SAYFALAR

30 Nisan 2024 Salı

DİLİMİZE MAL OLMUŞ İSTANBUL DEYİMLERİ

ÜSKÜDAR’DA SABAH OLDU

Üsküdar’da deniz kıyısındaki Valide Sultan ve Mihrimah Sultan camilerinin müezzinleri, karşı tarafta yaşayan padişaha seslerini duyurabilmek ve ondan ihsan alabilmek, belki saray müezzinliğine yükselebilmek ümidiyle sabah ezanlarını mutlaka Beşiktaş’taki cami müezzinlerinden önce okumak isterlermiş. Bir şeyin zamanını geçirmek, geç kalmak anlamında bugün dahi kullanılmakta olan “Üsküdar’da sabah oldu” deyimi vaktiyle aynı hat üzerinde olmalarına rağmen Üsküdar’ın Beşikta’tan önce okunan sabah ezanlarından kaynaklanmıştır.

MARMARA ÇIRASI GİBİ TUTUŞMAK

Eskiden ocak, soba veya mangalda ateş yakabilmek için çıralar kullanılır, bu çıralar ise çarşılarda tutam halinde satılırdı. Aniden parlayanlar, öfkelenenler için kullanılan bu deyim, sakızlı çam ağaçlarıyla meşhur olan Marmara Adası’ndan toplanan, reçinesi bol olduğu için kolay yanan çıralardan doğmuştur.

KABAK BAŞINDA PATLAMAK

Su kabaklarının içleri oyularak şişe gibi kullanıldığı yıllarda, Galata meyhanelerinde içleri şarap dolu kabaklar sıra sıra vitrine dizilir; isteyen külhanbeyi hangi kabağın ipini keserse onu alır ve bitirmeden yerinden kalkmazmış. Meyhaneye yapılan baskınlarda zabıtalar ve bekçiler tarafından mekandaki küpler ve fıçılar devrilir, sıra sıra asılmış şarap kabakları da meyhaneci ve araya giren müşterilerin başında patlatılırmış.

DİNGONUN AHIRI

İstanbul’da ulaşım için atlı tramvayların kullanıldığı yıllarda, iki at ile çekilen tramvaylara, dik Şişhane yokuşunu çıkabilmesi için fazladan atlar koşturulurdu. Azapkapı’da tramvaya eklenen takviye atlar, Taksim’de Dingo isimli bir Rum vatandaş tarafından işletilen ahırda dinlendirilir, sonra tekrar Azapkapı’ya götürülürlerdi. Gün içinde sürekli atların girip çıktığı ahırın bu durumu dolayısıyla, girenin çıkanın belli olmadığı yahut her önüne gelenin girip çıkabildiği yerler için bu deyim kullanılmıştır.

GOYGOYCULUK YAPMAK

Vaktiyle Muharrem ayında ilahiler okuyarak kapı kapı dolaşıp dilenen tarikat mensubu dilencilere goygoycu adı verilirdi. Bu kişiler, Muharrem ayından iki gün önce Üsküdar’daki tekkelerine giderek şeyhlerinin yanında toplanır ve buradan dörder beşer kişilik gruplar halinde semtlere dağılırlardı. Muharrem’in birinci gününden onuncu gününe kadar sokaklarda ilahiler okuyarak dolaşan goygoycular, gülbank çekerler ve durdukları kapının önünde dua ederlerdi. Günümüde bu deyim gevezelik, boşboğazlık yapmak anlamında kullanılmaktadır.

ÇAPULCU

Vaktiyle tulumbacı takımlarına sızmış işsiz güçsüz adamlara çapulcu adı verilirdi. Bunlar zaman içinde birtakım sınavlardan ve denemelerden geçerek takıma alınmlarına rağmen, bazıları ahlak düşkünlüğü sebebiyle yine ilk fırsatta yangın yerinden hırsızlığa kalkışırlar, durum fark edilirse polise teslim edilirler ve o semte bir daha adım atamazlardı.1910’lu yıllarda İstanbul şehreminliği görevini sürdüren Cemil Topuzlu, hatıralarında itfaiye teşkilatındaki aksaklıkları dile getirirken “çapulculuktan” bahsetmektedir.

BULGURLU’YA GELİN GİTMEK

Bir işte gereğinden fazla telaş gösterenlere söylenen bu deyimin hikayesi şudur; Bulgurlu Köyü, suyu ve havası nedeniyle güzel bir köydür, eskiden beri de pehlivan çıkaran bu köyün delikanlıları güzelliği ile meşhur olmuştur. Bu delikanlılarla evlenmek için civardaki köylerin genç kızları can atarlardı. Dokuz gün festival havasında geçen Bulgurlu’nun düğünleri de pek meşhurdu. Eğer Bulgurlu’dan bir görücü gelip kızı beğenerek nişan taktı mı, kız nişan bozulur korkusuyla çeyizini noksanlarını tamamlaması, bir an evvel nikah kıyılıp Bulgurlu’ya gelin gitmek için annesini, babasını gece gündüz sıkıştırırmış.

PÜSKÜLLÜ BELA

II. Mahmud devrinde önce askerler, ardından memurlar için resmi başlık olarak kabul edilen fes, kısa sürede halk arasında da kullanılmaya başlanır. Fesin yaygınlaşmasıyla beraber değişik renk ve biçimlerde, püsküllü ve püskülsüz biçimde modeller ortaya çıkmıştır. Yağmur ve kardan kalıbı bozulan, rüzgarda püskülleri sürekli karışan fesin kullanımı zahmetli ve masraflı bir iştir. Püsküllü bela deyimi bu durumdan esinlenerek ortaya çıkmıştır.

BALIK KAVAĞA ÇIKINCA

Karşılıklı noktalarda bulunan Rumeli ve Anadolu Kavağı, çok rüzgarlı ve akıntının kuvvetli olduğu yerlerdir. Buralarda bu yüzden balık tutmak neredeyse imkansızdır. İstanbul’da balığın bol bulunduğu ve dolayısıyla fiyatının düştüğü zamanlarda şehirde tutulan balıkların, Kavaklar’a kadar götürülüp satıldığı görülür. Diğer zamanlarda düşük ücretle balık almak isteyen müşterilere balıkçılar tarafından verilen cevap ise “O sizin dediğiniz ücret balık kavağa çıkınca olur” şeklindedir.

İKİ DİRHEM BİR ÇEKİRDEK

Kılık kıyafetleriyle dikkat çeken İstanbul hanımefendileri ve beyefendileri için kullanılan bu tabir, aynı zamanda gösterişten uzak ve giydiğini kendisine yakıştıran anlamlarını da taşır. Deyimde geçen “dirhem” ve “çekirdek” tabirleri kuyumculukta hassas tartılar için kullanılan ağırlık ölçüleridir. O dönemde piyasada en değerli para olan Osmanlı altını, tartıda iki dirhem bir çekirdek gelmektedir. Kılık kıyafet konusunda titiz olan kimselerin piyasada en yüksek değere ve hassas ölçülere sahip altın sikkeyle beraber değerlendirilen bir deyim olmuştur.


22 Nisan 2024 Pazartesi

BİLMEK LAZIM

Dört tane mum usul usul yanıyordu. Ortalık o kadar sessizdi ki, mumların konuşmalarını duyabiliyordunuz.

Birinci mum dedi ki: 'Ben BARIŞ'ım.!Ama kimse benim yanmama yardımcı olmuyor. Sanırım yakında söneceğim.' Alevi hızla azaldı ve sonunda tamamen söndü.

İkinci mum: 'Ben VEFA'yım.! Ne yazık ki artık vazgeçilmez değilim. Onun için, bundan sonra yanıp durmamın bir anlamı kalmadı.' Sözlerini tamamladığında esen hafif bir rüzgar onu tamamen söndürdü.

