1958-59 lu yıllar, o zamanlar şimdi ki gibi konforlu arabalar ne gezer?
Köyümüze yol bile yoktu. Yol Sulak Köyüne kadar çıkar, Ihlamurlu Köyüne çıkmazdı.
Mühürcü Muhammet derlerdi,
ben kendisini tanımam da ismini duyardım. Onun bir kamyonu vardı. Kasası tahtadan, üstü açık, önü de sarı renk. Üzerinde hiçbir marka model
yazmayan büyük bir kamyondu. Tahminime göre FARGO filan olabilirdi.
Ben ilk defa o kamyonla çarşıya inince rahmetli babama sormuştum; “Baba buna
içinde ki adamlar dayanınca mı yürüyor?” diye. Bu kamyonu çalıştırmak için muavin ön tarafından uzun bir demir kol sokar, onu hızla bir kaç defa çevirir ve öyle çalışırdı. Fındıklı sokaklarında
krallar gibi gezer, arada bir şoförü uğraşır çalıştıramaz, bazen de gaz verdiği zaman araba bağırır, egzozundan koyu renkli bir duman ta göklere
kadar çıkar, etrafı sis kapatır, on on beş dakika sonra ortalık ancak normale
dönerdi. Köyden uzaklara gidileceği veya lazım olduğu zaman bu kamyon kiralanır
ve o yere güç bela gidilir gelinirdi.
Bazı hafta günleri sabahtan Sulak Köyüne
çekerler. Bizim köyden çarşıya inecek olanlar Sulak Köyüne kadar koştura koştura yürür.
Yer kalmışsa arkasına atlar, araba dolduktan sonra millet karoserin içinde ayakta
çarşıya inerlerdi. Bazen de çarşı da Kuyunun Sokağı derlerdi, durur millet
bindikten sonra yine Sulak Köyüne kadar çıkarırdı. Navlun dedikleri yol parası 25
kuruştu. Çarşıdan köye çıkmalar genel de yaya olurdu. Araba olmayınca gidişler
de yaya olurdu. Biz Orta okul da iken bazen rastlardık, bu kamyon başka bir iş
için köye çıkarken veya kum, çakıl çıkarırken üzerine biner, Sulak Köyünde inerdik. Oh çokta
güzel oluyordu. Muavin zaten beni tanımıştı. İlk sefer yalnız 25 kuruşum vardı. Vermek istemedim. Herkes verince bende mecburen verdikten sonra, fıkralar filan anlatmıştım. Muavinin de hoşuna gitmiş, biz öğrencilerin paralarını
geri iade etmiş ve artık versem de benden bir daha para filan hiç almıyordu.
Kamyonu kullanan bir şoför, bir de devamlı takoz elinde arka da duran ve
para toplayan muavin olurdu. Bir aksilik olursa veya rampalar da çıkarken araba
patinaj filan yaparsa muavin hemen yola atlar, “Hoop, az daha gel, git, sağ
yap, sol yap” diye şoföre yol tarif ederdi. Bu kamyonun da sanırım başka
vitesleri yok, hep birinci viteste yokuş aşağı biraz hızlıca, yokuş yukarı
yavaş yavaş ‘ğır ğur’ diye giderdi.
Köy de Lazlardan biri Ardeşen in Dutğe Köyüne kızlarını gelin
vermiş, düğün akşamı gidip gelebilmek için, bu
kamyonu kiralamışlardı. Şoförün yanına gelin ve hısımları oturmuş, bizler de köyün
adamları 40-50 kişi kadın, erkek, çoluk, çocukla arkaya açık karoser üzerine
ayakta binmiştik. O zaman yollar da çok dar ve köstebek yuvası gibiydi. Kamyonla yolculuk çok zor olurdu. Tekerlekler her çukura girdiği zaman karoserden ‘ÇIIIR, ÇUUR’ diye sesler
gelir, hem de araba çalkalanıp dururdu. İçimiz de küçük çocuklu bayanlar ve
çocuklar da vardı. Her sallandığı zaman içinde
yolcular da sallanır, yer değiştirir, hatta sağa sola atılırlardı. Yıkılmadan ayakta kalabilmek için
birbirini tutar, gideceği yere sağlam varabilmek için kırk salavat getirerek
giderlerdi. Hatta araba tutar istifra edenler bile olurdu. Bazen de karoserin içinde takla
atanlar olurdu. Gülmek, nara atmak, şaka şenlik gırla giderdi.
Biz ÇIIR-ÇUUR gece
yarılarına doğru yokuş yerlerden yukarı çise dediğimiz, ince yağmurlu bir
gecede, sağ salim fakat biraz ıslanmış olarak düğün evine vardık. Horonlar
oynandı. Silahlar sıkıldı. Biraz da bazı tatsızlıklar oldu ve bizim köyden
gelenler gece saat 02.00 de aynı kamyonla dönerek köyümüze geri gelmeğe karar
verdiler.
Sulak Köyü’ne çıkarken eski ilk okulun aşağısında çok meşhur bir yer vardı, virajlı ve yokuş, ‘TAHİR'İN
YOKUŞU’ veya ‘ZENİ’NİN KAYA’ Orada o gün kü şartlarda arabalar çok kaza yapar,
ta dereye yuvarlanırlar, insanlardan ölenler yaralananlar çok olurdu.
Bende daha yeni tellenmiş herkese yardıma koşan yeni yetme bir delikanlıydım
veya kendime öyle süs veriyordum. Tahır'ın yokuşu dedikleri o meşhur kazaların
olduğu yere geldiğimiz zaman, yokuş yukarı çıkan kamyon bir den istop etti ve
çok hızlı bir şekilde geri yokuş aşağı kayarak gitmeğe başladı. Karanlıkta
yolculardan biri bağırdı; “Araba devrilii. Canunuzı kurtarın.” Diye. Epeyi bir
yol geri geri giderken ben ve birkaç kişi karoser üzerinden yere atladık. O zaman
nasıl atlanacağını da doğru dürüst bilmediğimden, birkaç takla atıp yuvarlanmama rağmen, bir
kaç sıyrıktan başka bir şey olmadı. Yara filan almadım. Atlayanlardan biri de komşumuz Baysun du.
Ayağı büyük bir kayanın altına sıkışmış beni çağırıyordu. “Bir bak ki bacağım kopmuş
mu?” Dedi. Baysun uzun boylu, şakacı ve hazır cevaptı. El yardımıyla baktım,
ayağında bir şey yok. Ayağı kayanın altında değil de yanında boşta duruyordu. Ben de ona şaka yaptım;
“Ya senin ayakların zaten uzun yarısı kopsa da geri kalan sana yeter. Kalk
yaralılara yardım et.” Dedim ve taşın yanında ki ayağını ikimiz
birlikte çekip çıkardık. Gayet iyi, bir iki sıyrık vardı. Ayağa kalktı.
Gelelim kamyon ve içerisinde ki 40-50 kişiye.
Zifiri karanlık olduğu için biz ne olduğunu göremiyorduk. Sadece "gor,
gur, gor, gur" diye sesler geliyor, kamyon ışıkları gidip gelip arada bir bizi
de aydınlattıktan sonra, dereye doğru "küüüt" diye düştüğü büyük bir
gürültü ile duyuldu. Kamyonun ışıkları ancak önünü, dere içini ve kayaları
aydınlatıyordu. İnsanlar arka tarafta ki karanlık yerde dere içi, dere kenarı
ve yol kenarlarına serpilmiş bağrışıp duruyorlardı. Karoser üzerinde kimse
kalmamıştı. Koşarak bir metreye yakın yükseklikteki duvardan atladık ve derenin
içinde kamyonun arkasında bu insanların bağrıştıkları yere gittik. Bir mahşer
günü gibi, sağdan soldan ancak bağrışma sesleri duyuluyor, karanlıkta kimse
görünmüyor, kime ne olduğu bilinmiyordu.
Bu sırada komşu gelin Ayşe'yi sesinden tanıdım. Düğüne giderken görmüştüm, kucağında
süt içen, her tarafı bezlerle bağlı küçük bir çocuğu vardı. "Çocuğum,
çocuğumu bulun, elumden atılmış, yardum edun, Metiin, Baysuun, Muezzeem" diye
bağırıyordu. O sırada suyun içinde kıyıya yakın yerde de bir bebek feryat
ediyordu. Baysun çocuğu buldu ve getirip annesi Ayşe'nin eline verdi.
Biz yine diğer bağırıp çağıranlara yardım ederken tekrar Ayşe’nin sesini
duydum. "Vuuuuy, vuuuy, vuuuuy" diye bağırıyordu. Allah Allah yine ne oldu? "Ben şimdi ne yapacağım, vuuuy, vuuuuy." diye avazı çıktığı kadar bağırmağa devam ediyordu. Allah Allah biraz evvel çocuğu bulunmuş sağ salim kendisine verilmişti. Çocukta yüksek sesle ağlıyordu. Acaba
ne oldu? Bir kaç kez Ayşe'yi çağırdım fakat kendi bağırmak sesinden beni duymuyordu, hemen hızlı bir şekilde yanına gittim. Kendisi yan tarafta ayakta
durmuş, iki eli ile de çocuğu göğsünün üstünde sımsıkı tutmuştu. Çocuk ta
elinde avazı çıktığı kadar bağırıyordu. Ne var? Ne oldu? diye sordum. "Recep Ali çocuğumun başı yok. Ben şimdi ne edeceğim Güli? Çocuğumun başı kopmuş." dedi. Ahah. Nasıl olabilirdi? Çocuk elinde avazı çıktığı kadar bağırıyordu.
Hayret ettim ve Ayşe'nin tuttuğu başsız çocuğu elinden çektim,
aldım. Çocuk benim elimde de bağırıyordu, yokladım ki evet çocuğun başı yok fakat
kopmamış, ne olmuş biliyor musunuz? El yardımıyla çocuğu tekrar yoklayınca
anladım. Baysun çocuğu Ayşe'ye ters vermiş. Ayşe de elleri ve ayakları
bağlı olan çocuğunu ters tutmuş. Yanı bacakları yukarı, başı aşağı. Karanlıkta
eli ile çocuğun başını yukarıda arayıp bulamayınca "Çocuğumun başı kopmuş."
diye ortalığı ayağa kaldırmıştı. Çocuğu ters çevirdim ve başı yerine geldi.
Annesine tekrar verdim o da rahatladı.
O büyük
kazada ufak tefek yaralılar var, fakat ölen yoktu. Kimse doktora bile gitmedi. Zaten doktorda Fındıklı da var mıydı bilmem de? Bu da sevindirici tabi. Oradan yürüyerek sabah saatlerinde evimize ancak gidebildik. Bu olay
hafızalarımıza bir anı olarak kazındı. Geçen gün eski bir ona benzer kamyonu görünce tekrar aklıma geldi ve istedim ki sizler de bilesiniz.