SAYFALAR

1 Nisan 2021 Perşembe

UYULMASI GEREKLİ BAZI KURALLAR

1. Birisiyle konuşurken veya bir şey hakkında ısrar ederken baştan mutlaka 'lütfen' demeği adet edinin.

2. Bir kurum veya kuruluşa gittiğiniz zaman önce mutlaka 'kolay gelsin, hayırlı işler' gibi sözlerden sonra  derdinizi anlatın.

3. Bir kişiyi telefonla ararken üç defadan fazla çaldırmayın. Karşı taraf telefonu açarsa önce konuşmağa müsait olup olmadığını sorun.

4. Kullanma aldığınız bir şeyi, size hatırlatılmadan önce iade etmeği adet edinin.

5. Bir kimse size yemek ısmarladıysa pahalı yemekleri yemeyin. Karşı tarafın seçtikleri yemeklerden sipariş vermeğe özen gösterin.

6. Hiç kimseye ‘Henüz evli değil misin? Neden bir ev almadın? Araban yok mu?’gibi lüzumsuz ve kendinizi yüksek gösterecek sorular sormayın. Hal hatırını sorup, güzelliğinden veya iyiliklerinden bahsedebilirsiniz.

7. Arkanızdan gelen kişiye kim olursa olsun daima kapıyı açın ve geçene kadar tutup bekleyin. Toplum içinde birine iyi davranmak sizi küçültmez, yükseltir.

8. Bir arkadaşınız bir şey ısmarlarsa, başka zaman da siz ona ısmarlayın.

9. Farklı görüşlere daima saygılı olun. Herkes sizin gibi düşünüp aynı görüşte olamaz.

10. İnsanların sözünü asla kesmeyin. Konuşmalarına izin verin. Söylediklerini bilseniz veya daha önce duymuş olsanız bile yine de sonuna kadar saygıyla dinleyin.

11. Konuşurken asıl konuyu anlaşılır şekilde anlatmaya çalışın. Konuyu dağıtıp gereksiz laflara girmeyin.

12. Esprili ve şakacı olun fakat birisiyle asla dalga geçip alay etmeyin.

13. Biri size yardım ederken teşekkür etmeği unutmayın.

14. Birisiyle ilgilenirken veya konuşurken mutlaka müsaadesini isteyin.

15. Arkadaşlarınızı başkalarının yanında övün. O arkadaşınız kulağına gidince sevinecek ve sizi de sevecek. Olumsuzluklarını yalnızken eleştirin.

16. Hiç kimseyi toplum içinde eleştirmeyin.

17. Birinin kilosu veya fiziki yapısı hakkında yorum yapmayın. ‘Harika görünüyorsun’ demek yeterli.

18. Biri size telefonunda bir yer veya fotoğraf gösterdiğinde, resmin arkasına ve önüne bakmayın.

19. Yanınızda birisi varsa, telefonunuza bakmak veya onunla ilgilenmek çok büyük bir kabalıktır. Asla yapmayın.

20. Asla kimseye akıl vermeyin, işine karışmayın.

21. Kimseye durup dururken yaşını ve maaşını sormayın.

22. Sizi doğrudan ilgilendirmeyen herhangi bir şey olmadıkça başkalarına karışmayın.

23. Birisiyle konuşuyorsanız güneş gözlüğünüzü çıkarın. Bu bir saygı göstergesidir ve göz teması konuşma daha önemlidir.

24. Yoksulların yanında asla zenginlikten bahsetmeyin.

25. Birisi sizinle kavgayı göze alsa bile, siz daima alttan alın, fakat ondan asla korkmayın.

26. Daima karşınızda ki insanı takdir ettiğinizi hissettirin. Unutmayın, sahip olmadıklarınızı elde etmenin en kolay yolu başkalarını taktirden geçer.

27. Tanımadığınız insanlara bile saygı duyun, kimseyi hakir görmeyin. İnsanın kötüsü olmaz. Her kim olursa olsun bir gün gelir ki mutlaka lazım olur.

28. Eli açık, cömert olun.‘bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardır’ sözünü unutmayın.

29. Şu sözleri hiç unutma; "Mutluyken söz verme, Üzgünken cevap verme, Öfkeliyken karar verme, Yoksa üzende, üzülende, kayıp edende hep sen olursun.”

30. Konuştuğun kişinin dertlerine ortak ol ve ona samimi davran.

31. Hiç kimseyi ismiyle veya soyismiyle alay etme. Bir insanın adı ve soyadı komik olabilir fakat sahibi ona atalarından kaldığı için çok bağlı olur.

32. Elinden bir itilik gelmese de konuştuğun kişilerin dertlerine ortak ol. Bu onların çok hoşuna gidecek.

25 Mart 2021 Perşembe

SESSİZ GEMİ

Ben ‘Sessiz Gemi’ şiirini ilk olarak Rize Lisesinde okumuştum. Edebiyat Dersinde Hocanın da anlatımıyla şiirin özünde bir cenazenin tabut içerisinde mezara götürülüşü olduğu ve insanın ölüm olayını anlattığını söylemişlerdi. Halbuki öyle değilmiş. Şiir büyük bir aşkın kavuşmadan son bulmasını ölüme benzeterek anlatıyormuş.

Öykü şöyle;

Celile Hikmet Hanım, Anne tarafından Alman kökenli ve Selanik te doğmuş, güzelliği ile İstanbul sosyetesinin en fazla tanınan ve ilgisini çeken kadınlarından biridir. Güzelliğinin yanında ressamlık, piyanodan el işlerine kadar her dalda becerileri vardır ve parmakla gösterilmektedir. O Osmanlı’nın ünlü Valilerinden biri olan Hikmet Bey ile evlendirilir. Evliliklerinin birinci yılı bir oğulları dünyaya gelir, adını Nazım Hikmet koyarlar.

Nazım Hikmet, okul çağına geldiği zaman Heybeliada Bahriye Mektebi'ne öğrenci olur. Yahya Kemal Beyatlı da bu okulda öğretmendir. Öğretmen öğrenci ilişkilerinden iki aile tanışırlar. Bir zaman sonra Yahya Kemal Beyatlı, Nazim Hikmet’e evinde de dersler vermeğe başlar.

Yahya Kemal‘in öğretmenlik yaptığı grupta, geleceğin ünlü şairi Nazım Hikmet dışında, bir de Necip Fazıl vardır. Ve bir şekilde Nazım Hikmet'in annesi ile Yahya Kemal arasında ki başlayacak olan aşka, onun da ismi karışacak ve hatta ceza bile alacaktır.

Celile Hanım oğlu Nazım Hikmet'in hocası Yahya Kemal ile tanışınca ona aşık olur ve yuvası tehlikeye girer. Yahya Kemal, Nazım Hikmet'e ders verdikten sonra kalan boş zamanında, Celile Hanım’la sanat ve edebiyat hakkında uzun sohbetler eder, bir birlerine hissi yönden çok yakınlaşırlar. Aralarındaki yakınlık giderek artar ve aşka dönüşür. Celile Hanım çok geçmeden evliliğini sonlandırarak eşi Hikmet'ten boşanır. Bekar olan Yahya Kemal’in kendisiyle evleneceğini ümit etmektedir.

Celile Hanım ile Yahya Kemal arasındaki yakınlık, bir süre sonra Nazım Hikmet'in öğrenci olduğu Bahriye mektebinde duyulur. İstanbul artık bu ikisinin aşk söylentilerini konuşmaktadır.

Hatta bu dedikodular yüzünden Yahya Kemal, bir süre okula gidemez. Okula gittiğinde ise, öğrencisi ve Nazım Hikmet’in de arkadaşı Necip Fazıl tarafından alaylı cümlelerle karşılanır. Bu söylediklerinden dolayı Necip Fazıl okulda ‘Kodes’ dedikleri ceza ile cezalandırılır.

Celile Hanım ile Yahya Kemal arasındaki aşktan az zaman sonra Nazım Hikmet’ın de haberi olur. Nazım Hikmet, bu aşka olan tepkisini göstermek için, öğretmeni Yahya Kemal’in paltosunun cebine bir not bırakır; 'Muallim olarak girdiğiniz bu eve, babam olarak giremezsiniz.' Diye yazar ve her rastladığı yerde hocasını ölümle tehdit eder. Yahya Kemal, Celile Hanım ile Nazım Hikmet'in tehditlerinden korktuğu için evlenmek istemez. Celile Hanım ise dedikoduları kapatmak için Yahya Kemal ile evlenmek ister. Hatta bütün hazırlıklar yapılır, eşyalar bile alınır. Onu her zaman Nişantaşında ki evine çağırır fakat Yahya Kemal gidemez.

En son Celile Hanım'a bir mektup yazarak bu büyük aşkı hüsranla sona erdirir fakat yıllar sonra tekrar karşılaşırlar. Celile Hanım oğlu Nazım Hikmet’i hapisten kurtarmak için Galata Köprüsünde açlık grevi yapmakta ve kendisine taraftar toplamağa çalışmaktadır. Yahya Kemal da oradan geçerken görür fakat yanına gidip konuşmaz. Celile Hanım da kör olduğu için Yahya Kemal'i görüp tanıyamaz. İki defa oğlunu kurtarması için Yahya Kemal'e mektup yazar fakat Yahya Kemal hiç ilgilenmez.

Yahya Kemal öldükten sonra, notları arasında, bir zarf çıkar ve o zarfın içerisinde de kurumuş iki yaprak gül vardır.

Zarfın üzerinde; ‘Bu zarfın içindeki hatıra, 19 Ağustos 1930’da Sirkeci garında gece saat 10.00 da veda edip ayrıldığımız aziz bir kadının göğsüne taktığı güldendir. Koparıp verdiği bu iki yaprağı daima muhafaza edeceğim.’ Diye yazar.

Celile Hanım, Yahya Kemal’den umudunu kesince, gemi ile Paris’e gitmeğe karar verir ve vedalaşmak için Yahya Kemal'ı de Sirkeci Garı’na çağırır. Yahya Kemal Sirkeci Garına gider fakat onunla vedalaşmak için cesaret edip yanına yaklaşamaz.

İşte Yahya Kemal’in ünlü şiiri Sessiz Gemi, büyük aşkı Celile Hanım vapurla İstanbul’dan ayrılıp Paris’e giderken, onun bindiği geminin arkasından bakarak Sirkeci Rıhtımında yazdığı aşk şiiridir. İçinde sevgilisi Celile Hanımı taşıyan gemi Paris'e doğru hareket ederken o bu yolculuğu mezara götürülen bir tabuta benzetir ve o şiiri yazar.

SESSİZ GEMİ

Artık demir almak günü gelmişse zamandan,
Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan.
Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol;
Sallanmaz o kalkışta ne mendil ne de bir kol.

Rıhtımda kalanlar bu seyahatten elemli,
Günlerce siyah ufka bakar gözleri nemli.
Biçare gönüller! Ne giden son gemidir bu!
Hicranlı hayatın ne de son matemidir bu!

Dünyada sevilmiş ve seven nafile bekler;
Bilmez ki giden sevgililer dönmeyecekler.
Birçok gidenin her biri memnun ki yerinden,
Birçok seneler geçti; dönen yok seferinden
                                  Yahya Kemal Beyatlı

18 Mart 2021 Perşembe

MÜSLÜMAN OLDULAR


İsveç’e görevli gitmeden önce imtihanlara girerken eşime hiç söylemedim. İki defa Adana da iki defa da Ankara da dört defa imtihanlara girmeme rağmen onun hiç haberi olmadı.

Herkes torpil bulup öyle imtihanlara giriyorlardı. Hem de torpiller Millet Vekillerinden olacak. Ben öyle torpil nerde bulurdum. Hem bulsam da zaten kabul etmez, kimseye borçlu kalmak istemezdim. Öylesine imtihanlara girdim işte. İşin içinde kazanamamak ta olduğu için mahçup olmak vardı. Onun içinde hiç kimseye söylememiştim. Hem de kazanırsam sürpriz yaparım diye düşünmüştüm.

Ankara ya imtihanlara giderken de ‘dış illere göreve gidiyorum!’ diye gitmiştim. Çünkü o zamanlar Adana da ki bir çok suçlar komşu illerde ki insanlar tarafından işlenir, suç işleyenler çeker memleketlerine giderler kimsenin haberi de olmazdı. Ağır suçlara biz Cinayet Masası baktığımız için suçlu hangi ilden gelmiş ve suç işlemişse, izini sürer Valilik onayı ile gider, üç dört gün o ilde kalır suçluları yakalar getirirdik. Onun için bizim hanım da hiç şüphelenmedi.

Oturduğumuz Gazipaşa Mahallesinde komşuların hepsi bizi çok severlerdi. O Arap uşağı kadınlar çocuğumuzu elden bırakmazlar ben görevde, hanım da görevde olduğumuz zamanlar hiçbir karşılık beklemeden onlar bakarlardı. Hatta ben bazen kendi çocuğuma kızdığım zaman bana bağırır hakaret bile ederlerdi. Hanım da görevi bitip okuldan geldiği zaman o kadınların yanlarına gider onlarla oturur vakit geçirirlerdi.

En son imtihan ve tabanca atışları için Türkiye'nin bütün illerinden şartları tutan bir çok polisleri Ankara'ya çağırdılar. Ankara Emniyet Müdürlüğünde imtihanlara girdik. 
İmtihan sonuçları üç beş gün kadar sonra kadrolarımıza bildirildi. Onun için neticeleri imtihan heyetinden başka hiç kimse bilmiyordu ve dolayısıyla ben de bilmiyordum. 

Eve geldiğim günün akşamı hanım; “Çok heyecanlıyım. Böyle bir şey olamaz. Bugün Keriman Ablalarda kahve içtik te gelini falımıza baktı. Bana öyle güzel şeyler söyledi ki! İnanamadım. Zaten inanılmaz fakat yine de çok hoşuma gitti. Mutlu oldum, çok sevindim.” Dedi.

“Ben de merak ettim ve anlat bakalım ne dedi?” diye sordum.

“Üç gün veya üç ay içinde siz ailenizle birlikte çok uzak ve çok güzel ve hayırlı bir yerlere gideceksiniz. Tayınınız çıkmış, eviniz toplanmış. Bu gideceğiniz yer o kadar güzel bir yerdir ki belki de Cennettir. Yemyeşil ağaçlık, deniz aralarına girmiş, çok güzel görülmemiş güzellikte bir yerlerdir.” Demiş. “Mümkün değil o fal çıkmaz, ben de inanmadım fakat yine de öyle bir sevindim ki anlatamam.” Dedi.

İşte o zaman; “Ben sana söylemedim fakat yurtdışı imtihanlarına girdim, belki de kazanıp yurt dışına gideriz.” Dedim. Evimizde bir kıyamet koptu. Sadece “Sen böyle bir şey yapar da bana nasıl söylemezsin.” Diyordu ve bana bağırıyordu. Hanımım çok ta haklıydı. Ona söylemem lazımdı. Çok büyük bir hata işlediğimin farkına vardım. Dört gün kadar sonra Ankara dan imtihanları kazandığıma dair emir geldi. Sadece üç gün sonraya bir tarih verilmiş. “Geçici görevle yurt dışında görev yapacağından şu tarihte Dışişleri Bakanlığında hazır bulunun” Deniliyordu gelen emirde. Nereye gideceğim saklı tutuluyor, yazılı değildi. En son uçak biletlerini alana kadar bana da söylemediler.

Bu sebepten eşim beni defterden sildi. Artık benimle konuşmuyordu. Kadınların inadı başka bir şeye benzemez. Bir türlü beni af etmiyordu. Ağabeyi Metin memleketten gelince daha bir şey diyemedi ve ufak ufak benimle konuşmağa başladı. O iş, yanı küslük az da olsa biraz düzeldi.

Artık gerisi kolaydı. Barıştıktan sonra ben Ankara'ya gittim ve İsveç'e gideceğimi öğrendim. Hemen telefonla eşime haber verdim. Dışişlerinden pasaportumu ve harcirahı aldıktan sonra ertesi gün dört beş saatlık bir uçak yolculuğundan sonra İsveç'e indim. Yerleştikten sonra eşim de iki oğlumuzla birlikte üç ay sonra geldiler. Ücretsiz izin almıştı. Hakikaten falda anlattıkları gibi bir yerdi İsveç. Tamamen değişik çok güzel bir ülkeydi. Orada çalışan Türk işçileri de vardı. Bir çoklarıyla tanıştık ve dost olduk.

İsveç te kaldığım yer iş yerime çok uzaktı. İlk zamanlar önce otobüse sonra trene sonra yine otobüse biner öyle gider gelirdim. Sonraları araba alınca araba ile gidip gelmeğe başladım. Arabasız gidip gelirken tam bir saatım yolda geçerdi fakat hiç zorluk çekmezdim, çünkü otobüs ve tren geçeceği saatler duraklarda yazılı olurdu ve bineceğim araçlar tam o yazdığı saatte gelir hazır olurlardı. Zaten birinden indim mi bineceğim araç durakta yolcuyu bekliyor olurdu.

İsveç’in iklimi aynen bizim Karadeniz iklimine benzer. Fark kışı çok ağır geçerdi ve kışın bazı geceler hiç sabah olmaz, yerlerden de buz hiç kalkmazdı. Yazın da gece olmazdı. Gündüzün beş on gün devam ettiği olurdu. İki üç günde bir mutlaka fazla miktarda yağmur yağardı fakat duraklarda çok beklemediğimiz için pek problem olmazdı.

İsveçli orta yaşlı bir aile komşumuz vardı, kendileriyle sadece selamlaşır geçerdik. Hiç çocukları yoktu. Veya vardı da belki başka şehirde yaşıyordu. Bazen kavga ederlerdi biz sadece gürültü ve seslerini duyardık. Kavgaları da çok enteresandı. Önce erkeğin sesi gelirdi. İsveççe bir şeyler söyler, bağırır çağırır, pencereden çatal, kaşık, tabak dışarı fırlatılır. Yarım saat kadar bütün sesler kesilir ortalık süt liman olurdu. Yarım saat sonra kadın başlardı bağırmağa. Hiç erkek sesi çıkmazdı. O da pencereden radyo, teyp ne varsa atardı dışarı. Yine sesler kesilir bir yarım saat daha geçince erkek tekrar başlardı bağırmağa. Bu kavgaları saatlerce sürerdi. Birbirlerine evin içinde vurup vurmadıkları görünmezdi, sadece gürültüler ta dışarıdan duyulurdu.

