SAYFALAR

27 Kasım 2025 Perşembe

ATATÜRK'Ü TUTUKLAMAK


Emekli Hava Albayı Kemal İntepe, hatıralarında anlatıyor:
“1941 yılında İngiltere'ye uçuş eğitimi için gitmiştik. Londra'ya vardığımızda, yaşlı bir İngiliz hava binbaşısı, irtibat subayı olarak görevlendirilmişti. Adı Mr. Salter olan bu subay Türkçe'yi bizlerden daha iyi konuşuyordu. Mr. Salter'i birkaç defa eşi ile birlikte çaya davet ettim. O da beni akşam yemeklerine evine çağırıyordu. Emekli Binbaşı Salter bir akşam bana şunları anlattı:"

"1919 yılında Piyade Binbaşı Salter olarak Samsun'daki İngiliz İşgal Kuvvetleri Tabur Komutanı idim. 18 Mayıs 1919 günü İstanbul'daki İngiliz İşgal Kuvvetleri Komutanlığı'ndan şifreli bir telsiz telgrafı aldım. Bu telgrafta, ‘16 Mayıs 1919 günü, Mustafa Kemal adında bir Türk generalinin, Bandırma Vapuru ile İstanbul'dan ayrıldığını, eğer Samsun'a inecek olursa derhal tutuklanarak İstanbul'a gönderilmesi' istenmekteydi.

Gerekli emirleri verdikten sonra Samsun'a indim. Şehir her zamankinden daha kalabalıktı. Bu kalabalık pazar kalabalığından farklı görünüyordu. Siyah çizmeli, külot pantolonlu ve siyah kalpaklı, sert bakışlı kimselerin çokluğu dikkatimi çekti. Sonradan bunların Türk subayları olduğunu öğrendim. Durum çok nazikti. Dört gün önce Yunanlılar İzmir'i işgal etmişler, Türkler buna çok sert bir tepki göstermişlerdi. Rum tercümanım çok korkuyordu. Bütün gece hiç uyuyamadım.

19 Mayıs günü sabah erkenden iskeleye gittim. Sabah namazından çıkan herkes sahile inmişti. Kurtarıcılarını bekliyorlardı. Askerlerimle çevreyi kordon altına aldım. Denizde, batı tarafında bir duman göründü. Sahildeki kalabalık heyecanlıydı. Bir de baktım ki, her askerimin arkasında siyah çizmeli, kara kalpaklı bir Türk subayı duruyor. Hepsi muhakkak silahlıydı. Vapur iyice göründü. Görevimi iskele üzerinde yapamayacağımı düşünerek motoruma atlayıp vapura doğru hareket ettim. Mustafa Kemal Paşa'yı orada tutuklayacaktım. Vapura ilk varan benim motorum oldu. Beraberimde getirdiğim iki erimi motorda bırakarak, tercümanımla birlikte vapurun iskelesine tırmandım. Güvertede beni selamlayan iki tayfaya: ‘Vapurdaki generali görmek istiyorum' dedim. Bir tanesi önümüze düşerek bizi salonun kapısına kadar götürdü. Kapıdaki görevli, durumu içeriye bildirdi ve geriye dönüp bizi salona aldı. Herkes ayakta idi.

Ortada, mavi gözlü, sert bakışlı kişi ile göz göze gelince, birden ne söyleyeceğimi şaşırdım. Sert bir asker selamı verirken ağzımdan şu sözler döküldü: ‘Taburum emrinizdedir!' Bunu nasıl söylemiştim? Daha önce hiç böyle bir şeyi aklımdan bile geçirmemiştim. Rum tercümanım da şaşırdı, bir an durakladı. Ben kendisine dönüp bakınca hemen toparlandı ve Türkçe olarak generale iletti. Mustafa Kemal Paşa'nın yüzünde hafif bir tebessüm belirdi, teşekkür etti ve beni de yanına alarak dışarıya çıktık.

Sanıyorum, bakışlarından etkilenip bir anda teslim olma kararı vermiştim. Gözlerinin, inanılmaz bir etkileyici gücü vardı. Öteki sandallar da vapura ulaşmışlar, çevreyi doldurmuşlardı. Mustafa Kemal Paşa, gemiye çıkan birkaç kişiyle tokalaştıktan sonra, vapurdan benim motorumla ayrıldık. İskeleye vardığımızda muavinime, taburu safta toplayıp silah çattırmasını ve hepsinin Türk makamlarına teslim olmasını emrettim. Biraz durakladı, sonra asker selamı verip ayrıldı ve emrimi aynen yerine getirdi. Taburu o siyah çizmeli, kara kalpaklı kişiler teslim almıştı. Bu yüzden, İngiltere'ye dönünce askeri mahkemede yargılandım. ‘Bir İngiliz subayı, nasıl olur da bir Türk generalin emrine girer? Bu vatan hainliğidir!' diyorlardı."

Mr. Salter, olayın devamını ve İngiliz Askeri Mahkemede ki savunmasını şöyle anlatıyor:

“Mustafa Kemal Paşa benim yanıma, o siyah çizmeli, kara kalpaklı kişilerden birini vererek kendi makam otomobilimle ve kendi şoförümle birlikte, misafir edileceğimi söyledikleri Ankara'ya gönderdi. Taburumun tutuklu erlerinin de, Çorum, Çankırı ve Kastamonu'da kurulan esir kamplarına yerleştirildiğini öğrendim.

Türklerin Kurtuluş Savaşı'nın sonuna kadar Ankara'da, Hacıbayram Camii'nin önündeki cadde üzerinde bulunan iki katlı ahşap evde kaldım. Hizmetimi göreceğini söyledikleri, fakat aslında gardiyanım olan ve sıksa suyumu çıkaracak kuvvetteki bir kadınla dört seneye yakın bu evde oturdum. Savaşın sonunda imzalanan anlaşma gereğince ben ve taburum, Malta'daki Türk esirlerle değiştirildik. İngiltere'ye döner dönmez tutuklandım ve vatana ihanet suçundan divanı harbe verildim. Hakkımda ağır hapis isteniyordu! Ben askeri hapishanede tutuklu iken ziyaretime gelen ailem ve ebeveynim, savunmamı yapabilmem için bana birçok gazete ve kitap getirmişlerdi. Onlardan yararlanarak, kısa fakat öz bir savunma hazırladım. Bana isnat edilen suç, taburumu hiç direnmeden teslim edişim idi. Savcı, teslimiyetimin vatana ihanetle eşdeğerde bir suç olduğunu iddia ediyor ve en ağır şekilde cezalandırılmamı istiyordu.

Yüksek Askeri Mahkeme'nin önüne çıktığımda savunmamı büyük bir soğukkanlılıkla okudum ve şu cümlelerle bitirdim:

"Sayın hâkimler. Başbakanımız Lloyd George, Avam Kamarası'nda şöyle bir soruya muhatap olmuştur: ‘Yunanlıları silahlandırarak 15 Mayıs 1919'da İzmir'e çıkarttık. Ve o tarihten bu yana milyarlarca sterlini bulan masraflar yaptık. Sonuç ne oldu? Yunanlılar İzmir'de denize döküldüler. Ayrıca Anadolu'daki bütün Rumlar atıldılar veya göçe zorlandılar. Bu olayda bizim kazancımız nedir? Hiç. Bu akılsızca bir gaf, korkunç bir hata, büyük bir felaket değil midir?'

Bu sert ve suçlayıcı soruya karşılık Başbakanımız Lloyd George şu cevabı vermiştir: ‘Yüzyıllar bir veya iki dâhi yetiştirir. 20'nci yüzyılın dâhisinin Mustafa Kemal adıyla Türkiye'den çıkacağını ben nereden bilebilirdim?' Görüyorsunuz sayın hâkimler. Karşınızdaki bu subay, Başbakanımızın bahsettiği 20'nci yüzyılın dâhisi ile hiç beklemediği bir anda karşı karşıya ve göz göze gelmişti. Ne yapabilirdi? Eğer ben o gün başka türlü hareket edecek olsa idim, bugün benimle beraber bütün taburumun mezarlarını ziyarete gelecektiniz. Fakat şimdi, eceli ile ölmüş olan üç erimizin dışında hepimiz sağ salim yurdumuza dönmüş, ailelerimize kavuşmuş durumdayız. Karar yüksek adaletinizindir."

“Beraat ettim ve terhise tabi tutuldum. Ailemle birlikte Türkiye'ye gidip Mustafa Kemal Paşa'yı ziyaret ettim. Paşa beni muhteşem nezaketiyle karşıladı. Tekrar görevli olarak İngiltere'ye çağırılmasaydım, Türkiye'de kalacaktım. İngiltere'ye döndüğümde beni, Kraliyet Hava Kuvvetleri'ne aldılar ve İstihbarat Başkanlığı'nda önemli bir görev verdiler. Türkiye ile İngiltere arasında irtibatı sağlayan grupta görev yapıyorum.”

