SAYFALAR

17 Ekim 2011 Pazartesi

VİT YOR VAYİF

Biz millet olarak çok garip bir kafa yapısına sahibiz. Düşünsenize bizi herkes kandırıyor, başkaları ne derlerse hemen inanıyoruz. 

Fındıklı Orta Okunda iken bir Almanca Öğretmenimiz vardı Nurettin Dekelli. Bu öğretmene çocuklar kendi aralarında lakap takmışlardı; ‘TERMİK ÇOBANI’ neden bu ismi takmışlardı bilmem fakat herhalde çok uzun ceketler giydiğinden, çünkü genelde giydiği ceketler diz kapaklarına kadar inerdi. Hiç kimse Almanca öğrenmek istemezdik.

Bu hocamız biraz aksi olmasına rağmen bize Almanca öğretebilmek için canla başla uğraşır çırpınırdı. Hatırlayan var mı bilmem Almanca kitabında bir parça vardı; ‘Der Rauber’ haydut demekmiş. Bir derste bana “Oku ve tercüme et.” dedi. Ben de baştan aşağı hiç eksiksiz okudum ve tercümesini yaptım. Hiçbir yerde takılmadım. Fakat korku ve heyecandan ‘HAYDUT’ diyeceğime ‘MAYMUN’ diyebilmişim. Fakat bir yerde değil, ‘Der Rauber’ geçtiği her yerde Maymun demişim. Başka hiçbir yerde hatam yok. Bu Hoca parça bitene kadar hiç sesini çıkarmadı, sabırla dinledi. Tercüme bittikten sonra sınıfın huzurunda bana; ”Maymun kimdir? Maymun sensin lan. Seni 250 parça eder, her parçanı sınıfın her köşesinden asarım. Allahın sidikli kulu.” Dedi. O zaman ben anladım hatamı ve düzeltmeğe çalıştım.

Başta söyledim ya, bizler öğrenelim diye çapa sarf etmez, derslerden kaçmağa çalışırdık. Bir de 'kaytardık' diye övünürdük. Hakikaten öyle değil mi? Biri ‘hadi ders çalışalım’ dese hemen yanından savuşur, ‘hadi sinemaya gidelim’ dese hemen peşine takılırdık. Ve lise de de Almanca okumamıza rağmen ‘was ist das’ tan başka hiçbir şey öğrenemedik. İnsan utanır be. Biz öyle öğrenemeyecek kadar beyinsiz insanlar mıyız? Hayır beynimiz var da onu olumlu yönde kullanmıyoruz. Başkalarına uyup onlar ne derse onu yapıyoruz. Bütün dünya da Türk Milletinin bu şekilde olduğunu biliyorlar ve kolayca kandırıyorlar. Araştırma ve öğrenme merakımız hiç yok. Bize bir şey söylendi mi hiç araştırmadan inaniyoruz.

İş hayatın da da öyleyiz. Bir Avrupalı veya ‘gavur’ dediklerimiz bir saat daha fazla çalışır işlerini layık olduğu gibi yapar hile yapmaz, vatana millete faydalı olmağa çalışır.. Bizler yaptığımız işte kaytarır az çalışır baştan savma yapar, çok para ister ve akşamdan evlere giderken de o kaytarmalarımızla övünürüz. Sonra da Müslüman olduğumuzu söyler, aldığımız para ile çoluk çocuğumuzu besleriz.

Ne ise esas mevzua geliyoruz. Ankara da; dış ülkelerde bulunan Türk Büyükelçi ve misyonerlerini koruma görevi için girdiğim imtihanların hepsini başardım ve bu göreve layık görüldüm. Ancak Ankara da ki imtihanlardan birinde, imtihan heyetinde bulunan Büyükelçilerden biri lisan bilip bilmediğimi sordu. Ben de kendilerine Almanca okuduğumu ve hiç lisan bilmediğimi beyan ettim. O yine Almanca bir şeyler sormasına rağmen ben hiç cevap veremedim, fakat aramızda lisan bilen olmadığı için diğer dallarda başarılı olanları göndermeğe mecbur kaldılar ve bizi de geçici olarak Dışişleri Bakanlığı emrine alarak, İsveç Stockholm Türkiye Cumhuriyeti Büyükelçiliği koruma görevlisi olarak İsveç'e yolladılar.


