SAYFALAR

22 Mart 2022 Salı

SABIKA

Zabıta Memurları şehrin Pazar yeri yakınlarında, esnafı kontrol ederlerken, eşek arabasıyla pazarda satmak için bir kaç kasa üzüm getiren ihtiyar bir köylü adam görürler. 

Adamla dalga geçmek veya biraz bedava üzüm alabilmek için yaklaşan ihtiyara; 

“Hoop..Dur bakalım bey amca, arabayı sağa çek kontrol var” derler.

İhtiyar Köylü şaşkın bir vaziyette eşek arabasını sağa çeker, durdurur ve arabadan inip eşeği yolun kenarındaki korkuluğa bağlar.

Zabıta Memurları gelip başlarlar arabayı inceleyip ihtiyar adamı sorgulamağa;

“Bey amca ehliyetin var mı ?”

İhtiyar Amca;

“Ne ehliyeti, eşek için ehliyet mi olur?” der.

Zabıtalar;

“Yeni kanun çıktı, bundan sonra eşek arabası için ehliyet ruhsat lazım” derler.

İhtiyar adam;

“Yapmayın evladım, eşeğin ruhsatı mı olur?

“Bundan sonra ruhsatsız değil yola çıkmak, tarlaya bile gidemezsin” derler ve devam ederler;

“Bunun plakası da yok”

Yaşlı adam;

“Tövbe yarabbi. Eşek arabasının plakası mı olur”

Zabıtalar;

“Olmaz mı? Hem de cezası çok ağır. Yeni kanun çıktı. Yük taşıyorsun. Allah bilir sende ilk yardım seti, yangın söndürme, çekme halatı, reflektör de yok.” derler.

İhtiyar adam iyice çıldırır;

“Yok, hiçbiri yok” der.

“O zaman bey amca, kusura bakma ceza yazacağız. Senin adına yazarsak 100 tl, eşeğe yazarsak 50 tl. Hangisini tercih edersin? Kime ceza yazalım?” diye sorarlar ve bir kalem ile ceza makbuzu çıkarırlar.

İhtiyar Adam biraz üzgün görünerek ;

“Yazın evladım, eşeğe yazmayın, bana yazın.” Der.
Zabıtalar;

“Bak iyi düşün bey amca, sana yazarsak 50 tl zararın olur.”

İhtiyar adam;

“Olsun siz gene de bana yazın. Eşeğe yazmayın.” der yaşlı adam ve kimliğini uzatır zabıtalara.

Zabıtalar;

“Neden eşeğe değil de sana, bey amca?” diye tekrar sorarlar.

İhtiyar Köylü Amca hemen cevabı yapıştırır;

“Yeni kanun çıkmış evlat! Bu eşek okuyacak, ilerde ZABITA OLACAK, SİCİLİ bozulup, SABIKA almasın! Onun için bana yazın!” der.

19 Mart 2022 Cumartesi

FETO TAKTİĞİ SOYGUNLAR

Emekli olduğum yıllardı. Ankara da bir alış-veriş mağazasından eşimle birlikte alış veriş yaptık ve poşetler elimizde arabaya doğru aceleyle giderken, orta yaşlı bir bayan önümüzü kesti, şaka yollu “Hem dinlenin, biraz soluk alın, hem de ben sizinle biraz konuşmak istiyorum.” Dedi. Elinde bir klasör bir de kalem vardı. Ben o ayaküstü satıcılardan bildim. “Kusura bakma, bizim paramız yok. Bir şey alacak durumda değiliz.” Dedim. “Ben bir şey satmıyorum, sadece konuşmak istiyorum.” Dedi ve orada oturakların üzerine oturduk.

Eşim “Ne hakkında konuşacaksınız?” diye sordu. Bayan elinde ki dosyayı gösterdi ve bizlere hafta sonu tatil yaptırmak istediklerini anlatıyordu. Dosyada bir sürü isim ve telefon numaraları yazılıydı. Ben pek karışmadım. Eşimle konuşuyorlardı. Bütün masraflar kendilerine ait 'Balıkesir Edremit Güre de bir termal otelde bir hafta sonu misafir edeceklerini' söylüyordu. Bu nasıl olabilirdi? Araba ile buradan alacaklar. Balıkesir Edremit Güre’ye getirecekler. Üç gün yedirip içirip geri getirecekler. Bunu kim yapar? “Kızım git işine, bizimle kafa bulma!” dedim ve ben ayrıldım. O bizi bir türlü bırakmıyordu. Ben arabayı çalıştırırken o eşimi tutmuş ha bire dil döküyordu. Eşim de inanmamış fakat o an elinden kurtulabilmek için telefon numarası vermiş.

