SAYFALAR

8 Kasım 2013 Cuma

İŞTE O KÖPRÜ


 
Geçen Osman Efendinin Ahmet'ten bahsederek, 'Edalı Yarım' yazısı ile yaptığı hatayı ve başına gelenleri anlatmıştık. Saniye'yi zorla alıp götürürlerken kapı perdesine yaslanarak; o acıklı sahneyi seyrettiğini ve arkasından türkü söylediğini, o zamanlar 5-6 yaşlarında bir çocuk olan ve yanlarında bulunan kızı Meryem Hanım dan duymuştum. 

Hatta komşularından hiç kimsenin kendisine yardım etmediğini, tamamen yalnız başına bırakıldığını anlatmıştı. O zaman kapı eşiğinde durup öbür eşi Raife Hanım duymayacağı gibi gizliden gizliye şöyle türkü söylemişti, fakat o türküyü kızı Meryem duymuştu.

"Edalı yarım, belalı yarım, 
Gizli haber eyle, gene duyarım.
Sen hiç merak etme, seni ararım, 
Senin için kıyamete yanarım,
Senden sebep öldürürüm, ölürüm."

Bir haber gelip gelmediğini, veya bir tuzak kurulup ta çağrılıp çağrılmadığını bilmiyoruz. Ancak Sonbahar aylarının aydınlık bir gece vakti, geç saatlerde Osman Efendinin Ahmet, belinde kesik pire Rus Nagant (lagan) tabancası. Sürmene yapısı ikili karakulak saldırma bıçağı. Üç adet el bombası. Elinde Rus Berdan filinta tüfeği ve kalemlik dedikleri üzerinde iki yüz adet beşli desteler halinde fişek bulunan kemer göğsüne takılı olarak, elinden aldıkları kadın, Saniye'nin bulunduğu köye Dutğe'ye doğru, Onu bulmağa veya hesap sormağa veya ziyaret etmeğe tek başına yaya olarak, şimdi adı Sulak Köyü olan, o zaman ki Zuğu Sufla Köyünden yola koyulur. Daha önce de gelip gittiği için Ahmet oraları ve yollarını iyi bilmektedir. Kadının bulunduğu köye gitmek için Tunca deresinden karşı tarafa geçmesi gerekir.

Aydınlık berrak bir Sonbahar gecesinin geç saatlerinde sadece taşlara çarpan su sesleri yankılanırken, Tunca deresi üzerinde ki tek geçit olarak kullanılan ve her tarafı birbirine bağlayan, tarihi, 30 metre yükseklik ve 50-60 metre uzunluğunda ki, ne zaman yapıldığı bilinmeyen bu taş kemer köprünün yanına, Osman Efendinin Ahmet iki saat kadar süren yaya yolculuğundan sonra gelir. 

Her şey normal, sadece akan suyun sesi duyulmakta ve gecenin o sessizliğini bozmaktadır. Sanki bu köprü gecenin o sessiz saatlerinde herkese kan kusturacak olan bu yolcu adamın buraya gelmesini beklemektedir. 

Köprüyü geçmek için adımını atar ve köprünün üstünde yürürken tam ortasında ki tümseğe geldiği zaman, karşı tarafta köprünün başında birinin elinde mavzer tüfek olan üç adam görür. Ahmet kuşkulanır ve geri dönmek ister. Bir bakar ki arkasında da köprünün öbür ucunda biri mavzer tüfekli üç adam daha var. Gecenin o saatinde, o yerde, altı kişi adam ne yapar? Hem de hepsi silahlı. Acaba daha başka saklı olanlar da var mı? Ahmet yere çöktüğü gibi elindeki tüfeğiyle üstlerine doğru peş peşe ateş etmeğe başlar. 

Kullandığı tüfek beş fişek kapasitelidir. 200 fişekte kalemliğine takılı üzerinde taşımaktadır. Kaç fişek attığı belli değil. Ahmet tüfeği de başka büyük bir maharetle, kimsenin bilmediği ve kullanamadığı bir şekilde kullanırmış. 

Nasıl mı? Onu da anlatalım. Tüfeği sol eli ile el kundağından sıkıca tutar. Sağ elinin baş parmağı ile işaret parmağı arasında ki boşluğa mekanizmanın topuzunu sıkıştırarak, hiç bırakmaz. Devamlı yaprak gibi sağ elini açıp kapayarak mekanizmayı bu şekilde ileri geri çalıştırır. Sağ eli her ileri gittiği zaman da mekanizma fişek yatağını doldurur. Küçük parmağı ile devamlı tetik çekerek, tabanca gibi seri bir şekilde tüfekle ateş edermiş. Tüfekte fişek bittiği zaman sol eli ile hala el kundağından sabit tutmuşken, beşer tane desteler halinde kütüklüğünde bulunan fişekleri, sağ eli ile çıkararak, mekanizma açıkken hazinenin üstünde ki yerine yerleştirir. Üstten basınca fişekler hazineye dolar. Boşalan desteyi ileri sürülen mekanizma kafası fırlatarak atar ve yeni dolu fişeği, fişek yatağına sürer, böylece otomatik tabanca gibi, tüfeği ile ateşe devam edermiş.

Bir yerde bu şekilde seri tüfek sesleri duyanlar hemen anlarlar ve "Osman Efendinin Ahmet geri döndü" derlermiş. Başka kimse bu şekilde seri atış etmeği beceremediği için hemen anlaşılırmış. 

Gelelim bu köprüye kaç fişek atıldığını kimse bilmiyor. Öbürüler de her iki taraftan hep birlikte çok sayıda tabanca ve tüfeklerle ateş ediyorlar. Az evvel sadece su sesleri duyulurken, bu sefer tüfek ve tabanca sesleri taşlara vurup yankılanıyor orada. Tunca köprüsünün üzerinden Tunca deresini sabaha karşı yarım saat kadar mavzer ve tabanca sesleri inletiyor. 

Sonunda bir kaç adamın yere düştüğünü gören Osman Efendinin Ahmet resimde görülen bu köprüden, 30 metre yüksekten, üzerinde ki teçhizatları ile birlikte suya atlıyor. Bir an kadar bir sessizlik hakim oluyor. Ahmet'e pusu kuranlar arkasından suya bakıyorlar fakat Osman Efendinin Ahmet'i artık suyun içinde göremiyorlar. Suyun akıntı istikametine doğru tekrar ateş ediyorlar. Silah seslerine uyanan insanlar arasında bağrışmalar ve koşuşmalar oluyor. Artık sabah olmak üzeredir. 

Osman Efendinin Ahmet epey bir yere kadar suyun dibinden gittikten sonra ilerlerde kıyıya çıkar ve hiç yara almadan ufak tefek sıyrıklarla kurtulur. Üzerinde ki elbiselerini sıkıp suyunu çektirdikten sonra tekrar giyer ve elinde ki tüfeğini ve kalemliğini viran bir değirmende o an için saklar. Geri o atladığı köprüye doğru gelir. Görünce kendisi de dehşete kapılır ve inanamaz. "Ya ben buradan mı atladım?" der kendi kendine. 

Herkes toplanmış kıyı boyunca kendisinin cesedini arıyorlarmış. "Ya bu azgın su cesedi denize kadar götürmüştür. Kurtulmasına hiç imkan ve ihtimal yoktur." diye kendi aralarında konuşuyorlarmış. Zaten bu dere Fırtına deresine karışır ve oradan denize dökülür. Hele biraz da taşkınsa o zamanlarda cesedin bulunması mümkün değildir.

Bir taraftan da o dar ve yokuş yollarda Osman Efendinin Ahmet'in yaraladığı insanları götürmek için uğraşıyorlarmış. Osman Efendinin Ahmet'e pusu kuranlar galiba yanlışlıkla kendi arkadaşlarını da vurabilmişler. Osman Efendinin Ahmet olup bitenleri, Saniye'yi öldürdüklerini, kendisini de yakalayıp işkence ederek öldüreceklerini, orada olan kişilerin konuşmalarından her şeyi öğrenmiş. Her şeyi anlamak için de kendi cesedini bir süre güya onlarla beraber aramış ve adamları konuşturmuş tabi. 

O sırada zaten vakit geçmiş kuşluk vakti olmuş. Sakladığı yerden tüfeğini ve malzemelerini almadan oradan uzaklaşmış. Başka bir komşu köyde otlayan bir inekten çarığının içine süt sağmış ve o süt ile açlığını gidermiş. Zaten akşam olmak üzereymiş. Olayın olduğu o günün akşam üzeri askerler gittikten sonra doğruca Saniye'nin ve Kocasının evine gitmiş. Saniye'yi öldürmüşler ya O yok artık. Evin içine bir el bombası atmış. Dışarı çıkan veya oraya koşan erkeklere de mavzeri ile yaylım ateşi ettikten sonra kargaşadan faydalanarak oradan da kaçmış. 

Bu olayda söylenene göre toplam dört kişi ölmüş. İlerlerde başka bir yerde kurutmak için astıkları yerden peçeli bir kadın elbisesini alarak giymiş ve o bölgeyi terk etmiş. Artık o günden sonra da kanun, savcı ve hakim Osman Efendinin Ahmet yani kendisi olmuş. Her şeye kendisi karar verip uygulamağa başlamış. 

Güvenlik Kuvvetlerine hiç yakalanmamış. Sadece milis kuvvetlere gönüllü katılarak vatanın kurtarılması için savaşmış. Diğer zamanlar yakalandığı zaman, ille ki bir kolayını bulup kaçmış. Bir daha da böyle dere ve nehirlerden geçerken asla köprü kullanmamış. O köylere de Saniye den sebep bir kaç defa daha gitmiş. Fakat daha sonralarda herhangi bir vurgun işi olmamış. 

Aslında galiba o köprüde pusuya düşürmeseler vurgun yapmazdı. Mecbur kalınca canını kurtarmak için yapmış olabilir. Zaten yakalayıp işkence ederek öldüreceklerini sonradan kendi kulakları ile duyduğunu, evinde saklandığı o eski hasmına anlatmış. Artvin ve Erzurum taraflarında çok arkadaşları varmış. Hatta oralarda ismini duymayan pek az adam varmış. Çok pusulara düşmüş, çok çatışmalara girmiş ve öylelikle hayatını bitirmiş.

Bu şekilde on beş yıl kadar acılı, üzüntülü kısa bir kaçak hayatı yaşamış. Evine gizlice uğrar azamı bir veya iki gün kimseye gözükmeden durur, gidermiş. Her sabah 'Ayetül Kürsü' Süresini okumadan evden çıkmazmış. Nerede olduğunu kimseler bilmezmiş. 

Altı çocuğu olmuş. Beş kız bir erkek. Oğlu Osman bir oyunla kendi ölümünden sonra öldürülmüş ve faili meçhul kalmış. Oğlu Osman'ın hanımı Mülime Hanım evden kovulmuş. O zaman ki adı Zuğu Sufla şimdi ki Sulak Köyünde bulunan evlerinin yeri bile belli değildir. Kendisi daha ziyade Rusya taraflarında barınırmış. İlk zamanlar soygun filan kesinlikle yapmazmış. Sadece yakalanmamak için meydana çıkmaz. 

O zamanlar zaten moda olduğu gibi hiç bir zaman silahsız gezmezmiş. Çok iyi silah kullanırmış. Dostlarına çok sadık, düşmanlarına çok hain ve acımasızmış. Hiç bir zaman haksızlığa tahammül etmezmiş. 

Rusya'ya gidip gelirken defalarca Ermeni çeteleri, Rum çeteleri ve Rus askerleri tarafından çok kere pusuya düşürülerek çatışmalara girmişler. Bazen kurtulmuş, bazen yakalanmış, her seferinde bir kolayını bulup ellerinden kaçmış, kurtulmuş. Uzun süre bu çetelerin ve Rus askerlerinin korkulu rüyaları olmuş. 

Hopa Sancak Beyi Ali Rıza Beyin birliğine katılarak bir süre Rus ve Ermenilere karşı savaşmış. Teşkilatı Mahsusa dan Yenibahçeli Yakup Cemil ile Şavşat ta tanışır. Yakup Cemil'in Sinop Cezaevinden oluşturduğu kuvvetlere arkadaşları ile öncülük ederler. Ve bir çok savaşlara katılırlar. Rusya da çalışır, çabalar, evine para getirirmiş. Büyük kızı Nadiye yi de Rusya'ya getirmiş. 

Daha sonraları kızı Nadiye orada evlenmiş. 1917 Komünizm İhtilali olmuş. Sanırım Sibirya'ya gönderilen vagonlarda ki yolculardan biri de Nadiye Hanımdır. 

En son Laz ve Hemşinlilerden oluşan 50 kişilik gönüllü bir kuvvet ile Ermeni isyanlarında Ermenilerle savaşmak için Erzurum'a gitmiş. İçlerinden sadece Sulak Köyünden Ömeroğlu Ali sağ olarak geri dönmüş. Kendisi ve diğerleri kırk dokuz kişi geri dönememişler. Şimdi evinin yeri belli olmadığı gibi mezarı da belli değildir.



6 Kasım 2013 Çarşamba

AZGIN KARADENİZ

baksana tam karadeniz
Karadeniz ile ilgili bir çok hikayeler duymuşum. Aslında olay olmuşta bize anlatılınca hikaye gibi gelmiş. Mesela geçen sene dalgaları seyreden bir üniversiteli Giresunlu kızı dalgalar kapmış ölü veya diri bir daha bulunamamıştı. Ondan daha önce deniz doldurulurken bir kaç tane arabaları almış ve götürmüştü. Kaç tane iskeleden denizi seyreden adamları dalga kaptı götürdü. Bunlar kıyılarda olan olaylar. Birde Karadeniz e taka veya teknelerle veya gemilerle açılıp ta bir daha hiç geri gelemeyenler var. Kimisi zevkine açılır denize, kimisi mecburen açılır çünkü geçimini denizden temin eder. Düşünün fırsatını bulduğu zaman avını kıyıdan kapan bir canavara benzetirsek Karadenizi, kendi kucağındakine ne yapmaz ki? Resime bakarsanız gece filan değil ha. Heybetinden öyle görünüyor. Bir şeyi ille alacağım derse, kurtuluş olmaz ters çevirir içinde ne bulursa hepsini alır. Hatta ta evine bile gelip kapından alır. Kafaya koyduysa kurtuluş olmaz. Hatta Titanik gibi bir gemi olsa bile onu da alır. Onun için Karadenizin inadına inat etmeyeceksin. Onunla başa çıkamazsın. Ne demişler 'Bükülmeyen bilek öpülür." Ya denize açılmayacaksın veya açıldıysan da Karadeniz e yalvaracaksın. Gene de olmazsa ölümü göze alacaksın.
  

5 Kasım 2013 Salı

KEDİ İÇİN

2013 Eylül ayının yağmurlu bir günü Kızımın acı feryatları ile uyandım. "Baba, Shusi (benim kedim, kraliçe) içerde mi? Köpekler bir kediyi boğuyorlar." dedi.
Elime bir sopa kaptığım gibi dışarı fırladım. Araba parkımızın önünde altı tane kocaman köpekler bir kediye saldırmışlar. Kedi bir köpeğin ağzında köpek karnından kediyi sıkıp duruyordu.
Kedi benim kraliçe değildi. Apartman önünde geçinen sokak kedilerinden biri idi. Köpeklere elimde ki sopayı sallayarak kediyi ağzından aldım. Köpekleri kaçırttım.
Kedi ölmemiş fakat arka bacaklarını kullanamıyordu. Can havli ile bağırıp pığlayarak iki ön tatlarını kendine siper etmiş, gözleri cam gibi olmuş ve sonuna kadar açılmış olarak kendi dilince bana yalvarıyor veya bir şeyler anlatmağa çalışıyordu.
Böyle bir manzaraya yürekler dayanamazdı. Evden aldığım poşet içine eldivenle tutarak kediyi sırt üstü yerleştirdim. Doğruca Batıkent te Atlantısın önünde ki özel veterinere son sürat getirdim. "En azından yaşamayacaksa ilaçla öldürülsün. Acı çekmesin" dedim.
Orada bulunan ırı kıyım kütük gibi bir veteriner hekim "Arka ayakları kırıldığını, tedavi olabileceğini" söyledi. Bende kendilerine teşekkür edip ayrılacağım sırada '800,00tl masrafı olduğunu, bu parayı ödememi' istedi. Bir an için düşündüm. Kendi dişlerimi param olmadığı için yaptıramamıştım.

"Sokak kedisi olduğunu, para ödeyemeyeceğimi" söyledim. "Bey efendi muayene ücreti ödemeniz lazım." dedi. Ben sinirimden onlara ne dedim bilmiyorum. Para ödemeden kediyi kaptığım gibi dışarı fırladım.
Yenimahalle Belediyesine giderken Lalegül de bir veteriner tabelası gördüm. Oraları hep aramama rağmen bulamadım. Orada çalışan işçilere sorunca oradan taşındığını öğrendim.
Belediyeye gittim. Bu zaman zarfında da çok şiddetli yağmur yağıyordu. Yenimahalle Belediye görevlileri İstanbul yolunda bir yere taşındığını söylediler. Ne ise uzattık, gittim orayı da buldum. Daha yeni yapılmış yerde bahçeli bir bina. Çamurlanmamak için taşlara basarak içeri gittim. Orta yaş bir beyefendi ile genç bir kız vardı. "Biz bakmıyoruz. Falan yere götür." demeleri üzerine yine zıvanadan çıktım.
Onlara da neler dedim hatırlamıyorum. Vurdum mu da hatırlamıyorum. Oradan da yola revan, deli dana gibi Ostim e doğru gelirken bir, çift kabin belediye arabasını seyir halinde gördüm. İçinde üç kişi vardı. Hemen durdurdum. Polis olduğumu söyleyerek ruhsatı aldım. "Ben başkomiserim. Hemen Başkanınızı bana çağırın" dedim.
Bir ekipleri daha geldi geçtiler önüme ve birlikte 'Out City' inin arkasında Hayvan barınağı yerine geldik ve oraya teslim ettim. Arabama baktığım zaman 270 km. yol kat etmiştim. İyi ki de evden çıkarken pijamalarımı çıkarmış kimliğimi filan yanıma almıştım. İki gün sonra aradım, kedi iyileşmiş. Bir kaç gün sonra kendi bölgesine getirip bıraktım.