SAYFALAR

30 Mayıs 2024 Perşembe

KEZBAN


Bu olay Malatya’da geçer. Bir tercüman eşliğinde eğlenmek için geneleve giden iki Amerikalı ile, hayat kadını Kezban arasında geçen hikayedir.

Ah Kezban ah, eli öpülesi Kezban. Belki de şimdi yaşamıyorsun. Keşke yaşasaydın da görseydin, gerçek fahişelerin kim olduğunu. Menderes’in Türkiye’yi ‘küçük Amerika’ yapmaya çalıştığı günlerde, yani 1955-1960′lı yıllarda yaşanmış gerçek bir hayat hikâyesidir bu.

Malatya’nın en canlı sokaklarından biri de, genelev sokağıdır. Gündüz Cumhuriyet Bayramı kutlanmıştı. Gece saat 12′ye yaklaştığı sırada içeriye ağızlarında pipo, sarı saçlı, uzun boylu iki kişi ile beraber şık giyinmiş kısa boylu şişman bir adam girer.

Bu iki yabancı, ‘uzman’ sıfatıyla bir dost memleket ABD den getirilmişlerdi. Bir yıldır yakındaki 15.000 nüfuslu bir Anadolu kasabasında görevliydiler. Güya Türkiye'nin kalkınması için bir şirket kurmuşlar ve çalışıyorlardı. Kasabanın Kaymakamına isteklerini anlattıklarında, Kaymakam bey kasabada böyle bir şey olmasının hiç mümkün olamayacağını, arzu ederlerse falanca yerdeki ‘geneleve' gitmelerini tavsiye etmişti.

Bunun üzerine iki genç Amerikalı, tercümanlarını da yanlarına alarak, önce Malatya’ya, sonra da faytoncunun rehberliğinde Malatya genelevine giderler.

İlk dakikalarda yadırgadıkları bu yer, git gide hoşlarına gitmeğe başlar. Genelev de çalışan Kezban, gramofona oynak bir plak koymuş, kırmızı mayosunun içinde dönüp duruyordu. Yanı dans ediyordu. Yabancılar Kezban’ı seyretmeye başladılar. Sonunda Kezban’ı işaret ederek, tercümanlarına bir şeyler dediler.

Tercüman genelev hacanası kadına :

- Mösyöler bayanı istiyor!

Tercümanı duyan Kezban adamlara şöyle bir baktı sonra :

- Müthiş yorgunum anne. Mahzur görsünler. dedi.

Cevap tercüme edilince, yabancılardan uzun boylusu sertleşen sesi ile :

- Ne demek?

- Böyle yerlerde müşteri reddedilmez. diye diklendi.

Kezban da sesini yükseltti:

- Yorgunum efendim, laftan anlamaz mısınız siz? dedi.

Tercüman:

- Bu mösyölerin kim olduğunu bilmiyorsun galiba? Hem senin gibi bir kadın müşterisinin arzusunu yerine getirmeye mecburdur. dedi.

Kezban :

- Ben bir fahişeyim ama bu mösyöler kim olursa olsunlar, arzularını yerine getirmeyeceğim.

Diğer kadınlar şaşkın şaşkın ona bakmaktaydılar…

Kezban’ı o güne kadar hep para canlısı olarak düşünmüşlerdi.

Tercüman yediği hakareti hazmedememişti:

- Senin gibilerinin hakkından polis gelir. dedi

Kezban;

- Buyurun efendim, polis iki adımlık yerde. dedi.

Şişman tercüman hışımla dışarı çıktı.

Biraz sonra yaşlıca bir polisle içeri girdiler. Ecnebilere karşı daima nazik olmayı, onlara kolaylık göstermeyi vazifesinin mühim bir düsturu sayan polis memuru,

Kezban’a :

- Mösyöler seni çiftetelli oynarken bulmuşlar. Demek ki yorgunluk bahane. Şu halde sebep ne Kezban? diye sormuşlar.

Kezban

- Sadece istemiyorum.

- Fakat vazifeni unutuyorsun. Yabancılara kibar davran. Sonra senin için fena olur.

Genelevin dilberi Kezban, âdeta deliye döner:

- Bana hiç bir şey olmaz, polis bey! Ben gavurlara fahişelik yapmam, polis bey! Beni nihayet buradan başka bir yere sürebilirsiniz! Fakat sürüleceğim yer gene Türkiye değil mi?

Herkes susuyor, iki yabancı alık alık bakıyor, Kezban ise yumruklarını sallayarak söyleniyordu :

- Ben gavur fahişesi değilim, polis bey! Ben Türk fahişesiyim!

Diğer kadınlar ve hacana başlarını önlerine eğmişlerdi.

