok zor olduğunu anlar. Çünkü kaynanası her yaptığı işe karışır ve aralarında sık sık tartışmalar, hatta kavgalar bile olur.

Arada sırada yaşlı kadın Çu-En gelini Li Li’yi döver. İkisinin arasında kalan eşine de üzülen genç kadın Li Li, yaşlı kadın kaynanasının bu evde fazlalık olduğunu ve ölmesi gerektiğini düşünür. Babasının Pekin de ki eski bir arkadaşı olan baharatçının yanına giderek derdini ona anlattıktan sonra kaynanasını öldürmek için ondan bitkilerden bir zehir yapmasını ister. Yaşlı baharatçı adam bir kaç gün sonra tekrar yanına uğramasını ve zehrin hazır olacağını söyler. Yaşlı baharatçı adam bitkilerden bir zehir şurubu hazırlar ve bir şişe içerisinde, bir kaç gün sonra yanına gelen Li Li’ye verir. Her gün bu zehirden kaynanasının yemeklerine bir çay kaşığı karıştırarak azar azar altı ay yedirmesini söyler.

Bu arada yaşlı baharatçı adam, genç kadın Li Li'ye, zehirden kimsenin ve eşinin şüphelenmemesi için kaynanasına çok iyi davranmasını, her dediğini yapmasını, en güzel yemekleri pişirip ona yedirmesini, asla tartışmaya girmemesini, sıkı sıkıya tembihler.

Li-Li sevinçle eve döner  ve yaşlı adamın dediklerini aynen uygular. Her gün en güzel  yemekleri yaparak kaynanasına yedirir. Ama tabağına, yemeklerinin içerisine de azar azar yaşlı baharatçı adamın verdiği zehri damlatır. Kimseler şüphelenmesin diye de ona çok iyi davranır. Kaynanası kavga etmek istese de o her zaman alttan alır, hiç bir zaman sürtüşmeğe girmez ve kavgaya meydan vermez. Bu böyle devam ederken bir süre sonra kayın validesi de çok değişir ve ona çok iyi, nazik, kendi kızı gibi davranmağa başlar. Hatta bazı konularda karar verirken unun da fikirlerini sorar. Ev de artık kaynanası, kocası ve kendisi herkes birbirini çok severler ve çok mutludurlar.

Dört beş ay sonra Li Li de kaynanası Çu-En'i annesi kadar çok sever ondan ayrılmak istemez fakat yemeklerine koyduğu zehirle kaynanası bir iki ay sonra öleceğini hatırlar. Artık öz annesi gibi sevdiği kaynanasını öldüreceğine çok pişman olur ve onu kurtarmak için çareler arar. Aynı  baharatçıya koşar, gider. Yaşlı adamdan şu ana kadar kaynanasına verdiği  zehri onun kanından temizleyecek ve onu yaşatacak bir  ilaç daha yapması için ona yalvarır. Yaşlı adam, yaşlı gözlerle karşısında duran Li-Li ye bakar ve gülerek..

Sevgili Kızım Li-Li;
“Sana verdiğim zehir değil, doğal otlardan yaptığım kuvvet şurubuydu. O şurup kayın valideni öldürmez daha da güçlendirir. Asıl gerçek zehir ise senin beyninde olandı. Sen kaynana iyi davrandıkça oda sana iyi davrandı ve hem senin, hem de kaynananın beyninizde ki zehir dağıldı, yok oldu. Yerini sevgiye bıraktı. Onun için başka ilaç yapmamıza gerek yok.” der.

Eski bir Çin atasözü; 
Gül veren elde gül kokusu kalır.


28 Mayıs 2020 Perşembe

KİTAP

https://www.smashwords.com/books/view/1024526  


Saygıdeğer okuyucularım. Yukardaki linkten ilk kitabım ANILARDA KALANLAR'ın bir kısmına para ödemeden erişir ve beğenirseniz tamamını satın alabilirsiniz. Saygı ve sevgilerimle.

5 Mayıs 2020 Salı

DELİ BAL

Doğu Karadeniz de ‘Kumar çiçeği’ derler. Kumar ağaçlarında açar. Dağ gülü olduğu söylense  de esas dağ gülü yerde olan ve mevsimlik biten sarı, beyaz ve kırmızı renkli çiçek açan bir ottur. 

Doğu Karadeniz de ki kumar ağaçlarında olan çiçekler, onlar dağ gülü değil, kumar ağacı çiçekleridirler. Bir adet kumar çiçeği bir kaç tane laleye benzeyen koni şeklinde başka çiçeklerden oluşur. 

