31 Aralık 2022 Cumartesi
DİVANÜL LÜGATİT TÜRK
DİVAN’ÜL LÜGATİ’T TÜRK İÇİN KAÇ BİLİM ADAMI ÖLDÜRÜLDÜ BİLİYOR MUSUNUZ?
Uzak yerin haberini kervan getirir. Kaşgarlı Mahmud
Kaşgarlı Mahmud tarafından yazılan meşhur eseri Divanü Lügati’t Türk’ü tercüme etmek isteyen çok sayıda Türk bilim adamı Rus ve Çinliler tarafından öldürüldü. İşte Rus ve Çinliler tarafından katledilen Türk bilim adamları…
Dünya üzerinde bir kitap, basımı için bu kadar çok sayıda bilim adamının can vermesine sebep olmamıştır. Bu kitabın ismi; Divanü Lügati’t Türk, yazarı da büyük bilgin Kaşgarlı Mahmud… Bu sene 1000′nci doğum yılı kutlanan ve 2008 yılı da kendi yılı ilan edilen Kaşgarlı Mahmud’un Türkçe’nin ilk büyük sözlüğü ve ilk Türk ansiklopedisi olan Divanü Lügati’t Türk, tam 800 yıl boyunca ortada yoktu; tıpkı bir diğer kitabı Kitab’ül Cevahir gibi…
Divan-ı Lügat’it Türk, geçtiğimiz yüzyılın başında, Ali Emiri tarafından bulundu. Avrasya Yazarlar Birliği Genel Başkanı Yakup Deliömeroğlu, kitabın bulunuşunu şöyle anlatıyor: “Kitabı sahaflarda Ali Emiri Efendi buldu. Ali Emiri Efendi, kitabı satın aldığında duyduğu sevincini şu şekilde dile getirir: ‘Bu kitabı aldım; eve geldim. Yemeği içmeği unuttum…
Bu kitabı sahaf Burhan 33 liraya sattı. Fakat ben bunu birkaç misli ağırlığındaki elmaslara, zümrütlere değişmem.’ Büyük bir coşku içinde olan Ali Emiri Efendi kitabını kimseye göstermek istemedi. Hem kitabı kıskanıyor ve hem de kaybolmasından endişe ediyordu. Devrin ünlü simaları Ziya Gökalp ve Fuad Köprülü gibi şahıslar, Ali Emiri Efendi’nin Divanü Lügati’t Türk’ü bulduğunu işitmiş ve görmek istemişlerse de Ali Emiri Efendi onları kitaba yanaştırmamıştı. Kitabı sadece çok güvendiği Kilisli Rıfat Efendi’ye gösteriyordu.
Ali Emiri Efendi satın aldığında, kitap hırpalanmış ve yıpranmış bir vaziyetteydi. Şirazeleri çözülmüş, formaları dağılmış, sayfaları birbirine karışmış ve numaraları da yoktu. Bu sebeple kitabın eksik mi, tam mı olduğu belli değildi. Ali Emiri Efendi bunun tespitini Kilisli Rıfat Efendi’ye yaptırdı. Kilisli Rıfat Efendi, iki ay müddetle kitabı üç kere okudu, karışmış sayfaları yerli yerine koydu ve numaralandırdı. Daha sonra da kitap Matbaa-i Amire’de üç yıl süren bir maceranın ardından basıldı.
Yakup Deliömeroğlu, kitabı kendi dillerine tercüme etmek isteyen çok sayıda Türk bilim adamının da bu yolda Rus ve Çinliler tarafından şehit edildiğini söylüyor. İşte Rus ve Çinliler tarafından katledilen Türk bilim adamları…
Dîvân ü Lügati’t Türk’ün Türk dünyasında ilk tercüme girişimi Azerbaycan’da oldu. Sovyet Bilimler Akademisi’nin Azerbaycan Şubesi, bu iş için Halid Said Hocayev’i görevlendirir. Hocayev, 1935-37 yıllarında bu görevi tamamlar. Fakat Hocayev ve yardımcılarının başarısının mükafatı, ölüm olur.
1937 yılında bu kez meşhur Uygur şairi Kutluk Şevki ve eğitimci şair Muhammed Ali Dîvân ü Lügati’t Türk’ü Uygurcaya tercüme ettikleri için katledilirler ve bütün çalışmaları yakılır. Kutluk Şevki, hac yolculuğu sırasında uğradığı İstanbul’dan Kilisli baskısını alarak ülkesine götürmüştür. Bilim dünyasına hizmet için giriştikleri iş, kendi sonlarını hazırlar.
Uygurlar, 1944 yılında Şarki Türkistan Devleti’ni kurduklarında, ilk iş olarak Dîvân ü Lügati’t Türk’ün tercümesi işine girişirler. Bu iş için meşhur âlim İsmail Damollam görevlendirilir. Birinci cildin tercümesi tamamlanmıştır ki, Rusya ile Çin anlaşarak Şarki Türkistan Devleti ortadan kaldırılır ve İsmail Damollam öldürülür. Şarki Türkistan’ın Kızıl Çin tarafından işgal edilmesinden sonra Uygur bölgesinde Sinjang Özerk Yönetimi kurulur. Kaşgar bölgesinin Valisi Seyfulla Seyfullin, maddi kaynak da ayırarak tanınmış şair ve tarihçi Ahmed Ziyaî’yi, Dîvân ü Lügati’t Türk’ün tercümesi için resmen görevlendirir. 1952-54 yılları arasında Divanın tercümesi tamamlanır ve Pekin’e basılması için gönderilir. Baskının giderleri de Kaşgar valiliği bütçesinden ayrılmıştır. Ancak Pekin 'karşı devrimcilik ve milliyetçilik' suçlamaları ile Ahmet Ziyaı’yi 20 yıl ağır hapse mahkûm eder ve Ziyaî cezaevinde işkence altında can verir, divanın bütün tercümeleri de yakılır.
Yılmayan Uygurların bir başka girişimi, 1960-63 yıllarında, Çin İlimler Akademisi Şincang Bölümü Müdür Yardımcısı Uygur Sayrami tarafından hayata geçirilir. Fakat hem Sayrani yardımcılarıyla birlikte öldürülür hem de tercümenin metinleri yakılır.
Uygurların Divan’a merakı bütün bu olanlara rağmen azalmamakta aksine artmaktadır. Halkın ve aydınların yoğun isteği ile Dîvân ü Lügati’t Türk İbrahim Muti’in yönetiminde Abdusselam Abbas, Abdurrahim Ötkür, Abdurrahim Habibulla, Abdulreşit Kerim Sait, Abdulhamit Yusufi, Halim Salih, Hacı Nur Hacı, Osman Muhammed Niyaz, Emin Tursun, Sabit Ruzi, Muhammet Emin ve Mirsultan Osmanov’dan oluşan 12 kişilik komisyon tarafından tercüme edilir. Bu tercüme ile Divan, 1981-84 yıllarında Urimçi’de 3 cilt halinde ve 10 bin nüsha basılır.
Divan’ül Lügat’it Türk, Kazakistan ve Azerbaycan’da ise SSCB’nin yıkılışından sonra yayınlanabildi.
Dr. Fahri Solak Marmara Üniversitesi Öğretim Üyesi https://akademiye.org/tr/?p=1884
23 Aralık 2022 Cuma
HER ŞEYİN BİR SEBEBİ VAR
"Almanların yenilmesiyle savaş bitmiş mütareke imzalanmıştı, Filistin'den çekiliyorduk. Bir kaç subay arkadaşla karşı tarafın subaylarıyla çekilme işlerini görüşmek için düşman karargahına gittik. Karşı tarafta Fransız üniformalı bir subay bana sık sık bakıyor gözünü benden hiç ayırmıyordu. Ben buna bir mana veremiyordum.
Fransız subay yerinden kalkıp bana doğru geldi ve "Nasılsın Ömer Seyfettin" dedi. Hayretler içinde kaldım ve; "Beni nerden tanıyorsun? Ben bir yüzbaşıyım öyle tanınacak kadar üst düzey bir kumandan değilim." dedim.
"Ömer biz seninle İstanbul da askerî lisede beraber okuduk. O zaman benim adım Ahmet Nihat'tı." deyince, ben de hatırladım. Hep dini Kur'an-ı eleştiren, Türkleri devamlı kötüleyen, vatan bayrak sevgisi olmayan, bir öğrenci idi amma yine de Fransız subayı olması normal değildi.
"Peki, nasıl Fransız subayı oldun?" dedim.
Dedi ki: "Ne zaman bir savaş olsa Türkler galip gelse içimde üzüntü oluyordu. Türkler kaybetse zarar görse içimde bir sevinç oluyordu, çoğu zaman kendimi ayıplıyor neden böyleyim diyordum. Bir gün Anneme ısrarla bunun sebebini sordum."
"Oğlum dayanamayacağım, anlatayım! İstanbul hastanesinde görevli bir Fransız doktor vardı. Hastaneye gidip gelirken onunla birlikte oldum ve sen o Fransız doktorun oğlusun. Babanın bundan haberi olmadı, şimdi sen öğrendin." dedi.
"Zaten babam bildiğim Türk çoktan ölmüştü. O hastaneye gittim. O tarihte çalışmış o isimde ki doktorun adresini çıkarttım. Fransa’ya gittim, esas babam olan o doktoru buldum. Olanları, Annemin sözlerini söyledim. 'Hiç bir şeyi unutmadım, anneni gerçekten sevmiştim' dedi ve beni kabul edip nüfusuna yazdırdı. Fransız okullarında eğitimimi tamamladım ve gördüğün gibi bir Fransız subayı olarak karşındayım Ömer Seyfettin!" dedi.
Ülkemiz de o kadar çok öyle adam var ki; şimdi milletini, bayrağını, Atatürk'ü, Cumhuriyeti eleştirenleri gördükçe Ömer Seyfettin'i ve yazdığı o hikayesini hemen hatırlıyorum. Alıntı.
16 Aralık 2022 Cuma
KUŞÇUBAŞI EŞREF VE ZENCİ MUSA
Balkan Savaşı başladığı zaman Kuşcubaşı Eşref Paşa'nın yanında savaşa katılır. Edirne geri alınırken, cephede Kuşçubaşı Eşref’in adeta gölgesi olur. Canla başla çarpışır. İkisi de vatan için mücadele ederler ve Edirne yi kurtarırlar.
I. Dünya Savaşı patlak verdiği zaman Osmanlı Devleti de bu savaşın içerisinde bulur kendini. Çanakkale, Kafkasya, Filistin ve Hicaz cephelerinde işgal devletlerine karşı var gücüyle savaşırlar.
Osmanlı Genel Kurmay Başkanı Enver Paşa, bir gece yarısı Teşkilat-ı Mahsusa’nın lideri ‘Kuşların Şeyhi’ lakabı ile tatınan Kuşçubaşı Eşref Paşa'yı evinde ziyaret eder. Arabistan ı ele geçiren İngilizlerin Anadolu’ya doğru ilerlediklerini ve Güneyden de vurmadıkça savaşı kontrol altına alamayacaklarını, güney de ki birliklerimizi toparlamak için de, oraya yardım götürülmesi gerektiğini söyler. “300 bin altın hazır. Para İstanbul’dan Yemen'e gidecek.” der. Eşref Bey bir an şaşırır. Enver Paşa’nın gözlerinin içine bakar “Nasıl gidecek bu altınlar Yemen’e? Yemen’le İstanbul arasındaki Orta Doğu işgal altında. Medine’de Fahrettin Paşa zor direniyor, nasıl gidebilir, kim götürebilir bu parayı?” der.
“Bu parayı Yemen'e ancak sen götürebilirsin Eşref, onun için sana geldim.” Der Enver Paşa!
Kuşçubaşı Eşref Paşa ile Enver Paşa altınların götürülmesi için anlaşırlar ve bir plan yaparlar.
Arap yarımadasını iyi bilmesi, aşiretleri tanıması, Arapçasının mükemmel olması, hatta kabile şivelerini dahi bilmesinden dolayı emir Eri Zenci Musa’yı ve Teşkilat-ı Mahsusa’dan da güvendiği 70 kadar adamını yanına alır Eşref Paşa. Altınlar her birine dağıtılır. Eşref Paşa da bir Bedevi kılığına girer. İki ayrı kola ayrılarak 72 kişi Medine’de buluşmak üzere İstanbul dan yola çıkarlar ve bir sorun yaşamadan Medine’ye ulaşmayı başarırlar.
Medine de Fahrettin Paşa, Eşref Paşa'ya, "Buradan bir adım dahi dışarı çıkamazsın. İngiliz istihbaratı 300 bin altınla sizin Yemen’e gittiğinizi öğrendi." der. Demek ki Medine'yi savunan komutan Fahrettin Paşa'nın istihbaratı da tamdır.
Kuşçubaşı Eşref’in bu olayda sadece iki askeri sağ kalır. Sağ kalan iki askeri Zenci Musa ve arkadaşıdır. Kuşçubaşı Eşref Paşa altınları Yemen de Ali Sait Paşa'ya gönderebilmek için daha önce bir plan daha hazırlar ve planına göre kendini yem olarak gösterip, bilinen normal yoldan giderken, emir eri Musa ve arkadaşı altınlar yüklü develerle birlikte gizli çöl yollarından giderek Yemen’e doğru yol alırlar ve kendi esir düştükten birkaç gün sonra, Zenci Musa altınlarla birlikte Sana’ya ulaşır.
Altınları Yemen Komutanı Ali Sait Paşa’ya teslim ederken, buruk bir ses tonuyla, “Çok şükür başardık ama Eşref Paşa'mızın düşman eline düşmesine engel olamadık.” Diyerek ağlamağa başlar.
Altınların kaçırıldığını ve Yemen'e götürüldüğnü anlayan İngiliz kuvvetleri Zenci Musa ve arkadaşının peşine düşerler ancak ne Musa’yı ne de arkadaşını yakalamayı başaramazlar.
