SAYFALAR

6 Nisan 2018 Cuma

OYUNCAK ARABA

Yine bir unutulmaz okul hatırası. Fındıklı Kaymakam’ının oğlu vardı, Alper. Ben onunla da çok iyi arkadaştım. Arkadaşlığımız şöyle başlamıştı.

1958 yılı Fındıklı Ortaokulu Birinci Sınıfta okurken, köyde boş zamanlarımda, ağacı bıçakla oymak ve delmek suretiyle çok güzel 15-16 cm büyüklüğünde bir oyuncak araba yapmıştım. Bu arabanın camları yoktu fakat açılır kapanır kapıları, direksiyonu olan, Rolls Royce tipinde, emsali olmayan oyuncak bir araba modeliydi. 

Arka tekerlekleri ağaçtan uzunlamasına kesilerek boşta dönecek şekilde yapılmış, ön tekerlekleri büyük makara şeklinde bitişik yine ağaçtan kesilip oyularak, delindikten sonra içinden lastik geçirilerek bir mekanizma ile tutturulmuş, elle ön tekerlek çevrildiği zaman lastik kuruluyor, yere bırakılınca, lastik boşalmağa başlayınca tekerlekler kendiliğinden dönüyor ve bayağı bir uzak yol gidiyor, hatta rampaları bile çıkabiliyordu. Kendim yaptığım bu oyuncak arabayı çok sevdiğim için hep yanımda taşıyor ve hep onunla oynuyordum. Zaten öyle hazır bir oyuncak alacak durumum da yoktu. Çünkü haftanın yedi gününde iki buçuk, beş lira parayı yettirmeğe çalışıyordum.

Bir gün okulda zil çalıp sınıfta çocuklar sıralara oturduktan sonra, kapının önünden gelip öyle kurulu vaziyette bırakınca bu oyuncak araba 'dır dır' diye ses çıkararak ta karşı duvara kadar gitti ve hala daha gitmek için yol arıyor kendi kendine hareket edip duruyordu. Sınıfta ki öğrencilerin çoğu yerlerinden kalkarak başına toplandı ve hiç kimse elini sürmeden büyük bir hayretle ve sessizlik içinde bu güzel oyuncak arabayı öyle seyrediyorlardı. Bilmiyorum belki de o zamanlar zaten öyle kendiliğinden yürüyen araba hiç satılmıyordu. Çünkü eminim bugüne kadar hiç biri böyle bir şey görmemişlerdi.

Çok aksi Termik Çobanı dedikleri, Nurettin Dekelli isimli Yozgatlı Almanca öğretmenimiz aniden içeri girdi ve toplanmış kalabalığı görünce, hemen uzun palto şeklinde ki ceketinin eteklerini sallaya sallaya koşarak kalabalığın arasına daldı. Bu oyuncak arabayı o da gördü ve görünce o da şaşırdı, seyretmeğe başladı. Biraz seyrettikten sonra eline aldı, evirdi, çevirdi, kurdu yürüttü ve iyice inceledikten sonra kimin olduğunu sordu. Ben korkudan “Benim” diyemediğim gibi, hiç kimse de bir şey söylemediler. Zaten bir çoğu benim olduğunu bilmiyorlardı belki de. Hoca biraz sesini yükselterek üsteleyince Kaymakamın oğlu vardı, Alper ben korktuğumu ve onun için sahip çıkmadığımı anladı ve “Benimdir, hocam.” Dedi. Hoca biraz daha bu oyuncağı inceledikten sonra “Aferin oğlum, sen mi yaptın? İlerde büyük bir mucit olacaksın.” Dedi ve oyuncak arabayı isteksiz bir şekilde Alper’e uzattı. Alper de alıp cebine koydu. Belki de bu araba benim olduğunu bilseydi vermeyecekti. Alper’i bilmem fakat ben mucit olamadığım gibi bir baltaya sap ta olamadım. Sadece ondan sonra Alper ile çok iyi arkadaş olduk.

Teneffüse çıktığımız zaman Alper'den istedim ve bu oyuncağımı geri aldım fakat derste bu oyuncak araba kendisinde iken arada bir eline alıp gizli gizli hep bu arabaya baktığını görmüştüm. Sonraları da hep bu oyuncak arabayla oynamak için sık sık benden istediğinden bu oyuncağı çok sevdiğini ve ona gözü kaldığını hissettim. Ben yine yaparım düşüncesiyle bir hafta kadar sonra bir akşam üstü, evlere giderken bu oyuncak arabayı Alper’e hediye ettim. 

