SAYFALAR

6 Eylül 2019 Cuma

BİR KARA GÜN ÖYKÜSÜ

2019 yılının 1 Ağustos sabahı, çocukluğumun tamamını ve gençliğimin ilk yıllarını geçirdiğim Rize Fındıklı Ihlamurlu Köyünde ki evimde sabah erkenden uyandım. Torunum Demir Can ben daha uyanmadan önce uyanmış ve yanıma gelmiş, koynuma girmiş. Dede hasreti işte benim yatağımda yatıyordu. O genel de her zaman öyle yapar. Uyanır uyanmaz yatağından kalkar benim yatağıma gelir, koynuma girer, biraz da benimle birlikte yatardı. Altı yaşlarında olmasına rağmen yurt dışında yaşadığından Türkçeyi tam olarak konuşamaz; “Dede, ben biliyor, sen polis. İkimiz kotu adamları yakalayacak ve iyi adamları kurtaracağız.” Diyordu. Bu şekilde biraz zaman geçirdikten sonra saat sekiz sıralarında yataktan kalktık.

Diğer Torunum Melodi ile de salonda biraz daha boğuşup oynadıktan sonra bilgisayarın başına oturup Facebooku açtım. Aaa bugün 1 Ağustos 2019 Cuma Günü ve benim doğum günümmüş. Ankara'da oturan yeğenim Reşat Kara'nın doğum günümü kutlaması üzerine doğum günüm olduğunu bende hatırlayarak Facebookte kutlayanlara tek tek teşekkür edip nezaket iadesinde bulundum. Daha sonra ailece harika bir kahvaltı ettikten sonra Oğlum Murat yaya olarak Okura ya gitmeği önerdi. Yürüyüş için faydalı olacağını düşünerek ben de bu öneriyi uygun buldum.

Okura, Ihlamurlu Köyündeki evimizden yaya bir saat tan daha fazla uzaklıkta ve yarı yolu çok yokuş olan, orada da arazilerimiz bulunan bir mezra yeridir. Saat 11 sıralarında ben, oğlum ve gelinim birlikte yola koyulduk. Derelerden geçerken su sesleri, ormanlardan geçerken kuş seslerini dinleyerek ve resimler çekerek, yeşil ağaçlar aralarından yokuş yerin altına Mandermos'a geldik. Ben çok yorulmuştum ve terden sırılsıklam ıslandığım için gömleğimi çıkardım. Çıkardım ve daha önce eşimle aramızda geçen gömlek meselesi tartışmasını abartılı bir şekilde oğlumla gelinime anlatarak, gömleğimi çıkardığımı sakın kendisine söylememelerini tembihlediğim sırada, çok güldüler ve Oğlum Murat telefonla hemen resimlerimi çekip, gömleksiz resimlerimi annesine Watshaptan yolladı.

Birkaç yıl önce eşimle gömlek tartışması şöyle olmuştu: İkimiz birlikte Okura ya aynı şekilde yaya olarak giderken, yine çok terleyip su içinde kaldığımdan gömleğimin önünde ki düğmeleri açtığım sırada Eşim hemen müdahale etmiş “Yok atletin görünür, düğmeleri kapat.” Demişti. Halbuki eşim öyle tutucu filan olmamasına rağmen nedense itiraz etmişti. Bende “Hayatım burası insanlardan uzak ikimizden başka kimsenin olmadığı bir yer. Müsaade et biraz böyle gideyim. Üstelik bir ses duyar birisini görürsek ben hemen kapatırım.” Demiştim. O da "Adabı muaşeret kurallarına uy, düğmeleri kapat, yoksa ben geri dönerim. Bu şekilde yanında yürümem.” Diye beni tehdit etmişti. Ben de nasılsa erkekliğim tutmuş; “Dönersen dön!”  deyip ilk defa karşısına dikilerek, inat olsun diye gömleğimi tamamen çıkarmış, atletle yürümeğe başlamıştım. Eşim çok sinirlenmiş, münakaşamız ilerledikçe ben bir adım daha ileri giderek atletimi de çıkarmış, belden yukarı tamamen çıplak olarak yürümeğe başlamıştım. Eşim geri dönmüş, ben yalnız yürürken o da benden çok geride tek başına yürümüş, gizli gizli beni takip ederek Okura ya kadar ikimiz de ayrı ayrı gitmiştik. Hatta bu olayı Kayınım Metin Ağabeye anlattığım zaman o da hayretler içinde kalmış çok gülmüştük. Hatta bazıları eşime arka çıkmış, "O haklı." demişlerdi.

Merakla Oğlum Murat'ın eşime gönderdikleri resme tepkisini beklerken, O nedense bu sefer gömleğimi çıkardığıma hiç kızmamış, sadece oğlunun gönderdiği benim gömleksiz resmimin altına oğluna bir mesaj yazmıştı; “Oğlum Baban çok yorulmuşa benziyor. Dikkat edin hasta olmasın ha.” diye Mesajı okuyunca ben de çok hayretler etmiş ve sevinmiştim. Çünkü ilk defa Eşim beni düşündüğünü ağzından çok net olarak duymuştum.

Biz hiç soluksuz ta tepelere çıktık. Orada çeşitli resimler çektik ve yeşil vadilerden, tepelerden, her tarafı dolaşıp seyrettikten sonra geri dönüş yaptık. Ben çok yorgun ve bitkin olduğumu hissediyor fakat dışarı hiç belli etmiyordum. Çok halsiz ve devamlı uykum vardı. Fakat  zoru başarmış, yokuşun sonundan aşağı geri dönüş yapmış, yine mutlu bir şekilde dereye doğru inmeğe başlamıştık. Oğlum buraya yeşilliklerin ve kuş seslerinin içine küçük ahşap bir ev yaptırmağı düşündüğünü söyledi. Komşumuzun yeni yaptığı ahşap evi göstermek için yoldan ayrılarak yan tarafa doğru biraz yürüdük. Bakacağımız evi gördükten sonra hemen yolun üstünde akmakta olan soğuk buz gibi pınar suyundan elimi oluğuna dayadıktan sonra kana kana içtim. Çocuklarda içtiler.

Saat 14'e geliyordu. Bir iki adım attıktan sonra yürüyemediğimi, hatta ayakta durmakta bile zorlandığımı hissettim. Yolun yukarı tarafında ki bir taşın üzerine üç-beş dakika kadar çökerek durduktan sonra tekrar ayağa kalkarak yürümeğe çalıştım, fakat imkansız. Birden bire sanki ayaklarım vücudumdan ayrılmışlar adım atmam imkansızlaşmıştı. Hiç hastalandığım veya kötü bir şey aklıma gelmedi. Oğlum sırtına almak istedi. Ben dinlenirsem düzeleceğimi söyledim. Oğlum koltuğuma girdi ve ona dayanarak üç yüz metre kadar beraber yürüdük. Yolun altında ki boş bir evde tahtaların üzerinde yarım saat kadar uzanarak dinlendim. Yerimden kalkarak tekrar yürümeğe çalışmama rağmen yok, yürümek imkansız. Hiç ambülans veya yukarıda mezrada bulunup bana yakın olan Yeğenim Adnan’ı çağırmak ta aklımıza gelmedi. Zor bela Mandermos Çay Alım Evinin önüne geldik. Oralarda hiçbir Allah kulu veya araba yoktu. On beş dakika kadar duvarın üstüne oturdum. Ben hala kalan bir saatlik yolu yürüyerek gidebileceğime inanıyordum. Oğlum oturmamı ve gidip arabayı getireceğini söyledi. Ben kabul etmedim. İyi olduğumu söyledim ve yürümeğe çalıştım. Yine yürüyemedim.

Tam o sırada yukarıdan kırmızı bir, çift kabin Isuzu marka araba geldi. Güneş gözlüklü, saçlarını dik taramış, sol kolu arabanın penceresinden dışarı sarkan yakışıklı bir genç arabayı kullanıyor, yanında da orta yaşlı bir bayan oturuyordu. Kendilerini tanımadım. Ona hasta olduğumu hiç belli etmedik. Yanımıza gelince durdu ve; “Köye gidiyorsanız gelin götüreyim, ağabey.” Dedi. Ben teşekkür ettim ve yok dedim. Dört beş metre gittikten sonra tekrar durdu ve başını camdan çıkararak “Gelin ağabey, arabam müsait, ben sizleri tanıyorum ve gelirseniz çok büyük bir memnuniyet duyacağım.” Dedi. Ben yine yok sen git derken, Oğlum bana bağırdı “Sus be Baba. Hadi binelim.” Dedi. Bir kaç adım yürüdükten sonra ben yalpalayarak düşmeden arabaya zor gittim ve bindim fakat koltuğa oturmadım, adeta yıkıldım. O genç hala hasta olduğumu anlamamıştı. Yolda bir şeyler konuştuk ben hala mantıklı cevaplar veriyor veya sorular soruyordum.

