SAYFALAR

17 Ekim 2020 Cumartesi

ADALET

Hukuk Fakültesinde, hukuk dersi veren bir profesör derse girer. Girer girmez bir öğrenciyi parmağı ile gösterir ve ayağa kalkmasını ister. Öğrencinin adını soyadını sorduktan sonra, hoca bir anda sinirlenerek; “Ahmet sen defol git ve bir daha benim dersime hiç girme. Seni derslerimde görmek istemiyorum.” Der ve öğrenciyi dersten kovar. Ahmet te nere uğradığını şaşırır, çıkar gider.

Sınıfta bütün öğrenciler paniklerler fakat hocaya hiçbir şey diyemezler. Hatta sınıfın içinde bir aşağı bir yukarı gezinen hoca ile göz göze gelmekten bile kaçınırlar. Bütün öğrenciler hocadan korkarlar. Hoca bütün öğrencileri süzerek bir kaç dakika daha geçirdikten sonra hiç bir öğrenciden ses çıkmayınca öğrencilere bir soru sorarak derse başlar.

“Çocuklar kanunlar niçin vardır?” 

Bir öğrenci, düzeni korumak için. Bir diğeri, yaşam haklarını idame ettirmek için. Öbürü, toplumda yaşayan halkların hak ve hürriyetlerini korumak için. Bir başkası, devlete güveni sağlamak için. Daha başkası, devletin vatandaşlarına haklarını nasıl arayacaklarını göstermek için, kanunlar vardır. Derler öğrenciler.

Hoca öğrencilerden kendisini tatmin edecek bir cevap alamadığı için tekrar sorar; “İçinizde başka cevap vermek isteyen  var mı?” Yok.

Öğrencilerden ses çıkmayınca hoca sorduğu soruyu kendisi cevaplar; “Ben size kanunlar niçin vardır?” diye sormuştum.

“Kanunlar ADALET için var.” Der ve devam eder.

“Peki az önce Ahmet isimli arkadaşınıza ben adaletli mi davrandım?” der. Sınıfta hep bir ağızdan “Hayır” cevabı çıkar.

Hukuk dersi anlatan profesör sınıfın kapısını açar ve kapıda iki büklüm bekleyen az evvel kovduğu Ahmet isimli öğrenciye teşekkür ederek içeri alır. O zaman herkes bu yaptıklarının bir senaryo oyun olduğunu anlar.

Hoca; “Az önce Ahmet isimli arkadaşınıza karşı yapmış olduğum haksızlığa, adaletsizliğe hepiniz şahit oldunuz. Neden kabul ettiniz ve bir tepki göstermediniz? Bir açıklama istemediniz? Arkadaşınızın hakkını neden savunmadınız? Sizler hepiniz birer hukukçu olacaksınız ve yarın topluma adalet dağıtacaksınız. Böyle mi adalet dağıtacaksınız?” diye azarlar.

Herkes susar. Hiçbiri cevap veremez.

Hoca sözlerine şöyle devam eder: “Sevgili yarın adalet dağıtacak olan genç arkadaşlarım. Bu olaydan hepinizin çıkartacak olduğu dersler olmalı. Bunu size yüz saat ders versem anlatamazdım. “der ve sözlerine şöyle devam eder: “Asla bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın diye düşünmeyin.  O yılan bir gün mutlaka sizi de sokacaktır. Bir memlekette adalet unsurları sağlam kaldıkça, diğer unsurların ciddi surette bozulmasına imkan kalmazAdaleti sağlam olmayan bir millet, bu felaketini hiçbir şekilde  telafi edemez. Bir ülkeyi yıkacaksanız önce adalet unsurunu ortadan kaldırınız. Bir kişiye karşı yapılmış haksızlık, bütün insanlığa karşı yapılmış haksızlık demektir. Adaletsizlik yapıldığını görüp te göz yuman insanlar bir gün haysiyet ve onurlarını kayıp etmeğe mahkumdurlar. Bir şahsa karşı yapılan haksızlık, toplumda herkese karşı yapılmış demektir. Adalet hakkı gerçekleştirmektir.” Der ve dersini bitirir.

İşte adalet ve adaletsizlik budur. Adalet herkese eşit olarak uygulanmalı ve bu anlayış bütün topluma yayılmalı. İşte o zaman bir ülke adaletle, adil olarak idare edilir ve ilelebet var olur.

12 Ekim 2020 Pazartesi

SATRANÇ


Bilmem siz satrancı bilir misiniz, veya sever misiniz? Milattan sonra 550-600 yıllarında Hindistan’da bir Bilge ilk defa böyle bir oyunu icat etmiş. O zamanlar savaşmayı çok seven bir kral varmış. Bu kralın en büyük zevki başka ülkelerle savaşmakmış. Savaş yıllarca sürer, her iki ülke de karşılıklı büyük zararlar görür fakat kral savaştan bir türlü vaz geçmezmiş. Halk onun için savaşmak istemezmiş fakat bunu da krala bir türlü söyleyemezlermiş. Kral da hiç boş durmak istemez sebepsiz yere başka ülkelere savaş açarmış.

Yıllarca süren bu savaşlar halkı bezdirmiş ve içten içe isyanlara sürüklermiş ama yapacakları hiç bir şey de yokmuş. Çünkü krala karşı gelmek öldürülmek veya iyi ihtimalle zindanda çürümek anlamına gelirmiş.

Bunalan halk çaresizlik içerisinde Hindistan’ın en bilgili kişisi olan ‘Bilge Adam’ a gidip dertlerini anlatmışlar ve akıl danışmışlar. Bilge Adam gerçekten çok bilgiliymiş. Evinin içerisinde yüzlerce kitap bulunur ve her gün kitaplar okurmuş. İşte halk derdini bu Bilge Adama anlatmış ve bir şekilde kralı savaşmaktan vaz geçirmeğe ikna etmesini istemişler.

Bilge Adam düşüncelere dalmış, çünkü kralı mantıklı bu davranışa ikna etmenin zor olduğunu o da çok iyi biliyormuş. Günlerce yememiş içmemiş düşünmüş. Bilge Adam içerde düşünürken halk da heyecanla kapıda onun vereceği cevabı bekliyorlarmış. Bir, iki, üç, dört derken bir hafta geçmiş. Bilge Adam bir hafta sonra koltuğunun altında bir tahta kutu ile evinden çıkmış ve halka “Beni krala götürün” demiş. Onu hemen krala götürmüşler ve krala Bilge Adamın geldiğini haber vermişler. Kral sevinmiş, çünkü ne kadar gaddar, acımasız olsa da Bilge Adamı sever takdir edermiş ve iyi karşılamış;

 “Hoş geldin Bilge. Bu ziyaretinin sebebi nedir?”

“Değerli kralım size bir hediye getirdim.”

“Çok sevindim. Eminim ki güzel bir şey düşünmüşsündür. Nedir o?”

Bilge Adam kucağında ki tahta kutuyu krala uzatmış.

“Bakalım siz ne olduğunu bilecek misiniz? Kralım” demiş.

Bilge Adamın kral ile konuşmalarını dinleyen  izleyenler de çok merak etmeğe başlamışlar. ‘Acaba kutunun içinden zehirli bir yılan çıkacak da kralı mı ısıracak? Yoksa kutuda ki bir tuzak kralı mı öldürecek.’ diye düşünenler olmuş.

Hayır yılan çıkmamış. Tuzak ta yok. Bilge Adam hakikaten akıllı bir insanmış ve sorunları barışçıl şekilde halledecek kadar da zekiymiş.

Tahta kutuyu açtıkları zaman içinden değişik şekilli iki değişik renkte taşlar çıkmış. Kutuyu masanın üzerine koyup taşları kutunun üzerinde ki karelere yerleştirmiş Bilge adam. Kral ne olduğunu anlayamamış çünkü o güne kadar böyle bir şey hiç görmemiş. Bilge adam başlamış karala anlatmağa:

“Kralım siz savaşmayı çok seviyorsunuz. Bu sebeple size aynı gün içerisinde defalarca savaşma imkanı bulacak bir oyun icat ettim ve onu getirdim. Bu ufak taşlar askerleriniz. İki tane atlı birliğiniz ve iki tane de filli askerleriniz var. Yine aynı şekilde iki tane savaş arabalarınız var. Siz de oyunda ortada ki şahsınız. Ve de yanınızda baş yardımcınız vezir var. Askerlerin ve vezirin seni koruyacaklar. Aynı şekilde karşınızda da düşmanlarınız var. Bu gördüğünüz tahtanın üzerinde, aynı güçte ki karşıdaki düşman Kralla savaşacaksınız.” Der.

Kral hemen oyunla ilgilenir. Taşların nasıl hareket ettiğini sorar ve Bilge Adam ile oynamağa başlar. Oyunu öyle sever ki bir daha komşularıyla hiç savaşmaz. Satranç tahtasında savaşmak hem masrafsız, hem de daha eğlenceli gelir ona.

Hindistan halkı da böylece büyük savaşlardan kurtulmuş olur. Kral bu oyunu öyle beğenir ki Bilge Adama “Dile benden ne dilersin?” der.

Bilge Adam “Para pul istemem kralım. Bana buğday verin yeter.” Der. Kral bir kese altın verdikten sonra ne kadar buğday istediğini sorar. Bunun üzerine Bilge Adam “Bu oyunun adı ‘SANTRAÇ’ oyunudur ve bu tahtanın üzerinde 64 adet kare vardır. Siz birinci kareye bir buğday ikincisine iki, üçüncü kareye dört, dördüncü kareye on altı ve sonra ki her kareye bir öncekinin karesi olacak şekilde tahta üzerinde ki kareleri buğday ile doldurun ve bana verin, yeter.” Der.

Kral Bilge ye biraz kızar. Çünkü buğdaydan bir şey çıkmayacağını, az olacağını düşünür ve “Ben sana daha kıymetli altın, elmas, toprak verebilirdim. Sen sadece buğday mı istiyorsun, hayret.” der.

Bilge adam “Hayır kralım siz bana dediğim şekilde buğday verin yeter. Ben başka bir şey istemem.” der.

Kral hazinesinden sorumlu vezirini çağırtır, buğdayın hesaplanmasını ve Bilge Adama verilmesini ister. Vezir bir hafta kadar hesap yaptıktan sonra üzgün bir vaziyette kralın karşısına çıkar ve krala anlatır;

“Efendim bu hesaba göre Bilge Adama verilecek olan buğday tüm ülkemizin ve askerlerimizin yedi yıl yiyeceği buğdaydır. Ancak şu anda bu kadar buğday da elimizde yok.” Der. Kral ülkesinde ki hesap uzmanlarına tekrar tekrar hesap yaptırır. Vezir haklı Bilge Adam ödeyemeyecekleri kadar buğday istemektedir.

Kral Bilge Adamı zekasından dolayı, çok tebrik edip daha çok saygı duyar ve her zaman sarayında ağırlamak ister. Bilmem essah, bilmem yalan, satranç oyunu için bu hikayeyi anlatırlar.

7 Ekim 2020 Çarşamba

FIRSATLARI KAÇIRMA


Eski zamanlarda kasabanın birinde, güzelliği dillere destan, güzel mi çok güzel, bir kız yaşarmış. Kendisiyle evlenmek isteyen uzak ülkelerden gelen nice insanları, asıl, zengin ve yakışıklıları reddetmiş.  Kimseleri beğenip kendisine layık görüp evlenmiyormuş.

Bu güzel kıza kendi kasabalarından çok seven genç bir yakışıklı delikanlı da evlenmek için talip olmuş. Ama kız onu da beğenmemiş, reddetmiş. Delikanlı gururundan günün birinde kasabayı terk edip gitmiş. Başka bir kasabada kendini seven başka bir kız bulup onunla evlenmiş. Yeni bir hayat kurup çoluk çocuğa kavuşmuş, mutlu olmuş.

Aradan bir kaç yıl geçtikten sonra yolu o terk ettiği güzel, şirin eski kasabasına düşmüş. Aklına bir zamanlar aşık olduğu ve evlenemediği o güzel kız gelmiş. Ona ne olduğunu zaten çok merak edip dururmuş.

O terk ettiği kasabada dolaşırken tanıdık yaşlı bir adama rastlamış. Hemen o güzel kızı sormuş. Yaşlı adam biraz gittikten sonra kasaba dışında bir ev göstermiş ve evlenip bu eve taşındığını söylemiş o güzel kızın. Delikanlı o eve yaklaşmış ve evi gözlemeğe başlamış. Çünkü kimseleri beğenmeyen bu kızın kiminle evlendiğini çok merak edermiş. 

Evden çıkarken görmüş. Kızın yolcu ettiği adam yaşlı, çok şişman, kel, bir ayağı da topal, kaba saba bir adammış. Üstelik hiç te zengin değilmiş. Bu sefer bu adamın kim olduğunu çok merak etmiş. Kocası olamaz diye düşünmüş. Çünkü feleği beğenmeyen o kız, o yolcu ettiği adamla evleneceğine hiç inanamamış. Kız ile konuşmak için hemen gidip evin kapısını çalmış. Kız kapıyı açınca bir müddet bakışmışlar ve delikanlıyı tanımış, içeri buyur etmiş.

Delikanlı eskiden sevdiği bu kıza hemen evlenip evlenmediğini ve kocasını sormuş. Kız kocasını az evvel yolcu ettiğini anlatınca o gördüğü yaşlı ve şişman adamın kocası olduğunu anlamış ve kıza tekrar sormuş;

“Sen ki hiç birimizi beğenmedin, nice kısmetlerini geri çevirdin, nasıl oldu da böyle biriyle evlendin?” demiş.

 Kız da ona:

“Sana cevabı vereceğim fakat önce benimle gel.” Demiş. Almış delikanlıyı çok büyük ve güzel bir gül bahçesine götürmüş. “Bu gül bahçesine gireceksin. Hiç geri bakmadan ilerleyeceksin ve bana gördüğün en güzel gülü koparıp getireceksin.” Demiş. Delikanlı "peki" demiş ve çok güzel güllerin olduğu bahçede ilerlemeye başlamış. Önce çok güzel kara bir gül görmüş. En güzel gül bu deyip yanına gidip tam koparacakken biraz ileride daha güzel kocaman pembe renkli bir gül daha görmüş. Tamam budur işte diye düşünüp kara gülü bırakıp pembe gülün yanına gitmiş. Tam onu koparacakken ilerde muhteşem güzellikte sarı bir gül daha gözüne ilişmiş. Kırmızı gülü bırakıp hemen sarı gülün yanına koşarak gitmiş. Hangisini koparacağına bir türlü karar verememiş, daha güzel çiçeği bulacağım derken, bir de bakmış ki bahçenin sonuna gelmiş. Geriye de gidemeyeceğine göre, bahçenin sonunda ki yaprakları solmuş kötü bir gülü mecburen koparıp kıza götürüp vermiş.

Kız gülü almış ve gülümseyerek adama:

“Bak gördün mü? Daha iyisini  bulacağını düşünürken sen farkında olmadan gül bahçesi bitti ve beğendiğin güller arkada kaldı. Hayatta işte buna benzer. Kimseye beğenmezsin, bu arada ömür geçer de sonunda en kötüsüne razı olmak zorunda kalırsın. İşte bana da öyle oldu. Bu yüzden vaktin geçmeden, gençlik bitmeden elindekinin değerini bilip, kanaatkar olmak ve yetinebilmeyi öğrenmek gerekir.” Demiş.

Hepimiz belki de böyle durumlarla karşılaşmış, bir çok fırsatları değerlendirmiş, bir çoğumuzda böyle fırsatları kaçırmışızdır. Hayat dediğimiz yolda yürürken aynı şartlar altında bir daha aynı yerden geçemeyiz. Bu vesileyle karşımıza çıkan fırsatları iyi değerlendirmezsek bu fırsatları kaçırırız.

Bir gün bir bakmışız hedeflediğimiz noktadan da uzaklaşıp çok farklı bir noktaya gelmişiz. Yaşadığımız hayat dönüp baktığımızda geriye kalan sadece kaçmış bir çok fırsat ve bize kalan içimizi kemiren “KEŞKE” diye yankılanan düşüncülerimiz. Onun için her şeyi zamanında değerlendirmek ve doğru kararları vermek gerekir.