12 Ocak 1917’de gerçekleşen bu olay, London Times Gazetesi’nde sekiz sütunla manşetten verilir. İngilizleri aldatarak 300 bin altını Ali Sait Paşa’ya teslim eden Zenci Musa artık bütün İngilizler tarafından tanınmakta ve aranmaktadır.
Zenci Musa, vatana hizmet aşkıyla büyük bir işe imza atmış, ancak engin bir muhabbet ve sadakatle bağlı olduğu komutanı Eşref Paşa'dan da ilelebet ayrı düşmüştü.
Zenci Musa altınları teslim ettikten sonra yine gönüllü olarak Yemen’deki direnişe katılır. Büyük kahramanlıklar gösterir fakat İngilizlere esir düşer. Bir çok işkencelerden sonra Birinci Dünya Savaşı’nın bitiminde bulunduğu esir kampından kaçar.
Bir müddet Yemen de kaldıktan sonra Millî Mücadelenin başladığını duyar duymaz bir yolunu bulup İstanbul’a gelir. Ancak ne bir kuruş parası ne de yatacak bir yeri vardır. Kendisini Yemen’den tanıyan, kaçırdığı altınları teslim ettiği Ali Sait Paşa da İstanbul'dadır ve Dahiliye de çalışmaktadır. Bir akşam üzeri onunla buluşur. Ali Sait Paşa, "Musa, bu vatana çok hizmet ettin, emeklilik için dilekçe ver seni maaşa bağlayalım." der. Zenci Musa şöyle bir etrafına bakar ve; "Paşam, ben bu fakir milletin parasını kabul edemem." diyerek teklifi reddeder.
Ali Sait Paşa onu hamallar kâhyası Ferit Bey'e götürerek, ön ayak olur ve Zenci Musa’nın Karaköy Gümrüğünde hamallık yapması sağlanır.
Musa artık bir hamaldır ve hamallık yaparak geçimini sağlamağa çalışmaktadır fakat devletine hizmet etmekten de hiçbir zaman geri kalmaz. Gündüzleri gümrükte hamallık yaparken, geceleri Özbekler Tekkesinden Anadolu’ya gönderilen silah sevkiyatı işlerine yardım eder.
İstanbul işgal kuvvetleri komutanı General Sir Charles Harrington'a, ‘hani şu kuvvetlerimizi atlatıp altınları Yemen’e ulaştırmayı başaran Sudanlı Zenci Musa var ya, işte o Karaköy Gümrüğünde hamallık yapıyor.’ derler. İşgal kuvvetleri komutanı General Sir Charles Harrington, Zenci Musa’yı görmek için Karaköy Gümrüğüne gider ve onu bir süre uzaktan izler. Sonra yanına yaklaşıp ‘kendileri ile çalışması halinde, onu altına boğacağını, bu perişan halinden kurtaracağını’ söyler.
Aldığı teklif karşısında çok sinirlenen ve olanca heybetiyle oturduğu yerden ayağa kalkan Zenci Musa, General Harrington’a “Komutan, her teklif, herkese yapılmaz. Senin bu teklifin beni ancak rencide eder. Benim bir devletim var. O da Devlet-i Osmanî. Bir bayrağım var. O da ay yıldızlı bayrak. Benim bir tek komutanım var. O da Kuşçubaşı Eşref Paşa. Ama şunu bil ki bu iş daha bitmedi. Sizinle mücadelemiz devam edecek.” diye bağırır.
Zenci Musa’nın uzun yıllar boyunca çektiği sıkıntı ve eziyetler nedeniyle yorulan bedeni hayat şartlarına daha dayanamaz vereme yakalanır. Bavulunu alır gider, Özbekler Tekkesine sığınır. Özbekler Tekkesi Şeyhi Ataullah Efendi tarafından kendisine bir oda tahsis edilir, orada yatar kalkar. Az bir zaman sonra Zenci Musa’nın bedeni vereme yenik düşer ve ruhunu hakka teslim eder.
Vefat ettiğinde geriye sadece tahta bir valizi kalır. Ömrünü sadakatle vatanına adayan Sudanlı Zenci Musa’nın valizi açıldığında içinden; bir adet Mushaf-ı Şerif, bir adet ay yıldızlı Türk Bayrağı, beyaz bir kefen bezi, bir Osmanlı haritası ve birde birlikte çalıştığı Komutanı Kuşçubaşı Eşref Paşa'nin solmuş, eski bir fotoğrafı çıkar.
Kuşçubaşı Eşref Paşa ile birlikle Arabistan’a seyahatleri sırasında, Zenci Musa’yı tanıyan Mehmet Akif Ersoy ise Zenci Musa için, “Eşref Bey’in emir eri Zenci Musa, Omuzundan arşa yükseldi Nebi İsa” diye mısralar yazmıştır.
Zenci Musa’nın sadakatle bağlı olduğu komutanı Kuşçubaşı Eşref ise esir tutulduğu Malta’dan kurtulup İstanbul'a gelir. Gelir gelmez emir eri Zenci Musa’yı yanına almak için arar, ancak ölüm haberini alır, o da çok üzülür.
Kuşçubaşı Eşref Sencer Paşa, çok sevdiği emir eri için hatıralarında “Ben Malta’dan kurtulup Millî Mücadele’nin bayrağını açma şerefine mazhar olduğum sıra, o benim kahraman Arap'ım veremden ölmüş.” diye not düşmüştür.
Kuşçubaşı Eşref Paşa Mondros Mütarekesi'nden sonra serbest kalır ve İstanbul'a döner. Milli Mücadeleye ilk katılanlardan ve milli mücadeleyi örgütleyenlerden biridir. Çerkez Ethem'i yetiştirdi ve birlikte Kuva-yi Seyyare'de Yunan işgaline karşı savaştılar. Adapazarı civarındaki Kuva-yi Milliye başarılarında Kuşçubaşı Eşref Sencer Paşa'nın çok büyük rolü olduğu söylenir.
Çerkes Ethem'in isyan edip, yenilmesinin ardından onunla beraber Yunan kuvvetlerine sığınır. Yunan ve İngiliz iş birlikçisi olduğu iddiasıyla, Çerkez Ethem'le beraber Yüzellilikler listesinde yer alır ve vatandaşlıktan çıkarılıp sürgüne gönderilir.
Bu vatan öyle ucuz kurtulup ta yaşayalım diye Allah tarafından bize verilmedi. Bu vatanı kurtaran başta Atatürk ve yüce milletimiz çok büyük bedeller ödedi. Bu bedeller kendileri için değil, bizlerin hür yaşaması, geleceğimiz, çocuklarımız için verildi. Bu vatana bir şey olursa, başkası değil, yine sen bedeller ödeyerek kurtarabilirsen kurtaracaksın. Veya hiç bir şey yapmayıp öyle uykuda, sağ kalırsan sen ve evlatların vesayet altında olacak. Sen vatanını kurtarmazsan, başkası sana vatan kurtarmaz. İyi düşün.
