1986 yılı Ocak Ayının çok soğuk ve ayaz bir Ankara
günü ve gecesi. Ekip arkadaşlarım; Aziz Ata, Müjdat Arayan ve Cengiz
Şutanrıkulu ile birlikte Ankara Hırsızlık Masası Nöbetçi Ekip olarak sabah saat
08.00 sıralarında görev alıp telsizle anons ederek Haber Merkezine nöbetçi
olduğumuzu bildirdik. Hemen akabinde saygı değer Asayiş Şube Müdürü Bahri
Bey telsizle anons ederek iki kelime ile ; “Bana gel !” dedi.
Asayiş Şube Müdürümüz Bahri Bey mahiyetiyle hiç yüz göz olmaz, kimseye yüz vermez ve haksızlık ta etmez ender bulunur insanlardan birisiydi. Beni birkaç defa haksız yere azarlamasına rağmen kendisini çok severdim ve kendisinin de beni sevdiğini ve her şeyden evvel çok güvendiğini hissederdim. Aynı zamanda da Hopalı hemşerimiz olduğundan hiç çekinmeden kendisiyle konuşur, icabında fikir beyan ederdim.
Yolda memur
arkadaşlar; “Kesin hakkımızda bir şikayet vardır. Ne diyeceğiz, ne yapacağız?”
diye dertleşip duruyorlardı. Ben; “Kendinizi yoklayın, eğer yaptığınız bir suç
varsa şimdi bana söyleyin. Ben bileyim. Eğer suçunuz yoksa da korkmayın. Bir
şey olmaz.” Dedim. Çünkü Müdürün böyle direk ekibi çağırması hem de telsizle,
olağan dışı bir şeydi.
Merdivenleri ikişer üçer atlama çıkarak makamın kapısına gittik. Sekreter haber verdikten sonra arkadaşlarım koridorda beklerken beni çağırdı ve içeri girdim. Öyle tedirgin başımla bir selam verdikten sonra hazır ol da beklerken, hemen misafir sandalyesini gösterdi ve “Gel Recep otur.” Dedi. Öyle sinirli bir hali yoktu. Ne ise şikayet filan olmadığını ve bir görev olduğunu tahmin ettim ve biraz rahatladım.
Çekmecesinden bir kağıt çıkardı ve “Saman
Pazarını biliyor musun? At pazarına çıkarken sağ tarafta 200 metre kadar içerde
Aslanhane Camii yakınlarında orada kim olduğu bilinmeyen bir türbe varmış. Bu
türbenin kapı kilidi hafta da bir değiştiriliyormuş ve burada
teröristler barınıyorlarmış. Hiç kimseye bildirmeden direk bana bilgi vermek
suretiyle takip et ve olayı öğren, gerekirse başka ekiplerden de takviye alarak
bu teröristleri yakalayacağız.” Dedi.
Hiç
fikir beyan etmeden ayağa kalktım, bir selam daha vererek; “Başüstüne Müdürüm.”
Dedim ve notlarımı aldıktan sonra geri döndüm, tam kapıdan çıkarken
"Dikkat et, bir sakatlık olmasın, şahıslar terörist ve Kaleşinkov tüfekleri
var.” Dedi. Tekrar "Baş üstüne." dedim ve oradan ayrıldım.
Buzda kayan kabak tekerlekli mavi renkli plakasız Ford minibüs arabamızla zor şer Samanpazarına gittik. Ekibime beni beklemelerini söyledim ve tek başıma bahse konu yere giderek önce tespit ettim. Oralardan defalarca geçmiş olmama rağmen hiç dikkatimi çekmemiş ve o yeri görmemiştim. Silahçıların oradan sağ tarafa doğru 200 metre kadar ileride, yolun altında Orta Çağdan kalma, bir kale gibi yüksek ve kalın taş duvarlar la çevrilmiş, avlunun ortasında büyük birkaç tane kavak ağacı olan, büyük demir kapılı bir yer vardı.
Demirden yapılmış eski zaman usulu büyük ve kilitli bir kapısı vardı. Anahtarsız girilmesi de imkansız gibi bir şeydi. Dışarıdan kimseye çaktırmadan karanlıkta etrafında dolaşarak iyice tespit ettim. İçerde yukarı tarafta bir daha demir kapılı bir oda görünüyordu. Anlaşılan o muhterem Zat’ın mezarı, yanı türbe bu oda da bulunuyordu. Çünkü öyle dışarıda görünen mezar filan yoktu. Sadece kavak ağacının dökülen yaprakları süpürülerek bir araya toplanmış, öyle yığın halinde bırakılmış, göründüğü kadarıyla yerler tertemiz duruyordu.
