SAYFALAR

20 Kasım 2012 Salı

TEHDİT

1974 ve 1978 yılları arasında Adana da tehditle para istemek suçları çok yaygındı. Bize intikal etmeyip ödeyenleri bilmem fakat bize yanı Cinayet Masasına intikal edenlerden yakaladıklarımız çok oldu. İlk zamanlar Adana da Gasp Masası bulunmadığından bütün ağır suçlara ve memurların işledikleri suçlara Cinayet Masası bakardı. Ben bu olaylardan, yanı tehditle zorla para isteme olaylarından normal bir asayiş olayını nasıl yakaladığımızı anlatmayacağım. Daha doğrusu kendi hatamızı anlatacağım.

Zengin bir doktorun yazıhanesine dosya kağıdı üzerine elle yazılmış bir not atmışlardı. Doktor not elinde Büromuza geldi. Sebze haline yakın bir yerde çöp kutusunun yanında bir yer tarif edilerek, duvarın dibinde sağ tarafta ki bir taşın altına 50.000,00 tl koyması isteniyordu. Polise gidip şikayetçi olursan önce büyük kızını öldüreceğiz, falan filan" yazmış. Adam korkudan tır tır titreyerek bu tehdit mektubu elinde doğru bize geldi. Yanılmıyorsam Doktorun ismi Mehmet'ti. Kendisini teskin ettik, rahatladıktan sonra gazete kağıtlarını para şeklinde keserek Büromuzun mührü ile hepsini delil sayılması için mühürledik. Bir zarfa koyduk. Yanı para dolu imiş gibi sembolik bir zarf hazırladık. Akşam üzeri Büromuzun en yakışıklı polisi Süslü Hüseyin ile Doktor birlikte gittiler birlikte istenilen yere bu sembolik zarfı koydular. Doktor evine gitti. Bizlerde o yere uygun bir yerde üç polis memuru pusu atarak bu zarfı almağa gelecek kişiyi veya kişileri yakalamak üzere beklemeğe başladık. Gece sabaha kadar bekleyip zarfı almak isteyen kişileri yakalayacaktık. Polisin en zor işlerinden biride böyle olaylarda görünmeden saklanabilmesi ve suçluları yakalayabilmesidir. Çünkü etrafta saklanacak yer olmadığı gibi hemen paketin yanında da duramazsın. Suçlu en ufak bir şüphe sezerse asla yaklaşmaz sende yakalayamazsın, bütün emeklerin boşa gider. Böyle yerlerin durumuna göre kamufle olup veya kılık değiştirip öyle beklemek lazım. Bizler arabamızı uzakta bırakıp sebze halinden bahse konu yer görülecek şekilde yerleştik ve bu yeri göz hapsinde tuttuk.

Saat 02.00 ye kadar gelen giden yok, gelen giden varda zarfa yaklaşıp alan yok. İkisi beraber koydukları için Süslü Hüseyin bu koyulan zarfın yerini tam olarak bildiği için Onu yollayarak zarfı yerinden aldırdık ve oradan ayrılarak lokantada yemek yiyip bazı ihtiyaçlarımızı görüp çay filan içtikten sonra tekrar geri gelerek yerlerimizi aldık. Tabi yerlerimizi almadan önce de Süslü Hüseyin'i yollayarak zarfı oradan ayrılırken aldığı yere tekrar koydurduk. Biz sabaha kadar bekledik. Kimse zarfı almağa gelmedi. Bizde kimseyi yakalayamadık ve sabah oldu. Saat 08.00 e doğru doktor biz beklerken yanımıza geldi. Bizim Hüseyin ile zarfı koydukları yerden alacak ve normale dönecektik. Her ihtimale karşı akşam tekrar bırakıp suçluyu yakalamağa çalışacaktık. Doktor yanımızdan ayrılıp zarfı almağa gitti ve telaşla geri yanımıza koştu. Halbuki deşifre olmamak için öyle ulu orta yanımıza hiç gelmeyecekti. "Koyduğum zarf yerinde yok. Almışlar." dedi. Allah Allah kimse gelip almadı. Zarf nereye gidebilirdi. Hakikaten koyduğu zarf yerinde yoktu. Eyvah en korktuğum şey; biz beklerken adam zarfı alırsa, para olmadığını görüp, Vali Beye "Polislerin beklerken ben zarfı aldım fakat içinden para değil de kağıt çıktı" diye birde azar mektubu yazıp gönderirse çok büyük rezil olurduk. Öbürleri bilmem fakat ben hemen istifa ederdim.