Adana da ki görev yerimden Ankara'ya gelerek kırmızı pasaportumu ve uçak biletimi Dışişleri Bakanlığından aldım. Eşim ve çocuklarım iki ay sonra geldiler. Ben İsveç'e giriş yaparken gümrükte ki kızlar elimden kırmızı diplomatik pasaportumu aldılar. Bana da bazı sorular sordular. Daha doğrusu soracaklardı. Ben dil bilsem. Kırmızı pasaportlu kişi, bir ülkenin öbür ülkede ki en yüksek memurudur. O ülkeyi temsil edeni, yanı diplomatıdır ve dokunulmazlık gibi birçok üstün vasıflara haizdir. Ayrıca da ajandır tabi. Casus yanı.

O dünya güzeli kızlar bana sordular:

-Du yu spik İngliş?

-No

-Şprehen zi Doiç?

-Noo

-Prata du Svenska?

-Nooo

-Parles vouz Francais?

-Noooo

Ne güzel değil mi? Ben her seferinde bir 'o' çoğaltarak dedim. 'No' her dilden anlaşılıyor. Olmasa ne diyecektim. Bir dakika da tek kelime ile orada kızlarla anlaştım, 'NOU' Fakat utancımdan da yerin dibine indim tabi. Her şeyi öğrenmek çok kolaydır. 'AZMETMEK, MERAK ve İRADELİ OLMAK' yeter. Her şeyi devletten beklemek doğru değildir. Devlet sen dil öğrenesin diye müfredata koymuş. Okullara öğretmenler yollamış. Bir sürü harcamalar yapmış. Sen kaytar sinemaya git dememiş. Her imkan sağlandığı halde biz öğrenmemişiz. ‘Yeri geldiği zaman da böyle rezil olursun işte, hem de kızlara. Beş paralık insanlara oyuncak olursun Recep!' dedim kendi kendime Bilgisayara bile ne yüklersen onu alıyorsun. Çalışıp devletine vereceksin ki lazım olduğu zaman geri alıp kullanabilesin. Yönetenler de tabi iyi niyetli ve dürüst olacak. Her şey birbirine bağlantılıdır.

Ne yapalım iş başa düştü. Türkiye den bir büyük İngilizce sözlük ile FONO kitapları getirttim ve İsveç te bir-iki ay da İngilizce biraz bir şeyler öğrendim. Artık konuştuğum İngilizcemle kendimi idare edip meramımı yalan yanlış karşımda kine anlatabiliyordum. Elçilikte ki muamele memurları “Çok konuş Ağabey, herkesle konuş ki, bu dil konuştukça öğrenilir.” Diye akıl veriyorlardı. Kendileri ana dilleri gibi konuşuyorlardı. Ben de onların söylediklerine uyup her önüme gelen ile İngilizce konuşuyor, karşımda ki adamlarla anlaştıkça da çok hoşuma gidiyor mutlu oluyordum.

Bir sabah görevden çıktım. Evime giderken dikkatimi çekti. Singer dikiş makineleri dükkanında dükkan sahibi, dükkanı yeni açmış ve elinde bezlerle makinelerin üzerlerini temizliyor tozlarını alıyordu. Hemen dükkana girdim. Niyetim alış veriş değil de İngilizce konuşmaktı. İngilizce bir selam verdim. Adam hazır zemberek gibi bir başladı İngilizce bana makineleri anlatmağa. Ben kendisini dinleyemiyor, sadece sonra ne konuşacağımı kafamda tasarlamağa çalışıyordum fakat adam da söylememe fırsat vermiyor, ha bire konuşuyor, o kafamda tasarladıklarımda ben hiç konuşmadan arada kaynayıp gidiyordu.

En son sıra ayrılmağa geldi. Zaten adamın konuştuklarından da pek bir şeyler anlamamıştım. Aslında adamdan fırsat bulup ta pek konuşamamıştım sadece başımı sallıyordum. Adam hala daha konuşurken ben bir fırsatını buldum ve kafamdan ayarlayıp İngilizce olarak ‘Ben senin dükkanına eşim, ile tekrar gelir, bakar ve bu makinelerden alırım.’ Diyecektim. Fakat aksilik işte, ‘Vit may Vayif’ diyeceğime ‘Vit yor vayif’ diyebildim. Yanı ‘benim hanımımla diyeceğime, senin hanımın ile gelirim.’ Diyebildim. Adam gülüyor ve; “do yu noğu may vayf” yanı benim hanımımı tanıyor musun’ diyordu. Yan taraf kapıdan sarışın bir bayan çıktı. Onunda elinde ıslak bezler vardı. Meğer adamın hanımı da oradaymış. Geldi sarıldı boynuma ve “ar yu rekignais mi?” yanı ‘beni tanıyor musun?’ diyordu. Hemen Temel’in fıkrası aklıma geldi; Arkadaş lisan bilmezsin bir dert bazen bilirsin daha büyük dert. 