O genç arabayla çarşıya doğru gitti. Biz evimizin aşağısında arabadan indik ve o genç delikanlının hala daha kim olduğunu bilmiyorum. Bazı isimler verdi fakat ben o verdiği isimleri bile tanımıyorum. Evimize 200-300 metrelik bir yol kalmıştı. Bu yolu bir türlü yürüyüp eve gidemedim. Daha doğrusu ayakta duramadım. Millet işinde gücünde olduklarından oralarda hiç kimseler yoktu. Çay Alım Evinin kapısında ki çay bohçalarının üzerine 15-20 dakika kadar yattım. Biraz daha yürüdükten sonra caminin önünde duvarın üzerinde oturdum. Çocuk arabayı getirmek için koşarak eve gitti fakat anahtarı bulamamışlar. Arabasız geri geldi. Koltuğuma girdi. Evin altında ki merdivenlere kadar gittik. Orada bir süre istirahat ettikten sonra Oğlumun yardımlarıyla eve çıktık. Biraz dinlendikten sonra sendeleyerek banyoya gittim ve banyo yaptım. Salonda divanın üzerinde bir saat kadar uyudum. Evde de hadi doktora diye başımın etini yiyorlardı. Onları dinlemedim. Uyumak için yatağa gittim. Bir türlü hastalandığıma kendimi inandıramıyordum.

Hiç uyuyamadım. Yarım saat kadar yatakta durdum fakat sol tarafımın ağrısı ve baş dönmesine artık dayanamıyordum. Saat 22.00 ye geliyordu. Yataktan kalktım ve hazır bekleyen hanıma ve Oğluma doktora gideceğimizi söyledim. Hemen arabayı hazırlayıp Pazar da Kaçkar Hastanesine gittik. Birkaç tahlillerin neticelerini beklerken bende sendeleyerek dışarı çıkıyordum. Birden koridorlarda doktorlar koşarak beni arıyorlardı. Eşim dışarda olduğumu söyleyince Doktorun biri; “Kalp krizi geçiren hastayı nasıl dolaştırırsınız?” diye bağırdı ve kolumdan tutup beni önümde bekleyen ambülansa yatırdılar. Ambülans hareket etti. Arada ön tarafta oturan eşimin sesini duyuyordum. “O çok su içer, şu suyu ona verir misiniz?” diyordu. Ben hemen anladım durumumu anlamak için görevlilere numara yapıyordu. Ben arkada yattığım yerden seslendim; “İyiyim ve suyum da var. Sen merak etme.” Dedim. Yaklaşık 25-30 dakika sonra Rize Araştırma Hastanesine geldik. Orada da bazı tahliller yaptılar ve doktorun biri “Amca sen kalp krizi geçirmişsin. Şu anda tehlikeyi atlatmışsın. Gerekirse bu gece veya yarın anjiyo yapacağız.” Dedi.

Moralımız çok bozuldu. Saat 01.30 sıralarında beni yoğun bakıma yatırdılar. Diğer çocuklarıma ağabeyleri haber verdi. Bir türlü sabah olmuyordu. Eşim dışarda koridorlarda bekliyor, ben yoğun bakımda yatıyordum. Gece doktorun biri geldi kontrol etti ve bir şeyler sordu. Giderken kendisine saat kaç olduğunu sordum ve 05.00 olduğunu öğrendim. Zaten bir şeyler olmuş gözüme uyku gelmiyordu. Hiç uyumadan sabah oldu. Ertesi gün 2 Ağustosta saat 11.00 sıralarında tersten giyilen yeşil renkli bir ameliyat önlüğü verdiler ve her şeyimi çıkararak onu giymemi söylediler. Daha sonra hasta arabasına oturtup anjiyo odasına götürdüler.