Biz olayı unuttuk. İki hafta kadar sonra bir telefon geldi. Bir bayan arıyordu. “Bu Cuma günü akşamı saat 20.00 de Sıhhıye ye gelin otobüslerimiz oradan hareket edecek.” Diyordu. Eşim bana sordu; “Ne dersin, Gidelim mi?” dedi. Aldım telefonu; “Siz insanları neden kandırıyorsunuz. Yaptığınız düpedüz dolandırıcılık!” dedim. “Yok Beyefendi, biz reklam parası verip te televizyon ve gazetelerde reklam yapmıyoruz. O para ile insanları götürüp yerlerimizi gösterip reklam yapma yolunu tercih ediyoruz. Her şey tamamen sizin rızanızla olan bir şey. Göreceksiniz, çok hoşunuza gidecek. Mutlaka gelmenizi tavsiye ediyoruz.” Dedi. Bazı büyük alış-veriş merkezlerinin çekiliş yoluyla bu tür uygulamalar yaptıklarını duymuştum. Hatta bir arkadaşımız gitmiş, anlata anlata bitiremiyordu, ben de onlar gibi bir şey bildim. “İyi, tamam, geliriz.” Dedim. Cuma günü bir daha aradılar. Tekrar teyit ettirdiler.

Akşam saat 20.00 de gittik. Sıhhıye de o dedikleri yer çok kalabalıktı. Üç büyük otobüs bizleri bekliyordu. Üç otobüste tam olarak doldu. Zaten öyle ayarlamışlar. Kafile başkanı 35 yaşlarında genç bir delikanlıydı. Bizim otobüste türkü, şarkı ve fıkralar anlatılarak neşeli bir şekilde yolculuk başladı. Ben kendi kendi me düşünüyordum ‘Vay anasını be, az daha gelmeyecektim. Geldiğimi ne iyi etmişim.’ Diye fakat hiç inanamıyordum böyle devam edeceğine. Mutlaka sonunda bir pürüz çıkacağını da arada düşünüyordum.

Ne ise ertesi gün Güre’ye gittik. Birbirine ekli ve uzun bir çok iskanlar yapılmıştı. Eşimle beni bir odaya yerleştirdiler. Binanın zemin kısmında büyük havuzlar vardı. Yemeklerden sonra bu havuzlara girebileceğimizi söylediler. Bir defa girdik. Boş zamanlarımızda da dinleneceğimiz müzikli salonlar vardı. Buralarda yeme içme bizlere aitti. Diğer masraflar bizi getirenlere. O havuzda görevli olanlara usulca sordum: “Bu havuz kime ait?” diye. Havuz bu binalara ait fakat işletmesini başkası almış para ile işletiyor. Bizim o havuza girmemiz için çok yüklü bir para ödemişler işleten adama. Hay Allahım bu nasıl olur?

Son gece Pazar günü gecesi her şey anlaşılmağa başladı. Karı koca bir çifti yalnız olarak bir odaya alıyorlar. Çift yarım saat kadar sonra alkışlamalar eşliğinde odadan çıkıyor, biraz felekleri şaşmış gibi gözüküyordu. Ne ise gece saat bire doğru bizi de aldılar. İki sandalye koymuşlar. Oturduk. Tam önümüzde de iki kişi oturuyorlardı. Önlerinde masanın üstünde bonolar, yazılmış bir çok evraklar vardı. Önce gönlümüzü okşamakla başladılar. Nasıl, iyi vakit geçirip geçiremediğimizi sordular. Ve esas meseleye geldik.

Bu binaları devre mülk olarak sattıklarını, yer de pek kalmadığını fakat bizlerin çok şanslı olduğumuzu, buradan bir devre mülk alabileceğimizi, yılda bir defa gelip buralarda böyle vakit geçirebileceğimizi söylediler. 

Eşim hiç karışmadı. Hep benimle muhatap oldular. Ben boşuna zaman kaybetmemelerini, almayacağımızı, paramızın da hiç olmadığını söylediysem de, sözle benim dediklerimi hep çürütüp ille almamızı ısrar ettiler. Ben tekrar almayacağımızı söyledim ve bizleri dışarı çıkarttılar.

Başka çiftleri almağa devam ettiler ve her çıkana sorduğum da anladım, hepsi sözleşme ve hatta bonolar imzalamış, kapora vermişler.10 veya15 günlük devre mülkler satın almışlar. Ben o zamana kadar bilmiyordum. Bir daireyi senede bir kaç günlüğüne satıyorlar. Sana ayrılan günlerde, sene de 10 veya 15 gün gidip kendi evin gibi kalıyorsun. Sonra da anahtarı yönetime teslim edip gidiyorsun. Adı da 'devre mülk' muş. Bir daireyi böylece 30-35 kişiye satıyorlarmış. 