Kumar ormanlarda kendi kendine yetişen ve boyu beş-altı metreyi geçmeyen çok dayanıklı bir ağaçtır. Yaprakları kestane yapraklarına benzer kocamandırlar ve yaz kış hiç dökülmezler. Bazılarının yere bakan yüzleri beyazdır. Ona beyaz kumar derler. Onun çiçekleri de beyaz olur.

Eskiden köylerde ekmekler pilekinin içinde pişirilirdi. 'PİLEKİ' toprak veya taştan yapılır. Her evin içinde açık ateş yanardı. Tam ateşin ortasına gelecek şekilde yukarıdan aşağıya doğru kalın ve uzun bir zincir asılırdı. Bu zincirlerin ateşe yakın yerinde geri kıvrılmış iki yanlı kalın kancalar bulunur, bu kancalara kazanlar asılır içinde yemekler pişirilir ve açık ateşin ısısından faydalanılırdı. Açık ateş yanan yerin sağ ve sol tarafları ile üst tarafında sağlam düz taşlar bulunurdu ve bu taşlara 'KERA' derlerdi. Pileki açık ateşte iyice ısıtılır ve ‘AGIŞ’ denen özel yapılmış, ucu kanca şeklinde ki bir demir çubukla tutularak ateş üzerinden kera nın üzerine alınırdı. Hazırlanan hamur içine konularak, üzerine sac örtülüp onun üzerine de kürekle közler dökülerek pişirilirdi. 'SAC' pilekinin üzerini örtecek şekilde kesilip yapılmış düzgün bir teneke parçasıydı. Pilekinin üzerine örtmek için sacı olmayanlar kumar veya kestane ağaçlarının geniş yapraklarını bulur onlarla örterlerdi pilekiyi. Üzeri de yine bol miktarda közlerle küllenerek kapatılırdı. Öyle pişirilirdi ekmekler. Sonraları toprak zemin olan evlerin iç kısımları beton ve tahta döşeme oldu ve pileki yerine de daha modernleşerek kuzine sobalar adet oldu. Ekmekler kuzine sobalarda tepsi içinde pişirilmeğe başlandı. Şimdilerde ise hiç ekmek pişiren yok. Hepsi hazır fırınlardan alıyor. Ben ekmek pileki de piştikten sonra kumar yapraklarına yapışan 'KEYİNÇ' denilen küçük sert ekmek parçalarını koparıp yemeği çok severdim. Babaannem yedirtmezdi. “Sonra büyüdüğün zaman sakalların çıkmaz.” derdi. Ondan mı bilmem hakikaten benim sakallarım biraz seyrek oldu.

Kaçkar dağlarına çıkıldıkça, yükseklerde küçülür ve çalı şeklinde yere doğru yatık olarak bulunurlar kumar ağaçları. Yaprakları da küçük ve alt tarafı beyaz tüylü, çiçekleri de beyaz renkte olurlar. Her ağaç açtığı çiçekten sonra ya meyve ya da tohum verirler. Kumar ağaçlarının hiç biri meyve tohum vermezler. Peki yazları neden çiçek açarlar? Ormanı mor veya pembe renkleriyle görenleri adeta büyülemek için mi? O da bilinmez tabi. Kumar ağaçları üç renk çiçek açarlar. Mor, pembe ve beyaz. Çiçekleri kokusuz olur ve kökleri de zamk gibi yapışkandır. Alıp ağızda emildiği zaman insanın ağzına bal tadı gelir. Açan kumar çiçekleri bir zaman sonra kendiliğinden yerlere dökülür, etrafa güzel bir görüntü sağladıktan sonra kayıp olur giderler. Yöre halkı dökülen bu çiçekleri toplayıp bazı ilaçlar yaparlar. Egzama ilacı.

Eskiden insanlar ormanda ki bu kumar ağaçlarını keserler ve kışın yakmak için odun yaparlardı. Bu nedenle bu ağaç türü yok olmasa da Doğu Karadeniz ormanlarında azalmış durumda. Kış odunu olarak tercih edilmesinin sebebi de çok dayanıklı ve yüksek ısıya sahip olmalarındandı.

