SAYFALAR

10 Kasım 2021 Çarşamba

TÜRKLERDE ÖLÜM İNANÇLARI

Göktürkler döneminde, ölen Alpların saçları kesilir ve mezarlarına konurdu. Aynı şekilde atlarının kuyruğu ve eşlerinin saçları kesilirdi. Buna 'Tullama-Dullama' adı verilirdi. Böylece ölen alp'ın veya kişinin eşi ve at'ı dul kaldığı anlaşılırdı.

Türklerin Ölü gömme adetlerinde alplar ve kağanlar kılıç, ok ve yayları ile gömülürlerdi. Demirden yapılmış parçalar diğer sıradan insanların mezarlarına da konurdu. Türk Mitolojisine göre ölen ruhların yer altında erlik han tarafından sorguya çekildiği düşünülürdü. Erlik Han'ın ve ona bağlı yeraltı ruhların, cinlerin, perilerin demirden ve demirci şamanlardan korktuğu bilinirdi. Hala daha bazı yerlerde bir çocuk dünyaya geldiği zaman, yattığı beşikte yastığın altına bıçak, tabanca ve buna benzer demir aletler konur. Böylelikle çocuk kötü ruhlardan korunmuş olur.

Geçmişi ve Türk Mitolojisi ile olan bağı bilinmese de ölülerin üzerine makas bıçak gibi demirden aletler konur. Anlamını tam olarak bilmesek te kolektif bilinç altında kayıtlı olan ve gelecek kuşaklara aktarılan bu gelenek devam eder. Bu adet aslında kötü ruhların ölüyü rahatsız etmemesi için yapılır. Çünkü kötü ruhlar demirden korkar.

Ölünün yedi'si, kırk'ı, elli ikisi, dönüm noktaları vardır ve Türk cenaze adetlerinde önemli eşiklerdir. Aslında 7, 40 ve 52 sayıları 'kozmolojik' sayılardır. Ölen kişinin öteki aleme geçme süresi de diyebiliriz. Eski Türkler, bu arada ölen kişinin ruhunun eve tekrar geri döneceğini düşür ve korkarlardı. Eve geri dönen ruh gördüklerini tanıdığına fakat kendisinin kimseye görünmediğine inanırlardı. Ölü çıktığı eve ilk zamanlar bardak içerisinde su bırakılır ve her sabah eksilip eksilmediği kontrol edilirdi. Bu yüzden bu sayılı günlerde, ölüyü memnun etmek için bir takım faaliyetler yapılır, suyun yanında yemek vermek, dua okumak, mevlüt okutmak şeklinde devam ederdi. İslam da bu tür uygulamalar yoktur.

7 sayısı, Şamanların gök yolculuklarında Tanrıya ulaşmak için aşmak zorunda oldukları, 'gök katlarını' sembolize eder. 7 sayısı, 7 gezegen ile de bağlantılıdır. Ruhun da, Tanrıya ulaşmak için bu gök katlarını aşması gerektiği düşünülür.

Türklerde 40 olgunluk sayısıdır. Kırkılmak, kırklamak, tamamen geçiş inançlarıyla bağlantılı uygulamalardır. Bir insanın olgunlaşma yaşı 40 olarak kabul edilir. Bunun sebebi, anne karnında ki çocuğun 40 haftada olgunlaşması ve tam bir insana dönüşmesi ile alakalıdır.

52 sayısı ise güneşin 1 yıllık döngüsünü ifade eder. Ya da dünyanın güneş etrafındaki tam 1 yıllık döngüsünü. 52 hafta 1 yıllık zaman dilimine denk gelir.

Bu sayıların tamamı 7 gün yani bir hafta ile alakalıdır. 7 gün bir haftadır. Türkler ölen yakınlarını geleneksel merasim ile öteki aleme uğurlar. Tıpkı yeni doğanı karşılamak için yaptıkları inanç ve merasimler gibi. Yeni doğan bebekler ve lohusalar için de demirden nesneler konur. Yeni doğan bebeğin kırkının çıkması beklenir ve bu durum bir takım inançlar ile kutsanır ve kutlanır.

Ve ölen kişinin mezarının üzerine 'can suyu' adı verilen su dökülür. Bu tören, öteki dünya inancı ile alakalıdır ve hayat suyu-yaşam suyu kavramı ile bağlantılıdır. Ölen insanların yıkanması da hayat suyu kavramı ile bağlantılıdır. Amaç, ruhun sonsuza kadar öteki alemde yaşamasını sağlamaktır. Aynı şekilde kırklanmış bebekler de bir takım özel inançlar ile suyla yıkanır. Su ister ölüm olsun isterse doğum, her ikisinde de yeniden doğuş düşüncesi ile alakalıdır ve çok önemlidir.

30 Ekim 2021 Cumartesi

HESABI ÖDEMEDEN NEREYE MUSTAFA

Aşağıda ki yazıyı eski Milletvekili Prof. Dr. Mithat Melen yazmış. Adil Sağıroğlu ve Kıymet Conker Tesal'dan, yanı Nuri Conker'in torunundan dinlediğini belirtiyor. Nuri Conker; Atatürk'ün çocukluktan beri en iyi, en yakın arkadaşıdır.
 
Tekrar tekrar okuduğum ve çok duygulandığım bir yazı. Hepsini rahmetle anıyorum ve ben de blokta yazmadan yapamayacağım.

Ankara’da havanın kapalı…

Sıkıntılı olduğu bir eylül akşamı…

Avrupa’nın üstünde savaş rüzgârları esiyor…

Çankaya Köşkü’nün havası hüzünlü…

Çünkü Atatürk hasta ama…

Memleket meselelerinden ayrı kalmak mümkün mü?

Sanki yolun sonuna geldiğini hisseder gibi…

Akşamüstü saatleri…

Yanında…

Nuri Conker var…

Selanik’ten hem mahalle hem okul arkadaşı…

Albaylıktan emekli ve…

Paşalık dahil…

Hiç bir makam, mevkii kabul etmemiş gerçek dost ve sırdaş…

***

Kadim dost Nuri Conker, o gün…

Arkadaşının yanı Mustafa'nın havasını dağıtmak ister…

Çocukluk günlerinden söz eder…

Bal gibi sohbet, uzayıp gider…

İstanbul’a ve gençlik günlerine gelir…

Harbiye ve sonra akademideki günleri anarlar…

Yedi Tepeli kentte yaşadıkları akıllarına gelir…

Tünel’deki Apostol’un yerinden bahsederler...

O ufacık ama ünlü meyhanede…

Yaşadıkları unutulmaz akşamlar gelir akıllarına…

Hatta…

Paraları olmadığı zaman…

Nasıl meyhaneciye “yaz hesaba” dediklerini hatırlarlar…

Bazen o küçük piste fırlayıp…

Rumeli havaları eşliğinde…

Zeybek oynadıkları bile gelir gözlerinin önüne…

Atatürk keyiflenir…

Sanki hastalığını unutmuş gibidir…

Kısa bir sessizlik olur…

Nuri Conker, aklına geleni hemen söyler:

“İster misin Mustafa, atlayıp trene gizlice İstanbul’a gidelim. Önce Boğaz’da gezeriz. Sonra ver elini Beyoğlu, Apostol’a uğrarız... Kimse görmeden döner geliriz…”

Gazi, çok sevinir…

Gözleri ışıldar; “Nasıl yaparız ki Nuri?” der…

***

Nuri Conker kararını vermiştir; her şeyi ayarlar…

İstiklal Savaşı’nda orduya cesaret vererek…

Conk Bayırı’nın alınmasının mimarı, bu kahraman asker için…

İstanbul operasyonu, çocuk oyuncağıdır…

***

Nitekim…

İstanbul ekspresinden üç kompartıman alınır…

Gece trene binilir; kimsenin ruhu bile duymaz…

Hafiften de olsa…

Tanınmamak için kıyafetler değiştirilir…

Kaçakları, Haydarpaşa’da Conker’in bir arkadaşı karşılar…

Sonra?

Ver elini Boğaziçi…

Gezerler, yürürler, denizi seyrederler…

Boğaz havasını ciğerlerine çekerler…

Sonra istikamet Beyoğlu…

Tünel’e gelince de doğrudan Apostol’un yerine giderler...

Akşamüstünün tüm güzelliği örtmüştür İstanbul’u…

Saat 17.00 olmuştur, bile…

Meyhanenin müdavimleri yavaştan gelmeye başlar…

(Bi'parantez açalım, sözün burasında...)

İstanbul’da eğlence yerlerini işletenler işlerini iyi bilirler…

Özellikle Rumlar…

Osmanlı’dan kalma gelenek ve görenekleriyle hizmetin piridirler…

Bilhassa meyhane’nin sahibi Apostol…

Bi’ara Nuri Conker ile göz göze gelir…

Şimşek çakar kafasında…

Tanımıştır, gelenleri…

Eski müşterisi Atatürk’ü ve dostunu …

Çok sevinir ama…

Nuri Conker hemen uyarır; “Sakın bozma havayı” der ve ekler:

“Eskisi gibi davran, hiç belli etme, gelenleri de çevirme, sadece bizimle garsonlar hariç, kimse fazla ilgilenmesin, hafifçe demlenelim. Bilhassa Mustafa tanıdığınızı bilmesin…”

Akşam ilerlemekte, keyif ise artmaktadır…

Mustafa Kemal ise gençlik günlerine döndüğü için çok mutludur...