Yaşlı polis ise gözlerindeki ıslaklığı göstermemek için, ağır ağır bahçeye çıkarken Kezban hala daha bağırıyordu :

- Ben gavurun altına yatmam, polis bey! Ben Türklerin fahişesiyim! Gavurun değil!

Bu anlatılanlar, kaderin sillesini yemiş vesikalı Kezban’ın; cılız öpülesi elleriyle; ülkemizi işgal eden gavurlara attığı yaman tokadın hikayesidir.

Bir kaç dolar kazanabilmek için, yabancıların önünde eğilen bütün politikacılarımıza, iş adamlarımıza, bürokratlarımıza, medya mensuplarına, ve “keşke İngilizlerin idaresinde olsaydık” diyen o çok namuslu hanım kızlarımıza, ve keşke YUNAN kazansaydı diyen YOBAZ fahişelere velhasıl, kadın, erkek bütün vesikasız fahişelere ithaf olunur.

Ve orada, o yabancıların yanında bulunan, o şişman tercümanın adı neydi biliyor musunuz?

TURGUT ÖZAL

Kaynak: 
Malatyalı Kezban (altayli.net)



18 Mayıs 2024 Cumartesi

HARAM

Vaktiyle Bursa’ da bir Müslüman, bugün kü adı Arap Şükrü olan muhitte bir çeşme yaptırmış ve başına bir kitabe eklemiş:
“Her kula helâl, Müslüman Türk'e haram!”

Bursa başkent, tabii Osmanlı karışmış, 'bu nasıl fitnedir' diye, gitmişler kadıya şikâyet etmişler. Adam yakalanıp yaka paça huzura getirilmiş.

Kadi;

“Ahalisi Müslüman olan bu koca devlette sen kalk, hayrattır, sebildir diye bir çeşme yap ama suyunu, kendi memleketinde Müslüman Türk'e yasakla! Olacak iş midir, nedir sebebi, aklını mı yitirdin?” diye sormuş adama.

Adam:
“Müsaade buyurun, sebebi vardır, ispatlarım kadı hazretleri.” diye cevaplayınca kadı kızmış:
“Ne sebebi, ne ispatı? Sen fitne çıkardın, Müslüman ahalinin huzurunu kaçırdın, katlin vaciptir!” demiş.

Demiş ama bir yandan da sebebini merak etmiş, delili sormuş:
“Nedir gerekçen? Peki ispat et!” demiş.

Adam:
“Bir tek Padişah’a söylerim” diye cevap verince, ortalık yine karışmış.

Söz Padişah’a kadar gitmiş. Padişah ta sinirlenmiş, kadı ile adamı huzura çağırtmış. O da merak edermiş adamın cevabını:
“De bakalım ne diyeceksen. Bu nasıl iştir ki, hem çeşmeyi yaparsın, hem de her kula helâl, Türklere haram yazarsın?”

Adam, başı önünde başlamış konuşmağa;
“Delilim vardır, lâkin ispat etmemiz gerekir Sultanım.” demiş.

Padişah;
“Ya ispat edemezsen?”

Adam;
“O zaman boynum, hükme kıldan incedir Sultanım!” demiş.

Padişah;
“Eeee!”

Adam;
“Sultanım, herhangi bir Yahudi'yi rasgele izahsız yaka paça tutuklayın, bir hafta zindanda yatsın. Bakın neler olacak.”

Dediği yapılmış. Yahudi'yi getirip zindana atmışlar. Bütün azınlıklar bir olmuş;
“Ne oluyor, bu ne zulüm? Bizim adamımıza biz kefiliz, ne gerekirse söyleyin yapalım, o masumdur, gerekirse kefalet ödeyelim. Onu derhal serbest bırakın.” Demişler.

Çevre ülkelerden bile elçiler gelmiş, elçiler mektup üstüne mektup getirmiş.

Bir hafta dolunca, adam:

“Sultanım, olanları kayıt edip, artık Yahudi yi bırakmak zamanıdır” demiş. Yahudi bırakılmış, azınlıklar mutlu olmuş, bu sefer Sultan’a teşekkürler, hediyeler.
 
Adam;
“Aynı işi Türkiye de yaşayan herhangi bir  Avrupa lı için yaptırınız Sultanım” demiş.

Aynı şekilde bir Avrupa lı derdest edilip yaka paça alınmış, aynı tepkiler artarak devam etmiş. Haftası dolunca da serbest bırakılmış.

Aynı şeyler Araplar ve Ermeniler için yapılmış, durum aynı, Bursa ve Osmanlı yerinden oynamış. "Hepimiz Ermeni'yiz, hepimiz Arap'ız." misali.

Padişah:
“Bitti mi?” demiş adama.
“Sultanım son bir iş kaldı, sonra hüküm zamanıdır izninizle” demiş.
“Nedir son iş?” diye sormuş Sultan!
“Efendim, Bursa da bulunan tanınmış bir Müslüman Türk'ü aldırıp zindana attırınız!” Adamın dediğini yapmışlar, günahsız bir Türk'ü yaka paça götürmüş atmışlar zindana.

