SAYFALAR

16 Ekim 2011 Pazar

BİZİM POLİSLER

1980 yılının yaz aylarından birindeydik. Adana Cinayet Masasında çalışıyordum ve haftada bir bir ticari taksi şöforu öldüren ve MURAT 124 arabaları gasp eden katil veya katiller yanı bilinmez bir çeteyi yakalamak için Nat Pinkerton lakaplı Şahin Ağan ve Emir Aybı arkadaşlarla birlikte çalışmalar yapıyor, bu nedenle sık sık Gaziantep, Urfa, Malatya, Maraş ve Diyarbakır gibi başka illere gider uzun süre buralarda bazen bağ evlerinde bazen de dışarıda tepelerde yatar kalırdık.

O zamanlar şimdiki gibi kamera, cep telefonu filan da yok, hatta sayılı miktarda el telsizleri var, onları da müdürler kullanırlar bir adamı tespit edip yakalamak için iğne ile kuyu kazardık. Hatta kuvvetli silahları bile müdürler, bizler Kırıkkale tabancaları kullanırdık. Ne ise alnımızın akıyla beş kişilik bu çeteyi tespit ettik ve bir tanesini Adana Sularda sinemanın birinde teşrifatçılık yaparken yakaladık.

Bu kişilerin tespiti için yine dış görevden Hatay’ın Samandağı, Yayladağı gibi İlçelerinden yeni dönmüş ve Kısma giriyorduk. Tam kapının önünde Asayiş ve Personel Şube Müdürlerine rastladık. Koltuklarının altında dosyalarla birlikte çıkıyorlardı. Yana çekilerek kendilerine selam verdik ve saygı gösterisinde bulunduk. Asayiş Müdürü Cemalettin Bey, Personel Müdürüne; “Asıl bizim Recep’i göndermemiz lazım Hasan Bey.” Dedi ve geçtiler. Ben Kısma girince Amirimiz Cihat Yalım’a “Daha yeni geldik Başkomiserim, bir öğrenir misin ki tekrar nereye gönderecekler?” dedim. Başkomiser gitti ve bir saat kadar sonra geri geldi. Gülüyor ve “Recep seni bu sefer Pekin’e gönderecekler miş.” Dedi.

Meğer Yurtdışına gidecek olan personelleri imtihan etmişler ve oradan geliyorlar mış. Bana hiçbir şey sormadan beni de imtihan olmuş gibi listenin en sonuna eklemişler. On gün sonra filan Ankara’ya çağırdılar. Çok sıkı bir imtihandan sonra Adana kadrosundan altı kişi imtihanları kazandık. Bir ay sonra Telsiz emriyle İsveç Stockholm Türkiye Büyük Elçiliğinde Elçi koruma görevine geçici olarak atandığım bildirildi.

Akşam eve geldiğim zaman Eşim “Bugün kahve falı baktırdım da kadın yemyeşil yerlere gideceksin eşyalarınız toplanmış.” Dedi. “İnanmadım fakat yine de çok hoşuma gitti.” Diyordu. “Hadi tüm hazırlıklarını yap. Kadın doğru demiş. Gidiyoruz.” Dedim. “Nereye?” dedi. “İşte o dediğin yere, dünyanın cenneti dediğin yere.” Dedim ve eşime anlattım.

O zamana kadar hiç haberi yoktu. Tabi kendisine şimdiye kadar söylemediğim için beni giderayak cezalandırdı fakat o çabuk geçti ve önce ben gittim, üç ay sonra da eşim iki küçük oğullarımızla birlikte Stockholm’e geldiler. Usulden dir, bu tür görevlerde kımızı pasaport kullanılır ve bu pasaportun çok büyük ayrıcalıkları vardır. Yanı kısacası Ajanlar faaliyetlerini iyi sürdürebilmeleri için uluslar arası antlaşmalara göre diplomatlar hep bu pasaportu kullanırlar.

En başta bu pasaportu kullananların dokunulmazlıkları vardır. Ben ne ajanlığı, sadece Büyükelçiyi koruyorum. Ajanlık bir bilgi beceri ve eğitim ister. Dikkat ederdim de bizim elçiliğin önünde ki açık oto parka Rus Ajan bir araba park eder kendi ABD elçiliğine girer, bu araba altı ay orada durur kaldırılmazdı. Ben de bu meziyetlerin hiç biri yok.  Fakat elin adamı anlar mı? Hele İsveçliler işlerini hiç şansa bırakmazlar. Bu nedenle de güya ben ajan isem o ülkede ki faaliyetlerimi izleyecekler fakat bunu nasıl yapsınlar? Peşime iki sivil polis takarak yapmağa çalıştılar. Her gittiğim yerde o iki polis ile karşılaştım. Bazen çeşitli vesilelerle benimle irtibat kurmak istediler. Ben kendilerini tanıdığımı, yanı istihbarat terimiyle kendilerini ‘yaktığımı’ hiç sezdirmedim. Sadece bu adamları eşime gösterdim ve “Bu adamlar polistirler, bizi takip ediyorlar, haberin olsun.” Dedim.