Sabah oldu. Kimsede zaten uyku yok. Ben tam ‘iyi kazasız belasız almadan atlattık’ diye düşünürken saat 05.00 sıralarında tekrar bizi ikinci defa içeri aldılar. Bu sefer iki kişi bizimle pazarlık ediyorlar, onların arkasında yüzleri bize dönük üç kişi daha var. O iki kişi bana akıl verirken o arkadakilerde başlarını sallayarak veya sözle beni etki altına almak istiyorlar. Bir taraftan da şak şak şak alkışlıyorlar. Ben yine “yok, almayacağım.” Dedim. Eşim baktı ki belaya kalacağız “Tamam alıyoruz.” Dedi. Büyük bir alkış tufanı koptu. Daha önce de başkalarına satarken o alkış seslerini dışarıdan duyuyorduk.

Ben tekrar almayacağımı söyledim ve yerimden kalktım. Omuzumdan ve arkamdan tutup beni itip çekmeğe başladılar. Hanımın kolundan tuttum ve kendimizi zor dışarı attık. Daha orada durmayıp hızla binanın dışına çıktık. Bir araba ile Edremit’e gidip, oradan da Ankara ya geldik. O kadar insanın içinde bir tek ben devre mülk satın almamışım ama az kaslında başıma büyük bir bela almışım. 

İşte Feto’nun çalışma tekniklerinden sadece bir tanesi. Günümüzde ki soygunların çoğu Feto taktiği ile yapılan soygunlardır. Daha şeytanın aklına gelmeyen bir çok taktikleri var. Sonradan duydum ki bu devre mülk satın alan insanların çokları para ödeyememiş, mahkemelere düşmüşler. Yanı anlayacağınız Feto alacaklarını Türkiye Mahkemelerini kullanarak tahsil etmiş.

16 Mart 2022 Çarşamba

İNANILMAZ BİR OLAY

On yıl kadar önce Ankara dan memleketim Fındıklı’ya otobüsle gidiyordum. Rize'nin şirin İlçelerinden biri olan Pazar'a kadar gittik te Doğukaradeniz otobüsü ile sabah saatlerinde Pazar terminaline girdik. 

Sahil boyu giderken öyledir. Otobüs her ilçenin içinde terminaline girer on-on beş dakika o ilçenin terminalinde bekler, eşya ve insan indirdikten sonra yoluna devam eder. O saatler de sabahın erken saatleri olduğundan yolcuların çoğu uyur, uyananlarda uykudan yarı sarhoş olurlar. 

Ben de nedense pek uyuyamadım bagaj indi bindilerini izliyordum. Çünkü yanlışlıkla başka valizler de indirilebilir. 

Pazar da da bir çok eşyalar indirdiler. Yataktan tutun da sandıklara kadar her çeşit eşya vardı. Ben de yanımda ki arkadaşımla otobüsten inmiş, hem etrafı dikiz ediyor, hem de ayaklarımız açılsın diye, kısa mesafeli yürüyüşler yapıyorduk. 

Öyle kırmızı yüzlü gün görmüş bir ihtiyar, Muavine kendisine İzmir den gönderilen bir emaneti soruyordu. İkisi birlikte bagaja doğru gittiler ve önce bir, sonra iki büyük karton kutuları indirip birlikte sürükleyerek biraz götürüp, terminalde orta yerde bıraktılar. İhtiyar adam biraz daha uğraştı fakat tek başına bu ağır karton kutuları yerinden oynatamadığı için kenara götüremedi, olduğu yere bırakıp aceleyle koştu terminalden çıktı gitti. Anlaşılan bir yardımcı veya araba getirecekti. 

O sırada eski bir kırmızı çift kabin Isuzu araba ağır ağır geldi. İçinde iki genç vardı ve arabayı kullanan telefonla konuşuyordu. Yazıhanelere doğru giderken o ortada duran ihtiyar adamın bıraktığı karton kutulardan birine bindirdi, yavaşça hoop üzerinden geçti ve kutu ortadan ikiye bölündü. Parmak kalınlığında beyaz ve siyah ezilmiş üzüm salkımları sağa sola dağıldı. O zaman içinde üzüm olduğunu anladık. 

Meğer bu ihtiyar adama İzmir den iki büyük karton kutularla dolu üzüm yollamışlar. Üzümleri ezip üzerinden geçen çift kabin arabada kiler hiç oralı olmadılar. Sanki de farkına varmadılar bile. Yahut ta anladılar da anlamaz göründüler. Arabadan bile aşağı inmediler. Biz de kenara çekildik ve seyretmeğe başladık. O sırada bir kaç adam "Aaa üzümler ezildi. Yazık!" filan diye bağırdılar. O ezen araba ilerde yazıhanelerden birinin önünde biraz durdu, taktı geri geri geldi, hoop orada duran ikinci kutuyu da aldı altına ezdi. Her taraftan üzüm suyu fışkırıyor. Bu sefer durdular. Şoför indi arabadan baktı ki kutuları ezmiş. Hiç ses yok. Yine oralı olmadı. Arabasında hasar olup olmadığını anlamak için galiba, öyle çevresine uzaktan bir göz attı ve yine bindi arabasına tekrar kutuların üzerinden ikinci bir daha geçerek ön tarafa bir yazıhanenin önüne çekip arabanın içinde beklemeğe başladılar.