11 Aralık 2022 Pazar
BİLİYORUZ AMA BİRŞEY YAPAMIYORUZ
Müritlerin sayısı beş yılda 400 bini aşar ve bir gün, bilgi yarışması için Türkiye'ye gönderilecek olan altı lise öğrencisi kız çocukları için 'EY VAH DİN ELDEN GİDİYOR' diye propaganda yaparak Topal Molla, Afgan Kralı Emanullah Han'a karşı ayaklanma başlatır.
Bir yıl boyunca Afganistan‘da kan gövdeyi götürür. Kral Emanullah Han, ülkesini terk etmek zorunda kalır. Hava alanında yanına kör bir adam yaklaşır ve çok güzel bir Urduca ile: “Beni tanıdın mı? Ben meşhur Topal Mollayım. Afganistan’daki görevim bitti, İngiltere’ye, geri ülkeme dönüyorum.” der.
“Seni tanıdım! Ben senin İngiliz Ajanı olduğunu da biliyordum fakat halkıma o kadar çok tesir etmiştin ki, onları hain olduğuna bir türlü ikna edemedim.“ der Afgan Kralı Emanullah.
O dönemden kalma kötü alışkanlıklardan biri Afkanistan'a mal olmuş, hala daha devam etmektedir. 'Bacha bazi' denen bu adet, erkek çocuklara karşı cinsel istismardır. Fakir ailelerin 7-15 yaş arası erkek çocukları para karşılığı satın alınır, dans öğretilir, mekanlarda dans ettirilip, parti sonunda isteyene para karşılığı satılırlar.
Bizim ülkemiz de de, tarikatlar küçük yaşta kız çocukları evlendirmek, küçük yaşta bir çok kız çocuklarına tecavüz, bir çok erkek çocuklara istismar olayları ortaya çıkarak adli makamlara intikal etmiştir. Halbuki müslüman ülkelerde şeriat hükümlerine göre, fuhuş suçtur ve karşılığı ölüm cezasıdır. Bu cemaat ve tarikatlarda Allah bilir daha neler yapılıyor da bizim haberimiz olmuyor ve bütün bu yaptıkları da İslam dini ile caizmiş gibi gösteriliyor.
Her aklına gelen bir tekke de tarikat veya cemaat kuruyor. Kendi adamlarına kendilerini reklam ettirip, yazdıkları ve söyledikleriyle cahilleri ve gençleri zehirliyorlar. Sonra da kendilerini Allah'ın yerine koyup milleti korkutup kandırıyor, taraftar topluyorlar. Hep bilinmeyen için, öteki dünya için sanki gitmiş gelmişler de her şeyi onlar görmüş, bilmişler gibi bir şeyler yazıyorlar, söylüyorlar, fetvalar veriyorlar. Öbür dünyanın Cenneti ile aldatıp, bu dünyada millete Cehennemi yaşatıyorlar. Herkesi uyuturken kendilerini Allahın mübarek kulu gösterip, hem çoluk çocuğa tecavüz ediyor, hem de topladıkları bağışlarla köşeyi dönüyorlar. Bir taraftan da İslam Dinini baltalamış oluyorlar. Ne kadar sinsi ve kurnazca bir oyun değil mi?
Her şeyin bir fitne, yalandan ibaret olduğunu, aslında O’nun zehirli biri, yani bir hain olduğunu, milleti bir nevi din hipnozu ile uyuttuğunu anlatsan da kimse sana inanmıyor, seni hain ilan ediyorlar.
Düşünmek, araştırmak, sorgulamak, eleştirmek ve cahil kalan toplumu aydınlatmak çok önemlidir. Topal Molla’lar, düşünen, sorgulayıp, araştıran, eleştiren beyinlere yaklaşamaz onlardan uzak dururlar.
NOT: Emanullah Han,Kurtuluş Savaşımız esnasında Türkiye’ye büyük maddi yardımlarda bulunmuş, teşviki ile Afgan kadınlar da kollarında ki altın takılarını göndermişlerdir.
Emanullah Han,Atatürk hayranıydı ve onu örnek alıyordu. Bu durum İngilizleri rahatsız etti ve meşhur İngiliz oyun ve dalaverelerini devreye soktular.
O sırada Ankara Hükümeti, Afgan ordusunu ıslah etmek üzere Kabil'de bulunan General Kazım Orbay başkanlığındaki Türk Askeri Heyeti, Emanullah Han'ı Türk vatanını müdafaa eder gibi, hayatlarını ortaya koyarak korumakla görevlendirir.
Atatürk de, Kral'ın huzurunda açılacak özel bir telgrafta Emanullah Han'a şu mesajı gönderir:
”Son günlerde Zatı Şahanenizi muztarip eden bazı ahval ve hadisattan haberdar oldum. Eğer vaki ise öz kardeş bildiğim sizin, ıstırabınızı tahfife medar olacak noktai nazarlarımı bildirmek üzere beni hakikatten haberdar ediniz. Orada bulunan ve yolda emrinize iltihak etmek üzere olan bil cümle Türk ümera ve zabitanı sizin için fedayi hayat emrini almışlardır. Büyük alaka ile cevabınızı intizar ederim kardaşım.” Der fakat mesaji kendisine ulaştıramazlar. Atatürk'ün bu mesajı sunulmadan isyancılar Kabil'e girer.
Emanullah Han, Elçi Yusuf Hikmet Bayur'un ifadesiyle bir çaduriye giyerek, kadın kılığında Kabil'den kaçar ve Roma'ya gider. Zaman zaman Türkiye'ye gelerek Atatürk'le de görüşür.
Atatürk, Emanullah Han'dan sonra Afgan tahtına oturan Mehmet Nadir Han'a biraz mesafeli durur. Ancak Mehmet Nadir Han da Türkiye'ye yakın davranır. Yeniden doğan sıcak hava üzerine Büyükelçi Yusuf Hikmet Bayur 24 Haziran 1930'da Mehmet Nadir Han'a güven mektubunu sunar ve görüşmeyi Ankara'ya şöyle bildirir:
24 Haziran'da itimatnamemi verdim. Kral mükamele (karşılıklı konuşma) esnasında ezcümle şöyle dedi, kâffemiz (cümlemiz) Reisicumhur Hazretlerini (Atatürk ü) başımız tanırız.
Ve o günlerden sonra da Afganistan'ın durumunu herkes görüyor. Dün Afganistan’ın yaşadığı bu acı olayların aynısını bugün Türk milleti olarak bizler yaşamaktayız. Haini - Ajanı - Casusu – Yüzlerce Topal Molla ları görüyoruz, tanıyoruz ama maalesef kimseyi inandıramıyoruz! Hiç bir şey yapamıyoruz!
İslami kullanarak darbeyi yapan ve Afganistani yıkan aslında bir İngiliz ajanı "TOPAL MOLLADIR" yanı İngilteredir. Afgan halkını din ile uyutarak, kandırarak emeline ulaşmıştır. Kendi milletini kandırarak bir devleti yıkmak bu kadar kolay olmamalı. Din devlete bağlı kalmalı. Çünkü bir devlet yıkıldığı zaman o din de yıkılır.
7 Aralık 2022 Çarşamba
ENTERESAN DUVAR YAZILARI
Asansör arızalı
Ölü canlı alabalık
İnsan tamiratı
Burokolinin ismi değişmiş BURUK ALİ
Karalüferli acaba balıklı daire mi?
Galiba boxter şort demek istiyor
Takma dişin ikinci el satışını da gördük
Engelli 6. kata nasıl çıkacak?
Azcık ötede her şey var.
Rize'nin tam merkezinde
Kadın veya bayan alınacakmış
Katma Değer Vergisi mi yoksa kart deve mi?
Bunu da din tüccarları icat etti
Gazete ilanı Satılık mezarlık
Tercüman
Himalya yerli nasıl olur?
Yanı namuslu tavuk yumurtası, istersen al
28 Kasım 2022 Pazartesi
GERÇEK BİLDİĞİN
Ankara Emniyet Müdürlüğü Eski Hırsızlık Bürosu, eski bina dördüncü katta iç içe iki oda ve karşısında bir amir odasıyla, Ankara da ki hırsızlık olaylarına karşı hizmet veriyordu. Aynı katta Asayiş Şube Müdürü, Cinayet Büro ve Yandol gibi bazı kısımlar da bulunuyordu.
O yıllarda Asayiş Şube Müdürü kendisine çok saygı duyduğum ve birlikte çalışmaktan zevk aldığım Sayın Bahri Baykal dı. Hopa’lı olduğu söylenirdi ama işin doğrusu nereli olduğunu tam olarak kimse bilmezdi. Hırsızlık Büro yanı bizim Büronun Amiri de Sivas lı Başkomiser Turan Güder di. Benden çok eski, Hırsızlık Büro da polislik bile yapmış, Ankara'nın her tarafını çok iyi bildiği gibi sabıkalılarında kimlik bilgilerini ve ev adreslerine varana kadar hepsini hafızasında tutardı. O adeta bu işin fröfesörü olmuş canlı bilgisayar gibiydi. Bilgisayar dedikte o zaman bilgisayar da yoktu. Tamamen eskimiş, üzerine yazılmış çizilmiş büyük bir fihrist vardı ve sabıkalılar bu deftere kayıt edilirdi.
Her gün sabah saat 09.00 da nezarette ki suçlular Büroya çıkarılır, tüm hırsızlıkta bulunan polisler suçluları görmeleri ve tanımaları sağlanırdı.
O günlerde Ankara da zengin bölgelerde her gece en az 10-12 hırsızlık olayları olur ceraim numarası alırdı. Bazı olaylara da 'çok görünmesin' diye ceraim vermezlerdi. Hatta İçişleri Bakanı Mustafa Kalemli’nin evine bile girmişler, Bakan da hırsızlardan şikayetçi olmuştu. Bizler de görevli arkadaşlar hırsızlarla baş edebilmek için canla başla koşturur fakat başa pek çıkamazdık.
Bir gün Müdürümüz Bahri Baykal beni çağırdığını söylediler. Allah Allah bu sıra dışı bir şeydi. Genel de ekip amirlerini hiç çağırmaz, gerekli emirleri kısım amiri vasıtasıyla iletirdi. Böyle ekip çağırma işi ya işlenen bir suçla ilgili, veya özel bir görev verilecekse mümkün olabilirdi.
Ekip arkadaşlarıma sordum "Benim bilmediğim bir durum varsa söyleyin!" diye. Çünkü öyleydi bizde kural. Ekip arkadaşlarından biri, başka bir yerde bir suç işler, senin haberin olmasa da, gelir o ekibin amirinden sorarlardı, o suçu.
Arkadaşlarımın temiz olduklarını anlayınca hemen önümü ilikleyip vurdum kapısını girdim içeri “Buyrun sayın Müdürüm, beni emretmişsiniz” dedim. “Kızılırmak Sokak nerede?” diye sordu. Bizler de hırsızların peşinden koştura koştura Ankara da bütün sokakların nerelerde olduklarını aşağı yukarı tamamını biliyorduk. Hemen hiç teredütsüz “Küçükesat semtinde.” Dedim. Artık Müdür Beye bir ihbar mı gelmişse veya neyse “Maltepe de değil mi Komiser?” dedi. Ses tonundan bana biraz kızdığını anladım.
Ben de ekibimle birlikte iki üç gün önce Küçükesat Kızılırmak Sokakta bir çalışma yapmıştım. Onun için gayet emin olarak “Hayır efendim, Küçüesat ta” diye ısrar ettim. “Çık dişarı Başkomiserinle birlikte gel.” Dedi. Çıktım ve koridorda yürürken, Başkomiser de galiba beni bekliyordu, görünce çağırdı ve hemen sordu “Müdür Bey sana ne dedi?”
"Kızılırmak Sokak nerede Başkomiserim?" diye bende ona sordum. "Müdür Bey Maltepe de olduğunu söylüyor.” Dedim. “Sen ne dedin Recep Bey? Küçükesatta demedin mi? Kızılırmak Sokak Küçükesat tadır, yoksa bilmiyor musun?” dedi. “Evet ama o Maltepe de dedi. Ben Esatta deyince bir de bana kızdı.” Dedim.
Başkomiser önüm de ben arkasında kapıyı çalıp hemen Müdür Beyin makamına girdik. İçeri girer girmez ona da “Turan Bey Kızılırmak Sokak nerededir?” diye sordu. Turan Bey hiç tereddütsüz “Maltepe de Müdürüm!” dedi. Bir den şoke oldum kaldım.
Müdür Bey bana döndü ve “Kızılırmak Sokak nerde imiş, öğrendin mi, komiser?” dedi. Ben daha bir şey demedim, daha doğrusu diyemedim. Bana bir oyunmuydu? O sokakla ilgili ne olmuştu? Hiçbir şey de bilemedim. Yanı Müdür Bey de onunla ilgili bir şey açıklamadı.
Dışarı çıktığımız zaman; “Başkomiserim hani Kızılırmak Sokak Küçükesat ta idi, az evvel bana öyle söyledin, sonra neden Müdür Bey'e Maltepe de dedin?” diye sordum. Başkomiser gülümsedi ve; “Recep Bey, sen bizi açığa mı aldıracak sın? O Müdürdür, o ne derse doğrudur. O her zaman haklıdır. Bunca senelik polissin, sen daha anlayamadın mı?” dedi. Hayda bir daha şoke oldum.
Daha sonra hemen Ankara haritasından baktım. Evet Kızılırmak Sokak Küçükesat ta fakat aynı isim de bir de Maltepe de Anıt Caddesini kesen kısa bir Kızılırmak Sokak daha var. Müdür Bey de haklıymış ve bilerek bizleri mi denedi onu da bilmiyorum.
Bu olaydan çıkardığım bir ders var, sizlere de söyleyim; bazı zaman gerçek bildikleriniz bile doğru değildir. Kuvvetli ve güçlü olan ne derse o doğru olur. İtiraz ederseniz, hep yalnız kalır, haksız olur, zarar görürsünüz! Bazı şeyler büyüklerin işine gelirse, onların durumlarına göre doğru sayılır. Bilginiz olsun.