Bi’ara merak edip, Nuri Conker’e de sorar:

“Galiba bizi kimse tanımadı!”

Nuri Bey’in tek endişesi içeriye girip çıkan birilerinin dışarıda bu olaydan söz etmeleridir… Apostol güvence verir, “Sen merak etme…”

***

Artık sıra Rumeli türkülerine, çalmaya, oynamaya gelmiştir...

Tavernanın her köşesi…

Şarkı ve türkülerle çınlamaya başlar…

Hatta…

Atatürk bile dans edip, türkülere eşlik eder…

***

Kuşkusuz…

Gazi Mustafa Kemal, oyunu sezmiş ama…

Artık o da bozmayıp, çaktırmadan eğlenmeye devam eder…

Aslında…

Kadim dostu Conker’in kıyağının farkındadır…

Dostluk da… Zaten bu değil midir?

***

Ayrılma zamanı gelmiştir…

Haydarpaşa’dan trene binilecektir, erken kalkmak gerekir…

Ayağa kalkar Mustafa Kemal…

Madem, kimse onu tanımamıştır, o da kapıya yönelir…

Arkasından bağırır Apostol:

“Mustafa, hesabı ödemeden nereye gidersin?”

Gazi Mustafa Kemal, geri döner ve şöyle der:

“Yaz hesaba, bre Apostol!”

Birbirlerine sarılıp ağlamaya başlarlar…

Bu arada bütün taverna ayağa kalkar ve dinmeyen alkışlar…

Tavernadakiler hep bir ağızdan bağırırlar:

“Bizim Mustafa, seni bırakmayacağız ama sen de bizi bırakma, daha sık gel…”

***

Cumhuriyeti kuranların önce insan olduklarını…

Hiç ama hiç unutmayalım…

Şükranla, rahmetle…

Nokta…

Sonsöz:

“Ben kalpleri kırarak değil, kazanarak hükmetmek isterim… "

Gazi Mustafa Kemal Atatürk…ALINTI

28 Ekim 2021 Perşembe

DÜNYADA KADIN

Çok eski zamanlarda memleketin birinde 95 yaşlarında fakat çok dinç ve genç görünümlü bir adam yaşarmış? Çevresinde bulunan herkes ona çok özenir ve sorarlarmış. "bu gençliğin sırrı nedir" diye. Yaşlı adam bu soruya sadece güler geçer, sırrını kimselere anlatmazmış. 

Bir gün köyün bilgeleri toplanmış ve gençliğinin sırrını ille söylemesi için ısrar etmişler.

Yaşlı adam yine anlatmamış, yine gülmüş ve bu soruyu soran tüm meraklıları yemeğe davet etmiş evine. "Evimde size sırrımı açıklayacağım" demiş.

Herkes meraklarından davet gününü iple çekmişler. Nihayet davet günü gelmiş. Yaşlı adamın evinde yemekler yenilmiş, şaraplar içilmiş, sohbetler edilmiş, vakit iyice geçmiş fakat ihtiyar adam gençlik sırrını hala anlatmamış. Davete katılan meraklılar unuttu sanarak ne zaman anlatacağını hatırlatınca, adam hanımına seslenir.

"Hanım, kilerden bir kavun getir de misafirlerle yiyelim." der.

Hanım hemen kilere giderek kaş ile göz arasında bir kavun alır gelir.

Yaşlı adam hanımın getirdiği kavunu eline alır, bir iki vurur, eliyle tartar ve; "Bu kavun pek iyi değil, başka bir kavun getir." diyerek elinde ki kavunu hanımına verir geri kilere yollar.

Hanım onu götürür kilere bırakır ve başka bir tane kavun alır gelir. Adam onu da bir yoklar ve yine beğenmez, geri yollar, tekrar başka bir kavun getirmesini ister.

Ve bu kavun getir-götür işi bir kaç defa tekrarlanır.

Son gelen kavunu adam beğenir ve keser, misafirlerle birlikte yerler. Herkes kavunu yerken bizim ihtiyar delikanlı sorar; "Eeeee... Arkadaşlar hiç bir şey anladınız mı? İşte benim gençliğimin sırrı burada kavun yeme işinde saklı!" der. Hiç kimse bir şey anlamaz birbir yüzlerine bakarlar. "Aman beyim nerdeee? Anlamadık biz bu sırrı! Sen anlatır mısın?" derler.

İhtiyar delikanlı; "Efendiler, benim kilerimde bir tek kavun vardı. Ben hanıma git de başka getir dedikçe o kilere elinde aynı kavunla bir kaç sefer gidip geldi. Her seferinde aynı kavunu getirdi. Bir kere bile 'aman be adam, deli misin nesin? Şu tek kavunu defalarca bana ne taşıttırıyorsun?' demedi. Beni sizin önünüzde mahcup etmedi. Hayatta hiçbir zaman hiçbir yerde beni küçük düşürmez. Ben de onun için böyle genç kaldım ve her şeyimi hanımıma borçluyum." der.

Yine derler ki; Abbasilerin en meşhur hükümdarı Halife Harun Reşit savaşta esir aldığı düşman generale “Bir sorum var, o soruyu cevaplarsan seni serbest bırakırım.” der ve sorar; “Kadınlar hayatta en çok ne ister. Ver cevabı, kurtar canını.” der. Düşman General, o da bilmiyormuş sorunun cevabını. Müsaade istemiş araştırmak için ve izin aldıktan sonra sormuş, soruşturmuş, Kafdağı’nda yaşayan bir cadının cevabı bildiğini öğrenmiş. General Harun Reşit’in adamlarıyla Kafdağına bu cadının yanına gitmişler. Cadı dünyanın en çirkin kadınıymış ve o güne kadar hiç evlenmemiş. Cadı generale; “Benimle evlenirsen cevabı söylerim.” Demiş. General bakmış başka türlü kurtuluşu yok, evlenmeği kabul etmiş ve cadı ona; "Kadınlar en çok özgür iradeleriyle hareket etmek ve öyle yaşamak isterler." demiş. General de Harun Reşit'e bu cevabı bildirdikten sonra serbest kalınca gelmiş bu çirkin cadı kadınla evlenmiş.

Gece olmuş gerdeğe girecekler, general bakmış o çirkin cadı, dünyalar güzeli bir kadın olmuş. Tabi şok olmuş. Cadı; “Benim kaderim böyle. Günün yarısı güzel, diğer yarısı çirkin olurum. Gece mi, yoksa gündüz mü güzel olayım?” diye sormuş. General “Sen bilirsin, kararını özgür iradenle kendin ver.” deyince işte o zaman olanlar olmuş ve cadı kadın sonsuza kadar çok güzel bir kadın olarak kalmış. İkisi de çok mutlu olmuşlar.

Demek ki; Özgür iradesiyle hareket eden kadın her zaman güzeldir, zekidir, yaratıcıdır ve mutludur. Kadınlar özgür kalırsa hiç bir kadın çirkin olmaz.
Ne demişler? 'Su sesi, para sesi, kadın sesi.' Hele bir de sevdiğin kadının sesini duyarsan ne mutlu sana.

Yine yakın tarihimizden bir örnek; 
Kanuni Sultan Süleyman'ın en küçük kız kardeşi Fatma Sultan ile evli iken 20 yıl sonra cellatlara boğdurulan Kara Ahmed Paşa; Fatma Sultana olan aşkını dile getirirken ona bir sandık hediye gönderir. Sandığın içinde hiç işlenmemiş bir elmas taş, bir top ipek kumaş ve hiç yazılmamış bir defter ile bir de mektup vardır. Fatma Sultan önce bu hediyeye bir anlam veremez ve 'ne kadar kaba adam' diye düşünürken mektubu okur ki; "Ben yontulmamış bir elmas, işlenmemiş bir ipek ve hiç yazılmamış bir defter.... Siz beni güzelliğinizle, neşenizle istediğiniz şekle getirin, işleyin ve yazın çizin. Kulunuz, köleniz ve aşığınız olmak için hazırım, Sultanım." diye yazılıdır. 

Kadın candır!

Yaşadığınız hayat seçtiğimiz kadındır!

Herkes sonunda birini bulur!

Ama pek az kişi istediğini bulur!

Zevkli bir kadına rastlarsanız, ZEVKİNİZ,

Bilgili bir kadına rastlarsanız, BİLGİNİZ,

Zeki bir kadına rastlarsanız, ZEKANIZ gelişir.

Hayat kat kattır.

Babil'in Asma Bahçeleri gibidir kadın ve teraslar halinde yükselir, bir terastan bir terasa sizi kadınınız götürür.

Bugün durduğunuz teras , seyrettiğiniz manzara, gördüğünüz hayat yanınızdaki kadının terası, manzarası gönlü ve hayatıdır.

Hayatı barlarda, pavyonlarda, içki masalarında, kumarhanelerde geçen erkekler, kadın yönünden şanssız, aradığı kadını bulamayan, bahtsız, dünyaya küskün erkeklerdir.

Bir erkeğin başarısı kadınına bağlıdır. Ve unutmayın! Hayatınız ve yaşadığınız ömrünüz seçtiğiniz kadındır. Velhasıl kadınsız bir hayat asla düşünülemez...