Yarım saat kadar sonra terminal girişinden son model siyah bir Mitsubishi çift kabin araba göründü ve yavaş yavaş o karton kutuların bulunduğu yere geldi, durdu. Arabayı kullanan genç bir delikanlıydı. Ön tarafta da o kutuları oraya bırakan kırmızı yüzlü ihtiyar adamdı. Arabadan indiler. Galiba o kutuları taşımak için genç delikanlının arabasıyla gelmiş ki, içinde üzüm olan o kutuları götürecek. Adam baktı ki kutular ezilmiş suyu akıyor.  “Kim benim kutularımı ezdi? Çabuk söyleyin. Kim yaptı bu işi?” diye bağırmağa başladı. O kutuları ezen adamlar da az ilerde arabanın içinde bekliyorlardı ya, ihtiyar adamın söylediklerini duyunca bir geri baktılar. Arabayı kullanan telefonunu cebine koydu. Arabasını çalıştırdı ve hemen bastı gaza süratle geri geri gelmeğe başladı. Üzümlerin sahibi ihtiyar adam arabasının sol tarafında durmuş ezilen üzümlerini inceliyordu. Isuzu onun yanında duran yepyeni arabasına sağ taraftan bir taktı, sağ ön far ile çamurluğu olduğu gibi ezip kopardı. Çamurluk birkaç parça halinde yere düştü. Çarptığı arabayı geçtikten sonra biraz durur gibi yaptı, çarpılan arabayı oraya getiren ihtiyar adam bağırarak yanına doğru koşarken, o durmadı, ön vitese taktı ve bastı gaza kaçtı gitti. 

Zavallı yaşlı adam tövbeye geliyor ve “Ya ne olur? Ben arabayı emanet almıştım, bu araba benim değil. Çarptılar harap ettiler. İzmir'den gelen üzümlerimi de ezdiler. O çarpan arabanın plakasını alan varsa, insanlık namına bana versin.” Diye yalvarıyordu. Ben plakayı okumuştum, aklımdaydı. Hiç kimse oralı olmayınca o çarpan arabanın plakasını bir kağıda yazıp verdim ihtiyar adama.

Bu olay en azından Pazar da başından geçenler tarafından mutlaka bir yerlerde anlatılmıştır. Belki de olay mahkemeye intikal etmiş veya benim gibi bu olaya şahit olan çok insan vardır. Daha netice ne oldu bilmiyorum. Biz yolumuza devam ettik. 

Şimdi düşünüyorum da o yörede bazı cinayetlerin sebeplerinden biri belki de böyle olaylardır. Kaza olabilir. Hatta bazı kazalar kaçınılmazdır. Karşı beri anlayış gösterip anlaşmak lazım. Vurdum duymazlık ve suçunu kabul etmeme çok kötü bir şey. Bu olayın insanları karşılaşsalar belki de o üzümleri ezen adam “Ben haklıyım. Orta yerde bırakmasan!” diyecek ve üzümlerin sahibi yaşlı adamı haksız çıkarmağa çalışarak daha da tahrik edecek. Ve ben düşündüm, o yaşlı adamın yerinde ben olsam ne yapardım? Ne yapardım acaba, hiç bilemiyorum.

Eğer adamlar birbirlerini tanıyor olsalar veya bir araya gelip konuşsalar her şey kolaydan halledilecek. En nihayet enteresan bir kaza galiba. Kasıt olsa neden olsun? Vel hasıl o gün bir kere daha anladım ki, insanın başına ne geleceği hiçbir zaman belli olmaz. Bir saat sonra ne olacağı bilinmez. 

Başımıza bir şey gelmediği için bizler alışmışız öyle bir karar yaşayıp gidiyoruz. Bazen insanların böyle şanssız, kırık, nakıs günleri olur. İstek dışı bazı nahoş olaylar başa gelebilir. Çok eskilerden Tolstoy'un bir kitabında okumuştum. Adam 'Ayakkabımı kayıp etmiştim. Ağlayarak arıyordum. Karşımda bir ayağı kesik bir adam gördüm. Hemen şükredip kendime geldim.' diyordu. Her şeye şükredip ‘Allah beterinden korusun’ deyip olgun karşılamak lazım.