Cam bir kapıdan içeri girdik. Odanın sağ tarafında büyük bir cam bölüm vardı ve tam ortasında da çok büyük bir cihaz duruyordu. Kare şeklinde naylon sarılmış, her tarafa dönebilen ve kamera görevi yapan bir parça ile hemen karşı tarafta da dört parça halinde ekranlar vardı. Beni bu aletin altında, dar ve uzun yeşil renkli masaya sırt üstü yatırdılar. Yanıma bir hemşire geldi ve beni hazırladı. Ellerimi kalçamın altına koymamı ve hiç çıkarmamamı söyledi. Sonra bir hemşire daha ve bir doktor geldi. Saat 11.30 sıralarıydı. Doktor bana korkmamamı, uyuşturmak için iğne yapacağını, işin zor tarafının da bu olduğunu, her konu da bana bilgi vereceğini söyledi. Doktora teşekkür ettim ve bana yapacakları anjiyonun işleminin kaç dakika süreceğini sordum. Damarların durumuna göre en fazla 20 dakika süreceğini söyledi. Oh rahatladım.

Sağ kasığımdan bir müdahale iğnesi taktı ve anjiyo şırıngaları ile çalışmağa başladı. Hemen üstümde ki cihazın kamerasını sol tarafımda gezdirdiği zaman, karşı taraftaki cihazın bir ekranında bütün damarlarım görünmeğe başladı. Doktor damarlarım üzerinde çalışmalar yaparken sağ tarafta ki camekanın arkasından, kimse görünmemesine rağmen benimle uğraşan doktora devamlı müdahaleler edip  “4,5 e 16-18 ver.” gibi öneriler yapıyorlardı. Ben de bütün çalışmalarını ve olup bitenleri pür dikkat izliyor ve takip ediyordum. Benim iki damarım ve bir kılcal damarım tıkanmış. Yanımda ki doktor bir damarı hiç zorlanmadan açtı ve “ Amca seni buraya getiren yeni tıkanan işte bu damar.” Diye bana gösterdi. Eskiden tıkanmış olan başka bir damar içerisinde pıhtı kas halini aldığı için açamadı. O damara ha bire basınç yapıyor, damar incelip kalınlaşıyor fakat bir türlü açılamıyordu.

Camekanın arkasından o müdahale eden doktorlardan bir tanesi yanımıza geldi. Önceki doktor geri çekildi. Uğraşmasına rağmen o da açamadı. Yine camekanın arkasında bulunup müdahale eden doktorlardan biri daha geldi. Ona da arkadan müdahale edip talimatlar veriyorlardı. O da açamadı. Hocam dedikleri bir doktor daha geldi. Bütün doktorlar geri çekilerek ekranı izlemeğe başladılar. O da bir hayli uğraşmasına rağmen damarı bir türlü açamadı. Sol kasığımdan da damara girdiler ve oradan da anjiyo şırıngaları uygulamağa başladılar. Ben tabi ne olup bittiğini anlamıyor sadece doktorların konuşmalarını dinliyor, yaptıkları çalışmaları izlemekle yetiniyordum. Hocam dedikleri doktorda bir hayli uğraştıktan sonra “Zorlamayalım arkadaşlar damar çatlayabilir.” Dedi. Karşı tarafta duvar da asılı duran ve ‘tık-tak’ diye çalışan, büyük saate baktım. Saat 14.30 ü gösteriyordu. Tam üç saat geçmişti. Bana bu arada iki kapalı damarımı açıp stent takmışlar ve çok eskiden tıkanan bir damarımı da açamamışlardı. O damarın görevini sağ taraftaki başka bir damar yaptığından tehlikeli olmadığını söylediler ve açamadan bıraktılar. Vücudumda ki taktıkları kateterleri bir daha anjiyo uygulaması yaparız diye çıkarmadılar. Beni tekrar yoğun bakıma getirerek yatırdılar. Ben 'acaba öldüm de bu olanlar gözlerime mi görünüyor' diye düşünüyordum.

