SAYFALAR

14 Haziran 2024 Cuma

ATATÜRK İÇİN YAS

Asım Çakır 26 Mayıs 2020 Facebook ta yayınlamış

Yıllar önce bir internet müzayedesinden aldığım 1929 baskılı D. von Mikusch'un ''GASI MUSTAFA KEMAL'' kitabının arasından 1938 yılına ait, yani sonradan kesilip konmuş bir gazete kupürü çıkmıştı. Atatürk'ün cenaze törenini takip eden bir Alman gazetecinin haberi. Yazdıklarından oldukça etkilendim ve okuması zor gotik yazılı Almanca metni Türkçe'ye çevirdim. Okuyun derim.

ATATÜRK İÇİN YAS

Ankara'da cenaze töreni

Ankara, 21 Kasım 1938

Atatürk'ün cenazesi onun son zaferi oldu. Cenaze töreninde tüm tezatlar susmuştu. Türk ve Alman askerleri naaşının arkasında yürüyorlardı. Stalin ve Hitler'in temsilcileri aynı sıradaydı. Valencia ve Franco çelenk göndermişlerdi. Naaşının önünde faşistler, demokratlar ve komünistler eğildiler. Türk halkının her kesimi ağlıyordu . Fakir ve zengin, alt ve üst arasında hiç bir fark yoktu. Ankara bugün dünyanın şimdiye kadar gördüğü en etkileyici cenaze törenine tanıklık ediyordu.

Tören, bir süvari bölüğü tarafından açıldı. Onların arkasından bir topçu bölüğü ile ellerinde bayraklarla ve bando ile cumhuriyet muhafızları geliyordu. Sonra askeri okulların öğrencileri ve alfabetik sırayla önce Almanlar olmak üzere Bulgarlar, İngilizler, Fransızlar, Yunanlılar, Romenler, Ruslar ve nihayet Yugoslavlar’dan oluşan birlikler yer alıyordu. Her dilde komutlar yükseliyordu. Almanca komutu Farsça komut, Yunanca komutu Rusça komut takip ediyordu. Ruslar Karadeniz filosunun bir müfrezesini göndermişlerdi. Çelik miğferli ve SS üniforması içindeki Baron v. Neurath, kolu yukarıda, Prusya merasim yürüyüşüyle geçen Alman bahriye birliğini selamlıyordu. Yabancı birlikleri Türk denizcileri takip etti. Bando, Chopin'in cenaze marşını çalıyordu. Onların arkasından büyük ölünün naaşını taşıyan top arabası geliyordu. Top arabasının her iki tarafında kılıçlarını çekmiş oniki general yürüyordu. Mütevazi giyimli yaşlı bir kadın, tek aile üyesi olarak Atatürk’ün kızkardeşi, eşinin kolundaydı. Onları, kanunun öngördüğü şekilde yalnız olarak cumhuriyetin yeni başkanı İsmet İnönü takip ediyordu. Onun arkasında tek sıra halinde millet meclisi başkanı, başbakan ve Türk ordusunun genel kurmay başkanı geliyordu. Yabancı özel misyonların renkli üniformaları harika bir görüntü teşkil ediyordu. Dünyanın tüm ülkeleri temsil ediliyordu. İtalyan heyetine eski Milletler Cemiyeti delegesi Baron Aloisi, Fransız heyetine içişleri bakanı Sarraut, Yunanistan heyetine ise başbakan Metaksas başkanlık ediyordu. Onların arkasından Türk hükümeti üyeleri, milletvekilleri, devlet memurları ve subaylar geliyordu. Bir bölük piyade ile görkemli cenaze alayı son buluyordu.

Cenaze alayı saat onikide, Atatürk’ün şanına layık bir anıtkabir yapılıncaya kadar geçici istirahatgahı olan etnografya müzesine ulaştı. Yaşamında imkansızı mümkün kılmış olan Mustafa Kemal Atatürk ölümünde de aynı şeyi yaptı. Onun naaşının arkasında ilk defa birbirleri ile savaşan İspanyol cumhuriyet hükümetinin temsilcileri ile Franco’nun resmi olmayan askeri idaresinin temsilcileri yürüyorlardı.

