SAYFALAR

13 Kasım 2021 Cumartesi

KITLAMA ÇAY

Anadolu'da ve Doğu İllerinde çay içilirken genellikle şeker çaya karıştırılmaz, kıtlama denilen bir usulle içilir. 

Ben ki bu şekilde çay içenleri ilk olarak çocukken gördüğüm zaman çok merak etmiş ve bende denemiştim fakat bir türlü bir tat alamamıştım. Hatta bize çay bahçesi yapan Erzurum ve İspir li işçiler vardı, onlar hep öyle kıtlama çay içerlerdi. Niçin böyle çay içtiklerini o zamanlar bir çok kişilere sormuştum. En doğru cevabı da Burhanettin Ağabeyim vermişti. "Fakirlikten." demişti. Kıtlama çay kültürü belki de İran dan bizlere geçmiş ve hala daha devam etmektedir.

Yeni öğrendim, bunun aslı öyle fakirlikten filan değilmiş. Bakın değerli İlahiyat Pröfesoru Yaşar Nuri Öztürk 'kıtlama çay' içme olayını nasıl anlatıyor?

Eskiden İran'da çaya tatlandırıcı olarak hurma ve üzüm katılıyordu.

İngilizler İran'a şeker satmaya kalktıklarında bunu başaramadılar.

Sonra İranlı Mollalarla irtibat kurdular.

İngilizler Mollaların vereceği fetva karşılığında kazancın % 10'nu

teklif ettiler...

Nitekim bir cuma namazında o bölgenin en büyük ve kalabalık camisinde cuma hutbesinde mollalar şu vaazı verdi: "Siz Allah'ın nimeti olan hurma ve üzümü nasıl olur da çaya katarsınız! Bundan böyle çaya şeker katacaksınız!"

Bu vaazdan sonra İran'lılar çaya şeker katmaya başladılar. İşler yoluna girince İngiliz'ler, mollalara verdiği % 10 payı satışların iyi gitmediği gerekçesiyle vermemeye başladılar.

Bunun üzerine mollalar ikinci bir fetva verdi cuma hutbesinde: "Gâvur icadı şekeri çaya katmak caiz değildir "!... Haramdır.

Bu fetva üzerine İran'lılar evlerindeki şekerleri sokaklara döktüler.

İngiliz firmaları mecburen, mollalarla yeniden masaya oturdu.

Fakat mollalar bu sefer % 20 pay istedi.

Eee dinsizin hakkından imanlı gelirmiş. İngiliz'ler çaresiz kabul ettiler.

Mollalar cuma hutbesinde bu sefer: "Biz size 'çaya şeker katmayın'

dedik ama 'sokaklara dökün de' demedik, şekeri sokağa dökmeyeceksiniz. Şekeri çaya batıracak ve böylece gâvur icadı şekere boy abdesti aldırarak içeceksiniz!" diye fetva verdiler.

Tabii ki bu fetva İran halkı tarafından yaşama geçirildi ve zamanla bütün müslümanlara yayıldı.

Dinin cahil insanları aldatmak, yönlendirmek, onları sömürmek açısından ne kadar etkili olduğunu gösteren bir örnektir bu yaşanmışlık. Alıntı Prof. Yaşar Nuri ÖZTÜRK. Resim internetten.

10 Kasım 2021 Çarşamba

TÜRKLERDE ÖLÜM İNANÇLARI

Göktürkler döneminde, ölen Alpların saçları kesilir ve mezarlarına konurdu. Aynı şekilde atlarının kuyruğu ve eşlerinin saçları kesilirdi. Buna 'Tullama-Dullama' adı verilirdi. Böylece ölen alp'ın veya kişinin eşi ve at'ı dul kaldığı anlaşılırdı.

Türklerin Ölü gömme adetlerinde alplar ve kağanlar kılıç, ok ve yayları ile gömülürlerdi. Demirden yapılmış parçalar diğer sıradan insanların mezarlarına da konurdu. Türk Mitolojisine göre ölen ruhların yer altında erlik han tarafından sorguya çekildiği düşünülürdü. Erlik Han'ın ve ona bağlı yeraltı ruhların, cinlerin, perilerin demirden ve demirci şamanlardan korktuğu bilinirdi. Hala daha bazı yerlerde bir çocuk dünyaya geldiği zaman, yattığı beşikte yastığın altına bıçak, tabanca ve buna benzer demir aletler konur. Böylelikle çocuk kötü ruhlardan korunmuş olur.

Geçmişi ve Türk Mitolojisi ile olan bağı bilinmese de ölülerin üzerine makas bıçak gibi demirden aletler konur. Anlamını tam olarak bilmesek te kolektif bilinç altında kayıtlı olan ve gelecek kuşaklara aktarılan bu gelenek devam eder. Bu adet aslında kötü ruhların ölüyü rahatsız etmemesi için yapılır. Çünkü kötü ruhlar demirden korkar.

Ölünün yedi'si, kırk'ı, elli ikisi, dönüm noktaları vardır ve Türk cenaze adetlerinde önemli eşiklerdir. Aslında 7, 40 ve 52 sayıları 'kozmolojik' sayılardır. Ölen kişinin öteki aleme geçme süresi de diyebiliriz. Eski Türkler, bu arada ölen kişinin ruhunun eve tekrar geri döneceğini düşür ve korkarlardı. Eve geri dönen ruh gördüklerini tanıdığına fakat kendisinin kimseye görünmediğine inanırlardı. Ölü çıktığı eve ilk zamanlar bardak içerisinde su bırakılır ve her sabah eksilip eksilmediği kontrol edilirdi. Bu yüzden bu sayılı günlerde, ölüyü memnun etmek için bir takım faaliyetler yapılır, suyun yanında yemek vermek, dua okumak, mevlüt okutmak şeklinde devam ederdi. İslam da bu tür uygulamalar yoktur.

7 sayısı, Şamanların gök yolculuklarında Tanrıya ulaşmak için aşmak zorunda oldukları, 'gök katlarını' sembolize eder. 7 sayısı, 7 gezegen ile de bağlantılıdır. Ruhun da, Tanrıya ulaşmak için bu gök katlarını aşması gerektiği düşünülür.

Türklerde 40 olgunluk sayısıdır. Kırkılmak, kırklamak, tamamen geçiş inançlarıyla bağlantılı uygulamalardır. Bir insanın olgunlaşma yaşı 40 olarak kabul edilir. Bunun sebebi, anne karnında ki çocuğun 40 haftada olgunlaşması ve tam bir insana dönüşmesi ile alakalıdır.

52 sayısı ise güneşin 1 yıllık döngüsünü ifade eder. Ya da dünyanın güneş etrafındaki tam 1 yıllık döngüsünü. 52 hafta 1 yıllık zaman dilimine denk gelir.

Bu sayıların tamamı 7 gün yani bir hafta ile alakalıdır. 7 gün bir haftadır. Türkler ölen yakınlarını geleneksel merasim ile öteki aleme uğurlar. Tıpkı yeni doğanı karşılamak için yaptıkları inanç ve merasimler gibi. Yeni doğan bebekler ve lohusalar için de demirden nesneler konur. Yeni doğan bebeğin kırkının çıkması beklenir ve bu durum bir takım inançlar ile kutsanır ve kutlanır.

Ve ölen kişinin mezarının üzerine 'can suyu' adı verilen su dökülür. Bu tören, öteki dünya inancı ile alakalıdır ve hayat suyu-yaşam suyu kavramı ile bağlantılıdır. Ölen insanların yıkanması da hayat suyu kavramı ile bağlantılıdır. Amaç, ruhun sonsuza kadar öteki alemde yaşamasını sağlamaktır. Aynı şekilde kırklanmış bebekler de bir takım özel inançlar ile suyla yıkanır. Su ister ölüm olsun isterse doğum, her ikisinde de yeniden doğuş düşüncesi ile alakalıdır ve çok önemlidir.

30 Ekim 2021 Cumartesi

HESABI ÖDEMEDEN NEREYE MUSTAFA

Aşağıda ki yazıyı eski Milletvekili Prof. Dr. Mithat Melen yazmış. Adil Sağıroğlu ve Kıymet Conker Tesal'dan, yanı Nuri Conker'in torunundan dinlediğini belirtiyor. Nuri Conker; Atatürk'ün çocukluktan beri en iyi, en yakın arkadaşıdır.
 
Tekrar tekrar okuduğum ve çok duygulandığım bir yazı. Hepsini rahmetle anıyorum ve ben de blokta yazmadan yapamayacağım.

Ankara’da havanın kapalı…

Sıkıntılı olduğu bir eylül akşamı…

Avrupa’nın üstünde savaş rüzgârları esiyor…

Çankaya Köşkü’nün havası hüzünlü…

Çünkü Atatürk hasta ama…

Memleket meselelerinden ayrı kalmak mümkün mü?

Sanki yolun sonuna geldiğini hisseder gibi…

Akşamüstü saatleri…

Yanında…

Nuri Conker var…

Selanik’ten hem mahalle hem okul arkadaşı…

Albaylıktan emekli ve…

Paşalık dahil…

Hiç bir makam, mevkii kabul etmemiş gerçek dost ve sırdaş…

***

Kadim dost Nuri Conker, o gün…

Arkadaşının yanı Mustafa'nın havasını dağıtmak ister…

Çocukluk günlerinden söz eder…

Bal gibi sohbet, uzayıp gider…

İstanbul’a ve gençlik günlerine gelir…

Harbiye ve sonra akademideki günleri anarlar…

Yedi Tepeli kentte yaşadıkları akıllarına gelir…

Tünel’deki Apostol’un yerinden bahsederler...

O ufacık ama ünlü meyhanede…

Yaşadıkları unutulmaz akşamlar gelir akıllarına…

Hatta…

Paraları olmadığı zaman…

Nasıl meyhaneciye “yaz hesaba” dediklerini hatırlarlar…

Bazen o küçük piste fırlayıp…

Rumeli havaları eşliğinde…

Zeybek oynadıkları bile gelir gözlerinin önüne…

Atatürk keyiflenir…

Sanki hastalığını unutmuş gibidir…

Kısa bir sessizlik olur…

Nuri Conker, aklına geleni hemen söyler:

“İster misin Mustafa, atlayıp trene gizlice İstanbul’a gidelim. Önce Boğaz’da gezeriz. Sonra ver elini Beyoğlu, Apostol’a uğrarız... Kimse görmeden döner geliriz…”

Gazi, çok sevinir…

Gözleri ışıldar; “Nasıl yaparız ki Nuri?” der…

***

Nuri Conker kararını vermiştir; her şeyi ayarlar…

İstiklal Savaşı’nda orduya cesaret vererek…

Conk Bayırı’nın alınmasının mimarı, bu kahraman asker için…

İstanbul operasyonu, çocuk oyuncağıdır…

***

Nitekim…

İstanbul ekspresinden üç kompartıman alınır…

Gece trene binilir; kimsenin ruhu bile duymaz…

Hafiften de olsa…

Tanınmamak için kıyafetler değiştirilir…

Kaçakları, Haydarpaşa’da Conker’in bir arkadaşı karşılar…

Sonra?

Ver elini Boğaziçi…

Gezerler, yürürler, denizi seyrederler…

Boğaz havasını ciğerlerine çekerler…

Sonra istikamet Beyoğlu…

Tünel’e gelince de doğrudan Apostol’un yerine giderler...

Akşamüstünün tüm güzelliği örtmüştür İstanbul’u…

Saat 17.00 olmuştur, bile…

Meyhanenin müdavimleri yavaştan gelmeye başlar…

(Bi'parantez açalım, sözün burasında...)

İstanbul’da eğlence yerlerini işletenler işlerini iyi bilirler…

Özellikle Rumlar…

Osmanlı’dan kalma gelenek ve görenekleriyle hizmetin piridirler…

Bilhassa meyhane’nin sahibi Apostol…

Bi’ara Nuri Conker ile göz göze gelir…

Şimşek çakar kafasında…

Tanımıştır, gelenleri…

Eski müşterisi Atatürk’ü ve dostunu …

Çok sevinir ama…

Nuri Conker hemen uyarır; “Sakın bozma havayı” der ve ekler:

“Eskisi gibi davran, hiç belli etme, gelenleri de çevirme, sadece bizimle garsonlar hariç, kimse fazla ilgilenmesin, hafifçe demlenelim. Bilhassa Mustafa tanıdığınızı bilmesin…”

Akşam ilerlemekte, keyif ise artmaktadır…

Mustafa Kemal ise gençlik günlerine döndüğü için çok mutludur...

Bi’ara merak edip, Nuri Conker’e de sorar:

“Galiba bizi kimse tanımadı!”

Nuri Bey’in tek endişesi içeriye girip çıkan birilerinin dışarıda bu olaydan söz etmeleridir… Apostol güvence verir, “Sen merak etme…”

***

Artık sıra Rumeli türkülerine, çalmaya, oynamaya gelmiştir...

Tavernanın her köşesi…

Şarkı ve türkülerle çınlamaya başlar…

Hatta…

Atatürk bile dans edip, türkülere eşlik eder…

***

Kuşkusuz…

Gazi Mustafa Kemal, oyunu sezmiş ama…

Artık o da bozmayıp, çaktırmadan eğlenmeye devam eder…

Aslında…

Kadim dostu Conker’in kıyağının farkındadır…

Dostluk da… Zaten bu değil midir?

***

Ayrılma zamanı gelmiştir…

Haydarpaşa’dan trene binilecektir, erken kalkmak gerekir…

Ayağa kalkar Mustafa Kemal…

Madem, kimse onu tanımamıştır, o da kapıya yönelir…

Arkasından bağırır Apostol:

“Mustafa, hesabı ödemeden nereye gidersin?”

Gazi Mustafa Kemal, geri döner ve şöyle der:

“Yaz hesaba, bre Apostol!”

Birbirlerine sarılıp ağlamaya başlarlar…

Bu arada bütün taverna ayağa kalkar ve dinmeyen alkışlar…

Tavernadakiler hep bir ağızdan bağırırlar:

“Bizim Mustafa, seni bırakmayacağız ama sen de bizi bırakma, daha sık gel…”

***

Cumhuriyeti kuranların önce insan olduklarını…

Hiç ama hiç unutmayalım…

Şükranla, rahmetle…

Nokta…

Sonsöz:

“Ben kalpleri kırarak değil, kazanarak hükmetmek isterim… "

Gazi Mustafa Kemal Atatürk…ALINTI