Bir Allah’ın kulu çıkıp da, “Ne oluyor, siz ne yapıyorsunuz? Hiç olmazsa bir soruşturun. Nedir bu adamın suçu?” gibi tek bir kelâm eden olmamış. Türk'ün peşinden giden, arayan soran da olmamış. Bir hafta sonra da halk, o tutuklanan Türk için başlamış dedikodu etmeğe;

“Biz de onu adam bilmiştik!”

“Kim bilir ne suç işledi de tevkif edildi?”

“Vah vah! Bir de beş vakit namaz kılıyordu.”

Padişah, kadı ve adam olup bitenleri izlemiş. Sonunda Padişah çeşmeyi yaptırana:
“Eee, sen de bunun için mi Türklere haram ettin suyu?"

Adam başı önünde;
“Ey büyük Sultanım, siz irade buyurunuz lütfen, böyle millete su helal edilir mi?” demiş.

Sultan acı acı tebessüm etmiş:
“Sen haklısın, aldıkları nefes bile haram.” Demiş.

Bu ülkede Devlete baş kaldıran, Devleti yıkmak isteyen teröristlerin arkasından şarkılar türküler yazıp törenler yürüyüşler düzenlenirken; sadece Türk oldukları veya Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı oldukları ve Türkiye'yi temsil ettikleri için, başka hiç bir günahları olmayan tam 31 Büyük Elçilerimiz katledildi, bir çok bilim adamlarımız ve gazetecilere suikastlar düzenlendi, bu şehitlerin arkasından bırakın eylem yapmağı hiç arayan soran oldu mu? 'Biz hepimiz Türk'üz' diyen oldu mu? Daha sonraları hatırlayıp, hiç anma törenleri yapıldı mı? Böyle nankörlere, şimdi bu vatanda içtikleri su, yedikleri yemek helal olur mu?

VATANINA, BAYRAĞINA, MİLLETİNE, DEVLETİNE, DİNİNE, ŞEHİTLERİNE, ATALARINA, TÖRESİNE SAHİP ÇIKMAYIP, DÜŞMANLARA HİZMET EDENLERE, HER ŞEY HARAM OLSUN! YEDİKLERİ İÇTİKLERİ KARINLARINDA KALSIN, ÇIKARAMSINLAR! Saygılarımla!...


30 Nisan 2024 Salı

DİLİMİZE MAL OLMUŞ İSTANBUL DEYİMLERİ

ÜSKÜDAR’DA SABAH OLDU

Üsküdar’da deniz kıyısındaki Valide Sultan ve Mihrimah Sultan camilerinin müezzinleri, karşı tarafta yaşayan padişaha seslerini duyurabilmek ve ondan ihsan alabilmek, belki saray müezzinliğine yükselebilmek ümidiyle sabah ezanlarını mutlaka Beşiktaş’taki cami müezzinlerinden önce okumak isterlermiş. Bir şeyin zamanını geçirmek, geç kalmak anlamında bugün dahi kullanılmakta olan “Üsküdar’da sabah oldu” deyimi vaktiyle aynı hat üzerinde olmalarına rağmen Üsküdar’ın Beşikta’tan önce okunan sabah ezanlarından kaynaklanmıştır.

MARMARA ÇIRASI GİBİ TUTUŞMAK

Eskiden ocak, soba veya mangalda ateş yakabilmek için çıralar kullanılır, bu çıralar ise çarşılarda tutam halinde satılırdı. Aniden parlayanlar, öfkelenenler için kullanılan bu deyim, sakızlı çam ağaçlarıyla meşhur olan Marmara Adası’ndan toplanan, reçinesi bol olduğu için kolay yanan çıralardan doğmuştur.

KABAK BAŞINDA PATLAMAK

Su kabaklarının içleri oyularak şişe gibi kullanıldığı yıllarda, Galata meyhanelerinde içleri şarap dolu kabaklar sıra sıra vitrine dizilir; isteyen külhanbeyi hangi kabağın ipini keserse onu alır ve bitirmeden yerinden kalkmazmış. Meyhaneye yapılan baskınlarda zabıtalar ve bekçiler tarafından mekandaki küpler ve fıçılar devrilir, sıra sıra asılmış şarap kabakları da meyhaneci ve araya giren müşterilerin başında patlatılırmış.