Müzenin önüne gelindiğinde tabut generaller tarafından top arabasından alınarak salona taşındı. Orada, cumhurbaşkanı ve Atatürk'ün kızkardeşinin yanı sıra yüksek yetkililer toplanmıştı. Üç dakikalık saygı duruşunda salona sessizlik hakimdi. Hiç konuşulmadı ve hiç bir dini tören düzenlenmedi. Cumhurbaşkanının müzeyi terk etmesiyle resmi cenaze töreni tamamlandı. Dünyanın her yanından çelenkler gönderilmişti. Türk gazetelerinin tahminlerine göre bunların sayısı yirmi bini buluyordu. Bunları Ankara’ya getirmek için sekiz vagon gerekmişti. Müze içinde naaşın her iki tarafına sadece devlet başkanlarının gönderdikleri çelenkler konuldu. Diğer çelenkler, yaşamı sırasında kendisi için yapılan anıtlarda yerlerini aldılar.

Tören sırasında bazı ufak hadiseler de yaşandı. Yunanistan başbakanı General Metaksas bayıldı ve subayları tarafından cenaze alayından çıkarılmak zorunda kaldı.

Türkiye'de, 10 Aralık’a kadar ulusal yas tutulacak. Tüm okullar sekiz gün daha kapalı. Anıtların önünde meşaleler yanıyor ve halk önderinin heykellerini seyrediyor. Yas sadece devlet başkanı için değil, aynı zamanda cumhuriyetin kurucusu ve şekil vereni için de. Atatürk’ün naaşını taşıyan top arabası geçerken askerler gözyaşlarını tutamadılar; aynı imparatorluk muhafızlarının Napolyon’la vedalaşırken ağladıkları gibi.

Bir Alman Gazetecinin kamera kayıtları tespitleri ve kalemi ile anlatımı böyle. Tüm dünya onu lider olarak tanıdı ya, hiç Türk kalmasa da, yine onu silemeyecekler dünyadan, sen rahat uyu EY ULU ÖNDER ATATÜRK!


7 Haziran 2024 Cuma

BAZI KELİMELERİN KÖKENLERİ

İtalyancada 'alla arme' 'silah başına!' demektir. Bu kelime bizim dilimize 'alarm' olarak geçmiştir.

Farsça olan 'firiştah' kelimesi, Türkçe'de 'feriştah' şeklinde söylenir. Firiştah, çok güzel olan gök varlıklarına denir.

Farsçada 'zengin çiftçi' anlamında kullanılan 'anguşta' kelimesi bizim dilimize 'enişte' olarak geçmiştir.

Dilimize Macarcadan giren 'soba' kelimesinin aslı, bu dilde 'ev içindeki hamam'ı ifade eden 'szoba'dır.

Marathon, Atina'nın kuzeydoğusunda bir yerleşim birimidir. Burası Yunanlıların Persleri yendiği savaşa, ev sahipliği yapmıştır. Maraton kelimesi bu zaferi haber vermek için Marathon'dan Atina'ya kadar koşarak yaklaşık 42 km den mesaj getiren mesajcıdan dolayı ortaya çıkmış ve dilimize geçmiştir.

Arama motoru Google'ın adı bir matematik terimi olan ve '10' un 100. katı olan 'googol'dan gelir.

Hanya'yı Konya'yı görmek ya da göstermek deyiminde adı geçen Hanya, Girit adasında bulunan bir şehirdir.

'Çığır' eski Türkçe bir kelimedir ve dar, küçük yol demektir. Kar üstünde herhangi bir şekilde açılan yola çığır denir. Bu kelime dilimizde iki deyim olarak kullanılıyor: 'çığırından çıkmak ve çığır açmak'

'Nankör' kelimesi dilimize Farsçadan geçmiştir. 'nan' ekmek ve 'kur' 'kör' kelimelerinin birleşmesinden 'nankör' oluşmuştur. Gördüğü iyiliği unutan, iyilik bilmeyen kimse anlamındadır.

Farsça'da 'pa' ayak, 'puş' ise örten demektir. 'Pabuç' bu iki kelimenin birleşiminden oluşmuştur.

Çorba kelimesi Farsça şōrbā kökenlidir. 'şōr' tuz, tuzlu, bulanık, karışık ve 'bā' yemek, aş anlamında bir ek ten oluşmuştur.