Emekli Hava Albayı Kemal İntepe anılarında Binbaşı Salter için “İki yıldan fazla bir süre birlikte olduk. Bu süre içinde her zaman bizleri savundu ve kendisini daima bizden biri saydı. Büyük bir Atatürk hayranıydı” diyor.



30 Ekim 2025 Perşembe

MUSTAFA MUĞLALI

Kahrından Ölen veya Öldürülen Bir Kahraman, ‘Orgeneral Mustafa Muğlalı’

İzmir Menemen’de bir asteğmendi. 23 Aralık 1930 günü ajanların idare ettiği, gericilerin başlattığı isyanı bastırmak üzere görev verildi. Kan dökülmesin diye çok uğraş vermişti Mustafa Fehmi Kubilay…

Olaya müdahale ettiği sırada bir kurşun ile göğsünden yaralandı. Yaralı bedeni isyancılar tarafından sürüklenerek cami avlusuna getirildi. Kör bir testere ile başı kesilerek, sancağın ucuna takıldı ve Menemen sokaklarında gezdirildi.

Bu olay için; 1 Ocak 1931 itibarı ile bölgede Fahrettin Altay komutasında sıkıyönetim ilan edildi. Divan-ı Harp kuruldu ve sanıklar yargılanmaya başladı.

24 Ocak 1931 günü iddianame okundu, 28 sanığın idamına karar verildi.

Zalimler, Kubilay’ı şehit ettikleri meydanda asılarak idam edildiler.

Kubilay’ı şehit edenleri yargılayıp, idam eden Menemen İstiklal Mahkemesi Başkanı idi Orgeneral Mustafa Muğlalı.

Yine; 1943 yılında İkinci Dünya Savaşının en hararetli günleri yaşanıyordu. Ülkemiz işgal tehdidi altındaydı.

Özellikle Doğu sınırlarımız sürekli olarak ajanlar tarafından taciz ediliyor, kaçakçı kılığındaki yüzlerce kişi ülkemize girip çıkıyorlar, cirit atıyorlar, espiyonaj faaliyetlerde bulunuyorlardı. Bu esnada 33 kaçakçı kılığında ki kişiler, İran sınırına doğru kaçarken vurulmuştu.

Emri veren bölge komutanı Mustafa Muğlalı Paşaydı. Dört sene geçtikten sonra 1947 yılında emekli oldu.

1948 yılında Demokrat Parti, bölgede bulunan oy potansiyelini lehine çevirmek için, Mustafa Muğlalı olayını meclise taşıdı. Öldürülenlerin masum köylüler olduğunu, suçsuz yere kurşuna dizildiklerini savundular.

1949 yılında tutuklanan Orgeneral Mustafa Muğlalı Paşa, kısa bir süre sonra serbest bırakıldı.

Sonuçta devlet güvenliğini korumak onun sorumluluğu altındaydı, görevini yapmış, sınır ihlalinde bulunan, kimliği belirsiz kişilere ateş açılması emrini vermişti.

1950 yılında iktidara gelen Demokrat Parti yönetimi, Muğlalı olayını yeniden gündeme taşıdı.

Yargılanmanın tekrar görülmesine karar verildi, Mustafa Muğlalı 70 yaşında tutuklandı ve idama mahkum edildi.

'Dayanamadı.' dendi, 11 Aralık 1951 günü hapishanede kahrından öldüğünde 70 yaşındaydı. Acaba öldü mü, öldürüldü mü? O da şaibeli.

1997 yılında itibarı iade edildi. Suçsuz olduğu güya anlaşılmıştı ama aradan 36 yıl geçmişti.

Askeri törenle naaşını devlet mezarlığına taşıdılar. Harp Akademileri Komutanlığının bahçesine heykeli dikildi.

Balkan harbine katılmıştı. 1. Dünya Savaşında, Adana Bölge Komutanlığı Kurmay Başkanı olarak görev yapmıştı.

Milli Mücadelenin en önemli birimleri olan, görevleri Anadolu da Mustafa Kemal kuvvetlerine, vatan kurtulması için; silah kaçırmak, istihbarat ve subay sağlamak olan, İstanbul teşkilatlarından Zabitan ve Yavuz gruplarına başkanlık yapmıştı.

Atatürk’ün arkadaşıydı. Şeyh Sait ve Tunceli isyanlarının bastırılmasında görev almıştı ve görevlerini yerine getirmişti.

Ve en önemlisi Kubilay’ı şehit edenleri yargılayıp, idam eden Menemen İstiklal Mahkemesinin başkanıydı Mustafa Muğlalı Paşa.

Yıllar sonra, Kubilay’ın katillerini idam etmenin bedelini ödettiler bu büyük kumandana.

33 kaçakçı için şiirler yazılan bu ülkede, Mustafa Muğlalı Paşanın adını bile öğretmediler bizlere. Kışlalardan tabelası ve Askeri Okullardan heykelleri kaldırıldı. İsmi verildiği yerlerden bir bir silindi. İzleri yok edildi.

Sahip çıkamadık. 70 yaşında, bir Kurtuluş Savaşı kahramanının kahrından veya şaibeli ölmesini evlatlarımıza anlatamadık.

Bu memlekette, başta Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere, vatan, millet ve cumhuriyeti sevenler, onlar için çalışanlara, bilerek ihanet edilmekte, intikam almağa çalışılmakta ve yok edilmek istenmektedir. İçerde ki hainler düşmanlarla iş birliği halindedirler ve düşmanlıklarını bilinçli bir şekilde sürdürmektedirler.




26 Ekim 2025 Pazar

BİR YÖRÜK HİKAYESİ

Zaman 1970 li yılların sonları .

İş: Batı Toroslar’da Burdur-Antalya arasında, çetinliğinden dolayı adına türküler yakılan 'Yol ver bana Çubuk beli geçeyim!' yılan gibi kıvrım kıvrım dolanan Çubuk Boğazı yolunun yeni bir güzergah ile yenilenmesi işi.

İşin Yüklenicisi yabancı bir şirket.

Sabahın ilk mesai saatleri..

Yabancı şirket, bünyesinde çalışan Türk harita teknisyenleri, Çubuk boğazının başlangıç mevkiinde, topoğrafya cihazları ile birtakım ölçümler, çalışmalar yapmaktadırlar. Bu çalışmaları dağın karşı yamacındaki çadırından izlemekte olan bir Yörük, ne yaptıklarını merak ederek yanlarına gider.

-Merhaba ağalar, kolay gelsin. Ne işlersiniz?

-Merhaba dayı. Arazide durum tespiti, eğim ölçümü gibi çalışmalar yapıyoruz. Çubuk boğazında yapılacak yeni kara yolunun güzergahını belirlemek için gerekli çalışmalar bunlar. Dağ çok yaman, boğaz da uzun. Şirket mühendisleri kaç gündür bunun için kafa yoruyor.

-Eee, nahal (nasıl) bellikleceniz (işaretleyeceksiniz) yeni yolu? Boğazın hangı yanından yol açmak niyetindesiniz ? Harita teknikeri yabancıları kastederek: "Ona şirket mühendisleri karar verecek, birazdan gelirler ama kolay olmayacak."

-Duroon (duradurun) dayım; ben size bi möhendiz getireen. Bi de onun dediine bakın. Soonacıma gine bildiniz gibi yaparsınız.

Yörük bu sözü söyleyip ayrıldıktan bir iki saat sonra bir eşekle tekrar gelir.

Bu arada yabancı mühendisler de sahaya gelmişler, sahadaki Türk teknisyenler yörüğün gelişini ve söylediklerini yabancı şefe aktarmışlar. Yabancı şirketin Şantiye şefi işlerine karışılmasından canı sıkılır ama Türk köylüsünü merak ettiğinden ve kendisi için eğlenceli olacağını da düşündüğünden onu dinlemeye itiraz etmez. Şef'in sözlerini Yörük Osman’a Türk çalışanlar tercüme ederek aktarır:

-Merhaba. Piposundan bir nefes çektikten sonra, dumanını üflerken eşeği işaret ederek , dudaklarında müstehzi bir ifadeyle, Bana senden söz ettiler. Buradakilere bir mühendis getireceğini söylemişsin ama sen arkadaşınla gelmişsin.