Alper çok sevindiydi. Evine giderken içine koyduğu kapaklı kitap çantasından sık sık çıkarıp biraz baktıktan sonra tekrar çantaya koyarak öyle evine doğru yürüyordu. Ertesi gün yine bu oyuncak arabayı okula getirir birlikte oynar sonra geri götürürdü. Artık çok iyi arkadaştık. Öğlen olduğu zaman evlerine gitmem için çok ısrar ederdi. “Annem çağırıyor.” Derdi fakat ben ayağımda kara lastik ve tabanı yırtık yün çoraplarım olduğu için utanır evlerine gidemezdim. Kendisi de köye benim evime gelmek isterdi fakat ben getiremedim. Yalnız bir kez "Müdür çağırıyor." dediler ve odasına gittiğim zaman Müdürün yanında oturan siyah takım elbiseli, kravatlı adamın Kaymakam Bey olduğunu sanıyorum. Çünkü Müdür hiç konuşmadı. O adam bana çok yakınlık gösterip, köyümü ve Annemi, Babamı sormuştu. Ben de belli etmemiş fakat ilgilendiği için çok sevinmiştim. Ben annesini ve ailesini hiç tanımadım, evlerini de hiç görmedim. Sadece teneffüsler de beraber oynardık.

Okula kayıt olduğum ilk zamanlar amcamın oğlu Ali Ağabeyim Ankara dan geldiği zaman bana bir kravat vermişti. Sonra bağlayamam diye öyle bağlı olarak kravatı saklamıştım ve nasıl takılacağını bilmediğimden birkaç defa gömleksiz etimin üzerine kafamdan boynuma geçirip okula öyle gitmiştim. Zaten belki de kravat takacak gömleğim de yoktu. Hiç kimseler de ‘gömleğe takılır, böyle takılmaz’ diye söylememişlerdi. Ve zaten anladıktan sonra da öyle etimin üstüne daha hiç takmadım.

Ondan mı bilmiyorum, Alper bana bir bayram arifesi günü naylon içerisinde hiç giyilmemiş beyaz renkli yakası kolalı çok güzel bir gömlek getirdi ve hediye etti. Önce almak istemedim, ben alırsam bu güzel gömleği kirletirim diye düşünmüştüm. Hem o gömleği alırsam ben de bir hediye vermem gerekirdi ve ne varabilirdim? Onun için almak istemiyordum. Çok zorlayınca da aldım. 

Ben de eve götürene kadar zaten elimde olan o gömleğe defalarca bakmıştım ve o gecede naylondan hiç çıkarmadan gömlekle beraber yatmıştım. Çünkü böyle bir şey hiç beklemediğim için çok hoşuma gitmişti. Aynı gömlekten kendisi de giyiyordu. Anlaşılan bayramlık iki gömlek aldırmış, birini kendisi giyiyor, birini de bana hediye vermişti. Yalnız anlamadığım bir şey vardı; bu kadar başka çocuklar varken o bana bu gömleği niçin vermişti? Ben o gömleği okul bitene kadar ve daha sonraları da giydim. Giydim deyince her zaman değil eskimesin diye arada bir giydim. Hatta köyde resim çektirip asker yakınlarına göndermek isteyen komşu çocuklar da o gömleği alır, bazıları da almak için yoldan çağırırlardı "Kaymakam verdiği gömleği verir misin? Akşam geri getireceğim." diye, alır ve çarşıya iner resim çektirdikten sonra geri bana iade ederlerdi. Gömlek geri gelene kadar yatmazdım hep aklımda beklerdim. İnanın o benim gelmiş geçmiş en kıymetli hediyem olmuştur.

Okullar tatil olduktan sonra o yaz ben yaylalarda annemle birlikte çobanlık ettim. Alper hiç aklımdan çıkmazdı. Oturduğum yerde hemen aklıma gelirdi. Acaba şimdi ne yapıyor? diye düşünürdüm. Tatilden sonra okula gittiğim zaman ilk işim hemen Alper’i aramak oldu. Aradım ama Alper’i bulamadım, okulda o kalabalık öğrencilerin arasında yoktu. Aslında o da beni araması gerekirdi fakat aramamıştı. Acaba aradı da o da beni bulamadı mı? Yoksa hasta filan mi olmuştu?

Sonra öğrendim ki babası başka yere, Trabzon'un bir ilçesine Kaymakam olarak tayın olmuş ve kendisi de galiba o ilçe de ki orta okula gitmişti. Ona yaylalarda toplayıp getirdiğim çam sakızını da veremedim. Çok üzülmüştüm. Bir daha da hiç görüşemedik fakat benim aklımdan hiç çıkmadı. Kendisini o zaman ki sevgi ve saygılarımla yad ediyorum.




2 Nisan 2018 Pazartesi

TASARRUF

Bazen insan elinde olmadan düşünebiliyor. Saygı değer hükümet yetkilileri emekliye ve memura ilaç vermeği zorlaştırdınız ve kısıtladınız. Emekliden muayene ve ilaç parası alıyorsunuz. Devamlı kullandığımız ilaçlar, gününe bir gün dahi kalsa eczacı o ilacı ‘günü gelmemiş’ diye vermiyor. Hatta tatil günlerine veya bayramlara denk gelirse birkaç  gün ilaçsız kalınıyor. Kimsenin pek sesi çıkmıyor. Çıksada zaten bir şey değişmiyor. Çünkü siz bu uygulamayı yüce milletin çıkarları için yapıyorsunuz.

Şimdi başka bir örnek verelim: Postane dağıtım merkezinden mektup alıp, metro, otobüs ile bedava götürüp mahallede sahiplerine dağıtan postacıların altına birer tane sıfır araba verdiniz. Adamlar devletin arabası ve benzini ile her türlü işlerini gördükten sonra, öyle arada bir de ikinci planda posta dağıtıyorlar. Yanı anlayacağınız esas görevi posta dağıtıcılığını ikinci sırada yapıyor ve bazıları arabadan sebep emekli bile olmuyorlar.

Şimdi soru:
Siz kendinize göre düşünceniz bu vatana hizmet midir ve bu vatanı seviyor musunuz?
Hastaların üç kuruşluk ilaçlarını kesip, bir de muayene parası alarak güya tasarruf mu ediyorsunuz?
Öbür taraftan o arabaları PTT de posta dağıtıcısının altına  tasarruf olsun diye mi verdiniz?

Sahiden siz bu uygulamaları iyi düşünüp devletin çıkarları için mi yaptınız?

Eğer gerçekten öyle ise diyecek sözüm yok. Vatandaş olarak bizleri düşünen vekillerimize teşekkür ediyorum; ama kusura bakmasınlar, hakkımı da helal etmiyorum. Ne olacak yani benim hakkım filan da yok, fakat olsun, benim inancım var. Her şeyi Allaha havale edip sabırla bekliyorum.

25 Mart 2018 Pazar

HATIRLIYORUM

Ben hatırlıyorum. İsterim ki şimdi ki gençler de bilsin, onun için anlatıyorum. 60-65 sene önce diğer yerleri bilmem de Fındıklının köylerinde insanlar sabahları kalktılar mı? Kahvaltı etmezler. Sigara içenler sigara altı için bir lokmayı ağızlarına atar ve doğuca napir dedikleri kendi arazilerinde çalıştıklar iş yerlerine giderler. Aile hep bir arada bu yerde çalışırlar işlerini devam ettirirlerdi. 

‘Kuşluk’ dedikleri öğlene 1-2 saat kalan vakitte toplu olarak eve gelir, odun teknenin içinde duder dedikleri sulu lahana yemeğini, içine de bir pileki sıcak mısır ekmeği koyar hep birlikte elleri ile yerler, yemekten sonra yine napirlerine yanı o iş yerlerine giderek akşama kadar çalışırlardı. Evin kaç oğlu var ise bunlara gelin geldiği zaman hemen ayrılmazlar, uzun müddet hepsi bir arada otururlardı. Böylece köy işleri de kalabalık olan külfet dedikleri evin insanları tarafından kolayca halledilirdi. Hatta erkeklerin en büyüğü, gelinlerin de en küçüğü ‘buyurcu’ dedikleri lider olur, onların buyruğundan dışarı çıkmazlardı.

Genelde yaptıkları işler ne idi? Sizlere köyde ne iş olacak diye basit gelebilir fakat hiç te öyle değil di. Köy işleri şimdi herkes bildiğine göre ‘çay toplamağı’ saymıyorum. Zaten o zamanlar çaylıklar çok az, yerleri mısır bahçeleri veya fındıklık tı. Her mevsimin kendine göre acil işleri vardı. Benim en sevdiğim mevsim Son Bahar mevsimiydi.

