SAYFALAR

4 Mayıs 2012 Cuma

HİNDİLERDEN KORKTUK

1976 yılı sonlarında 1977 yıl başına yakın bir zamanda Adana Cinayet Bürosuna yazılı bir isimsiz ihbar mektubu geldi. Kiremithane Mahallesinde bir adres belirtilerek bu yerde iki katil kişinin barındığı, bu kişilerin çok fazla suç işledikleri ve tekrar suç işleyip bu yerde saklandıklarından yakalanmaları isteniyordu.

Bu mektupta belirtilen yerlere yakın yerleşim yerlerinde de genelde kan davasından memleketlerinden göçen Doğulular oturuyorlardı. Bize bildirilen adres te şehir dışında basit bir yerleşim yeriydi. Daha doğrusu yerleşim yeri değil de mesire yeri olarak yapılmış genel de boş bulunan bahçe içinde düz bir yerde etrafı açık öyle küçük bir evdi. Yakın çevrede başka ev filan yoktu ve burada kanunsuz kişilerin barınmaları gerçekten çok kolaydı. Yer itibarıyla da silahlı çatışmaya çok uygun bir yerdi. Zaten evden gözleseler eve yaklaşan kişileri kuş avlar gibi avlarlardı.

Dört kişilik bir ekip ihbar mektubunda bahsedilen, jandarma bölgesinde ki köye yakın bir tenha yerde bulunan bu evi epeyce aradıktan sonra bulduk. Hatta biraz kör bölge olduğundan telsiz de her yerde tam olarak çekmiyordu. Gündüz evin yeri ve durumunu uzaktan yaklaşmadan tespite çalıştık. Gece saat 02.00 sıralarında olası tuzaklara karşı tedbirli davranarak belirtilen bu eve yaklaştık. Evde hiç ışık filan yoktu. Pencere altlarından ve kapıdan içerisini dinlemeğe çalıştık. Kapıdan dinlediğimiz zaman içerde bir kaç kişinin çok alçak sesle konuştuklarını tespit ettik. Bu konuşmalar her zaman değil de arada bir oluyordu. Evi göz apsinde tutup sabahı bekledik. İhbar yapılıp bize pusu da kurulmuş olabilir, biz yakalayacağız derken yakalanabilir veya öldürülebilirdik. Çünkü o zamanlar teröristler polislere çeşitli tuzaklar kurup öldürüyorlardı. Sabah gün ağarırken her taraf daha iyi göründü. Tek bir ev ve bu ev öyle basit her tarafından kaçılır fakat kaçanlarda görünür durumda idi. Aralıklarla birer birer görünmemek için sürünerek evin yanına ve kapısına gittik. Gece sabaha evde hiç ışık yanmamıştı. Bir arkadaşımız Mıçı Mustafa geri güvenliğimizi sağladı. Kunta Kinte Halil ile Yogi Mahmut kapıya yaklaştılar. Ben de evden atlayıp kaçmak isteyenleri görebileceğim bir yerde yatarak beklemeğe başladım. Evin içinden alçak sesle konuşma sesleri hala daha geldiğini, ancak ne konuştuklarının anlaşılmadığını arkadaşlarım bana bildirdiler. Kapıya çıkarlarsa yakalayalım diye iki üç saat bekledik. Eve girersek veya kapıyı çalarsak çatışma çıkabilirdi. Bir zaman sesleri dinleyerek oyalandık. Baktık giren-çıkan yok. Ayı Mahmut kapıya vurdu "Polis, kapıyı açın" diye seslendi. Genelde bu ses üzerine içerden kapıya doğru ateş açarak cevap verirlerdi ve çatışma çıkardı fakat öyle olmadı. Atlayıp kaçan da yok. Allah Allah bu ne iştir. Eğer bizlere pusu kurulmuşsa dışarda bekleyen arkadaşları da olabilirdi. Mustafa etrafı tekrar araştırdı böyle bir şey de yok.

İçerdeki sesler kesildi. Üç beş dakika sonra yine "kolo, kulu" diye içerde birbirleri ile konuştular, ateş filan edilmedi. Bir iki defa daha seslendik. İçerden ses seda kesildi ve tahtadan yapılmış evin kapısını açan da olmadı. Ben evin arka tarafından evin direklerini tutarak kendimi yukarı çektim ve arkadan eve girdim. Hiç bir şeyle karşılaşmadım. Elim tetikte tedbirli olarak yığma tahta döşeme üzerinde ilerlerken 120 kiloluk Ayı Mahmut ta tekmeyi vurduğu gibi içerden açılmayan o kapıyı menteşeleri ile kopararak olduğu gibi büyük bir gürültü ile içeri doğru yıkıldı. Kapının üstünden basarak süratle içeri daldılar fakat ilk girişte ki boşlukta  "Kolo, kolo, kulu, kulu" diye sesler ve kanat çırpma sesleri ile büyük bir gürültü koptu. Bazı hindiler bizden korkmuşlar havada uçuşuyorlardı. Meğer içeride sol tarafta ki odada kırk bir adet hindi varmış. Daha önce dinlemeğe aldığımız zaman içerden duyduğumuz o sesler adam sesi değil de hindi sesleriymiş. Hem de silahsız, sabıkasız, suçsuz, günahsız bir sürü hindiler.

Ben arkadaşlara bunlardan bir tanesini alıp yiyelim dedim fakat onlar yanaşmadılar. Hindiler orada bizi korkuttular. Şakalaşarak geri şubeye döndük. Hindilerin niçin saklandıklarını bir türlü kendilerine söylettiremedik. Orada o hindiler sahipsiz niçin bulunurlar? 

Adresi Hırsızlık Bürosuna bildirerek incelemelerini istedik. Çünkü o sıra yıl başında satmak için hindi hırsızlığı çok oluyordu. Hırsızlık Masası Amiri Şekerim Nuri verdiğimiz adresi takip ettirdi ve hırsızlık çetesini çaldıkları hindilerle birlikte yakaladılar. Daha başka yerlerde de buna benzer hindi zulalarını gösterdiler ve bir çok hindi hırsızlığı olaylarını aydınlattılar. Adamlar sadece Karaisalı Kazası köylerinden 900 adet hindi çalmışlardı.

2 Mayıs 2012 Çarşamba

ESİR ALDILAR

1980 yılında Yurt dışından döndüğüm zaman tamamen hayal kırıklığına uğradım. Üç yıla yakın Ülkemden ayrı kalmama rağmen geri geldiğim zaman inanamadım. Daha İstanbul Hava Limanında terslikler başlamıştı. O zamanlar şimdi ki gibi X-RAY cihazları yok, polis kendi arardı. İstanbul Polisi de benim polis olduğumu bildiği halde bütün valizlerimi açtırdı ve çok sıkı bir arama yaptı. Aramadan sonra bir şey yakalayamayınca kendilerine hakaret ettim ve kavga orada başladı.

Türkiye bir değişmiş herkes birbirlerine düşman gözüyle bakıyorlardı. Emniyette insanlar da değişmiş, Emniyet Müdürlüğü yeri de değişmiş, Ceyhan yoluna taşınmıştı. Adana da bıraktığım arkadaşlarımın hiç biri yoktu. Bazıları öldürülmüşler, bazıları başka illere gönderilmişler, orada kalanların çokları da değişmişler. Herkes birbirinden korkar olmuş, kurtarılmış bölgeler kurulmuş, kimse ile doğru dürüst konuşulmuyordu. Üstelik polisleri bir müfreze inzibat askerleri koruduğu halde her gün en az 1-2 polis öldürülüyordu. Ben gelmeden bir de Emniyet Müdürü öldürül muştu Cevat Yurdakul. Kahveler, otobüsler silahla taranıyor, bir seferde dört veya beş kişi öldürülüyor, mahallelerde kimlik kontrolleri yapılıp ellerinde ki gazetelere bakılıyordu. O zaman ‘Tecüman’ gazetesi okuyan sağcı, ‘Cumhuriyet’ okuyan solcu, bu gazetelerden biri elinde karşı tarafa yakalanırsa yandı. Her akşam karşı tarafa göz dağı vermek için kurtarılmış bölgelerin tam hudutlarında dolu dolu silahlar sıkılırdı. Örgütler oldu ki o gece karşı taraftan bir adam öldüremediler, kendi arkadaşlarından öldürür karşı tarafın üzerlerine atarlardı. Tertemiz bıraktığım ülkemi döndüğüm zaman işte bu şekilde bulmuştum.
Emniyet Müdürü değişmiş, Asayiş Şube Müdürü de Salih Dost olmuştu. Beni yine Cinayet Masasına verdiler. Eski arkadaşlarımdan iki kişi kalmıştı ve memur sayısını çoğaltmışlardı. Kısım Amiri O. Behiç Soytürk olmuştu. Bir gün Dağlıoğlu Mahallesinde Ali isimli sakallı bir polis arkadaşımla birlikte takip ettiğimiz bir cinayet olayını araştırmak için pastane de otururken, birden bire yanımızda altı kişilik bir gurup oluştu. Bunlar pastanede kimlik kontrolü yapıyorlardı. Tiplerine baktık polis değillerdi. Zaten o zaman poliste Kaleşinkof makineli tüfek hiç yoktu. Bu şahısların hepsinin omzundan asılı bu tüfeklerden vardı. Karşı koymamız hiç mümkün değildi. Kaçabilmemiz de mümkün değildi. Ben üzerimdeki polis kimliğimi atacaktım, onu da beceremedim. Daha sonra çoğaldılar 10-12 kişi oldular.

Beni ve arkadaşım Ali'yi yakaladılar. Tabancalarımızı ve kimliklerimizi aldılar. Gözlerimizi çok pis kokan bir bezle bağladılar. Dört beş dakika yaya yürüttükten sonra bir arabaya bindirip bir yere götürdüler. Bu gittiğimiz yeri hala bilmiyorum. Bir evin içinde, bir odanın kapısında beklerken gözlerimizi açtılar. Demek ki kimliklerimizi içeri vermişler ki; bizi çağırdılar. Kısa boylu, esmer, pos ve gür bıyıklı, zayıf 45 yaşlarında keskin bakışlı bir adam masanın başında oturuyordu. Benimle yakaladıkları Ali isimli sakallı Polis Memuru arkadaşımın memleketi Tunceli imiş. Adamın elinde bizim kimliklerimiz vardı ve tabancalarımız da masasının üzerinde duruyordu. Konuşmasına göre Yabancı, Suriye veya Irak lı olabilirdi. Arkadaşım Ali ile biraz konuştuktan sonra, "Bu Rize li arkadaşında bizden mi? diye sordu. Ali de "Bizden, bizden hem de çok aşırı." dedi. "Yoldaş polislere selam söyleyin" dedi. Tunceli'li Ali isimli arkadaşıma bir can borum var. Zaten hayatımda tek borcum da odur. Gözlerimizi tekrar bağladılar. Yarım saat kadar araba ile götürdükten sonra bizi yere indirdiler. Gözlerimizi açtığımız zaman Yağcami yakınlarında olduğumuzu anladık.

Tabancalarımızın fişeklerini almışlardı. Topu topuna beş saat kadar esirleri olduk. Zaten bir ay filan sonra da 12 Eylül Darbesi oldu. Onun için her zaman söylerim; şu ülkemde Allahım bana düşman askeri ni göstermesin. Sade bana değil, hiç kimseye göstermesin. Bu ülkede yaşayan Rum'a, Ermeni'ye, bütün halka ve hatta düşman askeri gelmesini isteyenlere dahi göstermesin. Bir darbe oldu diye kendi askerimizden rahatsız oluyoruz da, düşman askeri ne demektir siz bilir misiniz?

30 Nisan 2012 Pazartesi

İNSANDA ŞANS

İngiliz Bilim adamına sormuşlar; “Dünyada en çok ne isterdiniz?” Adam cevap vermiş: “Şansım olsun yeter.”
Kime yetmez ki?

Fakat her isteyen şanslı olamaz. Allah insana şansını daha doğmadan verir. Daha iyi anlaşılması için bir hikaye anlatacağım.
Vaktiyle Anadolu da Köyün birinde yaşayan çok yoksul bir adam varmış. Yoksulluk iyice canına tak etmiş ki iş aramağa başlamış. Uzun süre iş bulamayınca daha da yoksullaşmış. Başka bir köyün ağası “Git koyunlarımı  otlat karnını doyururum.” Demiş.

Yoksul adam da sevinerek düz ovada ağanın koyunlarının yanına gelince gözlerine inanamamış. Koyunların başında çoban yok. Sağda solda kurtlar, çakallar dolaşıyor fakat koyunlara yaklaşamıyorlar. Koyunlar da bir birlerinden hiç ayrılmadan otlamağa devam ediyorlar. Yalnız koyun sürüsünün üstünde koyu bir bulut kümesi var.
Adam “Sürünün eski çobanı, sürünün eski çobanı!” diye çağırır. Gökten bir cevap gelir; “Bu sürünün çobanı filan yok.”

Adam tekrar sorar; “Peki siz kimsiniz?”
Tekrar cevap gelir; “Ben sürünün üstünde ki bulut kümesi Ağanın şansıyım. Koyunlarını koruyorum.” Der.

Allah Allah adam şaşırır ve “Peki benim şansım nerede?” diye sorar.
Bulut kümesi halinde görünen ağanın şansı adama şöyle söyler; “Senin şansın şu anda Kıbrıs Adasının kıyısında.”

Adam haklı olarak şansına çok kızar ve görmek için Kıbrıs ın yolunu tutar.
Yolda bir ayı rastlar. Adama nereye gittiğini sorar. Adam da şansını bulmağa gittiğini söyler. “Benim başım çok ağırıyor. Sebebini bir sorar mısın? Der.

Biraz daha gidince bir kral rastlar. O da “Tebaam beni dinlemiyor. Sebebini sorar mısın?” der.
Adaya yaklaşınca bir büyük balık rastlar ve benim karnım çok ağırıyor. Nedendir? Öğren.” Der.

Adam gider şansını Kıbrıs adasında söğüt ağacı gölgesinde uyurken bulur. Bağırır çağırır ve  “Ben neler çekiyorum sen buralar da uyuyorsun. Hadi  benimle geliyorsun” deyip alıp götürmek ister. Şansı gitmek istemez “Sen git, ben arkandan gelip seni bulacağım.” Der.

Yolda rastlayan ayı, kral ve balığın dertlerinin çözümlerini de öğrendikten sonra geri dönerek köyüne doğru yola koyulur.
Yol da karnı ağıran balığı görünce “Senin karnında mücevherler varmış. Onun için ağırıyormuş. Gel başına bir iki vurayım geçecek.” Demiş. Balığa dokandığı gibi karnından mücevherler dökülmüş. Her taraf altın ve pırlanta ile dolmuş. Balık “Beni bu dertten kurtardın al mücevherler senin olsun hayatın kurtulur.” Demiş.  

Adam senin mücevherlerine ihtiyacım yok. Benim şansım arkamdan gelecek." demiş.

Biraz daha gidince Kral a tekrar rastlamış "Tebaam beni niçin dinlemiyormuş, öğrenebildin mi" diye sormuş. Ona da sen bekar bir bayanmış sın, onun için seni dinlemiyorlar" diye anlatmış. “Doğrudur ben bayanım gel beraber evlenelim. Sen Kral ol, bende kraliçe olayım, beraber yaşayalım" demiş. Ona da yok. Benim şansım arkamdan gelecek" diyerek yoluna devam etmiş.

Biraz daha yürüdükten sonra ayının yanına gelmiş. Ayı ya bütün olanları anlattıktan sonra balıktan mücevherleri almadığını, kraliçe ile evlenmediğini,  şansının arkasından gelip kendisini kurtaracağını anlatmış.

Ayı kendi baş ağrısını sorunca; "Senin de başının ağrısı geçmesi için, aptal bir insanın kafasını yemen gerekiyormuş" diye söylemiş. Ayı "Sen bu kadar kısmeti tepmişsin. Sen den daha aptal insan hiç olmaz." demiş ve kaptığı gibi kafasını koparıp yemiş.

Şansı sonra gelip bulmuş mu? Yoksa hiç gelmemiş mi? Bilmiyorum. Ayı nın baş ağrısının geçip geçmediğini de bilmiyorum. Bazı insanlar kanaatkar olmağı bilmezler. Aza kanaat getirmezler. Anlayanlar bu hikayeden alsınlar derslerini, anlamayanlara yine sözüm yok. İstedikleri gibi yapsınlar. Onların şansları arkadan gelip bulacak. BEKLESİNLER….