Aradan bir hafta geçti. Eşim ve çocuklarım ile park ta yürüyüş yaparken, dört yaşlarında olan büyük oğlum Murat ve iki yaşında ki kardeşi Sertaç ile atlayıp zıplayarak önümüzde giderlerken, beni takip eden o iki tane sivil İsveç polisini de ilerden bize doğru geliyorlardı. Birden ‘baba, baba’ diye bir ses duydum. Büyük oğlum on metre kadar ilerde durmuş beni çağırıyordu. Bende "geliyoruz, oğlum ne var?” diye ses verdim. O tekrar "Baba, baba, aha bizim polisler yine buradadırlar. Sana doğru geliyorlar." diye bağırdı ve yanlarından geçmekte olan O İsveç sivil polislerini parmağını uzatarak gösterdi. Nasıl tanımıştı bende çok şaşırdım. Sonra anladım ki ben annesine o polisleri tanıtırken o da dikkat etmiş ve tanımıştı. Ondan sonra o polisleri çevremde hiç görmedim. Daha nasıl takip ettiler hiç bilmiyorum.

Ben İsveç Stockholm den, İspanya Madrit'e giderken Stockholm Hava Alanında gülerek bir adam yanıma yaklaştı ve Türkçe olarak; "Hala çok merak ediyorum, senin o küçük çocukların, benim o gizli polis memurlarımı parkta nasıl tanıdı.? Lütfen söyler misin?" dedi. Ben de güldüm ve; “Siz beni boşuna takip etmişsiniz. Esas Ajan onlardır. Siz onları takip etmeniz gerekirdi.” Dedim.

13 Ekim 2011 Perşembe

LOĞİ, LOĞİ

Eskiden bizim Karadeniz de herkes büyük şehirlerin şivesi ile konuşmak ister, konuşmayanlar aşağılanır alay konusu yapılır veya biz öyle sanardık. Hatta köylü ile şehirli arasında bile ayırım olurdu. Herkes kendini şehirli gibi konuşmağa özendirir, büyük şehirlere gidip uzun süre kalıp gelenlerde örnek alınırdı. Böyle kişilere de"ne güzel TURÇA"konuşuyor denilirdi. Hatta laz ve hemşenli arasında dil konusunda ciddi iddialar olur, türküler bile atılırdı. Turça konuşacağım derken gülünç isimlerde ortaya çıkabilirdi. Rize İli Fındıklı İlçesi Orta Okulunda okurken; Laz arkadaşımla denizde yüzerken kulağımıza su kaçmıştı, birlikte doktora gittik. Doktorun kapısında sıramızı beklerken derdimizi nasil anlatacağımızı birkaç provadan sonra ikimizde iyice ezberledik. Hani turça konuşacaktık ya. İkimizi birlikte doktor muayene odasına çağırdı. Doktor bana "neyin var, şikayetin nedir?"diye sordu. Ben kapıda prova ederek ezberlediğimiz şeylerin hepsini unuttum, hay allah. "Doktor bey, doktor bey" deyip durdum birkaç defa. Doktorda "he oğlum söyle" ben yine doktor bey daha gerisi yok. Bir baktım arkadaşım İbrahim dayanamadı, beni kurtarmak için hemen iki adım ileri çıktı, önüme geçti ve söyledi. Sıkı durun çok turça konuşacak "Doktor bey, çocuk toparlıyamiyur, ikümüz da başumuzı salladuğumuz zaman kulağumuzun içinde bir şey loği, loği edeyi, sağırmı olacağuz? Kogiçkını"dedi. Onun söylediği ile de dışarda prova ederken ezberlediğimiz birbirine hiç benzemiyordu. Herkes tabi yerlere yattı. Ve uzun zaman o arkadaşım İbrahim'in adı loği loği kaldı.

12 Ekim 2011 Çarşamba

BİLMECE

Bir kabımız var; 10 litre alıyor, içi süt doludur.
İkinci kabımız var; 6 litre alıyor, içi boştur.
Üçüncü kabımız var; 3 litre alıyor, içi boştur.
Dördüncü kabımız var; 1 litre alıyor, içi boştur.
Şimdi dolu kaptaki 10 litre sütü, boş kaplardan faydalanarak 5'er litre, eşit olarak ikiye böleceksiniz. Aldatma, yanıltma, hile yok. Hadi kolay gelsin.
Tebrikler bu soruyu çözdünüz, diğerlerinden ses yok.