19 Kasım 2022 Cumartesi
HAYAT VE YAŞAM
İnsanlar kötü alışkanlıklarıyla birlikte gelmezler dünyaya. Kötü alışkanlıkları dünyaya geldikten sonra edinirler. İnsanın bilmesi gereken çok önemli hayatı meseleler vardır. Bu meseleleri çocuk ailesinde anne babasından öğrenir. Bir insan başkaları tarafından değerlendirilirken önce ailesinin durumuna bakılır ve ona göre; iyi aile çocuğu, kötü aile çocuğu, diye vasıflandırılır.
Baba veya anne sigara içiyorsa, çocukta mutlaka içmeği dener. Bir evde akşamdan aile bir araya toplandıkları zaman, neden çok bahsedilir, en çok ne konuşulursa, çocuk onu kavrar ve ona ilgi duyar. Anne baba öğretmense eğitimden, doktor ise, tabiplikten, bilimden, eğer asker ise askerlikten polisse polislikten, çoban ise çobanlıktan konuşmalar olur ve çocukta onları dinlediğinden, o yönde meyil göstermesine olanak sağlar.
Bazı bilgiler de çocuğa çevresinden geçer. Arkadaşları ve çevre de çok önemlidir. Bu konu da birçok söz var ama bir tanesi var, hiç yabana atılmaz; ”Arkadaşını söyle, kim olduğunu söyleyim.”
Daha sonra okullar çocukların eğitim yuvalarıdır. Bir çok hayatı ve mesleki bilgileri okullarda öğrenirler. Okullarda kötü alışkanlıklar edinmiş eğitimciler de vardır. Çocuk onlardan da bazı kötü beceriler kapar veya bilinçli olarak bu yola itilir. Dünyaya gelip te bir defalık yaşayacak oldukları hayatları berbat olur. Belki de yarın bir daha düzelemezler.
Alışkanlık ilk etapta hoşa giden bir şeye duyulan ilgiyle başlar. Telkinle gelişir ve artık insan bazı iyi veya kötü huyların esiri olur. El kol gibi bedene bağlı hareket alışkanlıkları o hareketlerin çok kez tekrarından sonra beyin tarafından benimsenmesi ve kişiye mal edilmesi ile oluşur. Futbol, basketbol, güreş, boks vs. gibi sporlar bu kategoride sayılabilirler. Vücut bir hareketi kendine mal edebilmesi için, o hareketin bir çok defa tekrarlanması ve beyinde yer etmesi gerekir. Sadece uyuşturucu bağımlılığı, tekrarına gerek olmaz. Bireyin bir tek kez denemesiyle uyuşturucu alışkanlığı kişiye mal olur ve o kişi madde bağımlısı olur, bir daha asla kurtulamaz.
Hayat dünün geçmişi, bugünün yaşananı ve yarın onun devamıdır. Hayat düne göre dizayn olur ve dün, bugün, yarına göre de bütün alışkanlıklar, bilgi ve beceriler ile birlikte akar gider. Bazı şeyler iyi veya kötü bugünden mal edilir ve yarın ki yaşamdan hiç silinmezler. Kişinin yaşamını mutlaka etkiler geçmiş. İnsan başladığı o kötü alışkanlığı istese de bir daha hayatından silip atamaz. Mesela sigara içmek alışkanlığı, kumar oynamak alışkanlığı, kız ve erkek çocuklar için kötü yola düşme alışkanlığı.
Hayat üç vakittir. Dün, bugün ve yarın. Geçmiş tekrar geri satın alınamaz. Düzeltmek için yeniden yaşanıp tamir edilemez. Ve yanlış yapanları da hiç af etmez. Bu en büyük gerçeklerinden biridir hayatın. Pişman olacağınız bir şeyi bugün yapmayın ki, yarına temiz ve huzur içinde giresiniz ve yaşadıkça hep temiz bir dün ve geçmişiniz olsun.
12 Kasım 2022 Cumartesi
VAKTİ ZAMANI
Berber dervişin saçlarını kazımaya başlar. Bir tarafı bitirir ve diğer tarafa başlayacakken, mahallenin kabadayısı birden içeri girer.
Doğruca dervişin yanına gider, dikilir ve başının kazınmış tarafına sert bir tokat atarak:
"Kalk bakalım kabak, kalk da tıraşımızı olalım!" diye bağırır.
Dövene elsiz, sövene dilsiz’ olan, her şeyin Hak’tan geldiğine inanan derviş, sabreder. Yerinden kalkar, kabadayı koltuğa oturur ve traş olmağa başlar.
Fakat kabadayının traş esnasında da dili durmaz, sürekli alay eder, derviş ile: 'Kabak aşağı, kabak yukarı.' diye.
Nihayet traş biter. Kabadayı dükkandan çıkar. Henüz birkaç metre gitmiştir ki, kontrolden çıkan bir at arabası yokuştan aşağı hızla üzerine gelerek kabadayıyı altına alıp sürükler. Kabadayı oracıkta feci şekilde can verir.
Berber dervişe bakar ve sorar:
"Biraz ağır olmadı mı derviş efendi?"
Derviş düşünceli bir şekilde cevap verir:
"Vallahi ben gücenmemiştim ona. Hakkımı da helal etmiştim. Ama kabağın da bir sahibi var. O gücenmiş olmalı ki böyle yaptı!" der.
Ne demiş Yunus Emre;
"Olsun be aldırma Yaradan yardır,
Sanma ki zalimin ettiği yanına kârdır.
Mazlumun ahı, indirir şâhı,
Her şeyin bir vakti, zamanı vardır."
5 Kasım 2022 Cumartesi
TACEDDİN DERGAHİ
Evin karşısında Mehmet Akif Ersoy'un büstü ile, İstiklâl Marşı’nın ilk iki kıtasının yazılı olduğu bir de kitabe yer almaktadır.
Taceddin Dergahi Tarihçesi;
Taceddin Dergahı, ilk olarak Kanuni Sultan Süleyman tarafından Hacı Bayram-ı Veli’nin kurduğu Bayramiye tarikatının bir kolu olan Celvetiler için yaptırılmıştır. Adını, bahçesinde kabri bulunan Taceddin Sultan'dan alır. Sultan Abdülmecit tarafından ilaveler yapılarak türbe, dergah evi, çeşme, hazire ve camiden oluşan bir külliye haline getirilmiştir. Dergahın bulunduğu sokak sonradan Mehmet Akif Ersoy Sokağı adını almıştır.
Burası Mehmet Akif'in ikameti nasıl oldu?
Mehmet Akif Ersoy, İstanbul'un işgalinden sonra milli mücadeleye devam etmek için Atatürk'ün daveti ile Ankara'ya geldi. Kalacak yeri yoktu. Kendisini Taceddini Veli Camisi İmamı Tevfik Hoca karşıladı. Kiralık ev bulmanın imkansız olduğu o dönemde, dergahta bulunan bu evde kalması için evi Mehmet Akif'e tahsis etti. TBMM Burdur Milletvekili olduğu yıllarda da günlerini hep bu mütevazı evde geçirdi. Dostlarıyla milli mücadele meselelerini bu evde tartıştı.
ANKARA TACEDDİN DERGAHI'NDAKİ TARİHİ SIR
O yıllarda bu evde Mehmet, Eşref, Hasan adlarında üç mebus ve bir de bu mebuslarla samimiyet kurmuş arada sırada uğrayan sivil bir adam yaşıyorlardı. Daha Cumhuriyet kurulmadan 1921 senesinin Mayıs ayında bu eve bir mektup geldi. Mektup MUSTAFA SAGİR adında ki o sivil adama İngiltere'den geliyordu.
Mustafa Sagir isimli o sivil adam kim di?
Mustafa Sagir, bu evde yaşayan o üç mebus ile yakınlık kurmuş, bir Hintliydi. O devamlı bu evde yaşamıyordu fakat kesin bir adresi olmadığı için, bu evi adres olarak kullanıyor, kendisine gönderilen mektuplar bu eve geliyor, Hintli Mustafa Sagir de arada bir uğrayıp gelen postalarını bu evden alıyordu. Ayrıca bu zat üst düzey kişilerle de tanışıp ilişki kurmağa çalışıyor, kendisi de herkesçe tanınıyordu.
Neden biliyor musunuz? Bu Hintli Mustafa Sagir'in İngilizler tarafından görevlendirilmiş bir Ajan olduğu ortaya çıktı.
Mustafa Sagır Şubat 1919’da Afgan Emiri Habibullah’ı öldürmüş, Mustafa Kemal Paşa’yı da öldürmesi için İngilizler tarafından Ankara’ya gönderilmişti. Ankara’da herkese dost gibi görünerek bilgiler topluyor, Atatürk’ü öldürmek için fırsat kolluyor, gelişmeleri mektupla bildirip, İngiliz Hükümetinden mektupla talimatlar alıyordu.
Neticede İngiliz Ajani Hintli Mustafa Sagir suçunu itiraf etti ve 24 Mayıs 1921’de idam edildi.
Atatürk’e suikastı, bu evde yaşayan Mehmet adındaki Mebus ortaya çıkarmıştı. O mektuptan şüphelenmese belki Atatürk, Hintli Mustafa Sagir haini tarafından öldürülecekti..
Burdur Mebusu Mehmet Akif Ersoy,
Balikesir Mebusu Hasan Basri Çantay,
Adana Mebusu Dr. Eşref Akman dır.
1 Kasım 2022 Salı
TOLSTOY'UN SÖZLERİ
1. Öyle horozlar vardır ki, öttükleri için güneşin doğduğunu sanırlar.
2. Hayat ne gideni geri getirir, ne de kaybettiğin zamanı geri çevirir. Ya yaşaman gerekenleri zamanında yaşayacaksın, ya da yaşamadım diye ağlamayacaksın.
3. Bozuk para insanın cebini deler, bozuk insan da kalbini. Bu yüzden harcayın ikisini de gitsin.
4. İnsanı bedenen ameliyat etmek için uyutmak, ruhen ameliyat etmek için ise uyandırmak gerekir.
5. Herkes insanlığın kötüye gittiğini kabul eder ama hiç kimse kendisinin kötüye gittiğini kabul etmez. Herkes insanlığı değiştirmeyi düşünür ama hiç kimse önce kendini değiştirmeyi düşünmez.
6. Varlığı bir şey kazandırmayan insanların, yokluğu hiçbir şey kaybettirmez.
7. Ne diye şeytana kızarsın? Bir iyilik yap da, o sana kızsın.
8. Bil ki, yaşadıklarınla değil yaşattıklarınla anılırsın. Ve Unutma; ne yaşattıysan elbet bir gün onu yaşarsın.
9. Bir insanı bulunduğu mevkiyle değil, göz koyduğu mevkiyle ölçmek gerekir.
10. En güçlü iki savaşçı sabır ve zamandır.
11. Bir insan acı duyuyorsa canlıdır. Başkasının acısını duyuyorsa insandır.
12. İnsanın gerçek gücü sıçrayışta değil, sarsılmaz duruştadır.
13. Kendi mutluluğundan başka hedefi olmayan insan kötüdür.
14. İnsanların çoğu onu yapıyor diye yanlış, yanlış olmaktan çıkmaz.
15. Kimse, kimseyi küçümseyecek kadar büyük değildir, bilmelisin. Küçümsediğin her şey için gün gelir, önemsediğin bir bedel ödersin.
16. Birine çamur atmadan önce iyi düşün ve sakın unutma: önce senin ellerin kirlenecek.
17. Başkalarının hayatından ders alın. İnsan, bütün hataları kendisi yapacak kadar uzun yaşamıyor. Alıntı.
24 Ekim 2022 Pazartesi
SİLİNMEYEN İZLER
Sanırım 1998 yılıydı. Ankara Emniyet Müdürlüğü, Eğitim Şube de, Polis Aday Büro Amirliği yapıyordu bir Başkomiser. Bir yıl kadar bu görevi de yaptı. Ahlak Büro Amiri iken buraya atanmıştı. Polis olmak isteyenler buraya baş vuruyor ve burada değerlendirilip polis olup olamayacaklarına karar veriliyordu.
Polisliğe çok fazla müracaat vardı. Gençlerin bir çoğu şartları uygun ise kısa yoldan hayata atılmak, için polis olmak istiyorlardı. Bu Başkomiser kimsenin hakkı zayi olmasın diye her şeyi titizlikle takip ediyor, 18 arkadaşıyla birlikte gece gündüz çalışıyorlardı. Onlar hafta sonu tatilinde de tatil yapmayıp, adayların tamamlanan müracaat dosyalarını emniyet müdürlerinden oluşan komisyona sunup, kazananların polis okullarına gidip eğitim almalarını sağlıyorlardı.
Bir gün öğleden sonra yetişkin bir kız çocuğu geldi büroya. Elinde ki evrakları Polis Memuru Arif Baltacı’ya verdi. Polis olmak için müracaat edecekti. Arif te dosyayı inceledikten sonra Başkomiserin görmesi gerektiğini düşünüp, kız çocuğunu elinde ki evraklarıyla birlikte Başkomisere getirdi. “Başkomiserim bir bakar mısın? Tıp ta öğrenci polis olmak istiyor.” dedi.
Kız “Ağabey seninle görüşmek istiyorum.” Dedi başkomisere. Yanında oturdu ve üzgün üzgün başladı konuşmağa;
“Ben Hacettepe Tıp Fakültesi dördüncü sınıfta öğrenciyim. Artık daha hiçbir gücüm kalmadı. Ailem de çok fakir. Ailenin en büyük çocuğuyum. Para kazanıp onlara da bakmak zorundayım. Okulu bırakıp en kısa yoldan para kazanmak için polis olmak istiyorum, bana yardımcı olur musun?” diyordu. Başkomiser kimliğine filan baktı. Evet Hacettepe Tıp Fakültesi öğrenci kimliği vardı o kız çocuğunun.
Öyle ince yapılı, beyaz benizli, yuvarlak solgun yüzlü, uzun boylu, kısa saçlı, saçlarını ortadan ikiye ayırmış, gözlüklü, tatlı görünümlü 22-23 yaşlarında bir hanım kızdı. Hatta biraz dikkatlice bakınca gözlüklerin altında gözlerinde fark ediliyordu biraz çekingenliği. Konuşma aksanı Ege taraflarını andırıyordu.