Ama yok ben ölmemişim. Çünkü Kızım İstanbul’dan uçakla ertesi gün anjiyo olduktan sonra geldi. Hastanede yoğun bakımda görüştük. Boynuma sarıldı. Güya ağlamayacaktı fakat kendini tutamadı. Islak yaşları boynuma döküldüğü zaman ağladığını anladım. Ben de gizli ağladım. Yanı gözlerim ıslandı. Ağlamak kalp krizini tetiklermiş. Doktorlar ve Oğlum uyardılar. Beş gün yoğun bakımda yattım. İkinci bir anjiyo yapmadılar ve vücudumda ki kateterleri çıkarıp kasıklarıma ağır kum torbaları koydular. Her iki bacaklarımda morardılar ve uzun süre uyuşuk kaldılar. Sonra servise çıkardılar ve bir günde serviste yattıktan sonra taburcu ettiler. Öbür Oğlum İspanya da imiş. O da apar topar geldi. Hep birlikte evimizde bir araya geldik. Her ne kadar moralimiz bozuk olsa da, şimdilik ölümden kurtulmamın sevinci ile kendimiz mutlu olduğumuzu göstermeğe çalıştık veya en azından öyle göründük. Bu yaşıma kadar bana ve aileme çok büyük bir acı göstermediği için ve üçüncü kez beni ölümden geri çevirdiği için Allahıma çok çok şükürler olsun.

Çok eskiden beri doktorların nasıl fedakarca çalıştıklarını bilmeme rağmen, bir kez daha kendi başımdan geçtiği için şahit oldum. Rize Araşt
ırma Hastanesi Kardiyoloji Servisinde görev yapan doktor, hemşire ve bütün hastane personeline çok çok teşekkür ederim. Hepsi seferber olup evelallah benim hayatta kalmamı sağladılar. Allah onlara dert keder göstermesin.

29 Temmuz 2019 Pazartesi

SEMERCİ


Vaktiyle köyün yaşlı semercisi Hasan Usta ölmüş. Tüm eşekler köyün meydanında toplanarak, tepinmeğe, anırmağa, oynamağa başlamışlar. Çünkü artık onlara hiç kimse semer yapmayacak ve onlarda yük taşımaktan kurtulacak, özgür olacaklardı.

Bu sırada yaşlı ve hasta bir eşek duvar dibinde durmuş onları endişeli bir şekilde seyrediyormuş. Diğer eşekler o yaşlı eşeğin yanına gelirler ve aralarında şu konuşma geçer;

- Haberin yok herhalde, semercimiz öldü. Onun için oynayıp eğlenip kutluyoruz.

Yaşlı eşek;

- Ne olmuş öldüyse?

- Artık sırtımız yara bere olmayacak, özgür olacağız.

- Nasıl bir özgürlükmüş bu?

- Semerci olmayınca artık sırtımıza semer yapılmayacak. Kırda bayırda istediğimiz gibi dolaşacağız.

- Yaşlı eşek gülmüş;

- Şaşarım sizin aklınıza. demiş ve devam etmiş;

- Bugün sevinip tepineceğinize aslında yas tutmalısınız. Hasan Usta iyi kötü sırtımızın ölçüsünü biliyor, bizi rahatsız etmeyecek semerler yapmaya çalışıyordu. Yarın bir acemi semerci semer yapmağa başlayınca sırtınız yaradan bereden kurtulamaz. İyisi mi siz semerciden değil, eşeklikten kurtulmanın yollarını arayın. Siz eşek kaldıkça, ille ki sırtınıza iyi kötü bir semer yapan bulunur. demiş o yaşlı ve tecrübeli eşek.

3 Nisan 2019 Çarşamba

EHLİYET ALDIM

1974 yılında Kısımda bütün arkadaşların ehliyetleri vardı ve araba kullanırlardı. Bir gün Kısım Amiri Cihat Bey “Hadi Recep al arabayı seninle bir yere gidelim.” Dedi ve çıktık. “Ehliyetim yok.” Diyemedim ve o gün geri gelinceye kadar çok korktum. Arkadaşlar ehliyetim olmadığını biliyorlardı ve almam için devamlı ikaz ediyorlardı. Bazı belgeleri zorla kendileri çıkartmışlar bir dosya tanzim etmişlerdi. Fakat nedense ben bu konularda çok tembel davranırdım ve o dosya bir yıla yakın ekip arabamızın göğsünde beklemiş, ha bugün ha yarın derken aradan bir yıl geçtiği için aldığım bazı belgelerin günü dolmuş, bazıları da durduğu yerde güneş ışınlarının etkisiyle yazıları silinmişti.

Evrakların bazılarını yeniden tekamül ettirip dosyayı yeniledim ve ehliyet almak için kesin karar vererek Adana Trafik Şube Müdürlüğüne gittim. Ohoo..beş yüz metreden uzun kuyruk vardı. Herkes ehliyet alacak dosyalar ellerinde kuyrukta bekliyorlardı. Benim o kuyruğu beklemem imkansızdı. Zaten öyle şeylerden sıkıldığım için de daha önce biraz ağırdan alıp tembel davranıyordum. O ilk sırada ki bekleyen vatandaştan izin aldım ve bankın arkasında oturmuş dosyaları alıp inceleyip kabul eden trafik polisinin önüne gittim. O Polis Memuru hiç kimsenin yüzüne bakmıyor, sadece elini uzatıp karşı taraftan dosyayı alıyor ve inceleyip sağ tarafa doğru diğer dosyaların üzerine savurup atıyordu. Elimde ki dosyayı polis memuruna uzatınca, memur yüzüme dikkatlice baktı. Hem beni bir şeye benzetemedi, hem de uzun saçlarımdan gıcık kapmış olacak ki; “Geç sıranın en arkasına, beni yerimden kaldırma ha.” Dedi. “Ayıp oluyor, devre. Öndeki arkadaştan izin aldım. Ayrıca ekip bekliyor. Bende Cinayet Masasında polisim.” Dedim. “Gel kardeşim dışarda ne duruyorsun?” dedi ve beni içeri yanına aldı. “Polis profesyonel ehliyet almaz." dedi ve dosya üzerine kırmızı kalemle 'ağır vasıta' diye yazdı. Dosyamı inceledikten sonra yan tarafa öbür dosyaların yanına atarak; “Bir hafta sonra gel, yazılı imtihana gir ve polis olduğunu söyle.” Dedi. Allah Allah bir de yazılı imtihan varmış. Bana birde kitap verdi. “Sorular bunlardan çıkacak, çalış gel.” Dedi. İyi ilk defa bir kere şansımız yaver gitmiş işlerimi kolayca halletmiştim. Zaten bütün memur suçlarına biz baktığımız için Adana da her kademedeki memurlar aslında bizden biraz çekinirlerdi.

Bir hafta sonra saat sekizde arkadaşlar Trafik Şube Müdürlüğü önüne beni bırakıp gittiler. Ben hiç çalışamadığım gibi verdikleri kitabı da imtihana giderken bulamadım. Belki kopya çekerim diye yanıma alacaktım. Artık nereye bıraktıysam bulamadım. İmtihan heyetinde hiç birinin yüzü gülmediği ve muhatap olmadıkları için polis olduğumu da söyleyemedim. Bizleri ‘L’ şeklinde bir salona aldılar. Beni de salonun ortasına oturttular. Motor, Karayolları, İşaret ve levhalardan bir şeyler sordular. Ben sadece okul bilgilerime dayanarak bir iki soruya cevap verdim. Öbür soruların cevaplarını bilmiyorum. Salonda bir Emniyet Amiri, iki Komiser, bir tanımadığım sivil Karayollarından görevli ve bir de benden o ilk müracaatımda dosyamı teslim alan Polis Memuru vardı. Polis Memuru ile biraz konuşmak istediysem de o pas vermedi. Anlaşılan beni tanımamıştı. Biraz sonra Emniyet Amiri masanın üzerinde sıra sıra dizili duran kitapçıklardan bazılarını sayarak o Polis Memuruna verdi. Bende kaş altından takip ediyordum. O Polis Memuru da benim arkamda oturan ve ehliyet almak için imtihana giren insanlara tek, tek dağıttı. Yerimden kalktım. Yanlarına gittim. Masanın üzerinde duran o kitapçıklara baktım. Üzerinde ‘Karayolları Ehliyet İmtihanı soru ve cevapları’ diye yazıyordu. Emniyet Amiri de “Ne oldu? Bitirdin mi?” diye bana soruyordu. Ben ona hiç cevap vermedim. O kitapçıklardan bir tane aldım ve yerime oturup açtım kitapçığı cevapları yazmağa başladım. Salonda ki denetçiler hepsi bir araya geldiler ve gizlice konuştular. İlk müracaatımda benden dosyayı alan Polis Memuru beni galiba söyledi ki kimse ses çıkarmadı. Tam yerimden kalktığım çıkacağım zaman Emniyet Amiri yanıma geldi ve “Bizleri açığa mı aldıracaksın?” dedi. “Eğer şikayet üzerine görev yapmağa gelseydim, doğrudur. Hapse bile girerdiniz, ama ben ehliyet almağa geldim. Ehliyet alacağım.” Dedim. Kağıdımın üstüne 92 puan yazdı ve “On beş gün sonra, direksiyon imtihanı için Baraj Yoluna gel." Dedi.