Hepimiz koşarak doktorun yanına gittik. Oralarda briket taşlarının altlarına bakarken zarfı bulduk. Adam gelip zarfı almamış. Süslü Hüseyin gece zarfı aldıktan sonra tekrar yerine koyarken yanlışlıkla o yere değil de, yakınında başka bir yere koyabilmiş. Doktoru sen buraya koymuşsun diye ikna etmeğe çalıştık fakat ikna edemedik te O ikna edilmiş gibi göründü. Süslü Hüseyin'i bu hatasından dolayı cezalandırdık onu da söylemeyim saklı kalsın. Sizler de mutlu ve sağlıklı kalın.

NE YAPMAK İSTİYORLAR

Görüyorum şimdi o eski görevliler anlatıp duruyorlar; başta Özel Harekatçı Polis Memuru Ayhan ve buna benzer diğerleri, O "Jitemi ben kurdum" diyen Albay bunlar neyin peşinde neye hizmet ediyorlar anlamıyorum. O Jitemci Albay herhalde Allah şifalar versin de gördüğüm kadarı ile hasta olduğu için bakacak kimsesi yok, cezaevine girersem bana bakarlar diye düşünüyor olabilir. 

Polis Ayhan ise duyduğum kadarı ile Özel Harekat Kursu görmüş Polis Memuru. Yalandan O nu vurdum, şuraya gömdüm, bunu kırdım dereye attım gibi yalan şeyler anlatmaktadır. Muhakkak bir sebebi vardır bu yalan anlatılanların, maksatlı kişilerin emellerine alet olmamalarını tavsiye ederim. 

Emniyet Teşkilatının ekmeğini yediler, çocuklarına yedirdiler, şimdi bu teşkilata bu kadar nankörlük etmek doğru değildir. Zira bir söz vardır 'Kul daraldığı yerde Hızır yetişir' derler. İşte o hızır polistir. Ama namuslu olarak çalışan polistir. Bir insan dara kaldığı zaman "İmdat-Polis" diye bağırır. Ama namuslu polis diyorum. Bir polis adamı öldürüp gömer de evinde akşam nasıl rahat uyur anlayamıyorum. Polis ölenleri kurtarır düşkün ve alillere hatta hastalara bile yardım eder. Sonra polislikte öyle başıboş her istediğini yapar veya öldürür gibi bir kavram yok. Evet bir polis suç işleyebilir fakat diğerleri onu af edemez, mutlaka yakalar, o yakalamazsa öbürü yakalar. Bu işin olamayacak boyutu. Birde Emniyet Teşkilatı tabansız kaçak kurulmuş bir teşkilat değildir. Kanunla kurulmuştur. 3201 Sayılı Emniyet Teşkilatı Kanunu ve 2559 Sayılı Polis Vazife ve Salahiyet Kanunu polislerin polis nasıl olacaklarını ve vazifelerini nasıl yapacaklarını tek tek anlatmıştır.

Emir nedir? Nasıl olmalı ve nasıl verilmeli? Nasıl uygulanmalı? Bir bir anlatılmış ve dışına çıkılmaz. Mesela bir polis memuruna amiri "Al süpürgeyi yerleri süpür" diyemez. Bu kanunsuz emirdir. Birde konusu suç teşkil eden emirler var. O emirler yazılı dahi verilse yerine getirilmez. Amir "Git falancayı öldür veya kaçır" diyecek, sen nasıl polissin ki bu emrin konusu ağır suç teşkil etmesine rağmen yerine getirmişsin. 

Şimdi de çıkmış sesim güzel diye bıdı bıdı konuşuyorsun. Senin dediğine kargalar güler. Ben böyle polisleri hiç affetmem ve 38yıllık meslek hayatımda suç işleyen çok polise rastladım, bunlar gibi başkasının emri ile suç işleyen polislere hiç rastlamadım ve hiç birine de inanmıyorum. Hiçbir suçlu polise müsamaha edilmez. Bunlar kendilerine çıkar temini için suç işlemişler, bu suçu güya kahramanlık suçu ile kapatmak istiyorlar. 

Ben Adana Cinayet Bürosunda görevli iken dört faili meçhul olayı üslenip kendi yapmış gibi olayı anlatan adama rastladım. Sorgusunu yaptıktan sonra olayı gazetelerden anladıklarını ve yalan söylediklerini anladığımız için git evinde yat diye yolladık. 

Bu kişiler ya hiç bir şey yapmamışlar nam almak için anlatıyorlar yada maksatlı olarak Emniyet Teşkilatını yıpratmak için anlattıklarını düşünüyorum. 

Bu kişilere de tekrar hatırlatmak istiyorum. Geçici menfaat ve heveslerle hareket etmeyiniz. Zira bu vatanı çok ararsınız fakat bulamazsınız. Temelde taşlar yerinden bir oynarsa daha durduramazsınız. Yakın tarihimize bir göz atıp, dünya da olup bitenleri iyice anlayınız. Eskiden olduğu gibi bu vatanı hep birlikte savunmalıyız. Lütfen herkes kendinize geliniz.



