SAYFALAR

5 Mart 2019 Salı

BİRİ BELE BİRİ BELE

Yurt dışından dönüşümde yine Adana İli Emniyet Müdürlüğü Personel Şube Müdürü beni tanıyordu ve eskiden çalıştığım Asayiş Şube emrine verdi. Asayiş Şube Müdürü Salih Bey de tekrar eski Kısmım Cinayet Masasında görevlendirdi.

Burada eski arkadaşlarımdan pek az kişi kalmış, yeni arkadaşlar gelmişler ve kadro çoğaltılmıştı. Kısım Amiri Başkomiser Orhan Behiç Bey olmuştu. Yeni arkadaşların hepsi de hakikaten çok değerli kendilerini yetiştirmiş her konuda dört dörtlük arkadaşlardı. Kunta Kinte Halil, Ayı Mahmut, Paçacı Kemal, Dedektif Abdulvahap ve Yovrum Alaattin bunlar unutulacak arkadaşlar değillerdi.

Hem görev yönünden hem de karşılıklı ilişkilerden herkes birbirlerini çok sever sayar ve asla kimsenin incinmesini istemezlerdi. Ve bazen de yeri geldiği zaman aramızda hiç akla mantığa sığmayan hareketlere şahit olurduk.

Mesela hatırladığım kadarıyla Kunta Kinte Halil ışıklar söndüğü zaman Başkomiser Orhan Behiç Bey bağırırdı “Ceyranlar mı gitti Halil?” Kunta Kinte Halil de bir sandalye üzerine çıkıp işaret parmağını duyunun içine ampul takıldığı yere sokar ve ceyran olup olmadığını anlamağa çalışır, elektrik kendisini çarpmayınca; “Evet Başkomiserim elektrikler kesilmiş.” Diye cevap verirdi. Ceyran olsa nasıl cevap vereceği de tabi merak konusu.

Antepli Yovrum Alaattin şişe dibi gibi kalın cam gözlükleri ile araba kullanır, il dışı görevlere gider gelirdik; “Hiç korkmayın arkadaşlar araba ile on iki takla attım. Çok şükür kimsenin burnu kanamadı.” Derdi. Hatta bir sefer evrak imzalatmak için Müdürün makamına girmiş, Müdür kendisine tuhaf bakarak gülmüş. Bu duruma içerlenen Alattin'in sağ gözü de biraz puslu de görüyormuş. Acaba gözlüğümün camı mı kirlendi diye çıkarıp gözlüğün camını silmek isterken o şişe dibi gibi kalın olan gözlük camlarından biri yok. Gözlük gözünde bir camı var fakat öbür camı yok cebine düşmüş. Müdür Bey de böyle görünce gülmüş.

Bir gece saat 02.00 sıralarında Kısma geldiğim zaman, bütün koltuk ve sandalyeleri kaldırmışlar, içeride bütün ışıkları yakmışlar, pür dikkat bir şey ararlarken gördüm. Kardeş gibi sevdiğim Malatyalı Abdulvahap’a ne aradıklarını sordum. O da “Kardaş Almanya dan getirttiğim İbalo çakmağımı  kayıp ettim, onu arıyoruz.” Dedi. Ben de çok üzüldüm. Almanya dan getirttiği bir İbalo çakmağı vardı, onu kayıp etmiş. Kendilerine eşlik ettim ve yarım saat kadar ben de aradıktan sonra tekrar sordum; “Burada yok, başka yerde düşürmüş olmayasın?” dedim. “Ya biz onu öğlen şehirde lokantada yemek yedik te orada düşürdüm.” Dedi. “E..Peki siz şimdi burada niçin arıyorsun?” dedim. “Gardaş oraya da gittik te orası karanlıktı, arayamadık, burası aydınlık, onun için burada, içerde arıyoruz.” Dedi. Belki de on beş kilometre uzakta çakmağı kayıp etmiş, o burada herkese çakmak aratıyor. O çakmağı arayanların hepsi utandıklarından etrafa kaçıştılar. Ben de kendilerine tembihledim; bir daha bana Temel den fıkra anlatmayacaklardı.

Bir gün Karslı Paçacı Kemal, Abdulvahap filan birkaç kişi tartışıp duruyorlardı. 'Ezine' hangi İlin İlçesidir? Tartışma epey uzadı fakat ben hiç karışmıyorum sadece dinliyordum. Onlarda benim bu tartışmaya katılmamı istiyorlardı. Belki yanlış bir şey konuşursam alay konusu yapacaklardı. Bu nedenle ben sadece dinlemeği tercih ediyordum. Abdulvahap bana sordu; “Recep sen bilmiyor musun? Ezine Rize’nin İlçesi değil midir? Dedi. Ben de gayet ciddi; “Evet Ezine Rize’nin İlçesidir fakat Trakya da Çanakkale’nin yanın da duruyor.” Dedim. Gülüştük tabi.

Abdulvahap dedik te sadece bir tane değil ki onun yaptıkları anlatmakla bitmez. Her çeşit yazışmaları dört dörtlük yaptığı gibi Kısım arabalarını da kullanırdı. Kendisi hakikaten çok profesyonel bir şofördu. Ben yeni geldiğim zamanlar ilk defa Kısımdan eve giderken o kullandığı arabaya bindim. Emniyet Müdürlüğü Nizamiyeyi çıktıktan sonra fırsat bulsam o Ceyhan yolunda araba giderken kendimi arabadan aşağı atacaktım. Meğer diğer arkadaşlar bildiği için beni arkaya iki kişinin arasına oturtmuşlar o nedenle atlayamamıştım. Sonraları alıştım. 

Hani iki şoför kahvede oturup konuşuyorlarmış ya, biri; “Ben araba kullanırken öyle hızlı gidiyorum ki cadde kenarında ki ağaç ve direkleri perde gibi görüyorum.” Diyormuş. Öbürü de “Seninki de hızlı mı kardeşim? Ben virajları dönerken kendi bindiğim arabanın arka plakasını okuyorum.” Diyormuş. Bizim Abdulvahap virajları dönerken arka plakasını okuyor muydu bilmem fakat cadde de Abdulvahap’ın kullandığı araba hiç görünmezdi. Dışarda ki ağaç ve direkleri nerden göreceksin? Sadece yanlamasına hortum şeklinde bir toz bulutu, toz toprağın az ilerisinde de arabasının uc kısmı, o da yerden kalkan tozların yetişemediğinden çok az görünürdü. Eskiitasyon Bölgesinde oturan Yovrum Ahmet’i gün ortası evinden  almağa veya bırakmağa gittiğimiz zaman, mahalle sakinleri kadınlar sokağın sağında solunda oturmuş dedikodu ettikleri sırada bizim Abdulvahap’ın arabası sokağın başında göründüğü zaman üstünde oturduğu yastığını kapan yastığı ile, yastığını kapamayan kendisi caddenin sağında solunda canlarını kurtarmak için çil yavrusu gibi, biri o tarafa, biri bu tarafa dağılır, kaçarlar. Görmemiş olanlara da geç kalıp canlarından olmasınlar diye bağırırlardı "Kaçın! Kaçın! O deli şoför geliyor." Abdulvahap ta aralarına dalar oraları yıldırım gibi geçerdi.

Sonra da arabanın içinde iki elini direksiyondan bırakıp geriye bize doğru döner, gözlüklerinin üstünden bakar ve iki eli ile ön tarafı işaret ederek; “Biri beleee, biri belee” diye bağırırdı. Siz anlamazsınız ben anlatayım; yanı biri o tarafa biri bu tarafa kaçıyorlar demek isterdi. Sevgili Abdulvahap’ım bu yazımı biliyorum mutlaka okuyacaksın, sen ne düşüneceksin bilemem fakat ben bunları yazarken zaman zaman gözlerim yaşardı, bunu bilesin. Sevgiler. Selamlar. Sana uzun ömürler....


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder