SAYFALAR

29 Ocak 2014 Çarşamba

HAYATA TUTUNMAK LAZIM

Amcam Hüsnü
Ben 68 yıllık hayatımda dört ayrı devir yaşadım. Yedi yaşıma kadar iki ağabeyim, bir ablam ve annem, bir üvey annem, babam ile mutlu bir hayat yaşadık. İlk iki yılını hatırlamadığım için saymazsak tamamı tamamına beş yıl.

Sekiz yaşında iken babamı kayıp ettim. Büyük ağabeyim Burhanettin yirmi yaşlarında deli dolu, hatta ara sıra sağlığında babama karşı gelen hırçın bir delikanlıydı. Babamın ölümünden sonra birden bire çok değişti. İleri görüşlü, çok ince hesaplı ve yerinde kararlar vermesini bilen çok akıllı birisi olup çıktı.

Arazilerimiz vardı fakat bedenen çalışmağı pek beceremez, çiftçilik yapmak istese de yapamazdı. Annem bütün zorluklara göğüs gererek hepimize kol kanat oldu. Arazi satmak ta olmazdı ve bizler de arazi satmadık. O yıllarımız yoksulluk içinde, çok kötü şartlarda geçti. O zamanlarda sadece biz değil herkes aşağı yukarı aynı şartlarda yaşıyorlardı. Çay üretimi yapılmadan önce o bölgede herkes fakirdi. Hatta bizim halimiz belki de bazılarına göre çok iyiydi. Ormanlara gidip kaçak keresteler yapıyorlar, onları sırtlarında iki saatlik yola götürerek satıp para kazanıyorlardı. Rahmetli babam sağlığında "Ali'm okuyacak" dediği için, onun isteği yerine gelmesi için beni o kötü şartlarda okullara yolladılar.

Bende o çocuk halimle ormanda çok ağaç kesip, kalas dediğimiz kereste yaptım ve taşıyarak sattım. Sonra yaz aylarında yayla da keçilerimizi her zaman ben otlatır onlara çobanlık ederdim. Liseyi bitirdiğim sene Ağabeyim Burhanettin çay fabrikasına işçi olarak girdi ve biraz rahatladık. İşte orta okul ve lise yıllarım hiç hatırlamak istemeyeceğim kadar kötü şartlarda geçti. Rize Lisesine kayıt olduğum ilk sene büyük caminin orada bir mağazadan Ağabeyimin bana aldığı siyah ayakkabıyı unutamam, çünkü hiç giyemedim. "Büyük olsun Recebali ki seneye de giyeceksin" dedi ve en ucuzlarından bir tane siyah renkli ayakkabı aldık. Çok büyük numara olduğu için de yürürken ayaklarımdan düşüyordu. Ayaklarım büyünce giyerim diye uzun süre sakladım. Durduğu yerde o ayakkabılardan sağının nasıl olmuşsa burun kısmı kopmuştu. Belki de fareler yemişti. Çok üzülmüştüm. Bir türlü oraya yama uydurup tutturamadım ve o ayakkabıyı sanki de hiç giyemedim.

Rize Lisesi yıllarımda Tophane Mahallesinde kiraladığımız odanın yanında ki Bakkaldan, yazdırıp bir şeyler alıp, ay sonunda borcumuzu ödüyorduk. Okullar tatil olunca param olmadığı için Bakkal Nazim'e olan 90,00tl borcumu ödeyemeyince kendisine gözükmeden gizlice oradan kaçtım ve köye gittim. Bir ay kadar sonra ormanda kereste yaparak, 90.00 tl borcumu posta ile bakkalın adresine yolladım. Yollamama rağmen her jandarma gördüğüm zaman 'acaba bakkalcı şikayet mi etti, bana mı geliyorlar' diye korkup kaçıyordum. Ertesi sene öyle korka korka bakkala gittiğim zaman adam beni çağırdı, boynuma sarıldı ve bir defter çıkardı. "Başkalarının ödemediği beş yıllık alacakları vardı. Hepsi benim gibi öğrencilerdi ve isimleri yazılıydı. Bunların içinde tanıdıklarım da vardı.

Bakkal Nazim ondan sonra ben borca bir şey alsam yazmak bile yazmazdı ve borç para da verirdi.

Bizler yoksul zamanlarımızda bile ailece açlığımızı kimselere belli etmeden yaşamağa devam ettik. O zamanlar çalışacak bir iş te yoktu. Çay da yeni yeni başlıyordu. Tek para kazanmak yolu iki saat kadar uzağa ormana gider ve orada 'kalas' denen kereste yapar, o kalasları kadın erkek iki veya üç saatlık yerlere omuzda götürerek ormancıya yakalanmadan satardık. Ben çocuk olduğum için yonttuğum bu kalaslar eğri buğru olur pek bir şeye benzemezdi fakat Bayraktaroğlu Tahsin Amca öğrenci olduğum için bozuk olmalarına rağmen az para verir yine de alırdı. Bazen beğenmeyip almazlarsa gizli gizli ağladığım da olurdu.

Lise bittikten sonra kazanmama rağmen yüksek okula gidemedim. Kısa yoldan ekmek parası kazanmak ve kimseye boyun eğmemek için 1968 yılında Rize Erkek İlköğretmen Okuluna baş vurdum. On üç farklı derslerden imtihanlara girerek 'İlk Okul Öğretmenliği' diploması aldım. Hatta Merkez İlkokullarından birinde yaptığım staj sırasında Milli Eğitim Müdürü Sezai Yakıcı ve bir sürü adam geldiler. Benim ders vermemi izlediler. 

Çocuklara gördükleri rüyadan yola çıkarak 'Y' harfini sapan kaya olarak tanıttım. O yıl müfredat programı yeni değişmiş ilk etapta harf isimleri çocuklara söylenmiyor, tümden gelim metodu ile öğretim yapılmağa başlanmıştı. Milli Eğitim Müdürü ve Yardımcıları teşekkür edip, eski günlerini hatırladıklarını söyleyerek gittiler. O yıl Öğretmen Okulunu bitirdim. Göreve başlamak için Milli Eğitim Müdürlüğüne gittiğimde benden askerlik belgesi istediler.

Fındıklı Askerlik Şubesinde "Sen asker kaçağısın. Hemen askere göndermemiz gerekir. Ya okuldan 'Öğrenci olduğuna dair' bir belge getir, ya da Pazartesi gel seni askere yollayalım." dediler. Ben hemen Rize Erkek İlköğretmen Okuluna giderek askerlik tecili için belge istedim. "Sen okulu bitirmişsin. Bizimle işin bitmiş. Belge filan veremeyiz." dediler. Öyle kara kara düşünerek Fındıklı da cadde de yürürken, İlkokul Müfettişi olan Halamın oğlu İsmet Gülten'e rastladım. Hal hatırımı sorunca durumu kendisine anlattım. Bana "Bir dakika bekle, Askerlik Şube Başkanı Yüzbaşı arkadaşımdır." dedi ve görüşmeğe gitti. Yarım saat kadar sonra elinde bir yazı ile geldi.

Önce belgeyi almış diye sevindin fakat bu yazı orada ki dosyalardan çıkarılmış, okullardan şubeye yazılan tecil yazısının suretiydi. Ona benzer bir yazı yazmamız için yüzbaşı onu örnek olarak vermişti. İsmet Ağabey bu yazının aynısını Rize İlköğretmen Okulu tarafından yazılmış gibi Kaymakamlıkta kendisi daktilo ile yazdı. Tasdik yerine imza attıktan sonra kendi müfettişlik mührü ile 'Milli Eğitimi' okunacak şekilde hafif çevirerek mühürledi. Bu yazıyı aldı Askerlik Şubesine götürdü. 
Ya anlaşılırsa! İkimizi de hapse atarlardı.

Askerlik Şubesinden Rize Milli Eğitim Müdürlüğüne 'Askerlik iki yıl tecil edilmiştir. yazılı belgeyi getirdi. Yüzbaşı filan imzalamış, üstelik altına da kırmızı bir mühür vurmuşlardı. Sonradan öğrendim ki Şube Başkanı Yüzbaşı akıl vermiş. Bu belge ile askerliğim iki yıl tecil edilmişti.

Belgeyi Rize Milli Eğitim Müdürlüğüne götürdüm. Rize Milli Eğitim Müdürlüğünde form doldurttular ve Rize Güneysu Adacamı Köyü İlkokuluna Öğretmen olarak atadılar. İlk maaşımı aldım. 530.00tl. Bir kısmını Yoksullar Yurduna bağışladım. Ve hayatım boyunca da kimi yoksul gördüysem her türden insana mutlaka karınca kararınca cebine bir şeyler soktum veya yardım ettim.

Her zaman; geçmişi tertemiz, vicdanen huzurlu ve gönül rahatlığı içinde bir sonra ki güne başlayarak hayata devam ettim. Ve şu ana kadar da herkesin böyle olması için çapa sarf ettim. Saygılarımla....


28 Ocak 2014 Salı

NE İŞE YARADIN

Bektaşi ile Hacı ramazanda içki içerlerken 4.Murat tarafından yakalanmışlar. Padişah ikisini de sorguya çekmiş. "Tamam. Götürün bunların kellelerini alın." demiş. Hacı "Affedin. Şeytana uyduk. Hünkarım." diye yalvarmış. Bektaşi bu hükme karşı çıkmış. "Ben Müslüman değilim. Beni ramazan bağlamaz. Ve içki içsem de suç sayılmaz" demiş. Padişah düşünmüş haklı bulmuş ve Bektaşi yi af etmiş. Bektaşi tam huzurdan ayrılırken "Hünkarım, ben Müslüman olsam yanımda ki arkadaşımı da af eder misin ?" demiş. Ve hemen kelime-i şehadet getirmiş. Bu durum Padişahın çok hoşuna gitmiş, hacıyı da af etmiş. Bektaşi ile hacı çıkmışlar giderlerken, Hacı, Bektaşi ye kızmış "Sen ne biçim adamsın be adam. Bir gavur oluyorsun. Bir Müslüman". Bektaşi de "E..fena mı? Gavur olurum kendimi, müslüman olurum seni kurtardım. Peki ya sen ne işe yararsının?" demiş.

27 Ocak 2014 Pazartesi

KANUN NERDE

15.01.2014 tarihinde bütün televizyonlarda izledik. Olay Türkiye Cumhuriyetine bağlı Mardin İlinde meydana gelmiş. DEDAŞ (Dicle Elektrik Dağıtım Anonim Şirketi) dört milyon iki yüz seksen dört bin Türk lirası elektrik tüketim borcu olduğu gerekçesiyle Mardin Belediye binasının elektriğini kesmiş. Mardin Belediye başkanı da emir vermiş, Belediye görevli ekipleri de gündüz giderek hiç tebligat yapmadan çalışan insanlar içeride iken DEDAŞ, yanı Mardin şehir elektrik binasını mühürlemişler.

Üstelik bir de elektriği kesenler ve binayı mühürleyenler çok iyi bir iş yapmışlar gibi televizyonlarda insanların karşılarına çıkıp konuştular. Bunlar Türkiye de görev yapan resmi ve yasal devlet kurumları. Şimdi DEDAŞ a sormak lazım; mahkeme veya icra yoluyla tahsil edemez miydiniz? Borç dört milyonu geçene kadar neredeydiniz?

Belediyeye de sormak lazım; Borcunuzu vaktinde neden ödemediniz? Madem DEDAŞ ın binası ruhsatsızdır şimdiye kadar neredeydiniz? Bilmiyor muydunuz? Bir yeri mühürlemek ne anlama gelir? Nasıl mühürlenir? Mühür fekki nedir? Bilir misiniz? Sonrası; Mühürlü yerin içinde ki insanlar nasıl çıktılar? Bu işin sonu ne oldu? Hangi taraf kazandı? Yoksa bu olay sadece şov dan ibaret bir düzmece filim miydi?

Kanunları uygulayan yok. Soran yok. Herkes keyfine göre sırf görüntü olsun, bir kabadayılık olsun diye iş yapıyor. Ülkeler ne silahla ne de kabadayılıklarla idare edilmez. Ülkeler akılla ve kanunlarla idare edilir. Hatta kanunlar yaz boz tahtası gibi işime gelmedi diye değiştirilemez. Şimdi Mardin de bu olayda alenen bir kaç suç işlenmiştir. Hem de ciddi ağır cezalık suçlar var.

Zorla Alıkoyma. Hürriyeti Tahdit. Mühür Fekki. Görevi Kötüye Kullanma. Görevi İhmal gibi suçlar işlenmiştir. Bu suçlar kime güvenerek ve nasıl işlenmiş. Sonuçları neler olmuştur? Bu kadar gün bekledim bir işlem yapılmadı. Ne kadar kanun çıkarırsanız çıkarın uygulanmayıp keyfi icraat olursa o kanunlar hiç bir şey ifade etmez. Kanunlar fakire uygulanıp zengine es geçilmez. Sonra kanunlar bu günlük te olmaz. Kanunlar devletin beka sı için daim olmalı. Caydırıcı olmalı. Hanı nerede.