ŞAZİYE HANIM


1962 yılında Ağabeyim Burhanettin ile birlikte giderek Rize Lisesine kayıt oldum ve kitaplarımın bir kısmını aldıktan sonra köyümüze döndük. 

Fırsat buldukça bu kitapları baştan sona okurdum. Hele Biyoloji kitabı insanın vücut yapısını anlattığı için çok hoşuma gitmiş, roman gibi kitabı baştan sona bir iki defa okumuş, çoğunu öğrenmiştim ve  bazen meclislerde bilgiçlik eder anlatırdım. 

Okul başladı, her hoca kendi ilk dersinde karşılıklı tanışma yaparlardı. Biyoloji Hocası da öyle yaptı. Kendisi kısa boylu, şişman, gözlüklü, cin gibi her şeyi anlayan gayet bilgili ve tecrübeli kırk yaşlarında bir bayan di, Adı Şaziye Hanım; kendisini sonsuz saygı ve hürmetlerimle anıyorum. 

Ben sıradan bir öğrenciydim, onun için hiçbir hoca beni tanımaz fakat ben öğretmenlerimin hepsini tanır ve çok saygı duyardım. Ancak Biyoloji Öğretmeni Şaziye Hanım ile ilk zamanlar yıldızımız hiç barışmamış ve ben de çok büyük olumsuz etkiler bırakmıştı.

Sene içinde ilk yazılı yaptı. Yüksek not bekliyordum. Yazılı notlarını okudu; "636- 1" dedi.
Allah Allah acaba yanlış mı duymuştum? Parmak kaldırdım "Hocam 636 ya bir daha bakar mısınız?" dedim. Tekrar "Otur yerine Bir" dedi. 

Bir şey yok itiraz etsem mümkün değil haklı olamazdım. Hem ben köyden gelmiş yamalı çekingen bir çocuktum nerde hak aramak. Bir de hoca düşman olurdu.

İkinci yazılı da kurtarırdım. Velhasil ikinci yazılı da oldu yine 1 (bir) aldım. 

Artık benim ümidim ikmal fakat nasıl yazarsam zayıf vermez onu da bilemiyordum. Çünkü ben sorduğu soruların hepsine süper cevaplar yazıyordum ve gerçekten sorduğu bütün soruları biliyordum. Yanımda ki üç-dört arkadaş bana bakarak yazarlar 7-8 alırlardı.
 
Son bir kurtarma yazılısı yaptı ondanda bir almadım o verdi. Çünkü ben bütün soruları doğru yapmıştım. 

Bir gün derse girer girmez sözlü imtihana kalkmak isteyenleri sordu: Birkaç kişi kalktılar fakat sözlü imtihan yapma prensibi de bir garipti bu Hoca Hanımın. Eline kitap almaz, soruları hep kafadan sorar, öğrenci kaç soru bilirse bilsin, bir soru bilemezse "otur yerine" der ve 1 verirdi. Bir öğrenciyi de gözden çıkarmışsa ki, itiraz edenleri hiç sevmezdi. "Sidiğin süzülmesi" diye bir konu vardı, "şemasını çiz ve anlat" derdi. O onun silah sorusu 'SİDİĞİN SÜZÜLMESİ' idi. O konu biraz karışıktı.

Ben gönüllü sözlü imtihana da kalkmadım. “Nasılsa hoca beni gözden çıkarmış. Kalksam ne olacak?” diye düşündüm.

Birinci sömestri bitmesine yakın benim yazılı notlarımın hepsi 'BİR' idi. Böyle giderse karneme kesin kırık gelecekti. Ama olsun zaten tek kırık dersim Biyoloji oluyordu. Belki ikmal imtihanlarında filan hoca değişirse sınıfı geçerim diye düşünüyordum. 

Yine bir derste Hocamız Şaziye Hanım derse girdi. Biz öğrenciler koşuşturup tepindiğimiz için ortalık toz dumandı. Tam o arada ağzıma giren tozları temizlemek için çocuktum ne yapacağımı bilmedim ve sınıfta yere tükürdüm. Hemen görmüş ki, yanıma geldi ve iki kulaklarımdan tutarak iyice uzattı. Öyle yapardı. Döveceği çocukların kulaklarını iki eliyle tutar, sonra sağ elini bırakır, sol eli ile hala kulaktan tutarak, bıraktığı sağ eliyle öğrencinin kaçıramadığı yanağına ‘şap, şap’ diye vururdu. Bana da öyle yapacak sandım fakat gözlerinin içine yalvarırcasına baktığımdan mı bilmem, bana vurmadı. Sonra öbür kulağımı da bıraktı. "Sen evinde yattığın yere tükürüyor musun? Muaşeretsiz!" dedi. Çok utanmıştım, hiç ses etmedim.