On beş gün sonra Baraj Yolunda direksiyon imtihan yerine gittim. Trafik Başkomiseri, Komiser ve Karayollarında görevli sivil bir adam beni eski, kaportası çürümüş bir Murat 124 arabanın içine oturttular. Komiseri o yazılı imtihan salonundan tanıyordum fakat o bana tanışlık vermeyince bende kendisine tanışlık vermedim. Hiç biri de polis olduğumu bilmiyorlardı. O kullanacağım Murat araba çok eski ve bozuktu. Arabayı boşta olup olmadığını kontrol ettikten sonra çalıştırdım. Anahtarı bir kaç defa çevirmekle marş bastı, çalıştı. O sivil Karayollarında görevli olan adam bana" Geri vitese tak ve geri geri gel." dedi. Debriyaja basıp biraz uğraştım. Araba bir türlü vitese geçmedi ve bazı dişli sesleri geldi. "Bu arabanın geri vitesi yok." dedim. Hepsi de gülüştüler. İçlerinden birisi "Geri vitesi yoksa sende ileri git kardeşim." dedi. Arabayı birinci vitese atarken şanzımandan yine acayip sesler geldi ve güç bela birinci vitese taktım. Gaz verip biraz götürdükten sonra bana "Dur." dediler. Frene birden bastım ve galiba debriyaji unuttum. Araba durdu ve istop etti. Arabada bulunan imtihan heyeti hızla öne doğru geldiler. Yanımda oturan Karayollarında ki görevli adam kafasını 'küt' diye ön cama vurdu. Ön cam kırılmadan olduğu gibi yerinden çıktı, büyük bir gürültü ile motor kaputunun üstüne düştü. Orada imtihana giren herkes başımıza toplandılar. O Karayollarından olan adam kafasını tutmuş, bir taraftan da bana; “Kardeşim bilmeden ehliyet almağa nasıl geliyorsun? On beş gün sonra öğren ve gel ehliyetini al. Ama sen benim sağlığımda sürücü belgesi zor alırsın. Bunu da bil ve hadi git şimdi.” diye bağırıyordu. 

Ben daha bir şey demeden, beni tanıyıp ta tanışlık vermeyen o Komiser gülerek “Sen ne yapıyorsun, arkadaş? Kanına mı susadın? Yarın öbür gün rüşvet aldın diye bu adamın karşısına dikilirsen ne cevap vereceksin? Bizim çoluk çocuğumuz var. Bu gördüğün ve hippiye benzettiğin genç Cinayet Masasında çalışıyor. Dedektiftir. ” Dedi o kafasını çarpan adama. Adam iki eli ile benim bir elimi tuttu ve “Sen Başkomiser Cihat Ağabeyin yanında, Cinayet Masasında mı çalışıyorsun? Tamam ehliyet aldın ama, kurban olayım, sakın şoför oldum diye trafikte araba kullanma ağabey.” Dedi. Ve böylece bende Sürücü Belgesi sahibi oldum. Sene 1975. Bu güne kadarda hiç kaza yapmadım. Sadece durduğum yerde birisi bana arkamdan vurdu. Onunda güneş gözlerini almış benim arabamı görmemişti. Ama şunu da söyleyim ki, o günden sonra, araba kullanmak için her arabaya bindiğim zaman korkudan dizlerim titrer.