Paradan sebep okumayacak, Tıp Fakültesini dördüncü sınıfta bırakacak, kısa yoldan para kazanacak ve ailesine bakmak için polis olacaktı. Şimdiye kadar ki o okullarda verdiği emeği, çektiği çileyi düşünmüyordu bile.
Başkomiser kızı dinledikten sonra orada oturup beklemesini söyledi ve hemen Asayiş Şubeden geldiği için koşar adımlarla oraya gitti. Çünkü o uzun yıllarını hep Asayiş Şubede geçirmiş, onu Asayiş Şubede herkes çok iyi tanırlardı. Eğitim Şubede de nazı geçtiği arkadaşlarından oldukça çok miktar bir para toplayıp, cebinden de biraz ilave ettikten sonra, geri gelip kızın yanına oturdu. Getirdiği parayı gizlice kıza vermek için ona doğru uzattı.
Kız parayı görünce utandı, almadı. Başkomiser ısrar edip zorla vermek istedi ve büro da çalışanların hepsi de farkına varıp şahit oldular. Hatta bayan memurlar da “Al kız, al!” diye söylendiler. O yine sadece bakıyor ama almıyordu. Başkomiser kızın elinde ki çantayı aldı ve parayı içine koyduktan sonra kapağını kapatıp kıza geri verdikten sonra; “Ben bir ağabeyin olarak her zaman buradayım ve sağ olduğum müddetçe yanındayım. Her darda kaldığın zaman hiç çekinme yanıma gel veya ara. Evladım sayılırsın. Okulunu bırakmak yok. O okul bitecek.” dedi ve kart-vizitini de vererek, polislik müracaat dosyasını almadan kızı geri yolladı. Bunca sene verdiği emeğin, çektiği çilenin heba edilmesini istemedi galiba. Veya belki de kendi gençlik çağlarında ki çektiği yoksulluklar geldi aklına.
Kızın gözleri yaşardı. Ağlayarak çıktı gitti. Giderken de Başkomisere “Seni ömrüm boyunca hiç unutmayacağım Ağabey.” Dedi.
O kız bir daha o Başkomiserin yanına hiç gelmedi. Daha polisliğe de müracaat etmedi. Telefon da açmadı. Başkomiser ara sıra hatırlıyor, hep merak ediyordu; 'acaba o kız okulu bitirip doktor oldu mu? Yoksa başka bir iş bulup okulu bıraktı mı?' diye.
Aradan yıllar geçti. O Başkomiser başka yerlere tayin oldu gitti, bayağı ihtiyarladı ve nihayet emekli oldu, Ankara'ya yerleşti. Bir ara gözlerinden rahatsızlandı. Müthiş bir kaşıntı, yaş ve çapak oluyor, dünyaya bakamıyor, ara sıra da dayanılmayacak gibi baş ağrısı çekiyordu. Uğraşmasına rağmen hastaneden bir türlü randevu da alamıyordu ve ‘belki muayene olurum’ diye bir gün Ankara Numune Hastanesine gitti. Ek bina alt katta Göz Polikliniği Sekreterliği önünde durdu ve içeride ki kayıt yapan büro memurlarına camdan kimliğini uzatıp, muayene olmak istediğini fakat randevusu olmadığını söyledi. İçerden memurlar randevusuz muayene yapılmadığını söylediler. Başkomiser biraz ısrar ettiyse de olamayacağını anlayınca, öyle üzgün geri döndüğü sırada, yanından geçmekte olan beyaz önlüklü, gözlüklü bir bayan, her halde konuştuklarına kulak misafiri olmuş olacak ki, geri döndü, camdan başını uzatarak içerideki görevlilere; “Bu Amcanın kaydını yapın!” ve Başkomisere de “Gel benimle amca!” dedi. Başkomiser o bayanın doktor olduğunu, kendisine yardımcı olacağını anladı ve çok mutlu oldu. Önünü ilikleyip hafif eğilerek saygı gösterdikten sonra peşinden gitti.
İçerde eski Başkomiseri muayene ederken “Sen emekli misin, nerden emekli oldun amca?” diye sordu. “Emniyetten” dedi o Başkomiser de. “Başkomiser misin yoksa?” diye tekrar sordu ve daha cevap almadan; "Aman Allahım." dedi, elinde ki malzemeler yere düştü. Doktor Hanım şaşırmıştı. O zamana kadar galiba önünde ki bilgisayara bakmamış, Başkomiserin ismini okumamıştı. Yıllar önceki karşılaşmağı, Hekime Hanım hatırlamış ve o Başkomiseri o zaman tanımıştı. “Sen Ankara da Polis Aday Büro Amirliği yaptın değil mi? Amca" Diye tekrar sordu. Çıktı ortaya ki işte o polis olmak isteyen kız Tıbbiyeyi bitirmiş ve göz doktoru olmuştu. Bir de, o yıllar önce kendisine iyilik eden Başkomiseri şimdi tedavi edecekti.
Eşi de doktor. Telefonla çağırdı ve yanlarına geldiği zaman Başkomiseri ‘manevi babam’ diye tanıttı. O eski olayı en ince detaylarına kadar bir kez daha anlattı eşine. Yan tarafta masanın üstünde duran çantasını eline aldı ve Başkomiserin, o zaman, yıllar önce kendisine verdiği kart-viziti çıkardı içinden. Kart-vizit biraz eskimiş fakat üzerinde ki yazılar okunuyordu. 'Recep Ali Öztürk' altında 'Başkomiser,' onun altında da 'Ahlak Büro Amiri' karalanmış ve kendi el yazısıyla 'Polis Aday Büro Amiri' diye yazıyor ve bir de telefon numaraları vardı.
"Bu kartı hiç yanımdan ayırmadım. Bu kart benim hayatta ki en büyük güvencem oldu Amca. Bazı zaman bu kart sayesinde hayata tutundum." dedi, Doktor Hanım.
Darda olanlara her zaman yardım edin, iyilik yapın ki, hiç bir zaman kayıp etmez, her zaman kazanırsınız! Saygılarımla..
19 Ekim 2022 Çarşamba
BİR ZAMANLAR POLİS
"Ne çaldın?"
Kadın ezilip büzülüp korkarak cevap verir;
"Çocuklarım için üç yumurta ve bir ekmek çaldım" der.
Polis kadın ile birlikte tekrar bakkala girer. Kadının çaldığı yumurtaları ve ekmeği bakkal sahibine teslim eder. Kendi parasıyla alışveriş yapıp, bir sürü malzeme alır ve kadına verir.
Dışarı çıktıklarında kadın ağlamaya başlar ve polise;
"Efendim bu aldıkların çok, bir azını bana ver." der.
Polis ise kalabalığa dönüp;
"BAZI OLAYLARDA ESNEK DAVRANMAK, İNSANLIĞI ELDEN BIRAKMAMAK LAZIM." der ve kadını serbest bırakır.