Mesela Son Bahar da neler yapılırdı? Genel de Son Bahar da yapılan işler Kış hazırlıkları idi. Bahçeler alınırdı. Lazut dediğimiz mısır koçanları kırılır sepetlerle eve taşınır ve ayıklanırlardı. Onların taze olanlarına çolo derler ateşte ve kazanlarda pişirilerek yenilirdi. Olgun olanlar kurumaları için naylalara asılır bekletilirlerdi. Kuruduktan sonra ufatma dedikleri koçanlarından elle ayrıştırılır ve çuvallara doldurularak değirmenlerde öğütülür mısır ekmeği yapılırdı.

Bahçede kalan otları oraklarla tek tek kesilir ve zarar vermeden bağ ederek yığılır. Bahçenin muhtelif yerlerine birkaç kazıklar dikilerek bu kazıklara iki kişi tarafından bardı edilir ve kışın karda ot bulunamadığı zaman bu otlar hayvanlara yem olarak verilirdi. Bu arada yerlerde ki çayır denen otlarda oraklarla biçilerek bağ edilir, onlarda ayrı bardı edilir ve kışın hayvanlara yedirilirdi. Bu bardileri yapmak büyük ustalık ister suyu içine geçirmez ve otlar uzun süre çürümeden durabilirdi.

Herkesin ‘eretilik’ dedikleri yerleri vardı. Burada yetişen eğrelti otlarını ki işlerin en zor tarafı oydu. Oraklarla günlerce biçerler, bağ yaparak kızılağaç fidanlarına bardı ederlerdi. Bunlarda kışın hayvanlar ahırda kaldıkları müddetçe her gün altlarına serilir ve daha sonra da sepetlerle taşınarak bahçelerde gübre olarak kullanılırlardı.

Fındıklıklarda ve ormanda yerlere dökülen ‘çönçi’ dedikleri gazeller de toplanarak taşınır ve saklanır bunlarda kışın hayvanların altına serilerek sonra da gübre olarak kullanılırdı. Kara üzümü olanlar ağaçların üzerinde ‘gudel’ dedikleri sepetlerle toplarlar ve bir iki gün onun suyunu çıkararak özel kazan ve tavalarında dışarıda açık ateşler yakarak pişirir pekmez, hatta pişmeğe yakın içerisine incir atarak macun dediklerini yaparlardı.

Arı kovanları olanlar büyük gürgen ağaçlarına halat atarak çıkarlar peteklerinde ki ballarını sağarak sepetlerle evlerine getirirler olmayan komşularına ‘cugal’ dedikleri bakraçlarla bedava yollarlardı. Bazıları iplerin ucuna taktıkları kancalara solucan takarak, akşamdan derelere 100-150 tane atarlar sabahtan erkenden çektikleri bu oltalarla çok sayıda kırmızı pullu alabalık yakalarlardı.

Ormanda kestikleri bir tondan fazla kumar veya gürgen odunlarını yamaçlardan kaydırmak süretiyle dereye indirirler, kenarda 'marça' dedikleri şekilde yığıp bekleterek yağmurda dere çok geldiği zaman köyün erkeklerini mec eder bu odunları imece üsülü dere ile ve bir kısım yolu da arka ile taşımak süretiyle kapıya getirir kış odunu ederlerdi.

Bütün bu faaliyetler yapılırken veya o patika yollarda yürünürken mutlaka atma türküler söylenir, küçük bir düzlük denk geldiği zamanda horon oynanırdı. Atma türküler genelde sevdalı kız ve erkeğin düşüncelerini birbirlerine yansıtırdı. İşte umarım hoşunuza gider o zamandan kalma birebir atma türkülerden biri: 
Kızlar
-Oturdun yol üstüne etun görünür etun,

Erkek
-Çok ince bakarsız bütün görünür bütün,

Kızlar 
-Asli bişeşi yoktur orda havlayan itun,

Erkek 
-Sizi kardaş görürüm geçin işinuze gitun,

Kızlar 
-Seni midesi çeken içumuzde yok hatun,

Erkek 
-Midenuz açılecek akşam yanumde yatun

Bir de Rahmetli Babamın yalnız kaldığı zaman söylediği şu türkünün satırlarını unutamıyorum:

Kasaturam çelikten, nam almışım ferikten,
Türk askeri korkar mı, vatan için ölmekten.

Ve o türkünün devamını buldum:

Yemenimin uçları,
Çıkamam yokuşları,
Selâm edin yarime,
Yedi dağın kuşları.
Şu dağlarda kuş uçmaz mı?
Askerlik yakışmaz mı?
Ağlamayın anneler,
Ayrılan kavuşmaz mı?
Kazan kaynar taşmaz mı?
Gün gedikten aşmaz mı?
Sen kayırma sevgilim,
Ayrılan kavuşmaz mı?