Akşam
saat 21.00 sıralarında arabayı uzakta bıraktıktan sonra bu yere arkadaşlarımla
birlikte geldik. Karanlık olmasına rağmen yerde ki donmuş karların parıltısıyla
bazı yerler bayağı aydınlık olmuş, ışıksız sağı solu görebiliyorduk. Gecenin
karanlığında oda gibi gözüken yerin yanındaki kavak ağacının uzun dallarına
tutunarak üzerinden iki kişi içeri de ki küçük kulubenin üzerine ve oradan da yere atladık. İçerde ki kulubeninde demir kapısı vardı ve o da kilitliydi, açamadık. Her tarafı iyice aradık. Hiçbir suç unsuru
veya emaresi yoktu. Dışarıda da çevresi çevrilmiş, küçük bir çocuk mezarı
vardı. Ne ise silahlar bu mezara filan gömülmüş olabilirdi. İki memurlarım
Müjdat ve Cengiz'i orada bırakarak karakol kurdurdum. Bekleyecekler ve gelen
giden olursa bana telsizle sinyal vereceklerdi. Ben diğer memurumla arabamız
gittiği kadar hırsızlık olay yerleri incelemesi ve diğer görevlere devam ettim.
Gece saat 02.00 e kadar karakol kuran
memurlarımdan hiçbir ses çıkmadı. Aynı şekilde kavak ağacının dallarından faydalanarak
avluya atladım ve yanlarına gittim. Çünkü ihtiyaçları olabilirdi. Çok soğuk olduğu için memurların
üşüdüklerini fark ettim. Artık kurduğumuz karakolu kaldıracaktım. Kendimize ait
ceplerimizde ki anahtarları aldım. O kilitli olan hiç penceresiz odanın demir kapısında ki
kilit üzerinde anahtarların her birini deneyerek kapıyı açabilmek için kapı kolunu da aşağı yukarı hareket ettirirken arkadaşlarımda ellerinde el fenerleri ile ışık tutuyorlardı. Ben
kilitli bu kapı kolunu yukarı doğru kaldırırken içerden birisinin kolu aşağı
bastığını hissettim. Yanı biz dışarıdan kapıyı açmağa çalışırken içeride
yatırın yanında bir veya bir kaç kişi adam vardı. Orada karanlıkta
bekliyorlardı ve onlarda içerden kapı kolunu tutarak açmağa veya bize açtırmamağa
çalışıyorlardı. Biz gece saat 21.00 sıralarında oraya gittiğimize göre demek ki
onlar daha erken gidip içeri girmiş saklanmışlardı. Arkadaşlara bağırarak
birden yanlara doğru açıldık ve silahları doğrultarak; “Polis teslim olun.”
Diye bağırdık.
Kapı içerden içeri doğru açıldı. İçerisi zifiri karanlıktı. El fenerinin ışığı ile gördüm, sakallı genç bir tek kişi ellerini kaldırmış, hiç sessiz kapının önünde içeri tarafta duruyordu. Genci kollarından kaptığım gibi dışarı çektim ve yere yatırdım. Üstünü aradık hayret üzerinde silah filan yoktu. Hiç konuşmasına fırsat vermeden kelepçe vurduk ve kaç kişi olduklarını sordum. O da şaşırmış bir şekilde tır tır titriyordu; “Tek kişiyim ağabey.” Dedi. “Arkadaşların nerede?” dedim. “Hiç arkadaşım yok Ağabey.” Dedi. Yalan söylüyordu.
Terörist
olur da hiç arkadaşı olmaz mı? Orada her tarafı aradık . Hakikaten hiç kimse
yok. Kaleşinkov tüfek, silah filan da yok. O kapalı olan ve gencin içerden
açtığı yerde öyle güzel yapılmış sarıklı birkaç mezar, mezarın yanında ise
duvara diklenmiş bir adet mızrak, bir adet kırık mızrak, bir kaç tane ok ve bir
de yay ve tespihler vardı. O mızrağın ucu o kadar keskindi ki arama esnasında
elime sürünmüş ve küçük bir yara etmişti. O yara üç dört ay iyileşmedi elimde
kaldı.
Bu gençte ki anahtarlarla dışta ki normal giriş kapısını açtık ve sokak lambasının altına gelince gencin kimliğine baktım. Tunceli Mazgirt nüfusuna kayıtlı Hüseyin. Büromuza geldik ve ‘Yakalama Üst Arama Tutanağı” tanzim ederken bir taraftan da arkadaşlar bu gence bir şeyler soruyorlardı.
Hüseyin, Ankara Dil Tarih Coğrafya Fakültesinde öğrenciydi. Abidinpaşa da bir bekar evleri vardı ve üç arkadaş orada kalıyorlardı. Abidinpaşa da ki evlerinde de arama yaptık. Terörist filan değil hepsi temiz çocuklardı. Kısma bile getirmedik.
İfadesine göre Hüseyin bize şöyle anlattı;
“Ağabey benim memleketim Tunceli ve Aleviyim. Bu gördüğünüz mezar Hazreti Ali’nin mezarıdır. Dünya da Hz. Ali’nin mezarını bilen kimse yoktur. Hazreti Ali öldürüldüğü günün sabahı camiye giderken oğulları Hasan ve Hüseyin’e ‘Beni bugün öldürürlerse cesedimi almağa bir adam gelecek, ona teslim edin ve sakın takip etmeyin beni de merak etmeyin.’ diye vasiyet etmiş. Hakikaten o sabah camide sabah namazı kılarken şehit edilmiş. Cenazeyi camiden eve getirdikleri sırada iki at koşulu at arabasıyla bir adam kapılarına gelmiş ve cenazeyi istemiş. Adamın kafası tanınmamak için kapşonla örtülüymüş. Hasan ve Hüseyin babaları Hz. Ali’nin cenazesini bu adama teslim etmişler.
Adam oradan uzaklaştıktan sonra pişman
olmuşlar ve atları ile dört nala giderek adamdan babalarının cenazesini geri
almak istemişler. Tam yakalamışlar cenazeyi geri alacakları zaman at arabasında
ki cenazeyi bunlardan alan adam birden geri dönerek yüzünü bir açmış ki,
babaları Hz. Ali’nin kendisi. Çocukları cesedi geri alamamışlar ve kendi
cesedini Hz. Ali kendisi almış gitmiş. Nereye götürdüğü belli değil. Onun mezar
yeri bilinmiyor. Ben haftada bir bu zat'ı rüyamda görürüm ve beni çağırır ben
de gelir buraları temizler ona hizmet ederim. Bazen gelen ziyaretçilerden
rahatsız olduğunu bana söyler, ben de giremesinler diye kapının anahtar
göbeğini değiştirdim. İçeri giremeyen mahalle
kocakarıları da tekrar kilidi değiştirdiler. Ben tekrar değiştirdim. Bu böyle
birkaç kez devam etti.” Dedi. Zaten mahalle sakinleri de devamlı kilit
değiştirildiğinden şüphelenmiş ve Asayiş Şube Müdürümüze teröristler
olabileceği şeklinde ihbar etmişlerdi. Müdürümüz Hüseyin ile görüştükten sonra
terörist olmadığı anlaşıldı ve Hüseyin'i serbest bıraktık.
Hüseyin’in
hiç parası de yoktu. Ertesi gün arkadaşlardan toplayıp biraz harçlık verdim ve
salıverdik. Başka zamanlarda da ara sıra yanıma gelir ben yine para toplar
harçlık verirdim. Sonra ben tayin olup Asayiş Şubeden gittikten sonra uzun süre
buluşamadık. 9-10 yıl önce emekli olunca aklıma geldi ve Kuyumcu arkadaşım Uğur
ile birlikte o yere gittik. Hüseyin hala orada, ihtiyar olmuş, saçları
dökülmüş, ziyarete gelenlerin bahşişleri ile geçiniyor ve burada kalıp bekar
yaşıyordu. Beni tanımadı. Ben de tanımadım. Olayı anlatınca hatırladı ve
boynuma sarılıp ağladı. Okulu bitirememiş bırakmıştı. “Ağabey teröristler
Tunceli de halkı toplar Polisin faşist ve düşman olduklarından bahsederlerdi.
Halbuki ben sizlerden gördüğüm iyiliği hayatımda hiç kimselerden görmedim.”
Diyor ve yüksek sesle ağlıyordu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder