1980 yılında Yurt dışından döndüğüm zaman tamamen hayal kırıklığına
uğradım. Üç yıla yakın Ülkemden ayrı kalmama rağmen geri geldiğim zaman
inanamadım. Daha İstanbul Hava Limanında terslikler başlamıştı. O zamanlar
şimdi ki gibi X-RAY cihazları yok, polis kendi arardı. İstanbul Polisi de benim
polis olduğumu bildiği halde bütün valizlerimi açtırdı ve çok sıkı bir arama
yaptı. Aramadan sonra bir şey yakalayamayınca kendilerine hakaret ettim ve
kavga orada başladı.
Beni ve arkadaşım Ali'yi yakaladılar. Tabancalarımızı ve kimliklerimizi aldılar. Gözlerimizi çok pis kokan bir bezle bağladılar. Dört beş dakika yaya yürüttükten sonra bir arabaya bindirip bir yere götürdüler. Bu gittiğimiz yeri hala bilmiyorum. Bir evin içinde, bir odanın kapısında beklerken gözlerimizi açtılar. Demek ki kimliklerimizi içeri vermişler ki; bizi çağırdılar. Kısa boylu, esmer, pos ve gür bıyıklı, zayıf 45 yaşlarında keskin bakışlı bir adam masanın başında oturuyordu. Benimle yakaladıkları Ali isimli sakallı Polis Memuru arkadaşımın memleketi Tunceli imiş. Adamın elinde bizim kimliklerimiz vardı ve tabancalarımız da masasının üzerinde duruyordu. Konuşmasına göre Yabancı, Suriye veya Irak lı olabilirdi. Arkadaşım Ali ile biraz konuştuktan sonra, "Bu Rize li arkadaşında bizden mi? diye sordu. Ali de "Bizden, bizden hem de çok aşırı." dedi. "Yoldaş polislere selam söyleyin" dedi. Tunceli'li Ali isimli arkadaşıma bir can borum var. Zaten hayatımda tek borcum da odur. Gözlerimizi tekrar bağladılar. Yarım saat kadar araba ile götürdükten sonra bizi yere indirdiler. Gözlerimizi açtığımız zaman Yağcami yakınlarında olduğumuzu anladık.
Tabancalarımızın fişeklerini almışlardı. Topu topuna beş saat kadar esirleri olduk. Zaten bir ay filan sonra da 12 Eylül Darbesi oldu. Onun için her zaman söylerim; şu ülkemde Allahım bana düşman askeri ni göstermesin. Sade bana değil, hiç kimseye göstermesin. Bu ülkede yaşayan Rum'a, Ermeni'ye, bütün halka ve hatta düşman askeri gelmesini isteyenlere dahi göstermesin. Bir darbe oldu diye kendi askerimizden rahatsız oluyoruz da, düşman askeri ne demektir siz bilir misiniz?
Türkiye bir değişmiş herkes birbirlerine düşman gözüyle
bakıyorlardı. Emniyette insanlar da değişmiş, Emniyet Müdürlüğü yeri de değişmiş, Ceyhan yoluna taşınmıştı. Adana da bıraktığım arkadaşlarımın hiç biri
yoktu. Bazıları öldürülmüşler, bazıları başka illere gönderilmişler, orada
kalanların çokları da değişmişler. Herkes birbirinden korkar olmuş, kurtarılmış
bölgeler kurulmuş, kimse ile doğru dürüst konuşulmuyordu. Üstelik polisleri bir
müfreze inzibat askerleri koruduğu halde her gün en az 1-2 polis öldürülüyordu.
Ben gelmeden bir de Emniyet Müdürü öldürül muştu Cevat Yurdakul. Kahveler, otobüsler silahla taranıyor, bir seferde dört veya beş kişi
öldürülüyor, mahallelerde kimlik kontrolleri yapılıp ellerinde ki gazetelere
bakılıyordu. O zaman ‘Tecüman’ gazetesi okuyan sağcı, ‘Cumhuriyet’ okuyan solcu,
bu gazetelerden biri elinde karşı tarafa yakalanırsa yandı. Her akşam karşı
tarafa göz dağı vermek için kurtarılmış bölgelerin tam hudutlarında dolu dolu
silahlar sıkılırdı. Örgütler oldu ki o gece karşı taraftan bir adam
öldüremediler, kendi arkadaşlarından öldürür karşı tarafın üzerlerine
atarlardı. Tertemiz bıraktığım ülkemi döndüğüm zaman işte bu şekilde bulmuştum.
Emniyet Müdürü
değişmiş, Asayiş
Şube Müdürü de Salih Dost olmuştu. Beni yine Cinayet Masasına verdiler. Eski
arkadaşlarımdan iki kişi kalmıştı ve memur sayısını çoğaltmışlardı. Kısım Amiri
O. Behiç Soytürk olmuştu. Bir gün Dağlıoğlu Mahallesinde Ali isimli sakallı bir
polis arkadaşımla birlikte takip ettiğimiz bir cinayet olayını araştırmak için
pastane de otururken, birden bire yanımızda altı kişilik bir gurup oluştu. Bunlar
pastanede kimlik kontrolü yapıyorlardı. Tiplerine baktık polis değillerdi.
Zaten o zaman poliste Kaleşinkof makineli tüfek hiç yoktu. Bu şahısların
hepsinin omzundan asılı bu tüfeklerden vardı. Karşı koymamız hiç mümkün
değildi. Kaçabilmemiz de mümkün değildi. Ben üzerimdeki polis kimliğimi
atacaktım, onu da beceremedim. Daha sonra çoğaldılar 10-12 kişi oldular. Beni ve arkadaşım Ali'yi yakaladılar. Tabancalarımızı ve kimliklerimizi aldılar. Gözlerimizi çok pis kokan bir bezle bağladılar. Dört beş dakika yaya yürüttükten sonra bir arabaya bindirip bir yere götürdüler. Bu gittiğimiz yeri hala bilmiyorum. Bir evin içinde, bir odanın kapısında beklerken gözlerimizi açtılar. Demek ki kimliklerimizi içeri vermişler ki; bizi çağırdılar. Kısa boylu, esmer, pos ve gür bıyıklı, zayıf 45 yaşlarında keskin bakışlı bir adam masanın başında oturuyordu. Benimle yakaladıkları Ali isimli sakallı Polis Memuru arkadaşımın memleketi Tunceli imiş. Adamın elinde bizim kimliklerimiz vardı ve tabancalarımız da masasının üzerinde duruyordu. Konuşmasına göre Yabancı, Suriye veya Irak lı olabilirdi. Arkadaşım Ali ile biraz konuştuktan sonra, "Bu Rize li arkadaşında bizden mi? diye sordu. Ali de "Bizden, bizden hem de çok aşırı." dedi. "Yoldaş polislere selam söyleyin" dedi. Tunceli'li Ali isimli arkadaşıma bir can borum var. Zaten hayatımda tek borcum da odur. Gözlerimizi tekrar bağladılar. Yarım saat kadar araba ile götürdükten sonra bizi yere indirdiler. Gözlerimizi açtığımız zaman Yağcami yakınlarında olduğumuzu anladık.
Tabancalarımızın fişeklerini almışlardı. Topu topuna beş saat kadar esirleri olduk. Zaten bir ay filan sonra da 12 Eylül Darbesi oldu. Onun için her zaman söylerim; şu ülkemde Allahım bana düşman askeri ni göstermesin. Sade bana değil, hiç kimseye göstermesin. Bu ülkede yaşayan Rum'a, Ermeni'ye, bütün halka ve hatta düşman askeri gelmesini isteyenlere dahi göstermesin. Bir darbe oldu diye kendi askerimizden rahatsız oluyoruz da, düşman askeri ne demektir siz bilir misiniz?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder