SAYFALAR

19 Ocak 2022 Çarşamba

ÇOBAN HÜSEYİN

Hikaye 1936 yılında Denizli'nin Acıpayam ilçesinde görevli bir gurup öğretmenlerin pikniğe gitmeleriyle başlar.

Öğretmenler piknik yaparken keçilerini otlatan küçük bir çoban çocukla karşılaşırlar. Yanlarına davet edip çay ikram ederler ve ismini sorarlar.
Küçük çoban ürkek bir sesle cevap verir: "Hüseyin."

Hüseyin’e öğretmenler yanlarındaki gazeteyi verip okumasını isterler. O tarihlerde okuma yazma bilenlerin sayısı o kadar azdır ki. İlk okulu bitirp okuma öğrenenlerin diplomaları bizzat valiler tarafından imzalanır.

Hüseyin okuma bilmediği için gazeteyi eline almayı kabul etmez. Öğretmenler bu kez yaşını ve neden okula gitmediğini sorar. "12" diye cevap verir ve ekler: "3 yaşımda annemi kaybettim, 11'imde de babamı." der.

Hüseyin ile bir süre sohbet eden öğretmenler, çocuğun aslında çok zeki olduğunun farkına varırlar. Mutlaka okuması gerektiğini tembih ederler. Hüseyin, karşılaştığı öğretmenlerin verdiği destek ve heyecanla Denizli’de parasız yatılı okumaya başlar.

Bir süre sonra katıldığı bir matematik yarışmasında Hüseyin’e bir kitap hediye edilir. Hüseyin kitabı bir gecede bitirir.

Ertesi gün Fen Bilgisi öğretmenine gider, "Bu kitapta eksiklik var” der. Öğretmen şaşırır. Çünkü Hüseyin’in bahsettiği eksiklik, 'Görecelilik Teorisi' hakkındadır. Söz konusu teorinin önemli bir parçasının kitapta olmadığını fark etmiştir Hüseyin. Fen öğretmeni konuyu İstanbul Teknik Üniversitesi'nde kendi hocası olan rahmetli fizik profesörü Nusret Kürkçüoğlu’na mektup yazarak iletir. Nusret hocadan şu yanıt gelir: “Hüseyin liseyi bitirince İstanbul Teknik Üniversitesi Elektrik Mühendisliği'ne gelsin”

Ve Hüseyin liseden mezun olunca İstanbul Teknik Üniversitesi Elektrik Mühendisliği'ne gider. Denizlili öksüz ve yetim çoban Hüseyin, orada da birtakım çalışmalar yapar ve çalışmalarını hocaları anlayamaz. Hocalarından biri, "Bu çalışmalarını bilse bilse Amerika Boston'daki Massachusetts Teknoloji Enstitüsü'nde (MIT) görevli Prof. Dr. Morse bilebilir' deyip mektupla ona gönderir. Prof. Morse’dan da şöyle bir cevap gelir: “Hüseyin’in bu yaptığını 5 sene önce bir grup buldu, ama bunu Hüseyin’in tek başına bulması olağanüstü bir şey. Biz Hüseyin’in tüm masraflarını karşılayacağız, Amerika’ya gelsin”

Yıl 1952... Hüseyin yüksek elektrik mühendisi olmuştur. Anne baba yok. Köyünün insanları son derece fakir. Bir gazete kampanya yapar ve toplanan parayla Hüseyin Amerika'ya giden bir gemiye bindirilir. Hüseyin, MIT’te Prof Morse’un karşısına geçer. Morse, Hüseyin’in tez hocası olacak ama Hüseyin’in İngilizcesi de iyi değil. Anlayamıyor pek Morse’un dediklerini. Hocasına “Write on the blackboard” der. Prof. Morse da Hüseyin’in tez konusu olacak konuyu tahtaya yazar ve Hüseyin de bunu defterine geçirip üniversiteden ayrılır.

MIT’te genelde tez konuları 5 senede, 9 senede bitirilebiliyor olmasına rağmen Hüseyin çalışmasını 3 ay sonra bitirip hocasının karşısına çıkar. Morse birkaç gün sonra tezi inceleyip Hüseyin’i çağırır. “Senin tezin bitti. Ancak burası MIT. Biz burada böyle hemen doktora diploması veremeyiz. Sen git istediğin dersleri al, 2 sene sonra gel” der.

Hüseyin 2 sene sonra doktorasını alıp bu kez Princeton Üniversitesi'ne gider. Orada ünlü fizikçi Albert Einstein ile birlikte çalışır.

Birkaç yıl sonra Boston’a geri dönüp icatları destekleyen bir firmada çalışmaya başlar. Burada bilgisayarlar ile konuşmanın onlara talimat vermeye yönelik projeler yürütür. Sesle kumanda edilen bilgisayarı ilk defa 1960’ların başında Hüseyin Yılmaz yapar.

1958 yılında, çalışmalarını yakından takip ettiği Albert Einstein’in kendisi kadar ünlü fonksiyon teorisinde eksikler tespit eder ve bunu bir mektupla Albert Einstein'e bildirir. Ancak mektup ulaşmadan Einstein ölür.

Yılmaz, bu hatayı ünlü bir bilim dergisinde yayımlayınca akademik dünyada adeta kıyamet kopar. Bilim dünyası ikiye bölür ve Einstein’in kuramına karşı Yılmaz kütle çekim kuramı da literatüre girer. 

Hüseyin Yılmaz 27 Ocak 2013'te ABD'de vefat etti fakat icat ettiği popüler olarak dünyada kullanılan Siri, Google Now, Cortana gibi bütün programlardaki sesli komut sistemin mucidi işte bu Denizlili kimsesiz çoban Prof. Dr. Hüseyin Yılmaz'dır. Kendisi yok fakat icatları dünyada kaldı, her yerde kullanılmaktadır. Alıntı.

15 Ocak 2022 Cumartesi

AYRAN

Geleneksel İçeceğimiz Ayran

Yoğurt, oldukça eski bir geçmişe sahip olan çok değerli bir yiyecektir. Yoğurdun ilk olarak kimlerce ve nasıl üretildiği üzerine kesin bir bilgi bulunmamakla beraber, ilk kez milattan önce yıllarda Mezopotamya'da yapıldığı bilinmektedir.

Bazı tarihçilere göre ise tarihi Orta Asya’ya kadar uzanır, hayvancılıkla uğraşan Eski Türklerin bulduğu bir içecek olduğu söylenir.

Dîvânu Lugâti't-Türk ve Kutadgu Bilig'de Orta Çağ Türklerinin yoğurdu nasıl kullandığı yazmaktadır ve ayran "sütten elde edilen bir içecek" olarak tanımlanmıştır.

Şifaları saymakla bitmeyen yoğurt İngilizce de dahil olmak üzere bir çok dilde "Yoğurt" olarak geçer.

Antik Hint kaynaklarında, yoğurt ve balın karışımı "Tanrıların Yemeği" olarak adlandırılır.

Ayran, yoğurdun içine su katılarak elde edilen bir tür içecek. Türk mutfağına ait olan en eski ve yaygın içeceklerdendir.

Bir ölçü yoğurda en çok bir buçuk ölçü su karıştırılır. Daha lezzetli olması için su yerine süt de katılabilir. Az ölçüde tuz da eklenebilir.

Türklerin geleneksel içeceği olan ayran, Balkan ve Asya ülkelerinde de içecek olarak kullanılır.

Türkiye, Azerbaycan, İran, Lübnan, Bulgaristan ve daha çok diğer bazı Balkan ülkeleriyle Orta Doğu ve Orta Asya Türk Cumhuriyetleri ülkelerinde tüketilir.

Göktürkler, ekşiyen yoğurdun ekşiliğini azaltmak için üzerine su eklediler. Böylece tesadüfen ayran ortaya çıkmış oldu.

Türk geleneğinde tatlının yanına ayran tüketilir ve ikram edilirdi. Bugün bu unutulmuş bir alışkanlık olsa da günümüzde ayranın tatlıdan alınan yoğun şekerin kandaki kontrolünü sağladığı beslenme uzmanları tarafından onaylanan bir gerçektir.

Ayranın yapılışı az da olsa yöresel farklılıklar göstermekle birlikte bazı bölgelerde ki ayranlar daha değişiktir. Balıkesir, Susurluk yöresinde ufak bir elektrikli motorla ayran, kazandan çekilerek dar bir boru aracılığıyla yukarıdan hızlı bir şekilde tekrar kazana boşaltılır. Bu devirdaim sürecinde ayranın yağı ayran üzerinde köpük oluşturur ve daha çok tercih edilir. Bu ayran meşhur "Susurluk Ayranı" olarak bilinir ve Türk Patent ve Marka Kurumu tarafından tescillenmiştır.

Çukurovada Misis'te yapılan ayran da çok meşhurdur. Lokman Hekimden etkilenen halk Misis ayranına şifa gözüyle bakarlar ve çok lezetli köpüklü bir ayrandır. İnsanlar uzaklardan o ayranı içmek için Misis'e giderler.

Türkiye'nin bazı doğu kesimlerinde ise karıştırma yöntemi ile "Yayık Ayranı" elde edilir ki bu ayran da bol köpük ve lezzetiyle her yerde tercih edilir.

10 Ocak 2022 Pazartesi

ACABA


Ömer Seyfettin’in babası Osmanlı ordusunda bir subaydı, Ömer Şevki Bey. Kendisi de askeri okulları bitirdi ve Osmanlı Ordusuna subay oldu. Aslında asker, yazar ve öğretmendir. 

Bir ara askeriyeden ayrıldı ve sivil hayatı bir yıl kadar kısa sürdü. Savaşlar başladığı zaman yeniden orduya çağırdılar. Bir çok cephelerde savaşlara katıldı. Yanya Kuşatması sırasında, Kanlıtepe'de 20 Ocak 1913 tarihinde 21 askeriyle birlikte Yunanlılara esir düştü.

Atina yakınlarındaki Nafliyon kasabasında geçen on aylık esareti sırasında da bir çok eser yazdı. Hikâyeleri Türk Yurdu'nda yayımlandı. Aşağıda okuyacacağınız bir anısı 1. Dünya Savaşında Filistin Cephesinde ki savaş sonunda olmuştur.

Ömer Seyfettin'in 'Piç' adlı eserinden;

"Alman'ların yenilmesiyle savaş bitmiş, mütareke imzalanmıştı. Filistin'den çekiliyorduk. Bir kaç arkadaş subayla, karşı tarafın da subaylarıyla, çekilme işlerini görüşmek için gittik.

Karşı tarafta, Fransız üniformalı bir subay sık sık bana bakıyor, gözünü benden ayırmıyordu. Ben buna bir anlam veremiyordum.

Fransız subay yerinden kalkıp bana doğru geldi ve;
'Nasılsın Ömer Seyfettin?' Dedi.
'Beni nerden tanıyorsun? Ben bir yüzbaşıyım. Öyle tanınacak kadar üst düzey bir kumandan değilim.' Dedim.

'Ömer, biz seninle İstanbul'da Askeri Lise'de beraber okuduk, ben falancayım deyince, hayretler içerisinde baktım, hatırladım..

Hep dini eleştiren, Osmanlı'yı kötüleyen, vatan, bayrak sevgisi olmayan bir öğrenci idi ama, yine de Fransız subay olması normal değildi..
‘Peki nasıl böyle oldun?' Dedim.

'Ne zaman bir savaş olsa, Türkler galip gelse içimde üzüntü oluyordu. Tükler kaybetse, zarar görse içimde bir sevinç oluyordu. Çoğu zaman kendimi ayıplıyor, neden böyleyim? diyordum. Bir gün anneme ısrarla sebebini sordum.
'Dayanamayacağım, anlatacağım.' Dedi.

İstanbul Hastanesinde Fransız bir doktor vardı. Hastaneye gidip gelirken birlikte oldum ve sen o Fransız doktorun oğlusun. Babanın bundan haberi olmadı, şimdi de sen öğrendin.' Dedi..

Zaten babam zannettiğim adam çoktan ölmüştü.

O hastaneye gittim, şu tarihte burada çalışmış, şimdi Fransa'ya dönmüş olan, şu isimde doktorun adresi var mı? Dedim, adresi verdiler, Fransa'ya gittim, babamı buldum, olanları, annemin sözlerini anlattım..

'Anneni gerçekten sevmiştim.' Dedi ve beni kabul edip nüfusuna yazdırdı, Fransız okullarında eğitimimi tamamladım ve gördüğün gibi bir Fransız subayı olarak karşındayım.' Dedi.

Şimdi Ben,
Türk milletini, bayrağını, vatanını, eleştirilenleri gördükçe, acaba onlar da, "Piç" mi? diyorum..!!!"

Ömer Seyfettin.

Evet Ömer Seyfettin haklı galiba? Yoksa bir milletin içinden bu kadar hain, kanı bozuk insan çıkamaz. Ekmeğini yeyip te, krallar gibi yaşadığı ülkeye kötülük yapamaz.