Hemen kürsüye koyduğu el çantasının yanına gitti, eline aldı ve not defterini çıkardı. Numaramı sordu. Sonra da "Tahtaya gel, seni sözlü imtihan yapacağım." dedi. 

İşte bu çok hoşuma gitmişti. Hemen numaramı söyleyip tahtaya geçtim, ellerim önümde beklemeğe başladım. Numaramı açtıktan sonra "Hep zaten bir almışsın. Şimdi bir daha al ki sınıfta çakasın. Senden zaten ne beklenir ki? Aileniz okumanız için ne fedakarlıklara katlanıyorlar, yemeyip sizlere veriyorlar, sizler bu yaptıklarınızdan utanmıyor musunuz?” V.s gibi sözlerle beni bir sürü azarladı. O azarladıkça ben arada bir yüzüne bakıyor, başkada ses çıkarmıyor, başım eğik bekliyordum. Sınıfta da hiç ses çıkmıyor, herkes hoca ile beni izliyorlardı. 

Başladı bana sorular sormağa. Sorduğu soruların hepsini hiç takılmadan, soğukkanlı bir şekilde detayları ile birlikte bir çırpıda anlattım. O sordukça ben anlattım. Hiç beklemiyordu, hoca da şaşırmıştı. O bana öyle sorular sorarken zil çaldı, o ders bitti. Şaziye Hanım not vermeden çekti gitti. Ben teneffüse çıkmadım. Sıramda oturduğum yerde, başım iki elimin arasında öyle üzgün ve moralim bozuk bekledim. Öğrencilerden birkaç tanesi yanıma gelerek beni teselli ettiler. Sınıfta sessiz bir öğrenci olduğum için herkes severlerdi. 

Sonra ki ders zili çaldı ve dersimiz Fizik dersiydi. Biz Fizikçi Mehmet Aksu Hocamızı beklerken baktık yine Şaziye Hanım çıktı geldi. Bazı arkadaşlar “Hocam Fizik Dersi” diye itiraz ettiler. Fizikçi ile ders saatlerini değiştiklerini söyledi ve gelir gelmez tekrar beni tahtaya çağırdı. Bir kaç soru daha sorduktan sonra "Sidiğin süzülmesini anlat" dedi. Hani o soru onun silahıydı ya!
 
Hiç ses çıkarmadan önce müsaade isteyip boyum ulaşmadığı için yanda ki bir tabureyi aldım ve üzerine çıkarak tahtaya şemasını çizdim. Hiç takılmadan elimde ki cetvelle şema üzerinde göstererek onu da anlattım. Allah Allah hoca benimle karşılaştığına pişman olmuştu.

Eline bir kitap aldı. Kitaptan bakarak O sordu ben cevapladım. O derste bitmek üzereydi.
Sınıfta ki çocuklar soluğunu tutmuş hoca ile beni izlemeğe devam ediyorlardı. O bana kitaptan soru sorarken okumadığımız yerlerden yanı kitabın sonlarından da soruyordu. Ben o konulara da cevap veriyordum.

Sınıfta Caner isimli Rize de fotoğraf stüdyoları olan bir çocuk vardı. Onlar guruptular ve çok dişliydiler. Caner ayağa kalktı ve "Hocam oraları okumadık. Arkadaşa haksuzluk edeyisun." dedi. Hoca ona; "Otur yerine, münasebetsizlik etme. Sen onun avukatı mısın?" dedi ve bana dönerek "Evladım sen okumadığımız yerleri de biliyor sun. Bu halde iken üç tane bir almışsın. Bu imkansız. Ben böyle bir haksızlık nasıl yaparım? Neden itiraz etmedin?" dedi. Ben hiç ses çıkarmadım. Gözlerim yaşlandı ve mendilim olmadığı için geri dönerek elimle sildim. 

"Bak evladım Biyoloji dersi karnene on gelecek. İkinci karne notun da on olacak. Ortalama da on olacak. Sen şimdiden sonra benim derslerime istersen gir, istersen girme, serbestsin." dedi ve öyle de oldu. 

Ben sene sonuna kadar yine bütün derslerine katıldım. Ondan sonra bütün hocalar sınıfa bir soru sorarlar, kimse bilmeyince veya parmak kaldırmayınca, cevabı önce bana bir sorarlardı. Ondan sonra o konuyu anlatırlardı. Şaziye Hanım da öyle yapardı ve derslerinde bazen gelip sıramda benim yanımda otururdu. Ben hiç konuşmazdım kendisiyle, bir şey sorarsa cevap verirdim. Ertesi sene bizde hiç dersi yoktu. Dışarıda gördüğü
yerde her zaman başımı okşardı. Ona tekrar saygı ve hürmetlerimi yolluyorum.