Bir sabah yağmurlu bir havada öyle aceleyle evden çıktım ve iş yerime gidecektim. Bizim apartmanı biraz geçtikten sonra 8-9 yaşlarında sarışın olduğundan İsveçli olduğunu anladığım bir kız çocuğu durakta durmuş yağmurdan sebep bir yere gidemiyordu. Aynı zaman da biraz da ıslanmıştı. Çocuk sarışın çok güzel ve sevimliydi ve hem de ağlıyordu. Ben İngilizce bir şeyler sordum fakat çocuk İngilizce bilmiyordu. Aslında ben de bilmiyordum da çat pat bir şeyler konuşuyordum işte. Elimde ki şemsiyeyi çocuğa verdim ve ben oradan ıslanarak şemsiyesiz bir kaç adım yürüdüm. Çocukta galiba öğrenciydi, aksi tarafa benim şemsiyemi açtı eline aldı ve yürüyüp gitti. Bir tane şemsiye ne olacak? 5 krona en iyisini alırdım. Ben tabi biraz ıslandım fakat olsun.

O gün akşamdan geri geldim, benim çıkacağım asansörun önünde 60-70 yaşlarında sarışın ırı yarı bir adam bekliyordu. Ben asansorun kapısını açınca o da bindi ve bana İsveç çe bir selam verdi. Ben de ‘hey’ dedim selamını aldım. Nereli olduğumu sordu. Bana İsveççe bir şeyler daha anlattı ama ben anlamadım. Evime girdim. O nereye gitti bilmiyorum.

Bir saat kadar sonra kapım çalındı. O adam, kendi gibi İsveçli bir sarışın bayan ve bir de ‘fifon (şeytan)’ dedikleri kara kafalı bir adam ile geldiler. Genel de İsveçliler yabancıları hiç sevmezler siyah saçlılara İsveççe de şeytan anlamına gelen 'fifon' derlerdi. Kara kafalı Türkçe konuşuyordu, Nevşehirli Kerim isminde bir işçi. Anlaşılan o İsveçli Nevşehir liyi tercüman olarak getirmiş. Benimle konuşmak istediklerini söylediler.

Eve davet ettim ve ne konuşacaklarını sordum. Kerim o İsveçli adam ile konuştuktan sonra “Sen bu sabah bir kız çocuğuna şemsiyeni verdin mi?” diye bana sordu. Hemen o sabah ki olayı hatırladım ve çok korktum. Acaba o şemsiyemi verdiğim kız çocuğuna bir şey olmuştu da ben den mi bileceklerdi? Acaba ben iyilik yaptığımı düşünürken beni suçlayacaklar mıydı? “Eee ne olmuş o çocuğa?” dedim. “Konuştur çabuk anla da bana da anlat.” Dedim. Uzun uzadıya onlarla konuştu ve bana da anlattı, rahatladım.

O İsveçli karı koca, sabah o durakta ağlayan çocuğa şemsiyemi verdiğimi pencereden görmüşler. Çok merak etmişler. Akşama doğru gelecek diye asansörun önünde o İsveçli adam beni beklemiş ve benimle konuşmak istemiş. Bütün mesele bu. Oh çok rahatladım. Üstelik çocuğu da tanımıyorlar mış.

“Bizler de böyle bir adet yok. Kendi malımızı başkasına asla vermeyiz. Senin ihtiyacın olduğu halde kendi şemsiyeni başkasına niçin verdin?” dediler.

“Ben kendimi korurum fakat o küçük çocuk kendini koruyamaz hasta olurdu, onu düşünerek verdim. Sonra bizim dinimizde; 'Komşun aç iken sen tok yatmayacaksın! İhtiyacından fazlasını başkalarıyla paylaşacaksın. Herkese iyi niyetle yaklaşıp, iyilik edeceksin.' der. Onun için şemsiyemi o çocuğa verdim.” Dedim.

Dinimizi sordu ve Müslüman olmak istediklerini söylediler. O Nevşehirli Kerim onları aldı camiye götürdü. Orada Pakistanlı bir hoca vardı onunla tanıştırdı ve karı koca Müslüman oldular.