-Merhaba beyim. Heye, söylediydim. Hemi de getirdim. Eşeği göstererek..İşte getirdiğim möhendiz. İşittim ki boğazı nerden, nahal geçeriz diye kafa yorarmışsınız. Sizler helbet daha eyisini bilirsiniz emme bi de bu fukara möhendize kulak verin isterseniz.

Eşeğin iki yanında ağzına kadar dolu birer saman hararı büyük çuval yüklüdür. Yörük Osman cebinden çıkardığı çakı bıçağıyla çuvalların altında birer ikişer çentik açar. “Dehh kızım !”diyerek eşeğe yol verir. Yolun, boğazın zaten yabancısı olmayan eşek ağır ağır, tıkır tıkır Çubuk Boğazı’ndan iniş aşağı bir yol tutturur. Osman, yabancı şef’e ve diğerlerine dönerek “Takip edin !” der. Başta yabancılar olmak üzere bütün saha ekibi ”bir eşekten mi akıl alacağız!” düşüncesiyle önce bozulurlar, aralarında sinirlenenler olur. Eşek, tatlı bir eğimle dura, döne yamaç aşağı Çubuk boğazının vadisine doğru ilerledikçe iki yanındaki çuvallardan yavaş yavaş dökülen samanlar geriden gelenlere iki şeritli bir yol işareti bırakmaktadır. Gördükleri karşısında şaşkınlıktan şaşkınlığa, hayretten hayrete düşen yabancı, yerli uzmanların fikri değişmeye başlar. Büyük bir yükten kurtulmanın rahatlığı ile Yörük Osman’a teşekkür ederler. Hemen, saman izlerine kalıcı işaretler koymaya başlarlar. Güzergah kaba taslak ortaya çıkar.

Boğaz içinde, bir dere kenarında kurmuş oldukları günlük kamp, şantiye çadırında Osman’a kahve, çay, kek vs ikram ederler. Osman, tercüman vasıtasıyla yabancılara “Bu çadırı yanlış yere kurmuşsunuz. Bunu buradan kaldırın; daaha şu yamaca kurun” diye yüz elli , iki yüz metre uzaklıkta ama emniyetli bir yeri işaret eder. Yabancılar "Neden ki?" diye sorarlar. “Çünkü burayı su basar. Akşama kalmaz yağmur var." der. Hava gayet açıktır ve gökyüzünde yaprak kadar olsun bir bulut yoktur. Bunun üzerine yabancı şirketin Şantiye şefi olan mühendis bir bizim yörüğe, bir havaya bakarak, kendinden emin bir tavırla "Mühendisine lafım yok ama Meteroloji’de zayıfsın. Biz o işi iyi biliriz. Bugün, yarın yağmur filan yok. Zaten kampı yarın başka yere taşıyacağız. Çadırı toplamamıza hiç gerek yok" der. "Pekey beyim, siz bilirsiniz…" der yörük; keçilerini toplamak üzere yanlarından ayrılır, gider. 

Öğleden sonra gökte bir küçük bulut görünür ve gitgide büyür. Büyüdükçe kararır, karardıkça büyür. Kırk beş dakika, bir saat içinde bardaktan boşanırcasına bir yağmur iner. Masum bir kuzu gibi sakin sakin yayılıp akan dere birden azgın bir sele döner.

Arazide çalışmakta olan yerli, yabancı mühendisler, işçiler kamp çadırına zor yetişirler. Eşyaların, önemli cihazların bir kısmını kurtarırlar, bir kısmı çadırla beraber sele kapılıp gider. O sırada, olacakları önceden sezen, onları tepeden izlemekte olan Yörük Osman koşarak yardımlarına yetişmiştir.

Rüzgar dinip, yağmur geçtikten sonra yabancı şef yine tercüman vasıtasıyla bizim Yörük Osman’a sorar:

-Hava açık ve gökyüzünde bir küçük bulut bile yokken, yağmur yağacağını, üstelik ”akşama kalmaz" diyerek nasıl bilebildin ?

-Çünkü yağmur yağacağı zaman benim hayalarım üşümeğe, kaşınmağa başlar. Ordan bildim.

Yörüğün bu sözü kendisine tercüme edilen yabancı şirketin şantiye şefi, bir kahkaha patlatacak ve bugün bile dilden dile dolaşan şu meşhur sözünü söyleyecektir:

“Mühendisi eşeğinden, Meteorolojisi ta*ağından olan bu millete akıl ermez, bunlarla uğraşılmaz!"      Alıntı.