Hani Temel ile Dursun Sultanahmet te gezerlerken turistin biri yaklaşmış ve kızların bana sorduğu gibi sormuş; “İngilizce biliyor musunuz? Almanca biliyor musunuz? Fransızca biliyor musunuz? Temel le Dursun her üçüne de yok demişler ve ayrıldıktan sonra, Dursun Temel’e “Ola bir kursa gidelum da dil öğrenelum da. Böyle lazım oliir işte.” Demiş. Temel ise “Ola Tursun, akıllı ol. Dili ne yapacaksun? Aha göriisun adam üç dil bili, hiç işine yaramadı da.” Der.
NOT: Yukarıda ki İngilizce cümleleri okunduğu gibi yazdım. Yazılışı başkadır.




İSMEN TANIR SINIZ

Sayın Kenan Evren Paşamız Konsey Başkanı iken, Çin Devlet Başkanı Türkiye'ye dostluk ziyaretine gelir, Paşamızın misafiri olur. İstanbul ve Ankara yı dolaştıkları sırada bir ara konuşularken Evren Paşamıza:
- Ankara nın nüfusu ne kadardır? Evren Paşa o zamana göre;
- Bir milyon kişi
- İstanbul un?
- Dört milyon
- Peki tüm Türkiye nin nüfusu?
- Otuz beş milyon kişi deyince, Çin Devlet Başkanı, kendi nüfuslarının bir milyar olduğu zamanlar Evren Paşamıza şöyle der;
- Oo Siz o zaman ülkenizde birbirinizi ismen tanırsınız.

16 Ekim 2011 Pazar

GELİN GELİN

Yıl 1979 İsveç Stockholm Brezilya Büyükelçiliği;

Dış ülke elçiliklerde görev yapanlar bilir, Büyükelçiler Elçiliklerinde başka ülke elçileri ile tanışmak ve birbirleriyle kaynaşmak için resepsiyon dedikleri kokteyl gibi aparat içki filan içtikleri bir gün tertip ederler ve bütün dünya elçilerini 15-20 günde bir davet eder, hepsi birlikte olurlar. Biz korumalar ve oto şoförleri içeri salona girmez, elçilik bahçesinde açık havada veya kapalı yerde bekler, kendi aralarımızda diğer ülke elçilik görevlileri arasında iletişim kurmağa çalışır o anları birlikte geçirirdik.

Bizim şoförümüz Ündal isminde, bir suçtan dolayı Polis Akademisinden kovulmuş, birkaç yıl önce İsveç’e kaçak işçi olarak gitmiş, orada Finli bir kızla evlenmiş ve İsveç vatandaşı olmuş, 40-45 yaşlarında Ankara lı bir arkadaştı. Daha önceleri de yabancı ülkelerde kaldığı için hem İngilizce hem de İsveççeyi kusursuz konuşup anlıyordu. 

Böyle yerlerde lisan çok önemlidir. Ben İsveççe yi hiç bilmem, sadece ‘Hur mor du’ yu bilirdim, ‘Nasılsın’ demekti. İngilizceyi çat pat anlar ve konuşurdum. Bütün ülke koruma ve şoförleri İngilizceyi bilirler. Bir çoğu İsveççeyi de bilirlerdi. İsveççe içinde dünyanın her dilinden bir kelime olan öyle çok kaba bir lisandı.

Bu resepsiyonlarda biz Türklerin yanına diğer ülkelerin koruma veya şoförlerinden pek az gelenler olurdu. Gelenlerin çoğu da sigara isteyeceklerse yanımıza gelirlerdi. Hem zaten gelseler de Ermeni ve Yunan koruma ve şoförleri bir lobi oluşturmuşlar o yanımıza gelenlere baskı uygular, engel olmak isterlerdi. Sadece Müslüman ülkelerin bir kısmı ve Asya Ülkeleri şoför ve korumaları yanımıza gelirler, bizimle zaman geçirirler, en azından bizi sevdiklerini belli ederlerdi.

Büyükelçi Mehmet Baydur ve eşini Güney Amerika Ülkelerinden biri olan Brezilya Büyükelçiliğine resepsiyon için götürdük. Her zamanki gibi Büyükelçi ve Hanımı içeri girdiler. Bizler; Ben, Ündal, Afkanlı şoför ve koruma ile birlikte dışarıda durmuş konuşurken, Koreli koruma ve şoför de yanımıza geldiler. Bizim tam ilerimizde de Yunan koruma ve şoförü Avrupa ülkeleri ile büyük bir gurup oluşturmuşlar, gürültülü bir şekilde bir şeyler anlatıp gülüşüyorlardı. 

Yanımızda ki Koreli 55-60 yaşlarında ki şoför arkadaş, bizden ayrılıp arabasına doğru giderken, herkesin gözü önünde Yunanlı koruma önünü kesti ve Koreli ye yüksek sesle İsveççe bir şeyler söyledi. O toplulukta Koreli şoför de çok sinirlendi, elleri ve ayakları ile hareketler yaparak, bağıra bağıra onlara karşı hakaret varı, o da bir şeyler söyledi. Arada sırada da elleri ile gart vaziyeti alıyor, bir şeyler anlatıyordu. Hepimiz sakinleştirmek için yanına gittik. Ben neler olduğunu anlamadım fakat bizimle ilgili olduğunu tahmin etmiştim. Çünkü bizim yanımızdan gidiyordu. 

Çok heyecanlı anlattığından dolayı bayağı önemli şeyler olduğunu da tahmin ediyordum. Diğer koruma ve şoförler de araya girdiler Koreliyi teskin ettiler ve ortalık sakinleşti fakat Koreli sakinleşene kadar bir 15 dakikadan fazla konferans verir gibi bağıra bağıra bir şeyler anlatmıştı. Arabasının yanına gittikten sonra yine bizim yanımıza geldi. Hala siniri geçmediğinden sigara filan verip kendisini teskin ettik.

Şoför arkadaş Ündal orada olup biteni az sonra bana tercüme etti. O zaman anladım. 

Koreli şoför orada ki kalabalığa ne anlatmış biliyor musunuz? Yunanlı koruma yanımızdaki Kore'lilere "Onlar Türk tür. Siz onlarla niçin konuşuyorsunuz? Onlar barbardır, yaramaz insanlardır. Onlarla konuşmayın!" demiş. 

Kore'li şoför da onun için işte onlara karşı sinirli bir şekilde bağıra bağıra; 

"Evet bunlar Türk tür. Biz de bunlarla onun için konuşuyoruz. Sizler bunları tanımıyorsunuz. Yahut tanıyorsunuz da işinize gelmiyor, kabullenemiyorsunuz. Bizler de tanımıyorduk, fakat Kore savaşında sizleri de, onları da, Amerikalıları da herkesi çok iyi tanıdık. İyilikte oldukları gibi savaşta da herkesi kendilerine hayran bıraktı Türkler. Kore deki savaşta bizzat şahit oldum. Ve Türkleri anladım. Onun için seviyorum Türk Milletini. Kalabalık bir düşman sürüsüne karşı birlikte savaşırken cephanemiz bitti. Sizler kaçtınız. Amerikalı, İngiliz kaçtılar. Bizler de kaçtık. Herkes kaçtı. Canlarımızı kurtardık. Türkleri savaş meydanında kaderleriyle baş başa bırakıp onları uzaktan seyrettik. Onlar kaçmayıp süngü taktılar. Cephanesiz savaştılar. Tüfekleri de kırıldı. Yan tarafa attılar, elleri ile gart aldılar ve düşman askerine 'gelin, gelin' diye bağırıyorlardı. Sizler, bizler ve herkes savaş meydanından kaçtıktan sonra uzaktan onların bu yaptıklarını, seyrettik. Ondan sonra insanlığımdan utanıyorum ve işte onun için Türkleri çok seviyorum." demiş. 

Ondan sonra bazı ülke koruma ve şoförleri yanımıza gelir gider bizlerle konuşurlardı. Sağ ol Kore li, bende Koreli leri çok seviyorum.