DİNGONUN AHIRI

İstanbul’da ulaşım için atlı tramvayların kullanıldığı yıllarda, iki at ile çekilen tramvaylara, dik Şişhane yokuşunu çıkabilmesi için fazladan atlar koşturulurdu. Azapkapı’da tramvaya eklenen takviye atlar, Taksim’de Dingo isimli bir Rum vatandaş tarafından işletilen ahırda dinlendirilir, sonra tekrar Azapkapı’ya götürülürlerdi. Gün içinde sürekli atların girip çıktığı ahırın bu durumu dolayısıyla, girenin çıkanın belli olmadığı yahut her önüne gelenin girip çıkabildiği yerler için bu deyim kullanılmıştır.

GOYGOYCULUK YAPMAK

Vaktiyle Muharrem ayında ilahiler okuyarak kapı kapı dolaşıp dilenen tarikat mensubu dilencilere goygoycu adı verilirdi. Bu kişiler, Muharrem ayından iki gün önce Üsküdar’daki tekkelerine giderek şeyhlerinin yanında toplanır ve buradan dörder beşer kişilik gruplar halinde semtlere dağılırlardı. Muharrem’in birinci gününden onuncu gününe kadar sokaklarda ilahiler okuyarak dolaşan goygoycular, gülbank çekerler ve durdukları kapının önünde dua ederlerdi. Günümüde bu deyim gevezelik, boşboğazlık yapmak anlamında kullanılmaktadır.

ÇAPULCU

Vaktiyle tulumbacı takımlarına sızmış işsiz güçsüz adamlara çapulcu adı verilirdi. Bunlar zaman içinde birtakım sınavlardan ve denemelerden geçerek takıma alınmlarına rağmen, bazıları ahlak düşkünlüğü sebebiyle yine ilk fırsatta yangın yerinden hırsızlığa kalkışırlar, durum fark edilirse polise teslim edilirler ve o semte bir daha adım atamazlardı.1910’lu yıllarda İstanbul şehreminliği görevini sürdüren Cemil Topuzlu, hatıralarında itfaiye teşkilatındaki aksaklıkları dile getirirken “çapulculuktan” bahsetmektedir.

BULGURLU’YA GELİN GİTMEK

Bir işte gereğinden fazla telaş gösterenlere söylenen bu deyimin hikayesi şudur; Bulgurlu Köyü, suyu ve havası nedeniyle güzel bir köydür, eskiden beri de pehlivan çıkaran bu köyün delikanlıları güzelliği ile meşhur olmuştur. Bu delikanlılarla evlenmek için civardaki köylerin genç kızları can atarlardı. Dokuz gün festival havasında geçen Bulgurlu’nun düğünleri de pek meşhurdu. Eğer Bulgurlu’dan bir görücü gelip kızı beğenerek nişan taktı mı, kız nişan bozulur korkusuyla çeyizini noksanlarını tamamlaması, bir an evvel nikah kıyılıp Bulgurlu’ya gelin gitmek için annesini, babasını gece gündüz sıkıştırırmış.

PÜSKÜLLÜ BELA

II. Mahmud devrinde önce askerler, ardından memurlar için resmi başlık olarak kabul edilen fes, kısa sürede halk arasında da kullanılmaya başlanır. Fesin yaygınlaşmasıyla beraber değişik renk ve biçimlerde, püsküllü ve püskülsüz biçimde modeller ortaya çıkmıştır. Yağmur ve kardan kalıbı bozulan, rüzgarda püskülleri sürekli karışan fesin kullanımı zahmetli ve masraflı bir iştir. Püsküllü bela deyimi bu durumdan esinlenerek ortaya çıkmıştır.

BALIK KAVAĞA ÇIKINCA

Karşılıklı noktalarda bulunan Rumeli ve Anadolu Kavağı, çok rüzgarlı ve akıntının kuvvetli olduğu yerlerdir. Buralarda bu yüzden balık tutmak neredeyse imkansızdır. İstanbul’da balığın bol bulunduğu ve dolayısıyla fiyatının düştüğü zamanlarda şehirde tutulan balıkların, Kavaklar’a kadar götürülüp satıldığı görülür. Diğer zamanlarda düşük ücretle balık almak isteyen müşterilere balıkçılar tarafından verilen cevap ise “O sizin dediğiniz ücret balık kavağa çıkınca olur” şeklindedir.

İKİ DİRHEM BİR ÇEKİRDEK

Kılık kıyafetleriyle dikkat çeken İstanbul hanımefendileri ve beyefendileri için kullanılan bu tabir, aynı zamanda gösterişten uzak ve giydiğini kendisine yakıştıran anlamlarını da taşır. Deyimde geçen “dirhem” ve “çekirdek” tabirleri kuyumculukta hassas tartılar için kullanılan ağırlık ölçüleridir. O dönemde piyasada en değerli para olan Osmanlı altını, tartıda iki dirhem bir çekirdek gelmektedir. Kılık kıyafet konusunda titiz olan kimselerin piyasada en yüksek değere ve hassas ölçülere sahip altın sikkeyle beraber değerlendirilen bir deyim olmuştur.