Bugün daha çok giydiğimiz kıyafetler için kullandığımız 'salaş' kelimesi Macarca'dan 'szállás' dilimize girmiştir. Asıl anlamı kulübedir ve bu tabir yalnızca binalar, kulübeler için kullanılır.

Arapçada 'ma' su demektir. 'Mai' ise suya ait, su gibi, su rengi anlamlarında kullanılır. Bu kelime bize 'mavi' olarak geçmiştir.

'Acem' kelimesini Araplar kendileri haricindeki yabancılar için, Türkler ise İranlılar için kullanır. 'Acemi' Arapça bir kelimedir. 'Arapça bilmeyen, barbar, İranlı' anlamındadır.

'Etfal' kelimesi tıfılın çoğuludur ve 'çocuklar' demektir.

Fransızca'da 'soupe anglaise' 'İngiliz çorbası' demektir. Bu kelime bizde 'spangle' halini almıştır.

İtalyanca'da 'tira' 'çek, alıp götür!' demektir. 'Tiramisu' ise 'al götür beni' anlamındadır.
----------
'Yap' fiili ilk olarak 'kapatmak' anlamıyla ortaya çıkmış ancak zamanla anlam genişlemesine uğramış 'Yaprak' ta bu fiilden türemiş bir isimdir ve 'kapatan' anlamındadır.

'Köftehor' kelimesinde geçen 'hor' Farsça kökenlidir ve 'yiyen, içen, tüketen' demektir.

'Aslan' kelimesindeki 'lan' hecesi, 'sırtlan, kaplan, yılan' vb hayvan adları türeten çok eski bir Türkçe ektir.

'Kaplumbağa' kelimesinin aslı 'kaplu bağa' şeklindedir. 'Kaplu' örtülü, kabuklu 'bağa' 'kurbağa'

Arapça kökenli 'talep' ve 'talebe' kelimeleri aynı kökten gelirler: 'Talebe', öğrenmeyi 'talep' eden kişidir.

Bordo, kırmızının koyu tonlarındandır. Bu kelime Fransızca 'bordeaux' kökenlidir. Fransa'da şarap üretilen kentin adı olan Bordeaux, üretilen şarabın renginden dolayı 'bordo' olarak dilimize geçmiştir.

Atlı karınca sözünün eski ve asıl şekli 'atlı karaca' dır. Buradaki karaca kelimesi İtalyanca araba anlamındaki 'carrozza' dan gelmektedir.

Farsça süt anlamına gelen 'şir' kelimesinden türeyen bir başka kelime olan 'şirin', 'sütten yapılmış gibi tatlı' anlam
ındadır. Alıntı.


30 Mayıs 2024 Perşembe

KEZBAN


Bu olay Malatya’da geçer. Bir tercüman eşliğinde eğlenmek için geneleve giden iki Amerikalı ile, hayat kadını Kezban arasında geçen hikayedir.

Ah Kezban ah, eli öpülesi Kezban. Belki de şimdi yaşamıyorsun. Keşke yaşasaydın da görseydin, gerçek fahişelerin kim olduğunu. Menderes’in Türkiye’yi ‘küçük Amerika’ yapmaya çalıştığı günlerde, yani 1955-1960′lı yıllarda yaşanmış gerçek bir hayat hikâyesidir bu.

Malatya’nın en canlı sokaklarından biri de, genelev sokağıdır. Gündüz Cumhuriyet Bayramı kutlanmıştı. Gece saat 12′ye yaklaştığı sırada içeriye ağızlarında pipo, sarı saçlı, uzun boylu iki kişi ile beraber şık giyinmiş kısa boylu şişman bir adam girer.

Bu iki yabancı, ‘uzman’ sıfatıyla bir dost memleket ABD den getirilmişlerdi. Bir yıldır yakındaki 15.000 nüfuslu bir Anadolu kasabasında görevliydiler. Güya Türkiye'nin kalkınması için bir şirket kurmuşlar ve çalışıyorlardı. Kasabanın Kaymakamına isteklerini anlattıklarında, Kaymakam bey kasabada böyle bir şey olmasının hiç mümkün olamayacağını, arzu ederlerse falanca yerdeki ‘geneleve' gitmelerini tavsiye etmişti.

Bunun üzerine iki genç Amerikalı, tercümanlarını da yanlarına alarak, önce Malatya’ya, sonra da faytoncunun rehberliğinde Malatya genelevine giderler.

İlk dakikalarda yadırgadıkları bu yer, git gide hoşlarına gitmeğe başlar. Genelev de çalışan Kezban, gramofona oynak bir plak koymuş, kırmızı mayosunun içinde dönüp duruyordu. Yanı dans ediyordu. Yabancılar Kezban’ı seyretmeye başladılar. Sonunda Kezban’ı işaret ederek, tercümanlarına bir şeyler dediler.

Tercüman genelev hacanası kadına :

- Mösyöler bayanı istiyor!

Tercümanı duyan Kezban adamlara şöyle bir baktı sonra :

- Müthiş yorgunum anne. Mahzur görsünler. dedi.

Cevap tercüme edilince, yabancılardan uzun boylusu sertleşen sesi ile :

- Ne demek?

- Böyle yerlerde müşteri reddedilmez. diye diklendi.

Kezban da sesini yükseltti:

- Yorgunum efendim, laftan anlamaz mısınız siz? dedi.

Tercüman:

- Bu mösyölerin kim olduğunu bilmiyorsun galiba? Hem senin gibi bir kadın müşterisinin arzusunu yerine getirmeye mecburdur. dedi.

Kezban :

- Ben bir fahişeyim ama bu mösyöler kim olursa olsunlar, arzularını yerine getirmeyeceğim.

Diğer kadınlar şaşkın şaşkın ona bakmaktaydılar…

Kezban’ı o güne kadar hep para canlısı olarak düşünmüşlerdi.

Tercüman yediği hakareti hazmedememişti:

- Senin gibilerinin hakkından polis gelir. dedi

Kezban;

- Buyurun efendim, polis iki adımlık yerde. dedi.

Şişman tercüman hışımla dışarı çıktı.

Biraz sonra yaşlıca bir polisle içeri girdiler. Ecnebilere karşı daima nazik olmayı, onlara kolaylık göstermeyi vazifesinin mühim bir düsturu sayan polis memuru,

Kezban’a :

- Mösyöler seni çiftetelli oynarken bulmuşlar. Demek ki yorgunluk bahane. Şu halde sebep ne Kezban? diye sormuşlar.

Kezban

- Sadece istemiyorum.

- Fakat vazifeni unutuyorsun. Yabancılara kibar davran. Sonra senin için fena olur.

Genelevin dilberi Kezban, âdeta deliye döner:

- Bana hiç bir şey olmaz, polis bey! Ben gavurlara fahişelik yapmam, polis bey! Beni nihayet buradan başka bir yere sürebilirsiniz! Fakat sürüleceğim yer gene Türkiye değil mi?

Herkes susuyor, iki yabancı alık alık bakıyor, Kezban ise yumruklarını sallayarak söyleniyordu :

- Ben gavur fahişesi değilim, polis bey! Ben Türk fahişesiyim!

Diğer kadınlar ve hacana başlarını önlerine eğmişlerdi.

Yaşlı polis ise gözlerindeki ıslaklığı göstermemek için, ağır ağır bahçeye çıkarken Kezban hala daha bağırıyordu :

- Ben gavurun altına yatmam, polis bey! Ben Türklerin fahişesiyim! Gavurun değil!

Bu anlatılanlar, kaderin sillesini yemiş vesikalı Kezban’ın; cılız öpülesi elleriyle; ülkemizi işgal eden gavurlara attığı yaman tokadın hikayesidir.

Bir kaç dolar kazanabilmek için, yabancıların önünde eğilen bütün politikacılarımıza, iş adamlarımıza, bürokratlarımıza, medya mensuplarına, ve “keşke İngilizlerin idaresinde olsaydık” diyen o çok namuslu hanım kızlarımıza, ve keşke YUNAN kazansaydı diyen YOBAZ fahişelere velhasıl, kadın, erkek bütün vesikasız fahişelere ithaf olunur.

Ve orada, o yabancıların yanında bulunan, o şişman tercümanın adı neydi biliyor musunuz?

TURGUT ÖZAL

Kaynak: 
Malatyalı Kezban (altayli.net)