Kumar ağaçlarının olduğu yerlerde, yanı Doğu Karadeniz ormanlarında çalı şeklinde başka bir ağaç daha yetişir. O yörede bu ağaca ‘EĞRİ’ derler. Esas adı ‘ZİFİN veya SARIAVU’ dur. Bu ağacın da sarı ve mor renkli çiçekleri olur. Onlar da kumar ağaçları gibi meyve vermez, sadece çiçek açarlar ve kısa sürede çiçekleri solar yerlere dökülür. Eskiden kanser olmayalım diye alır ağzımızda çiğnerdik. Acı bir tadı vardır. Hayvanlar yedikleri zaman hasta olurlar hatta ölenler bile olurdu.

Sadece o yörede yetişen başka bir ağaç türü daha var, ‘KARAYEMİŞ’ Onun çiçekleri beyaz ve salkım şeklinde olur. Çok güzel kokarlar ve karayemiş meyve verir. Meyvesi son baharlarda yenir. Kiraza benzer ve çok değerlidir. Çok çeşitleri vardır. Ormanda kendiliğinden yetişenleri de var. Onlara ‘YABANI KARAYEMİŞ’ derler. Onun meyvesi ince olur ve yabanı hayvanlar çok sever yerler. Karayemiş meyvesi ilk ağızda çiğnendiği zaman ağzın tadı kötüleşir. Ağız uyuşur. İlk yiyen bir daha yemek istemez. Sonra alışır, yedikçe de yemek ister, doymak bilmez. Onun da mide ağrılarına filan ilaç olduğu söylenir. Yaz kış yapraklarını hiç dökmez. Yemyeşil durur. Hatta dağda olanı Kışın getirip hayvanlara yedirirler. Biz çocukken, derenin suyunu keser gölü durgunlaştırıp karayemişin taze yapraklarını çuvalın içinde taşlarla döver, suyun içinde sağa sola gezdirirdik. Gölde ki balıklar zehirlenir, ters döner, suyun yüzüne çıkarlar ve yakalardık. O suya girdiğimiz zaman gözlerimize kan oturur, günlerce yanardı.    

Şimdi gelelim kumar, eğri ve karayemiş ağaçlarında açan çiçeklerin meziyetlerine.

Eskiden insanlar ormana giderler büyük ve yüksek gürgen ağaçlarına ‘PETEK’ dedikleri arı kovanları kurarlardı. Bu gürgen ağaçlarının üzerine çıkmak zor olduğu için, özel iplerden yapılmış kalın ve uzun halatlar kullanırlardı. Halatların bir ucunu kese gibi yapar içine çakıl taşları koyup sonra üzeri taşların dökülmeyeceği gibi örülür ve bir tarafını ağır yaparlardı. O ağır tarafından tutar gürgen ağaçlarının dallarına atarak, bir kişi bu halattan tırmanır, ağaca çıkardı. Diğer bir kişi de aşağıda kovanı halata bağlar. Üstteki onu yukarı çeker ve ağacın uygun yerine kurarlardı. Hatta bunun için uydurulmuş veya essahtan olmuş bazı hikayeler de anlatırlardı. Zamanla bir Laz baba üç oğluyla ormana gidip, halat atarak birlikte gürgen ağacına çıkıp bir kaç kovan kurarlar. Baba oğullarından yerde olan ile biraz atışır dil kavgası ederler ve yerde ki oğlu orayı terk eder, eve gider. Aksilik ya gürgen ağacının üstünde bulunan bir baba ve iki oğlunun halatları kayarak ağacın üzerinden yere düşer. Şimdi koca gürgen ağacından bu dört kişi nasıl insinler? Bir kaç saat ağacın üstünde bekledikten sonra bakmışlar ki gelen yok, giden yok. Babaları bir öneri sunmuş oğullarına; "Ben şimdi üstte dalı sıkı bir şekilde tutacağım. Sizlerden biriniz benim ayaklarımı, diğeri de öbürünün ayaklarını tutup yere kadar ulaşacağız ve kurtulacağız." der ve öyle de yaparlar. Fakat daha yere ulaşmadan en üstte dalı tutan babalarının eli acır veya tuttuğu daldan kaymak üzereyken, aşağıda ayağından asılan çocuklarına bağırır; "Sız ellerinizi sıkı tutun, ben elume 'tu' diyeceğum ha." der ve ellerine tu demek için her iki eli ile dalı bırakınca kendilerini yerde bulurlar. 'TU' eline tükürmektir. Tuttuğu şeyi daha sağlam tutabilmek veya biraz ağır işleri yaparken eli kaymaması için ele 'tu' diye tükürülür. 

Bu petekler kalın ıhlamur ağaçlarının içi oyulur ve yanlarına delikli tahtadan tapalar uydurularak yapılırlar. Rüzgardan zarar görüp yere düşmemesi için uzun kalın çıtalarla gürgen ağaçlarına çakılır veya bağlanırlar. Kovanlar ağaca kurulduktan sonra bu kovanlara oğul arılar kendiliğinden konar ve petekler ‘ŞEN’ olur. Bir defa konduğu zaman bu arılar ölmez ve kovanı kolay kolay terk etmezler. Uzun zaman, her sene tamamen doğal, hiç insan eli değmeden ormanda ki bu kovanda bal yaparlar. Adına da 'KARA KOVAN' derler. D
ünyanın başka hiçbir yerinde görülmemiş ve bulunmayan bir baldan bahsediyorum. Hala daha bu baldan elde edenler vardır Doğu Karadeniz de. Bizim de Saltaskur, Şima ve Akup Ormanlarında ki yüksek gürgen ağaçlarında eskiden böyle kovanlarımız çok vardı. Sonra kimse bakmayınca hepsi kayıp olup gittiler.

Arılar bu kovanlarda ki balları işte yukarıda anlattığım kumar, eğri ve karayemiş ağaçlarının çiçeklerinden alır yaparlar. Bu balın adı 'DELİ BAL'dır. Ayılar da bu balı çok sever büyük ağaçlara çıkar kovanı düşürür balını yerler. Yedikten sonra da bir çoğunu bal tutar, bayılır yerlerde yatarlar. Kumar ve karayemiş çiçeklerinden alınıp yapılan bu bal ağza alınınca hemen belli olur. Bir tatlı kaşığı kadar yenildiği zaman ağzın içini ve boğazı yakar, uyuşturur. Yedikten sonra bir hafta kadar bütün vücudunu hareketlendirir. Kollarda ayaklarda ve bütün vücudun içinde sanki bir şeylerin hareket ettiği, çok açık bir şekilde hissedilir. İnsani bir çok hastalıklardan, hiç doktora gitmeden tedavi eder. Eğer bu baldan çok yersen o zaman vay haline. Hasta olursun. ‘ÇEÇ’ dedikleri peteği ile birlikte yersen hasta olma riskin daha fazla. Yörede bu bal çok çeşitli ilaçlarda kullanılır. 

Deli balın Rusların bölgeyi işgalinde de önemli bir rol oynadığı bilinir. Rus askerleri Doğu Karadenizi işgal etmek için geldikleri zaman, ormanlık alanlarda ilerlerken kara kovanları görüp içerisinde ki balı alarak yemişler. Deli bal olarak adlandırılan bu balı bolca yedikleri için zehirlenmişler. Bazıları hastalanmış bazıları da ölmüşler. Bu olaydan Rus tarih kitaplarında bahsedilir. Deli balın bilim literatürüne girişi de bu şekilde olmuştur ve bu olay Rus kaynaklarınca şöyle anlatılır; On binlerce Rus askerleri zorlu bir yolculuktan sonra işgal etmek için Doğu Karadeniz Bölgesine girerler. Yeşil orman ağaçlıklarında ilerlerken, ağaçlarda ki kara kovanlardan yerlere bal damladığını görürler. Askerler kovanları açar ve baldan alır yerler. Bu baldan yiyen askerler ya uykuya dalar uyurlar, yada hasta olurlar. Aradan saatler geçer fakat uyanamazlar. Uyananlarda abuk sabuk konuşmağa başlarlar. Onları gören Karadenizli yerliler askerlerin üzerlerinde ne varsa alır, ayıkanları da bir güzel döverler. Ayıkan askerlerin bir çoğu nere uğradıklarına şaşırır kıyıya doğru kaçar giderler.


‘BAL TUTMASI’ derler. Bundan ölenler bile olur. Beni deli bal iki defa tuttu. Önce kulaklar ısınır ve uğuldamağa başlar. Her şey çok normal fakat gözler görmez. Her taraf karanlık görünür. İnsanlar seslerinden tanınır. Akıl, her şey yerinde fakat ayağa kalkıp yürünemez. Bu durum bir gün kadar devam eder. Ertesi gün bütün ağrı ve sızılardan arınmış olarak yepyeni bir güne başlanır. Yanı hiç bir hastalık kalmaz insanda. Eskiden çok olurdu ve köylerde herkesi bal tutardı, tutmadığı adam sanki de hiç olmazdı. Köyde beni tuttuğu zaman derede göle atladım ve pek fazla uzun sürmedi, iyileştim. Soğuk su da duş almak veya üzerine sıcak bir bardak su içmek iyi gelir bal tutmasına. Ankara da tuttuğu zaman yedi gün Numune Hastanesinde yoğun bakımda yattım ve iyileştim. Genel de zayıf düşmüş vücutları çok tutar. Her sabah bir çay kaşığı ilaç yerine yemek te fayda var. Eğer çok fazla balı birden yersen işte o zaman adamı tutar ve sarhoş eder, az yersen bir şey yapmaz, çok faydalıdır.

Doğu Karadeniz halkı manilerine bile konu etmişler deli bal ve kumar ağaçlarını;

Bal yedim tuttu beni, sevdan kuruttu beni,
Benim hayırsız yarım, ne tez unuttu beni.
Yokuş artık bitmişti, düzlüğe çıktı yolum,
Mor orman çiçekleri, çevrili sağım solum,
Seni sevdim seveli tükenmez ki dertlerim, 
Gel biraz konuşalım, ne olur sevdiceğim.
Gel gidelim dağlara dağlar olsun evumuz,
Kumarların yaprağı olsun kiremidumuz.

1 Mayıs 2020 Cuma

NEDEN BAĞIRIRIZ


Hintli bir bilge öğrencileriyle birlikte gezintiye çıkarlar. Ganj nehri boyunca yürüyüp giderlerken iki kişinin birbirlerine bağrışarak tartıştıklarını görürler.

Bilge Adam hemen öğrencilerine sorar;
“İnsanlar öfkelendikleri zaman birbirlerine neden bağırırlar?”

Öğrencilerden biri; Çünkü sükunetlerini muhafaza edemezler de ondan bağırırlar Hocam.” Der, Hocasına.
Bilge öğrencinin verdiği bu cevaptan tatmin olmamış ve kendisi açıklamış;
“Ama insanlar yan yana iken, birbirini iyi duyabildikleri halde, öfkelendikleri zaman karşısında kine neden bağırırlar? O kişiye bağırmadan, meramlarını daha alçak bir sesle anlatamazlar mı? Neden yüksek sesle konuşurlar?” diye tekrarlamış.

Öğrencilerinin hiç birinden ses çıkmayınca kendisi başlamış anlatmağa;
“İki insan birbirilerine öfkelendiği zaman, kendileri yakın olsalar bile, kalpleri birbirinden uzaklaşır. Arada ki mesafe uzadığından seslerini kalplerine duyuramazlar. Kalplerine seslerini duyurabilmek için bağırmak zorunda kalırlar. Ne kadar çok öfkelenirlerse, arada ki mesafe de o kadar uzar ve o mesafeyi kapatabilmeleri için de o kadar çok bağırmak zorunda kalırlar.” Der ve;

Bilge Adam tekrar sorar;
“Peki iki insan birbirlerini sevdikleri zaman ne olur?“
Yine cevabı kendisi verir;
“Kalplerinin arasında ki mesafe azalır. Bu sebeple birbirlerine yakınlaşırlar ve bağırmak yerine sakince konuşurlar. Çünkü kalpleri birbirine yakındır veya arada mesafe yoktur, yada çok az bir mesafe vardır. Seslerini kalplerine daha kolay duyururlar.” Der ve Bilge Adam bir daha sorar;
“Peki iki insan birbirlerini daha fazla severseler ne olur?”

Cevabı yine kendisi verir;
“O zaman artık hiç konuşmazlar. Sadece fısıldaşırlar. Çünkü kalpleri birbirlerine daha da çok yakınlaşmıştır. Artık bir süre sonra fısıldamayı da kaldırırlar. Konuşmalarına hiç gerek kalmaz. Sadece bakışmaları yeterli olur. İşte birbirlerini gerçek anlamda sevmek böyle bir şeydir.” Der ve;
Daha sonra Bilge Adam şöyle devam eder;

“Bu nedenle, birileriyle tartıştığınız zaman kalplerinizin arasına mesafe girmesine izin vermeyiniz. Aranıza mesafe koyacak sözcüklerden uzak durunuz. Aksi taktirde mesafenin arttığı öyle bir zaman gelir ki, bir daha geri dönüp mesafeyi azaltamaz, birbirinize yakınlaşacak yolu bulamazsınız.” Der Bilge Adam.