Sırası geldiğinde üçüncü mum, hüzünlü bir sesle dedi ki: 'Ben SEVGİ 'yim! Yanacak gücüm kalmadı. İnsanlar beni unuttu, değerimi anlamıyorlar. En yakınlarım sevmeyi bile unuttular.' Sevgi' de daha fazla beklemeden sönüp gitti.

Ansızın..! Odaya bir çocuk girdi ve üç mumunda yanmadığını gördü.

'Neden yanmıyorsunuz? Sizin sonsuza kadar yanmanız gerekmiyor muydu? ' dedi. Ve ardından ağlamaya başladı.

O zaman dördüncü mum konuşmaya başladı: 'Korkma, ben yandığım sürece öteki mumları da yeniden yakabiliriz,

ben UMUT'um! 'Çocuk parlayan gözleriyle UMUT mumunu aldı ve öteki mumları birer birer yaktı.

UMUT ışığı yaşamımızdan hiç eksik olmamalı ki hepimiz onunla birlikte VEFA'yı, BARIŞ'I ve SEVGI'yi yaşatabilelim...

Selâm olsun Vefayı, Barışı, Sevgiyi Umutla yaşatabilene!

Kimdi bu insanlar ?
- Alfred Kantorowicz

- Philipp Schwartz

- Hans Reichenbach

- Walther Kranz

- Von Aster

- Albert Eckstein

- Zuckmayer

- Holzmeister

- Carl Ebert

- Paul Hindemith

- Dessauer

- Rudolf Nissen

- Erich Frank

- Von Hippel

- Von Mises

- Fritz Arndt

- Finlay Freundlich

- Freundlich

- Dessaur

- Kessler

- Kantorowicz

- Igersheimer

- Ernst Hirsch

- Bruno Taut

- Curt Kosswig

- Fritz Baade

- Clemens Bosch

Hitler'in iktidara gelmesinden sonra toplama kampına gönderilen, yüzlerce bilim insanlarından bazıları.

Kampta ölüme terk edilmişlerdi. Sonra bir gün. "Serbestsiniz, Ülkeyi terk ediyorsunuz." dediler.

Şaşırdılar, önce anlamadılar. Ne olmuştu? Bu bir mucizeydi.

Aslında mucize değildi. İşin arkasında bir isim vardı. Mustafa Kemal ATATÜRK.

Çünkü bu isimlerin hepsi kendi alanlarında çok büyük isimlerdi.

O sırada Türkiye’de sadece bir üniversite vardı. Milli Eğitim Bakanı Reşit Galip, Almanya ile anlaşma imzaladı. Tarih 6 Temmuz 1933 

- Hans Reichenbach - Matematiksel mantığı,

- Walther Kranz - Filoloji, latince ve yunancayı

- Von Aster - Felsefe Tarihini

- Albert Eckstein - Çocuk Sağlığını

- Zuckmayer - Müziği- Holzmeister - Mimariyi

- Carl Ebert ve Paul Hindemith - Klasik Müzik, Opera ve Baleyi

- Dessauer ve Erich Frank, - Doktorluğu ve fizik tedaviyi

- Fritz Arndt - Kimyayı

- Von Mises - İstatistiği

- Freundlich - Astronomiyi

- Kantorowicz - Diş hekimliğini

- Igersheimer - Göz hastalıklarını,

- Ernst Hirsch -Hukuk ve kütüphaneciliği

- Bruno Taut - Modern mimariyi,

- Zoolog Curt Kosswig - Manyas Kuş Cennetini,

- Fritz Baade - Kırşehir'deki şifalı suları ve akik taşını

Türkiye’de yaşadılar ve eğitimler verdiler, yüzlerce, binlerce genci eğittiler.

Mustafa Kemal ATATÜRK

Hitler’in zulmünden 150 ye yakın Yahudi bilim adamını kurtardı. O insanlar da her şeylerini bu ülkeye verdiler.

Daha fazlasını

Ahmet Özgür Türen tarafından hazırlanan "Atatürk'ün Ülkesine Sığınanlar" kitabından okuyabilirsiniz. Bu, Ata’mızın bazıların bildiği, bazılarının da hiç bilmediği bir yönü. Sonsuz şükran, minnet ve saygılarımla. Alıntı

15 Nisan 2024 Pazartesi

BİLİNMEYEN BİR KAHRAMAN


Yahya Kaptan

1891'de Makedonya'nın Köprülü kasabasında doğdu. Henüz 21 yaşındayken amcasına saldıran bir Bulgar’ı öldürüp dağa çıktı. Müslüman Türk köylerine saldıran Sırp ve Bulgar çetelerine karşı kendi çetesini kurarak savaştı. Her çete reisi gibi Kaptan lakabını aldı.

Balkan Savaşı çarpışmalarına katıldı. I. Dünya Savaş'ında gizli haber alma örgütü Teşkilat-ı Mahsusa’da görev yaptı.Teşkilat-ı Mahsusa’da bulunduğu sürede iki görev üstlendi. Birinde, Sırplara karşı sabotaj eylemleri gerçekleştirdi. İkincisinde ise Halil Paşa’nın Irak cephesindeki mücadelesinde, Arap aşiretlerinin çöl çeteciliği taktiğine, karşı-çeteci eylemler üretti. İttihat ve Terakki’nin ünlü silahşoru Yakup Cemil ile Irak Cephesi’nden dönerken tanıştı.

Enver Paşa’ya suikast girişiminden tutuklanıp yargılandılar. Yakup Cemil idam edildi, Yahya Kaptan ise Irak’a sürgüne gönderildi.

I. Dünya Savaşı bittiğinde, İstanbul'a geldi. Ama Teşkilat-ı Mahsusa dağıtıldığından İstanbul’da kalamadı. Eski İttihatçıların kurduğu gizli örgütlerden en önemlisi olan Karakol Cemiyeti’nin Menzil gurubuna katıldı. Yenibahçeli Şükrü Bey liderliğindeki Menzil Gurubu, Anadolu’da başlaması olası mücadeleye malzeme ve insan aktarımını sağlamak için Kocaeli Yarımadası’nı kontrol altında tutmayı amaçlamıştı.

Dağınık birlikler toplanarak başına Yahya Kaptan getirildi, Kurtuluş Savaşı başlarında Mustafa Kemal ile ilişki kurdu ve onun direktifleri, İstanbul'daki Karakol Cemiyeti'nin de yardımlarıyla İstanbul'dan Anadolu'ya geçmek isteyenlere yardım etti. Gebze'de Kuvay-ı Milliye'yi örgütleyerek İstanbul-Kocaeli yöresinde çeşitli eylemlere girişti. İstanbul'da Bekirağa Bölüğü'nü basarak Halil Paşa, Şadi Bey ve Talat Bey'in kaçırılmasını sağladı. Aralık 1918’de Tavşancıl'da konuşlanmış, 
İstanbul Ahırkapı Cephaneliği Baskını, Darıca Un Deposu Baskını, Rum çetelerinin imhası gibi önemli hizmetler yapmıştı. İstanbul Hükümeti kuvetleriyle Tavşancıl'da girdiği çarpışmada yakalandı ve 8 Ocak 1920'de başı kesilerek öldürüldü.

Mustafa Kemal Paşa, savaştan sonra Yahya Kaptan’ın iki yetimini himayesine alır ve ailenin de sıkıntılarının giderilmesiyle ilgilenir. 19 Ekim 1922 günü de ailesine ‘Vatan hizmetleri tertibinden’ maaş bağlanmasına ilişkin kanun TBMM’de kabul edilir.

Adı İzmit'te pek çok yere verilmiş ve öldürüldüğü yere Mustafa Kemal'in emriyle anıtı dikilmiştir. Ölümünün 104. yılında andığımız Yahya Kaptan, memleketi Gebze Tavşancıl’da yatmaktadır.